Sedat Başkavak
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) 2017 yılında “Gıda ve Tarımın Geleceği” başlıklı bir rapor yayınladı. “Yeryüzünü kaplayan ormanların neredeyse yarısı gitti. Yeraltı kaynak suları da hızlıca tükeniyor. Biyoçeşitlilik de derinden aşındı” denilen raporda, 2050 yılına kadar dünya nüfusunun 10 milyarı bulacağı ve nüfus artışına bağlı olarak da yüzde 50 daha fazla gıdaya ihtiyaç duyulacağı belirtiliyor.
İngiliz bilim insanı John Beddingtonise, 2030 yılına kadar yaşayanlar %50 daha fazla enerji, %50 daha fazla gıda ve %30 daha fazla su ihtiyacı olan bir dünya görecekler diyor ve iklim düzensizliklerinin de bu talebin karşılanmasını çok zora sokacağını belirtiyor.
Sorun, bütün bunlar bilinirken hiçbir önlem alınmaması ve doğayı talan ederek büyüyen kapitalist tekellerin faaliyetlerinin hız kesmeden devam etmesinde. Bu durumda daha da önem kazanan enerji kaynakları, su, gıda, tarım ve tarım topraklarını kimin yöneteceği veşüphesiz bunların sadece tasarrufunun kimin elinde toplanacağı değil mülkiyetinin kimde olacağı sorunu, hem tekeller arasındaki rekabetin hem de tekeller ile emekçi halk arasında mücadelenin konusu durumunda.
Bugün enerji ve enerji yolları için yapılan savaşlar önümüzdeki yıllarda tarım alanları, gıda ve su için de gündeme gelecek. Geçimlik tarım üretimi yapan köylülerin elindeki toprakların şirketlerin mülkiyetine geçmesi vekâr amaçlı endüstriyel tarım üretimiyle su, tarım ürünleri ve özel olarak gıda güvenliği ve güvencesi daha görünür hale gelen sorunlar olmaya başlıyor. Kâr amaçlı tarımsal üretim yediğiniz besinlerin ne sıhhi ne de güvenilir olmasıyla ilgilenir. Kapitalizmde, sermaye, gıda güvenliğini kâr hırsına kurban eder ve gıda güvencesinden geriye bir şey bırakmaz. Bir de kendi besininizi üretemiyorsanız, kendinize yetecek kadar besin üretiminiz yoksa ve ithalata bağımlı hale gelimişseniz, gıda güvenliği ve güvencesinden tamamen yoksunsunuz demektir. İthalat vekâr amaçlı endüstriyel tarım yoluyla elde edilen gıdanın güvenliği iddia edilemez. Sağlıklı, temiz ve ulaşılabilir gıdadan yoksun olma hali gıda güvenliğinin de olmadığını gösterir.
TARIM TEKELLERİN İHTİYAÇLARINA GÖRE ŞEKİLLENDİRİLİYOR
Ülke tarımı uzun süredir,özellikle de 60 yıldır gıda güvenliğini yok eden politikalarla şekillendiriliyor. Kâr amaçlı endüstriyeltarımın yıkıcılığının üstüne binen Gümrük Tarifeleri Ticaret anlaşması (GATT), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) yada Avrupa Birliği uyum yasaları, birbirini tamamlayan ve tarımı çökerten uygulamalar dayattılar.
1929 Bunalımında krizin etkilerinden kurtulmak için korumacı tedbirleri artırarak ithalata konulan kotalar ve yükseltilen gümrük duvarlarının yerini GATT ile karşılıklı tarifelerin indirilmesi aldı. ABD, GATT ile kendine pazar açmaya çalışırken, AB“Ortak Tarım Politikası” ile 2. Dünya Savaşı nedeniyle oluşan gıda yetersizliği karşısında üretimin artırılması için tarımsal destekleri fazlalaştırarak gıda güvencesini sağlayacak korumacı tedbirler aldılar. 80’lere gelindiğinde, uyguladıkları politikalarla hem ABD hemde AB açısından, ellerinde oluşan tarım stoklarının eritilmesi için ihracatın artırılması zorunluluk haline geldi. 1995’te Dünya Ticaret Örgütünün (DTÖ) kurulmasıyla, dış ticarette kota ve fiyatlandırmanın kalkması, ithalatın önünün açılması, ihracat sübvansiyonlarının azaltılması ve son olarak da tarımsal üretime doğrudan yada dolaylı olarak verilen desteklerin azaltılması dayatmaları arka arkaya geldi.
Uyum için İspanya’ya üzüm bağlarını söktürerek zeytinyağı üretimine sınırlama getiren, Yunanistan’a ise çalışan aktif nüfusa oranı % 18 olan köylülerin % 7’ye düşürülmesini dayatan AB, ülkemize de tarım desteklerinin azaltılması, ithalatın önünün açılması, üretime kota getirilmesi ve % 35’lik kırsal kesim nüfusunun % 10’a düşürülmesi gibi dayatmaları kabul ettirdi.[1]Zeytinyağı ihracatına konan kotanın yanı sıra tütün ve şeker pancarına da kota konması ve çayda “kontenjan” adı altında işleyen kota süreçleri, yine “AB’ye uyum” adı altında işbirlikçi hükümetler tarafından hayata geçirilen uygulamalar oldu. IMF ile imzalanan stant-by anlaşması, Dünya Bankası ile imzalanan tarım reformu uygulama projesi gibi anlaşmalarla birlikte bunlar teslimiyeti ve tarımın çökertilmesini beraberinde getirdi.
TARIMDA ŞİRKETLEŞMENİN YOLUNU ÖZAL’LA ECEVİT ÇİZDİ; AKPDUBLE YOL YAPTI
Emperyalistlerle işbirlikçitekellerin çıkarlarını yansıtması tamamen doğal olan mali sermaye egemenliği altında çıkarılan yasalar, tarım ve üretici köylülerin aleyhine işlev gördüler. Turgut Özal’ın çıkardığı yasalarla özelleştirmelerin önü açılırken, köylü tarımınıaz-çok destekleyendevlet kurumları kapatıldı.
Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü, üretime dair bilgiler vererek köylüyedestek verir, neyi ne zaman, nasıl yapacağı konusunda bilgilendirerek üretimin çeşitli aşamalarındaköylüye az-çok yardımcı olurdu. Zirai Mücadele, Karantina Genel Müdürlüğü, tarımsal üretimde haşere ve zararlılarla zirai mücadele yol ve yöntemleri konusunda yol gösterir, ilaç kalıntı ve kontrol işlerini yapardı. Gıda İşleri Genel Müdürlüğü, tüketilen gıdanın içeriği, sağlıklı ve temiz olması için kontrol ve denetim işlevini üslenirdi. Toprak Su Genel Müdürlüğü, tarım arazilerini sınıflandırarak, tarım dışı arazi kullanımını belirli ölçülerde engellerdi. Bugün et ve canlı hayvan ithalatı nedeniyle deli dana, şarbon vb. pek çok hayvan hastalığı sık sık gündem olur. Zamanında, Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü, hayvan hastalıklarını takip eder, önlem alır, aşı yapardı. Bunlar ve benzer kurumlar kapatıldı ve köylü her türlü destekten bırakılarak kaderine terk edildi.
Bülent Ecevit döneminde “reform” adı altında çıkarılan K. Derviş’in “15 günde 15 yasa”sışeker, tuz ve Tekel’in içki ve sigara üretiminin özelleştirilmesini de sağlarken,“Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Kanunu” ile,“özerkleşme” adı altında, birliklere kamudan ayrılan kaynaklar kaldırılırken, söz konusu birlikler şirketleştirildiler.
AKP döneminde ise, tarımda tekellerin hakimiyetinin yanı sıra şirketleşmenin önünü açacak eksik tüm düzenlemeler adım adım hayata geçirildi.
Tarım Kanununda tarıma ayrılan desteklerin Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın (milli gelirin) % 1’inden az olamayacağıyazılıyken, milli gelirden tarıma ayrılan pay hiçbir zaman % 1’i bulmadı. Böylece tarımla ilgili destekler ve miktarı konuşulurken, gerçek bir tarım desteğinden ziyade, tarıma ayrılan payın milli gelirin % 1’ini bile bulmadığı koşullarda,hükümet tarafından bu son derece küçük miktarın bile sağlanmasının bir başarı olduğuileri sürülür oldu.
2004’te çıkarılan 5042 sayılı “Yeni Bitki Çeşitlerine Ait Islahçı Haklarının Korunmasına İlişkin Kanun” ile üretmek ve çoğaltmak hakkının ıslahçıda olduğu ve çiftçilerin buna aykırı davranamayacağı şart koşuldu. Ayrıca çiftçilere, kendi arazilerinde ürettiklerini, yine kendi arazilerinde kullanma zorunluluğu getirildi. Böylece, tohumu kendi arazisinde kullanan çiftçiler, sadece kendine tohumluk ayırabilir, bunun dışında çoğaltamaz, başkasına veremez hele ticaretini hiç yapamaz oldu. Çıkarılan bu yasayla ıslahçı hakları adı altında, ülke topraklarındaki 10 binin üzerinde bitki çeşidi, tohumculuk şirketlerinin eline bırakıldı.
2004 yılında çıkarılan 5200 sayılı “Üretici Birlikleri Kanunu” ile üretici köylünün ürününü pazarlama olanaklarının genişleyeceği propaganda edildi, ancak yasa, köylüyü birlikte birleştiren, ama ürününü kendi başına satan bir yapı oluşturduğu için, bir işe yaramadı. Üretici Birlikleri üzerine yapılan bir araştırma, birlik üyelerinin % 63,11’inin ürünlerini pazarlamak için birliğe üye olduklarını, ama % 85,71’inin bu beklentilerini karşılayamadıklarını ortaya koydu. Üretici köylülerin % 60,72’si, üretici birliklerinin aynı zamanda piyasayı da düzenleyemediğini belirttiler.[2]
2004 yılı sonunda “Organik Tarım Yasası”Meclis’ten geçirildi. Yasa ile, Tarım Bakanlığı’na bağlı kamu kurumları yerine, şirketlere sertifika verme yetkisi verildi. Böylece üretim üzerindeki kamu denetimi şirketlere geçerken, köylülerde organik tarım sertifikası verecek şirketlere para ödeyerek sertifika almak zorunda bırakıldı.
2005’te, 5300 sayılı “Tarım Ürünleri Lisanslı Depoculuk Kanunu” çıkarıldı. Lisanslı depoculuk ile, ürünü senede, senedi borsaya, böylece de üretici köylüyü Borsalar Birliği’nin eline terk edilerek, kapitalistlerin “serbest piyasa” dedikleri tekellerin egemenliği değirmeninde köylünün emeği ve alınterini hiç etmenin yolunu açılıp bankalarla tüccar ve aracıya birde tefeci mekanizması eklendi.
2005 yılı başında yetişmiş uzman personeli, araç gereçleri, laboratuvarları, arşivi, veri tabanı vb. altyapısı bulunan “Köy Hizmetleri Bölge Müdürlükleri”nin kapatılması kararıyla, bu müdürlüklerin toprağı koruyup geliştirici görevleri yerele devredildi. Ardından yapılan yasa düzenlemeleriyle toprak yönetimi devlet tüzel kişiliği kapsamı dışına çıkarılarak, il özel idareleri ve büyükşehir belediyelerine verildi. Köy Hizmetleri Bölge Müdürlüklerinin kapatılması kararı ile 2005 Temmuz’unda çıkarılan 5403 sayılı “Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu”nun ön hazırlıkları da yapılmış oluyordu. Böylece toprakları ve doğal kaynakları koruma gerekçesiyle çıkarılan kanunla, işgalle tarım alanlarını yok eden uygulamaların yolunun açılması ve arazi sınıflandırma, toplulaştırma vb. denerek, tarım arazilerinin sermayeye peşkeş çekilmesi için dikensiz gül bahçeleri haline getirilmesi amaçlandı. Yürürlük tarihinden önce tarım arazilerini amaç dışı kullananların ceza ödeme koşuluyla affedileceklerini hükme bağlayan yasa sayesinde, başta Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) üreten Amerikan Cargill şirketi olmak üzere, pek çok işgalci şirket metrekaresine 5 TL ödeyerek ceza ödemekten kurtuldu. Cargill onu bile ödemedi, çünkü; Cargill’in işgal ettiği tarım arazisi, dönemin AKP hükümeti tarafından “Özel Endüstri Bölgesi” ilan edilerek, işgalci durumdan tamamen çıkarıldı. Tüm bunlarda yetmedi,–özel şirketlerle “kamu” ve “kamu yararı” ilişkisi nereden, nasıl kuruluyorsa– “kamu yararı görülen” (!) yatırımlar bakımından, tarım alanları, korumadan çıkarılarak, şirketlerin talanına açıldı.
2006’da çıkarılan 5553 sayılı “Tohum Kanunu” ile, tohum ıslahı yapılan yerel çeşitler de dahil edilip patentlenerek, şirketlerin malı haline getirildi. Yasa, tohumluğa sertifika şartı getirirken, tohumluk ticareti ise kayıt altına alınarak, ancak sertifikalı paketlenmiş ve etiketlenmiş tohumlukların ticaretine izin verileceği şartı koşuldu. Böylece, köylünün, ayırdığı tohumu başka bir köylüye bedeli karşılığı vermesi engellenirken, köylüler arasında serbest olankullanımına son verilerek,tohumun,daha baştan sertifikasyon şartıyla şirketlerin mülkiyeti haline getirilmesi amaçlandı. Sertifikasyon işlemine tabi olmayan tohumlukların satışı yada dağıtımına ayrıca 10 bin TL para cezası verileceği belirtilen yasada; kütük kaydı oluşturma, sertifika alma, paketleme ve etiketleme gibi şartlar, zaten bir şirket faaliyeti olarak tarif edilmektedir. Yasaya dayanarak Bartın’da köylülere ceza yazma çabaları şimdilik tepkiler nedeniyle geri tepse de, “bu son haftanız, bir daha fide satmayacaksınız, satarsanız 20 bin lira ceza yazarız” denmesi,“Tohum ve Tohumculuk Kanunu”na dayanılarak neler yapılabileceğinin göstergesi oldu.
“Sulamanın kontrol altına alınması için sayaç takılması şart”gerekçesiyle çıkarılan “DSİ Görev ve Yetkileri Kanunu” ile “Sulama Birlikleri”ni şirketleştiren ve başına müdür atayan düzenleme hayata geçirildi. Bütün köylüler sulama suyu abonesi yapılırken, dönemin Bakanı Veysel Eroğlu’nun “kanunsuz sulamayı kontrol altına almak için sayaç takılması gerekir” sözleri,hükümetin tarım üretimi için mahsulünü sulayan köylülere bakışının en açık göstergesi oldu.
Sebze ve meyve fiyatlarının yüksekliğinden her şikayet edildiğinde, Hal Yasası değiştirilerek fiyatların düşeceği iddia edildi. Fakat “Hal Yasası”nda değişiklik yapıldığı her seferindefiyatlar düşmedi, aksine arttı. Sebze ve meyvelerin üretildiği ilin halinde, % 8 komisyon bedeli ve % 1.44 KDV’ye ek olarak en fazla % 2 olmak üzere belediye payı (vergisi) kesiliyordu. AKP Hükümeti’nin 5. Yılında yaptığı değişiklikle, sebze ve meyvelerden, gittiği ilin halinde de komisyon ücretine ek olarak belediye payı alınması karara bağlandı. 2012 yılında yürürlüğe giren 5957 sayılı “Sebze ve Meyveler ile Yeterli Arz ve Talep Derinliği Bulunan Diğer Malların Ticaretinin Düzenlenmesi Hakkında Kanun”la sebze ve meyve ürünlerinin kayıt altına alınacağı ve fiyatların % 25 düşeceğiileri sürüldü, ama hiçbiri olmadı. Yapılan düzenleme ile Market zincirleri kendilerine tanınan imtiyazla üreticiden doğrudan ürün alımı yapar hale geldiler. Alırken fire bahanesiyle % 25 düşük fiyat verirken, satarken oluşacak fireler nedeniyle de % 25 yüksek fiyat belirlediler.[3]Böylece köylünün ürettiği ürünün, her girdiği halde komisyonculara ve belediyelere yapılan ödemelerle fiyatı artarken, köylü ucuza sattı, aracılar ve market zincirleri para kazandı, halk pahalıya tüketti.
Ulusal biyogüvenlik yasası diyerek, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalara (GDO) izin çıkararak, GDO’lu ürünlerin ülkeye girişini kolaylaştırıldı.
Büyükşehir ve bütünşehir yasası ile köyleri mahalle yapılarak, kağıt üzerinde kırsal kesim nüfusu azaltıldığı gibi, köy tüzel kişilikleri tasarrufunda olan mera, çayır, otlak ve su kaynakları vb. pek çokalanın rant alanı olarak peşkeş çekilmesinin önü açıldı.
Yetmedi,“Mera Kanunu” ile meralar koruma kapsamından çıkarılarak enerji ve maden şirketlerinin talanı ve tahribine açıldı. “Elektrik Piyasası Kanunu”nda değişiklik yapılarak, yenilenebilir enerji kaynakları geliştirilmesi adı altında tarım alanları koruma kapsamından çıkarıldı.
“Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılatılması Hakkında Kanun” ile zeytinlik alanların enerji, sanayi ve maden şirketlerinin talanına açılabilmesi amacıyla 25 dekarın altındaki zeytinlikler zeytin sahası olmaktan çıkarıldı.
Tarım alanlarıyla küçük ve orta köylü çiftçiliği yok edilerek tarımsal üretime olumsuz etki eden bu uygulamalara, tarım desteklerinin azalması, ithalat artışı ve tarımsal üretimin girdisi olan ilaç, gübre ve mazot fiyatlarının zamlanması da eklenince, ülke tarımı çökertilirken, köylülerde üretimden vazgeçerek şehirlere göç etmeye başladılar.
YA KÖYLÜLER ŞİRKETLEŞECEK YA DA ŞİRKETLER TARIM ÜRETİMİ YAPACAK
Aslında bu süreç, dünyada yaygınlaşan kapitalist endüstriyel tarım uygulamalarıyla başlayan ve küçük aile çiftçiliğini bitirmeye dönük bir süreçtir ve bu doğrultuda epeyce yol kat edildi diyebiliriz. Geçimlik ya da değil ama tarım yapan küçük üretici köylüler, aileleriyle birlikte tarımdan koparak şehirlere göç ederken, tarımsal üretimde şirketlerin varlığı ve faaliyetleri daha da görünür hale geldi.
“Ya köylüler şirketleşecek ya da şirketler tarım üretimi yapacak” denilen süreç,şirketleşmek bir yana küçük üretici köylüyü yok eden bir süreç olarak işlerken,tekellerin tarım ve gıdadakurdukları egemenliği pekiştirdikleri bir süreç olarakgelişti ve gelişiyor.
Örneğin; AKP Hükümeti’nin gözdesi Ethem Sancak’ın Denizli’de 10500 baş hayvan ve günlük 187 ton süt üreten besi çiftliğinin yanı sıra Yaşar Holding’le 50 milyon dolarlık bir besi çiftliği ortaklığı var. “En büyük hayalim 1,8 milyon hektar arazisiyle küçük bir ülke olan Ceylanpınar devlet üretme çiftliğidir” sözlerinin sahibi Ethem Sancak’ın TSK’ya verdiği 614 kirpi, kamyon ve otobüs gibi zırhlı araçların yanı sıra Emniyet’in 151 TOMA ihtiyacını da karşıladığı düşünüldüğünde,“hayalindeki” Ceylanpınar’a bir şekilde kavuşacağı açık.
Aydın Doğan; 1500 baş hayvanlık besi çiftliğinde organik et vesüt üretimi yapıyor.
Saray Halı; ekonomik krizin ilk aylarında konkordato ilan ederek zenginliklerini korumaya ve krizin yüklerindenkurtulmaya yönelmişti, ama 25 bin baş hayvanlık besi çiftliği ile hayvancılık işinde.
Aksa Jeneratör: Yok pahasına kapattığı Tekirdağ ve Samsun TİGEM arazilerinde hayvancılık tesisleri kurdu.
Dimes: Süt, şarapçılık ve meyve suyunda faaliyet gösteren Diren Holding bünyesindeki Dimes, Kazova TİGEM’de 500 bin fidan dikti.
Eminevim: Ev için saadet zinciri türü bir mekanizma kurarak, garantili ev sahipliği şirketi olarak ünlenen şirket,tarımda da faal ve senelik 7 bin ton elma üretimi yapıyor.
Kent Şekerleme: Kiraz, elma, erik alanında 10 milyar Euro’luk üretim kapasitesiyle artık tarımda da boy gösteriyor.
Ramsey: Yandaş şirket, 35,5 milyar dolarlık jeotermal sera ile 148 dekar arazide üretime başladı.
TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu: Turgutlu’da jeotermal sera kurdu.
Öztiryakiler: Endüstriyel mutfak ve medikal malzemeler üretip pazarlayan şirket, 32 bin zeytin ağacıyla tarımsal üretime girdi.
Tekfen: Toros Gübre’de gübre, tohum, tahıl ve yem üretimi yapıyor. Ayrıca sözleşmeli üretim yaptırıyor ve 13 değişik buğdayda gen araştırmaları ve patates tohumu üretimi yapıyor.
Migros, televizyonlara verdiği reklamlarda“iyi tarım projesi” adıylapazarladığı tarım sektöründe sözleşmeli üretim yaptırarak kendi tarlasında işçileştirdiği köylülerin emeğini sömürürken, İtalyan Ferroro şirketi Karadeniz’debirkaç yıldır yaygın ölçüde sözleşmeli fındık üretimine girdi.
Adı sayılan 10-15 tekelci şirket başka faaliyetleri nedeniyle burjuva medyasında çok bilinen ve küçük bir araştırmada ilk karşımıza çıkanlar. Kapitalist tekellerin tarım üretimde her geçen gün daha çok söz sahibi olmasını sağlayan politikalar nedeniyle, hayvancılıktan, sera ve örtü altı sebze üretimine, patates, mısır başta olmak üzere sebze ve meyve üretimine kadar hayvancılık ve tarım, iri ufaklı pek çok şirketin faaliyet ve ticaret alanıdır.
BAKANLAR DEĞİŞTİ AMA TARIMI ÇÖKERTEN POLİTİKALAR DEĞİŞMEDİ
1924’ten bugüne 95 yılda 7 defa adı değişen bakanlıkta 54 kişi tarım bakanlığı yaptı. Kişi başı ortalama iki yılın bile düşmediğiTarım Bakanlığı koltuğunda 28 günle en kısa süre Faik Kurdoğlu otururken, AKP’nin en uzun süreli Tarım Bakanı olan Mehdi Eker koltuğunda yaklaşık 10 yıl 3 ay kaldı. Adı, Tarım Bakanlığı, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Tarım Orman ve Köy İşleri Bakanlığı, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı olarak defalarca değişen bakanlık, AKP döneminde de, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı ile başlayıp, Gıda Tarım Hayvancılık Bakanlığı, sonra da Tarım ve Orman Bakanlığı olarak 7 defa ad değiştirdi.
AKP Hükümetlerinin ilk Tarım Bakanı Sami Güçlü 2,5 yıl Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı yaparken, açıklanan buğday fiyatını beğenmeyen köylülere söylediği “gözünüzü toprak doyursun” sözleriyle hafızalarımızda yer etti ve AKP’nin kapitalist tekellerle aracı ve tüccarların yanında duracağını, çünkü onların partisi olduğunu gösterdi. 2004 yılı Kasım’ında TOBB Plaza’da, Sabancı Holding, Yaşar Holding, Doğan Holding, SÜTAŞ, Ülker, Evyap patronlarının yanı sıra Ethem Sancak, Zafer Çağlayan ve benzerlerinin katılımıyla, patronlara, TİGEM bünyesindeki 20’den fazla çiftliğin tanıtımını yaparakçiftliklere özel sektörün girmesi gerektiğini anlattıktan sonra, “AB ülkelerinde nüfusun ortalama yüzde 4-5’i tarımla uğraşıyor. Bizde tarımla uğraşanlar nüfusun yüzde 35’ini oluşturuyor. Artık tarımda işletme ölçeklerini büyütmek, tarımla uğraşan nüfusu da 10 yılda 25 milyondan 15 milyona indirmek gerekiyor” diyerek tekelleri tarıma yatırıma davet ederken, tarımda yabancı sermaye akışının gereğine inandığını dile getirdi. AKP Tarım Bakanı Sami Güçlü’nün, Polonya’nın AB üyeliği sürecinde baş müzakerecisi olan eski Tarım Bakan Yardımcısı JerzyPlewa’yı danışman ataması da,kapitalist tekellerin tarım politikalarını uygulayacağının göstergesi sayıldı.[4]
En uzun süre Tarım Bakanlığı yapan Mehdi Eker ise, “ya köylülerin şirketleşeceğini yada şirketlerin tarım üretimi yapacağını” açık olarak söyleyen ilk bakan oldu. Köylerin şirket yatırım alanına dönüştürüleceğini ve köylülerinde arazisi oranında şirkette pay sahibi olacağını belirttiği “Hudutsuz Ürün Köy Projesi” hayata geçmeyip köylüleri şirketleştiremeyince, tarımı şirketlere açan bakan oldu.Türkiye ilk defa saman ithal etmesi, kurbanlık hayvan ithalatı, GDO’ya izin verilmesi vb. Mehdi Eker dönemi uygulamalarıdır. Eker’in 10 yıllık bakanlığı dönemi, mazot, ilaç, gübre ve yem fiyatlarının aşırı arttığı, üretim yerine ithalatın desteklenmesi nedeniyle tüketicinin pahalıya tükettiği, üretici köylünün ise ucuza satmaktan şikayet ettiği bir dönem oldu. 500 binden fazla küçük üretici köylü tarımdan çekilirken,bu dönemde küçük aile çiftçiliği yerine büyük kapitalist tarımının yaygınlaştırıldı ve tarım alanlarının amaç dışı kullanımı en yüksek oranda arttı.[5] 2013 yılında Ethem Sancak’la basına yansıyan diyalogunda, Ethem Sancak’ın, Mera Kanununa yönelik olarak söylediği “Bu kanun çıktıktan sonra petrolden de önemli zenginliğimiz olan meralarımızı el birliği ile işleriz, bunları servete dönüştürürüz” sözleri, Tarım Bakanı Mehdi Eker ve partisi AKP’nin ülke varlıklarıyla tarımını kimlere peşkeş çektiğinin en bariz göstergesi oldu.[6] Bu dönem AKP köylüye ne söyledi ve ne yaptı diye sorulacak olursa, en kısa özet, Erdoğan’ın “ananı da al git” cümlesidir.
7 Haziran Seçim sonuçlarını içine sindiremeyen AKP’nin seçimi yenilemek için kurduğu “Seçim Hükümeti”nde Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı olarak görevlendirilen Kutbettin Arzu’nun 88 günlük bakanlık döneminin bir kısmı tebrikleri kabul, kalan kısmı da seçim çalışmasıyla geçtiği için neredeyse tarımla ilgili hiçbir konuşması ve uygulaması olmadı, ve bu iyi de oldu.
Yaklaşık iki yıl Tarım Bakanlığı yapan Faruk Çelik döneminde “milli tarım” sloganıyla köylüye gelecek güzel günlerin hayali kurdurulurken “serbest piyasaya müdahale edilmez” sözleriyle gerçekte tekellerin tarım politikaları izlendi. “Milli tarım projesi”nin “havza bazlı üretimi destekleme” ve “hayvancılıkta yerli üretimi destekleme” yönleriyle hayata geçirildiği belirtiliyordu. Oysa, süt tekelleri 1,15 lira olarak açıklanan sütü 1 liradan alırken, et için konan tavan fiyat uygulamasına da hiçbir şirket uymadı. Fındık fiyatına isyan eden fındık üreticisine “serbest piyasaya müdahale edemeyiz” diyen Faruk Çelik’in de kimler için bakanlık koltuğunda oturduğu görülmüş oldu.
Bir yıl görevde kalan Ahmet Eşref Fakıbaba ise, “çiftçiyi artık tefecilerin eline bırakmayacağız” diyerek geldi ve artan fıstık fiyatları nedeniyle yaptığı bir konuşmada “beni baklava ithalatına mecbur bırakmasınlar” sözleri ile hafızalarda yer etti. “Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı olarak dışarıdan gıda ve hayvan ithal etmem, tarım ürünleri ithal etmem beni vicdanen çok rahatsız etmektedir” şeklinde ithalat karşıtı cümleler kuran bu bakanın bakanlık döneminde,örneğin 2018 yılında, yaklaşık 9 milyar dolarlık ihracata karşılık 10,5 milyar dolarlık ithalat yapıldı.[7] “Ülkeler bazen siyasi olarak birbirleri ile alışveriş yapmak zorunda kalıyorlar” diyerek ithalatı savunan Fakıbaba’nın dönemi, artan maliyetler karşısında, ithalat baskısıyla ucuza sattıkları ürünleri nedeniyle borçlarını ödeyemeyen köylülerin daha çok borçlandığı ve tefecilerlemali sermaye ve ithalatçıların servetlerinin büyüdüğü dönem oldu.[8]
Turkcell, BİM ve Albaraka Türk Katılım Bankası Yönetim Kurulu üyeliklerini yürüten Bekir Pakdemirli, tek adam tek parti yönetiminin ilk Tarım Bakanı olarak atandı. Pakdemirli, bu görevlerinin yanı sıra dünyanın değişik ülkelerinde sözleşmeli üretim ile patates ürettirerek, işlenmiş ve dondurulmuş patates olarak 160 ülkeye satan McCain Foods’un iş geliştirme danışmanı olarak “görev” yapıyordu. Diğer tarım ürünleri bir yana 35 milyon ton hububat üretilen Türkiye’de, Kasım ayı sonunda, “çiftçimizi enflasyona ezdirmedik” diyerek 160 bin üreticiden 3 milyon ton ürün alındığını övünerek anlattı. AKP, hasat öncesi Mayıs ayında sıfır gümrükle 100 bin ton patates ithalat kararı alınca, geçen yıl 2,38 TL’ye satılan patatesin fiyatı bu yıl 2,3 TL’ye düştü. Pakdemirli,tamamen bir kapitalist şirket olarak çalışan Pankobirlik gibi birkaç kooperatif ve şirketin belirleyici olduğu ayçiçeği için 2,5 TL fiyat açıklayarak, almayacağı ürüne fiyat açıklayan ilk bakan oldu.
TARIMDA ŞİRKET HÂKİMİYETİNİN İLANI: TARIM ŞURASI
Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin “önümüzdeki 25 yıla ışık tutan kararlar alınacak” sözleriyle başlayan Tarım Şurası’nın, sonuçları itibariyle bakıldığında,öncesindekinden farkı yoktu. Bir farkı şu oldu ki,“şirket” ve“şirketleşme” vurguları bu şurada daha sık ve daha açık olarak dile getirildi. İlki 1994’te, ikincisi 2004’te AKP tarafından toplanan tarım şurasının üçüncüsü de, tarihi sürekli ertelenerek, 18 Kasım’da yapıldı. Peki ne oldu da, uzun süredir memleketin tartışmalı konularında açık konuşmayı bırakan AKP, tarımı bir Şura’da ele almak istedi? Öyle ya, hiçbir konuda kimseyi dinlemeyen, “ben yaptım oldu” diyen tek adam tek parti yönetiminin, bir “Tarım Şurası” ihtiyacı duymasının sebebi AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üretici köylülerin kangrenleşen sorunlarıyla çökertilen tarıma el ve akıl birliği ile çözüm bulma tutumu olmasa gerek. Öyle de değil zaten.
“Havza bazlı tarım”, “hudutsuz ürün köy projesi”, “milli tarım”gibi projelerin ardından, önceki tarım bakanları gibi, son Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirlide bir proje hazırladı. “Tarımda Milli Birlik Projesi” adıyla hazırlanan ve Cumhurbaşkanına sunulan proje, basına erken sızınca, Cumhurbaşkanı’nın 25 Nisan’da projeyi açıklayacağı sunum iptal edildi. “Tarımda Milli Birlik Projesi”nde, Tarım Bakanlığı taşra teşkilatı ile Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği’nin (TKKMB) birleştirilerek “Milli Birlik Kooperatifi” olarak adlandırılması ve Semerat Holding diye bir şirket kurulması yer alıyordu. Semerat Holdingin % 35 hissesi “Milli Birlik Kooperatifi”ne verilirken % 15 hissesi de TMO, AOÇ, Çaykur gibi kurumlara verilecekti. Aslan payı olarak, geriye kalan % 50’lilik büyük hissenin de Ülker, Eti, Ünilever, Sütaş, Namet, Pınar, Migros vb.gibi tekellere verilmesi planlanıyordu.[9]“Milli tarıma Milli Birlik Kooperatifi” diyerek “milli” sosuyla Cumhurbaşkanı tarafından sunulacak olan Tarım Bakanlığı’nın “holdingleşmesi” planları erkenden basına sızınca, projeyi yeni bir sosla kaplamaya ihtiyaç duyuldu. 3. Tarım Şurası’nın da, böylece, mecburiyetten yapılması, ama yapılırken de “şirketleşme” demeden şirketleşmeye gidecek yolların örülmesi, AKP için gereklilik haline geldi. O nedenle 3. Tarım Şurası; anlamak, dinlemek, tarım ve üretici köylülüğün sorunlarına çözüm bulmak için değil,“hep birlikte konuştuk, fikir aldık, tartıştık ve karar verdik” diyerek dayatmak için yapıldı.
Tamda bu amaca uygun olarak illerde açıktan ilan edilmeden, kendi belirledikleri katılımcılarla toplantılar yaptılar. Ülke genelinde köylülerden “bende katıldım” diyen yok, ama yapılan açıklamaya göre, “81 ilde 7000 paydaş ile” (paydaştan kasıt; alan, satan, komisyonun alan, götüren, getiren vb. katılımıyla) 200’ü aşkın toplantı yapılmış. “Görüşünü bildir” telefonuna 7 bin, e-postaya ise 23 bin görüş bildirilmiş. Oluşturulan gruplarda, katıldıkları toplantılarda konuştukları konularla rapora yansıyanın farklı olduğunu ve konuştuklarının raporlara girmediği yada % 20’sinin girdiğini belirtenler var. Tarım Şurası’nın, önerilenleri ve konuşulanları değil, iktidarın yapmak istediklerini karara bağladığı anlaşılıyor.
2004 yılında Sami Güçlü’nün bakan olduğu dönemde yapılan “2. Tarım Şurası”nda öne çıkan kararlar,“doğal kaynakların envanterinin çıkarılması”, “‘Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu’nun çıkarılması”, “basınçlı sulamanın yaygınlaştırılması” (dolayısıyla köylünün sulama suyuna da abone yapılarak parasının alınması), “arazi toplulaştırmanın hızlanması”, “iletme ölçeklerinin optimum düzeye getirilmesi”, “sözleşmeli üretimin geliştirilmesi”, “tarımsal desteklerin GSMH içindeki payının iki yıl içinde % 2’ye yükseltilmesi ve sonra daha da artırılması” (2006’da çıkardıkları Tarım Kanunu’na“desteklemeler GSMH’nın % 1’inden az olamaz” maddesini koydular, ama destek hiçbir zaman % 1’i bulmadı) konuları yer almıştı. “3. Tarım Şurası” sonuç bildirgesinde sözü edilen 60 maddelik kararların yarısının“2. Tarım Şurası”nın sonuç bildirgesindeki 36 karara benzer kararlar olduğu anlaşılıyor.
Birde, tartışılan konular ve rapora yansıyanlara bakılınca, katılımcıların da AKP’nin politikalarına uygun katılımcılar olduğu anlaşılıyor. Örneğin, birinci grup olan “Tarımsal Yapı ve Dönüşüm Grubu”nun raporunda şunlar yer alıyor:
Yeni politikalarla çiftçi köylülükten kurtarılıp işletme sahibi yapılmalıdır,
Arazi sahibi çiftçi, kurulacak yapının da ortağı olmalıdır,
İster havza, ister köy temelli hayvansal üretim ve tarımsal sanayi ile bütünleştirilmiş ülke çapında belirli sayıda işletmeler kurulmalıdır,
İşletmeye bakanlık uzmanlarından yönetim desteği verilmelidir,
Her işletme 2-3 uzman ile ülke çapında yüzbinlerce uzmanı ve milyonlarca toprak sahibini istihdam etmelidir.
Bu sistemde,“köylü işletmenin ortağı ve işçisi olacak”türünden önermelerle aslında 25 Nisanda açıklayamadıkları Semerat Holding isim vermeden tarif edilmiş. En önemlisi de, tarımda tekellerin hakimiyetinin duble yollarını döşeyip, köylüyü kendi tarlasında işçi olarak çalıştırarak hem toprağını hemde emeğini sömürmeyi amaçlayan bir model, işletme olarak, ülke köylüsüne pazarlamaya çalışılıyor. Adına “işletme” dedikleri şeyin şirket ve “ya şirketleşecekler yada şirketler tarım üretimi yapacak” sözlerinin pratikte hayata geçmiş hali olduğunu açıkça belirtmek gerekiyor.[10]
“Köylü zaten anlamsızca şehre göç ediyor” denilen raporun köyü, köylüyü, ülke tarımını görmeyen yada oralara kör bakanlar tarafından hazırlandığını çok açık. Yıllardır köylüyü üretime küstüren tarım politikaları, artan girdi maliyetleri ve azalan tarım destekleri, artan ithalatla baskılanarak düşürülen ürün fiyatları nedeniyle geçimi zorlaşan üretici köylü hiç görülmüyor ve dikkate alınmıyor. Ziraat Bankası Simit Sarayı’na ortak olurken, ödenemeyen çiftçi borçları nedeniyle malı, mülkü, tarlası, traktörü, pulluğu haczedilen köylü ile ne ilgilenen ne de onu ve çıkarlarını dikkate alan var! Yılardır süren çatışmalı ortam nedeniyle ilan edilen OHAL ve “özel güvenlik bölgeleri”, yayla yasakları, sanki hiç yokmuş gibi, “köylü anlamsızca göç ediyor” diyen bir grup sermaye temsilcisinden, ülke tarımı ve köylüsünün lehine tekellerden bağımsız bir tarım politikası beklemek ölü gözünden yaş beklemektir. 3. Tarım Şurası, bunun olamayacağını ve Şura’nın tekellerinin şurası olduğunu bu yönüyle de ortaya koydu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, okuduğu 60 maddelik sonuç bildirgesinin öne çıkan maddeleri sıralanacak olursa;
– Bütüncül ve entegre bir yönetim,
– Rekabet ilkelerine dayalı birim sudan maksimum fayda,
– Arazi toplulaştırma hızlansın,
– Atıl tarım arazileri için arazi bankacılığı ve birlikte üretim modelleri yaygınlaştırılsın (TOBB başkanı RifatHisarcıklıoğluda Mersin’deki Tarım sempozyumunda “bir an önce arazi bankacılığı kurulmadır” demişti),
Yabancı ülkelerde üretimin teşvik edilmesi ve arazi kiralamaya devam (Türkiye’de çiftçiye verilmeyen destek, Sudan’da olduğu gibi, arazi kiralanarak, başka ülkelere aktarılacak),
Kırmızı et tüketiminde küçükbaş hayvan eti tüketiminin özendirilmesi (işçi ve emekçiler parasızlıktan değil de keyiften yada şımarıklıktan yemiyormuş gibi),
Sertifikalı tohum kullanımının yaygınlaştırılması ve yerli tohumun ticarete kazandırılması, (patentlenmemiş tohum kalmasın isteniyor),
İklim değişikliğinin etkilerini azaltacak önlemler (çoğalan termik santraller ve bunlara filtre zorunluluğunun 36 ay ertelenmesi, tarım alanlarının enerji, sanayi ve maden şirketlerine açılması vb. kimin eseriyse…),
Sözleşmeli üretimin desteklenmesi gibi her maddesi tekellerinin tarım alanındaki yatırım ve kârlarınıbüyütüp kolaylaştıracak maddeler sonuç bildirgesinde yer buldu.
Tarım Şurası sonuç bildirgesini okurken Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “zorunlu olmadıkça kırmızı et ve besilik hayvan ithalatı yapılmayacak, ambarın anahtarı kimin elindeyse güç de onun elinde olur, tarımı küresel tarım şirketlerinin güdümüne sokacak her türlü girişimin karşısındayız” demesini de, 26 ülkeden (Belçika, Fransa, Polonya, Romanya, Letonya, İspanya, Bosna Hersek, Sırbistan, Macaristan, Gürcistan ve Brezilya v.) karkas et ve canlı hayvan ithalatı nedeniyle Et Süt Kurumu’nun stoklarında birikip satılamayan 50 bin ton ithal et bitene yada azalana kadar yapılmayacak şeklinde anlamak gerekiyor. Yapılan ithalatla Brezilya’nın ölüsü, Hollanda’nın deli danası ne varsa, et ve canlı hayvan olarak ülkeye sokuldu.[11]
17 yılda bakanlık adıyla bakanlar çok kez değişti, ama ülke tarımını çökertirken ve üretici köylüleri üretimden vazgeçirerek toprağından göç ettiren politikalar değişmedi. Gelinen noktada küçük üretici köylü ilaç, gübre ve mazot gibi tarımsal üretimin girdilerinin fiyatlarının artışı karşısında ya borçlanarak üretir yada tamamen üretemez duruma geldi. İthalat ürün fiyatlarını baskılarken, küçük üretici köylü de artan ithal ürünler karşısında ürününü ucuza elden çıkarmak zorunda kaldı.
Nisan ayında kuru fasulye, temmuz ayında buğday, arpa, mısır ithalatında gümrük vergilerini düşüren bir Tarım Bakanlığımız var. Et zaten her dönem ithal ediliyor. Aracılık, ithalatçılıkve ticaret yoluyla tekeller kazanırken, küçük üretici köylü ürününü ucuza satıp ve halk pahalıya tüketiyor. Son üç yıl ithalatta rekorlar kırıldı. Köylüye verilmeyen destekler tekellere hibe ve kredi olarak verilirken, vergi indirimleri vb.bonusları oldu. Uygulanan tarım politikaları nedeniyle küçük üretici köylüler 17 yılda 3,4 milyon hektar tarım alanını ekmekten vazgeçti. Tohum kanunu, GDO’ya izin, özelleştirmeler, sözleşmeli üretim, desteklemelerin azaltılması vb. düşünüldüğünde, ülke tarımını, tarım alanında faaliyet gösterenuluslararasıtekellerinin güdümüne sokacak girişim aşamasının çoktan geride kaldığını ve tarımın tekellerin hakimiyetine girdiğini söyleyebiliriz.
Sonuç olarak;
Ülkede Sancak, Doğan, Tekfen, Sarar ve Ramsey gibi,dünyada da Monsanto ve Bayer gibi şirketlerin egemenliği arttığı sürece küçük üretici çiftçiliği azalacaktır. IMF, DB, DTÖ ve AB tekellerin çıkarını gözetiyorlar. O nedenle “uyum yasaları” adı altında yapılan dayatmalar, anlaşma ve protokoller, hatta ülkelerarası siyasi ilişkiler gereği olarak sunulup yapılan ithalatla bağımlılık politikaları sağlamlaştırılırken, tarımı çökertiliyor ve halk da açlıkla terbiye edilmeye çalışılıyor. Hükümetlerse, emperyalist dayatmaların uygulayıcıları oluyor. Üretim,üreticilerin ihtiyaçlarıyla ve doğayla uyumlu değil, o nedenle de iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin yaratıcıları olan tekeller ve onların tarım programlarını uygulayan hükümetler iklim değişikliğini azaltmak bir yana artıracaklardır.
Yerel çeşitliliği koruyamazsak, çeşit azalırken fiyatlar artacaktır. Tohumda, ilaçta, gübrede bağımlılık, tarım ve gıdada bağımlılık demektir. Bu da ülkenin topyekûn bağımlılığı demektir.
Varlığını doğanın yağmalanması ve insanın sömürülmesi üzerine kuran bu sistemin değişmesi için mücadele şart. Bir araya gelip, örgütlenmek şart.
[1]https://ozgurlukdunyasi.org/arsiv/286-sayi-152/865-ab-surecinde-tarim
[2]http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423867709.pdf
[3]https://www.tarimdunyasi.net/2008/03/20/hal-yasasi-ve-misir-primi-2/
[4]http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/patronlar-tarlaya-agila-buyurun-ab-ye-daha-guclu-girelim-38664622
[5]https://www.dunya.com/kose-yazisi/mehdi-eker039in-tarim-kitabi-neyi-anlatiyor/24125
[6]https://odatv.com/tarimin-koylunun-elinden-alinmasi-gerekiyor–1107131200.html
[7]https://www.tuketicipostasi.com/atalik-tarima-degil-ithalata-ve-faiz-odemelerine-destek-veriyoruz/5140
[8]https://www.dunya.com/ekonomi/fakibaba-ihtiyactan-degil-siyasi-olarak-et-ithal-ediyoruz-haberi-406901
[9]https://www.tarimdunyasi.net/2019/04/17/tarimda-milli-birlik-projesini-acikliyoruz/
[10]https://www.tarimdunyasi.net/2019/11/19/tarim-surasi-ile-tarimda-sirketlesmenin-yolu-aciliyor/
[11]https://www.artigercek.com/haberler/zehirli-kimyasallarla-beslenen-hayvanlari-turkiye-ye-gonderdiler