Sedat Başkavak
Ülke nüfusunun yüzde 20’den fazlasını istihdam eden tarım, emekçilerin önemli bir sorunudur. Her ne kadar Büyükşehir yasası ile köyler mahalleye dönüştürülünce bir gecede kırsal kesim nüfusu azalsa da gerçek şu ki; o mahalleler hala köy ve oralarda hala tarım ve hayvancılık geçim kaynağıdır. Bu nedenle de nüfus istatistiklerinde kırsal bölge kapsamında sayılmayan büyükşehir mahalleleri nedeniyle yüzde 22 olarak tespit edilen kırsal kesim nüfusu ülke gerçeğine denk düşen sağlıklı bir veri değildir.
ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinde tarımsal üretim, küçük üreticinin değil kapitalist tarım işletmelerinin yönlendirdiği bir sektör durumundadır. Bizde ise tarımsal üretim orta ve az topraklı köylünün yani küçük üreticilerin faaliyet alanıdır. Bu nedenle tarım alanındaki gelişmeler ailesiyle birlikte milyonlarca üretici köylüyü ilgilendirmektedir.
Başta ABD ve Avrupa ülkeleri olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkeler dayattıkları politikalarla, tarımın temel dayanağı olan toprak, su ve havayı kontrolleri altına alırken büyük oranda da kirletmektedirler. Topraktan en fazla ürün ve kâr elde etmek için GDO’lu tohum, suni gübre ve dizginsiz tarım ilacı kullanımı ile yapılan tarım üretimi nedeniyle toprak kirlenirken, geniş köylü kitleleri de artan girdi maliyetleri karşısında hızla yoksullaşıyor. Böylece tarım üretimi adım adım küçük üretici işi olmaktan çıkıp kapitalist işletmelerin faaliyet alanı haline gelmektedir.
Emperyalist ABD ve AB ülkeleri Türkiye’yi, hem ihtiyacı olan tarım ürünlerinin ucuz temini için arka bahçe hem de ürettikleri fazla ürünü satmak için de iyi bir pazar olarak gördüler. Son 50 yılın politikalarına baktığımızda bu ülkeler teknolojik gelişmelerle birlikte tarıma verdikleri olağanüstü desteklerle sanayide olduğu kadar tarımda da belirleyici hale geldiler. Bu da yetmedi kendi tarımlarını korumak için ithalatı sınırlamak üzere gümrük duvarlarını yükselttiler. ABD ve AB’nin uluslararası sözleşmeler, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla dayattığı politika ve uygulamalar nedeniyle Türkiye gibi daha geri kalmış ülkelerde tarımsal üretime verilen desteklerin kaldırılması başta olmak üzere, ithalatın önünün açılması, üretime kota konulması, gümrük duvarlarının düşürülmesi gibi dayatmalar hükümetler tarafından kabul edilerek hayata geçirildi.
MENDERES’TEN ERDOĞAN’A TARIMIN ÇÖKERTİLMESİ
Uluslararası sözleşmelerde ilk feda edilen, ülke tarımı ve halk sağlığıdır. Geçtiğimiz Mart ayında gazetecilerin Rusya’dan et ve süt ürünleri ithalatı ile ilgili soruya dönemin Tarım Bakanı Ahmet Eşref Fakıbaba “ülkeler bazen siyasi olarak birbirleri ile alışveriş yapmak zorunda kalıyorlar” diyerek tarımsal ithalatı doğrularken, farkında olmadan ülkenin içinde bulunduğu durumu da açıkça gözler önüne serdi. Bu ithalat kararı ve boyun eğme hali bugüne has bir durum değildir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sürekli mirasçısı ve devamcısı olduğunu söylediği Adnan Menderes de başbakanlığı döneminde böylesi anlaşmalara imza atmıştır. Menderes hükümeti 12 Kasım 1956 yılında Amerika ile “Münakit Zirai Emtia Anlaşmasını” imzalamıştır. Anlaşmanın en önemli maddesi “Türk ve Amerikan Hükümetleri, Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini artırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir. Her iki hükümet, bu anlaşmanın uygulanmasında özel teşebbüs sahiplerinin etkili biçimde rol oynaması için ticari şartlar sağlayacaklardır.” Yapılan anlaşma ile kendini bağlayan Menderes Hükümeti ABD’den tarım ürünleri ithalatının önünü açmıştır. Bu anlaşma kapsamında ABD, yardım adı altında ihtiyaç fazlası olan buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve sığır eti, don yağı ve soya yağını taşıma ücreti dahil 46.3 milyon dolar karşılığında Türkiye’ye satmıştır.
Bir yıl sonra 1957 yılında Hükümet “Tarım Anlaşması” adı altında ikincisini imzalamış ve taşıma ücretiyle birlikte 19.4 milyon dolar karşılığı buğday, arpa, mısır, konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu ve soya yağı ithal edilmesi kararlaştırılmıştır. Menderes hükümeti ABD ile 20 Ocak 1958 yılında yeni bir “Tarım Ürünleri Anlaşması” imzalamıştır. Anlaşma kapsamında buğday, yem, soya ve pamuk yağı, tereyağı, yağlı süt tozu vb. ürünler karşılığı 46.8 milyon dolar ödeyecektir. Yapılan tarım ürünleri anlaşması kadar anlaşmanın bitiminde ABD’nin Türkiye’ye gönderdiği 1775 no’lu nota da ilginçtir. İki maddelik bu notada ABD, Türkiye’ye “1 Ağustos 1958 tarihine kadar buğday ihraç etmeyeceksin, eğer bu yasağa uymazsan ihraç ettiğin buğday kadar Amerikan buğdayını kendi kaynaklarından finanse edeceksin” diyor. Bugün başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere kimilerinin yerlere göklere sığdıramadığı Menderes hükümeti adına dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu verdiği yanıtta “1 Ağustos 1958’e kadar buğday ihraç etmeyeceğiz ve edersek de ihraç ettiğimiz kadar Amerikan buğdayını alacağız” demiştir.
60 darbesi olmuş hükümetler değişmiş ama tarım ve üretici köylülüğe ilişkin politikalar değişmemiştir. İsmet İnönü’nün koalisyon hükümeti ile ABD arasında 1963’te “Zirai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi” hakkında 161 milyon dolarlık ikili anlaşma yapılmıştır. Anlaşmanın ardından 24 Eylül 1963’te ABD, Türkiye’ye bir nota daha verir ve “Türkiye’nin yurtdışına ihraç edeceği zeytinyağını 10 bin ton ile sınırlar. Eğer Türkiye ABD’nin verdiği sınırı aşarsa, aştığı miktar kadar nebati yağı kendi dövizi ile alacaktır” denilir. Ayrıca ek olarak yine buğday ihracatına da engel konulur. Dönemin CHP’li Ticaret Bakanı Mehmet Muhlis Ete ise Amerikan notasına verdiği yanıtta “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin yukarda belirtilen hususlarda mutabık olduğunu bildirmekten şeref duyarım” diyerek yanıt gönderir. Türkiye yaptığı anlaşma gereği Amerikan nebati yağına pazar açılsın diye bunu kabul ederken ihraç edilmeyen zeytinyağı nedeniyle zeytin ve zeytinyağı fiyatları düşer, üretici köylü zeytin ağaçlarını kesmek zorunda kalır. Bu dönemler aynı zamanda radyoda yeni bir türkünün de çalınmaya başladığı yıllardır. Hepimizin bildiği “zeytinyağlı yiyemem aman, basmada fistan giyemem aman” türküsüdür. Osman Nuri Koçtürk, “Yeni sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi” (1966) kitabında Amerika’dan ithal edilen margarin yağın kullanımını artırmak için bu türkünün siparişle derletildiğini anlatır. ABD dayatmaları sonucu 1971’de haşhaş yasağı başlarken, süreci desteklerin azaltılması izlemiştir.
1980 yılında Demirel Hükümeti 24 Ocak kararlarını yayınlamış ve başta işçi emekçiler olmak üzere üretici köylüler ve tarım da bu kararlardan nasibini almıştır. Bu kararlar kapsamında yüzde 32.7 devalüasyon, devletin ekonomideki payının küçültülmesi (özelleştirmeler), tarım ürünlerinde destekleme alımlarının sınırlandırılması, dış ticaret serbestliği ve yabancı sermaye yatırımlarına teşvik, ithalatın kademeli olarak libere edilmesi yani korumacı tedbirlerin kaldırılması vardır. Ülke nüfusunun yarısının kırsalda yaşadığı, GSMH’nın yüzde 25’ini tarımın oluşturduğu ve ülke toplam ihracatının büyük çoğunluğunun tarım üretimi olduğu bir dönemde alınan bu kararlar yerli üretici ve ülke tarımına vurulan en büyük darbelerden biri olmuştur. Dönemin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren, bu ilişkiyi yıllar sonra; “Eğer 24 Ocak Kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir” sözleriyle açıkça belirtmiştir. 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi için yapılan askeri darbe ve sonrasında gelen Özal hükümetleri de 24 Ocak Kararlarını uygulamak için üzerine düşeni yaptı. Meyvelerinden birisi de 1985’e gelindiğinde kaçak sigara girişi ve sigara ithalatı ile ülke tütüncülüğüne vurulan darbedir.
1990’a geldiğimizde destekleme alımı yapılan 22 tarım ürünü sayısı 10’a düşmüştür. Böylece 1980 yılında 71 milyon 163 bin dolar ithalata karşılık 1 milyar 622 milyon 554 bin dolarlık ihracat yapılırken, 24 Ocak Kararlarının tarımdaki çökertme uygulamaları sonucu 1990 yılında ihracat yüzde 20 artışla 2 milyar 13 milyon olmuş ithalat yaklaşık 14 kat artışla 1 milyar 20 milyon doları bulmuştur. Dışarıdan tarım ürünü alımıyla yapılan ithalatla ülke köylüsü ve tarımına verilmeyen destek başta ABD ve Avrupa ülkeleri tarımına verilmiş oldu.
Türkiye’nin ilk yerli traktörünü üreten Türkiye Zirai Donatım Kurumunun, ülkenin tohum ve damızlık gereksinimini karşılayan, yetiştirme ve ürün ıslahı konularında çalışma yürüten Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğüne bağlı tesis ve arazilerin, yem fabrikalarının özelleştirilmesi yine bu döneme rastlar.
1990 sonrası koalisyonlu yıllarda Tat konserve, Meysu, Sümerbank, SEK (Süt Endüstrisi Kurumu) Demirel- İnönü koalisyonu eliyle satılırken pancar motor, Fruko-Tamek, Konya Şeker, 29 yem fabrikası, şimdi yerinde Ankamall AVM olan Ankara Et Balık kurumu dahil 12 ilin Et Balık Kurumu ve Süt Endüstrisi kurumunun 22 ildeki tesisi de Çiller-Karayalçın hükümeti tarafında özelleştirildi.
Daha sonra kurulan Çiller-Baykal hükümeti tarafında SEK’in diğer 6 işletmesi ve Sümerbank’ın bazı illerdeki tesis ve işletmeleri özelleştirildi. Mesut Yılmaz-Bülent Ecevit hükümeti döneminde bunları 16 Sümerbank Tesisi, EBK’na bağlı 3 ildeki arsalar, 2 ildeki SEK’e bağlı işletmelerin özelleştirilmesi izledi. Ecevit, Bahçeli-Mesut Yılmaz hükümeti döneminde de Sümerbank’ın ayakkabı ve iplik fabrikaları, Dosan Konserve, Balıkesir Pamuklu Dokuma, Aymar Yağ, Toros Gübre fabrikası özelleştirildi.
AKP, MENDERES’İN DEVAMIDIR
Kimsesizlerin kimsesi, garip gurebanın temsilcisi olarak geldiğini söyleyen AKP iktidarlarında da, ne tarım politikaları ne tarımla ilgili kuruluşlar ne de üretici köylüler açısından bir değişiklik oldu. Tarımla ilgili kuruluşların özelleştirilmesine AKP Adapazarı, Kütahya ve Amasya şeker fabrikalarının özelleştirilmesi ile başlandı. Cumhuriyet tarihinin en çok özelleştirmesini yapmakla övünen AKP döneminde, Sümerbank’a ait işletmeler olan Sümerbank Halı’dan Eryağ’a, Manisa pamuklu Mensucattan Sarıkamış ayakkabı işletmesine, Beykoz Deri ve Kundura İşletmesinden Yeşilova Halı Yün ipliği ve Battaniye Fabrikasına kadar Sümerbank’ın son kalan fabrika, tesis, makine ve arsa varlığı adına ne varsa hepsi satıldı. TEKEL’e ait sigara fabrikaları, alkollü içkiler, tuz tesisleri, yaprak tütün işletmeleri arsa, mal varlığı ve ikiz kulelerine kadar satıldı. (TEKEL’in sigara kısmını alan British American Tobacco (BAT) şirketi illerdeki bütün sigara fabrikalarının makinelerini söktü, tesis ve arsalarını sattı.) Samsun, Gemlik, İstanbul, Kütahya gübre fabrikaları da satıldı. Bu dönemin en çok konuşulan kişisi olan ve AKP’nin ilk Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın “babalar gibi satarız” sözleri hala hafızalardadır.
Brezilya ve pek çok ülkeden sağlıksız koşullarda getirilerek şarbon vakasıyla gündem olan ithal etlerin piyasadan üç beş kuruş ucuz satışıyla reklam edilen Et- Balık Kurumları da AKP Hükümeti tarafından satılanlar arasındaydı. Geçmiş hükümetlerin sata sata bitiremediği Et-Balık Kurumu tesislerinin Manisa et ve tavuk kombinası, çeşitli illerdeki 11 mağaza, 23 büro, 12 lojman, 4 arsa, 4 daire, 1 bina ve 131 taşınmazla, Samsun ve Mersin soğuk hava depoları da AKP Hükümeti eliyle satıldı. Şimdi yeniden açıldı ama atı alan Üsküdar’ı geçti ve hayvancılıkta hakimiyet emperyalist ülkelerin eline geçti. SÜTAŞ tesisleri, arsaları ve bütün malvarlığının satışı da yetmedi. Türkşeker’e ait fabrikalardan Bor, Çorum, Kırşehir, Yozgat, Ilgın, Kastamonu, Turhal, Afyon, Elbistan, Alpullu, Muş, Burdur şeker fabrikaları satılırken Erzincan ve Erzurum şeker fabrikaları için alıcı çıkmadığından ikisini birlikte satma kararı alındı. Şeker-İş Sendikası daha önce de çeşitli zamanlarda özelleştirmeye çıkarılan bu fabrikaların ihale fiyatlarını karşılaştırarak vardığı sonuçta, kamunun 2 milyar 45 milyon lira zarar ettiğini ortaya koydu. AKP şimdi ise kalan şeker fabrikalarının satışını tamamlayarak kamuya ait 25 şeker fabrikasını, Ankara Tohum işleme fabrikası ve ÇAYKUR’u satıp bitirmenin hesabını yapıyor. “Devlet kasaplık mı yapar”, “devlet basma mı üretir” diye diye halkın birikimleri bir bir uluslararası tarım ve gıda tekellerine peşkeş çekildi.
Emperyalizm işbirlikçisi burjuva hükümetler açısından dünden bugüne bir politik süreklilik görmek mümkün. Eylül ayında ABD tarım bakanlığının “süt ürünleri için Türkiye pazarı açıldı” başlıklı raporu basına yansıdı. 60 yıldır defalarca tekrar eden ithalat kararının yine bir “ülkeler bazen siyasi olarak birbirleri ile alış veriş yapmak zorunda kalıyorlar” dayatmasıyla, ülke tarımı feda edildi. Milliyetçisi, mukadderatçısı, liberali, dincisi, sosyal demokratı hangi burjuva hükümet geldiyse, emperyalist dayatmaları kabul eden politikaları sonucu ABD ve Avrupa üretip satarak ihraç eden, Türkiye ise ithal ederek kendi üretimini baltalayıp, tarımını çökerten ülke oldu.
İTHALAT İÇİN YENİ GEREKÇE
Geçtiğimiz yıl Nisan ayında, kuru fasulye ithalatı için gümrük vergisi düşürüldüğünde Gümrük ve Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkci “hızlı şekilde fiyatı artan ürünlere müdahale ediyoruz. Enflasyon için müdahaleden çekinmeyiz” diyerek AKP Hükümetinin tarıma ilişkin ithalatçı politikalarını özetlemişti. Neyin fiyatı artıyor, hangi tarım ürünü az geliyorsa indir gümrüğü, aç kapıları, ithalatçı da kazansın, şirketler de. İthalat baskısıyla üretici köylünün ürününün fiyatının düşmesi, maliyeti ya da maliyetinin altına ürün satışı nedeniyle üretimden kopma döngüsünün sonucu olarak yine üretim azlığı ve açığı yine ithalatla kapatma. Artan ithalat, enflasyonu düşürmek bir yana ani fiyat artışlarını da beraberinde getirdi. Geldiğimiz noktada 2017 yılı ithalatın altın çağı oldu ama tüketici fiyatları ucuzlamak bir yana hep zamlandı. 16 yıllık AKP iktidarında sınırsız et ithalatı yapıldı ama reyonlarda et fiyatları düşmek bir yana hep arttı.
Uygulanan tarım politikaları ve özelleştirmeler sonucu;
1- Üretim azalırken ithalat arttı ve köylü tarımsal üretimden koptu.
2- Azalan tarım destekleri ve artan girdi maliyetleri üretici köylüleri yoksullaştırarak ve üretimi devam ettiremez hale getirdi. Üstüne ithal ürünlerle rekabet de eklenince yoksulluk, üretimden kopma ve büyükşehirlere göç hızlandı. Tarımsal üretim küçük üretici ve geçimlik tarım yapan üretici köylülerin işi olmaktan öte şirketlerin faaliyet ve ticaret alanı haline geldi.
3- Tarımsal örgütlenmenin aracı olan kooperatifler itibarsızlaştırılıp, tarımsal üretimde, dağıtımda ve pazarlamada üretici köylüler yararına rol oynayan bütün kurumlar ya özelleştirildi ya kapatıldı ya da işlevsizleştirilerek ülke tarımı kapitalizmin her türlü talanına açıldı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarında en çok başvurduğu yöntem iktidara geldikleri günkü rakam ile bugünün rakamını vermek oluyor. Bu nedenle üretim konusunda bizim de genel yöntemimiz AKP iktidarının ilk günleri ve bugünün verileri üzerinden olacak. Örneğin AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı ülke nüfusu 65 milyon kişiyken her yıl yüzde 1,25 artarak 2017 yılı ülke nüfusu 80,08 milyon kişiye çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı her konuşmada en az üç çocuk istemesi ne kadar etkili olmuştur bilinmez ama AKP iktidara geldiğinden beri iki şeyin kesinlikle arttığını söyleyebiliriz. Biri ithalat, diğeri nüfustur. Tarıma buradan bile baksak mademki nüfus ve ithalat artıyor o zaman üretim artmış ama yetmemiş olmalı ki ithalat da nüfusla beraber artmış diyebilmeliyiz.
2002 yılında 93 milyon dekar alanda buğday ekimi yapılıp 19 milyon ton buğday üretilirken 2017 yılında 77 milyon dekar alanda buğday ekilerek 21.5 milyon ton buğday üretilmiş. 2018 yılı için AKP, her ne kadar buğday rekoltesini açıklatmasa da Ziraat Mühendisleri Odası raporunda 2002 yılındaki üretime eş değer bir üretimle 19.5 milyon ton olduğunu belirtiyor. Üretim alanı düşmüş, üretim miktarı yerinde saymış ama ithalat artmış ve bu yılın ilk yarısında 3 milyon ton buğday ithalatı için 634 milyon dolar ödenmiş. Bugün böyle de bundan önceki yıllar farklı mı? Hayır. Çünkü, Türkiye 2016 yılında 4.2 milyon ton, 2017 yılında ise 4,9 milyon ton buğday ithal etti. Yaşanan kriz sürecine bağlı olarak mazot, ilaç ve gübrede artan maliyetler nedeniyle 2019 yılında üretimin daha da düşeceği ve buğday kıtlığı sorunu ile karşılaşacağımız konuşulanlar arasında.
2002 yılında 36 milyon dekar alanda 7.5 milyon ton arpa üretirken, 2017 yılında 24.2 milyon dekar alanda 7.1 milyon ton arpa üretir duruma gelindi. Üretim alanı düştü, üretim miktarı düştü ama ithalat arttı. 2017 yılında 384 bin ton arpa ithalatı yapıldı. Toprak Mahsulleri Hububat Üretim Raporundaki bu bilgilerin devamında, veriler incelendiğinde net ihracatçı olduğumuz belirtilmektedir. Son 10 yılın ihracat rakamlarını topladığımızda 930 bin ton arpa ihracına karşılık 2 milyon tonu aşan ithalat yapılmıştır. Son 10 yılda satılan arpanın 5 katı satın alındığı halde “arpa ihracatçısı bir ülkeyiz” sözü ancak AKP iktidarı döneminde söylenebilir.
2002 yılında 3.1 milyon ton mısır tüketilir ve 1.2 milyon ton ithalat yapılırken 2017 yılında 7.7 milyon ton mısır tüketilmiş ve 2 milyon ton mısır ithal edilmiştir. Son üç yılda 900 bin ton üretip 750 bin ton tükettiğimiz mısırda ise yıllık ortalama 200 bin ton ithalat yapılıyor. Okuduğumuz rakamlarda bir çelişme yok çünkü ithal edilen mısırlar yemlik olarak ithal edilmekte fakat üretim, tüketim, ithalat ve ihracat rakamları incelendiğinde asıl olarak nişasta bazlı şeker (NBŞ) yapımında kullanıldığını söyleyebiliriz.[1]
DTÖ Tarım Anlaşması ve AB ile gümrük birliğinin başlamasıyla birlikte pamukta gümrük vergileri sıfırlandı ve 1996 yılından bu yana pamuk ithalatçısı bir ülke haline geldik. 2002 yılında 7.2 milyon dekar alanda 2.5 milyon ton pamuk üretirken 2016 yılında pamuk üretim alanı 4.1 milyon dekara üretim ise 2.1 milyon tona kadar gerilemiştir. Aynı yıl 821 bin ton lif pamuk ithalatı için 1.2 milyar dolar ödemişiz.
Şarbonlu et ve hayvan vakasıyla ithalat tartışmalarının yanı sıra hayvancılık politikası da en çok tartışılan konular arasına girdi. İthalatın başladığı 2010 yılından bu yana ithalat her yıl artarak devam etti.
2017’de 20 ülkeden sığır ithalatı yapıldı. Uruguay’dan 82 bin ton, Brezilya’dan 50.7 bin ton, Çek Cumhuriyeti 31 bin ton, Macaristan 26 bin ton olmak üzere Almanya, İspanya, Romanya vb. say say bitmez. 2017 yılında 290 bin ton sığır ithalatı için 1 milyar 160 milyon dolar para ödenmiştir. Geçtiğimiz yıl koyun ithalatı da patladı derken 2018 yılı Ocak-Mayıs arasında ithal ettiği koyun sayısını görünce memlekette koyun kalmamış hep dışardan almışız dedirtiyor. 2017 yılında 9900 ton koyun için 34.5 milyon dolar öderken, 2018’in Ocak-Mayıs ayında 8994 ton koyun için 30.6 milyon dolar ödeyerek 5 ayda, geçen yılın ithalat rakamlarına denk düşecek kadar koyun ithal edilmiş diyebiliriz.
Üzerine kar yağdığından zararlıların barınamadığı Doğu Karadeniz bölgesinde üretilen çayda tarım ilacı kullanılmaması nedeniyle ilaç kalıntısı söz konusu olmaz. Bu nedenle de sağlıklı ve kalitelidir. Bir tarafta Çaykur depoları çay dolu denirken diğer taraftan 2016 yılında 41 milyon dolarlık, 2017’de 60 milyon dolarlık çay ithalatı yapılmıştır.
İthal edilen ürünler ve ithalat miktarlarını hangi ürün için yazsak sonuçta tablo çok değişmeyeceğinden fındık hariç ne varsa ithal ediliyor denebilir. Böylece de AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan uyguladıkları politikalarla tarımı çökertirken, ülkeyi de ithalata bağımlı hale getirmiştir. Bu açıdan Menderes’in mirasçısıdır. İkisi de ülkeyi emperyalist devletlerin at koşturduğu topraklar haline getirmiştir.
Tarımsal üretimin en önemli araçlarından biri sübvansiyonlardır yani ilaç, gübre, mazot başta olmak üzere tarımsal girdilerin desteklenmesidir. Fakat bize uyum politikaları kapsamında tarım desteklerini azalt, kırsal kesim nüfusunu düşür diye dayatan AB ülkeleri kendi topraklarında tarımsal destekleri hep artırdı. Öyle ki, 2018 yılı 160.1 milyar Euro olan bütçesinin 59 milyar Euro’sunu çiftçi desteklemelerine ayırmaktadır. Bize ise destekleri azaltmayı dayatmaktadır.
Dünya Bankası, Türkiye’nin uyguladığı fiyat, girdi ve kredi desteğinin kamu maliyesi üzerinde çok büyük baskı yarattığını, bu desteklemelerin tarımda serbest piyasanın oluşmasını engellediğini ileri sürerek, bu sistemden tamamen vazgeçilmesini ve yerine Doğrudan Gelir Desteği uygulamasına geçilmesini istedi. 2000 yılında IMF programı ile Tarım Reformu Uygulama Projesi kapsamında Doğrudan Gelir Desteğinin (DGD) uygulaması başladı. 2008 yılına kadar devam eden DGD, Dünya Bankası aracılığıyla finansa edilen ve tarım üretimi yapılıp yapılmamasından bağımsız olarak tapudaki araziye verilen bir destek olarak verildi. Onun için de köylüler arasındaki adı “tarla parası” oldu. Tarımsal üretimden kopuk arazi miktarına verilen DGD nedeniyle ekilebilir pek çok tarım arazisinin de ‘nasıl olsa üretim olmasa da veriliyor’ denilerek boş kalmasına sebep oldu. Zaten Dünya Bankası da tam bunu istiyordu ve başardı. Böylece DGD tarım üretimine değil ülke tarımını çökertmeye verilen bir rüşvet olarak hayat buldu.
2004 ve 2005’te dekara 16 lira olarak ödenen DGD, 2008’de ise mazot ve gübre desteğine dönüştü. Hububat, yem bitkileri, baklagiller, yumru bitkiler, sebze ve meyve üretim alanlarında dekara 4.25 lira gübre desteği, 3.25 lira da mazot desteği verildi ama bir şartla (dekara 1 lira destekli) toprak analizi yaptırma şartı getirildi. Böylece dekara 2005’te 16 lira desteğin adı ve kalemi artmasına rağmen dekara 8.5 lirada kaldı. Bugün ise buğday, arpa, yulaf, çavdar vb. ürünlere dekara 4 lira gübre desteği, 15 TL mazot desteği ile birlikte 19 TL ödeniyor. Dönemin başbakanı Binali Yıldırım’ın geçtiğimiz yıl tarım üretiminde kullanılan mazotun yarısı bizden diyerek reklam ettiği mazot desteği harcananın yarısı yerine 3’te birini bile bulmadı ve 15 TL’de kaldı.
2004’te buğdayı 48 kuruşa satıp, mazota 1.8 TL ödeyip, 16 TL destek alınırken 1 litre mazot için 3.78 kg buğday satmanız gerekiyordu. 2018 yılında 24 haziran seçimleri nedeniyle buğdayı (TMO 1.05 TL) piyasada ortalama 85 kuruşa satıp, mazota 6.4 TL ödeyip, 19 TL destek alırken 1 litre mazot için 7.5 kg buğday satmanız gerekiyor. İşte, ülkeyi yaptıklarıyla dünyada kıskanılan duruma getirdiğini söyleyen AKP’nin ülke tarımı ve üretici köylüsünü yıllar içinde nasıl sömürdüğü, yoksullaştırdığı ve tarım üretiminden kopmak zorunda bıraktığı sürecin özeti budur. Eski Tarım Bakanı Mehdi Eker bakanlık yaptığı dönemde bu durumu “ya köylüler şirketleşecek ya da şirketler tarım yapacak” şeklinde ifade etmiştir. Öyle de oldu, şirketler tarıma el atmaya başladı. Sözleşmeli üretim, uygulamalı tarım üretim bahçeleri ya da arazi kiralama yoluyla şirketler ülke köylüsünü tarla ve bahçesinde kendilerine çalışan sözleşmeli, kiralık köleler haline getirdi. Sonuç olarak azalan destekler, artan maliyetler ve ithalat baskısıyla düşen ürün fiyatları nedeniyle bir kısmı kendi tarlasında işçi gibi çalışırken bir kısmı da üretimden koparak büyükşehirlere göç etti.
Kooperatif örgütlenmeleri içinde en fazla tartışılan ve bilinen Fiskobirlik’in fındık alamaz duruma gelmesi ile geçtiğimiz iki yılda 10 TL’ye satılan fındık bu yıl 12-13 liradan satıldı. Fiyatı fındık üreticisi lehine dengeleyen, fındık üreticilerinin kooperatifi işlevsizleştirildi. AKP 4572 sayılı Birlikler kanununda değişiklik yaparak, birliklere kamu desteğini kaldırdı ve şirket gibi kâr esasına göre çalışmayan birlikler hem işlevsizleşirken hem de üretici köylülerin gözünde de itibarsızlaştı. AKP ise birliklere verdiği kamu desteğini görev zararı olarak yazdığı için “artık görev zararı kamburunu sırtımızdan attık” dedi. 16 yıllık AKP iktidarı yaptığı özelleştirmeler, hasat zamanı özellikle yapılan tarım ürünleri ithalatı, tarıma verilen destekleri azaltmasının yanı sıra tarım kesiminin örgütlenme araçlarını da yok etmesi nedeniyle, kendinden önceki hükümetler gibi oyu işçiden, emekçiden, üretici köylüden alırken sermayeye ve emperyalist ülkelere hizmet etti.
ALIM GARANTİLİ SUDAN TARIMCILIĞI
Bugün ise uyguladığı tarım politikaları nedeniyle daha çok ithalata başvuran AKP iktidarı Sudan’da kiraladığı arazide tarım üretimi yaparak ülke gıda arzını güvenlik altına alacağını reklam ediyor. Fındık bahçelerini İtalyan Ferroro’ya, mısır ve patates tarlalarını ABD’li Frito Lay’e, Pringles’e, şeker-şeker pancarı ve mısırı Amerikalı nişasta bazlı tatlandırıcı üreticisi Cargill’e, çaylıkları İngiliz Lipton şirketine, tütün ekim alanlarını ve üreticisini ise İngiliz BAT’a bıraktı. Yetmedi tavuk ve yumurtayı Tayland, Almanya, Fransa, İngiltere ve Hollandalı şirketlere, sebze ve meyve suyu bahçelerini Almanya, Japonya, Hollandalı şirketlere, sıvı ve kat yağı ABD, Hollanda, Bahreyn, BEA, Ukrayna ve Lüksemburglu şirketlere, öğütülmüş hububat ve sebzeyi Hollanda, İsviçre, Almanya, Fransa ve Amerikalı şirketlere bırakan AKP yöneticileri Sudan’da kiraladıkları arazide üretecekleri tarım ürünleri ile ülkeyi doyuracaklarını anlatıyorlar.
Tarım Bakanı Pakdemirli “İngiltere, Fransa, ABD, Çin ve Fransa gibi pek çok ülke geleceğe yönelik gıda arzını sağlamak için Afrika’da tarım arazisi kiralıyorlar. Biz de aynısını yapıyoruz” dedi. Halka reklam edilen şekliyle meyveden pamuğa, soyadan ayçiçeğine, susam buğdaydan mısır ve şeker kamışına, domates patlıcandan, hıyar ve bibere kadar yonca dahil pek çok tarım ürünü Sudan’da kiralanan 780 bin hektar tarım arazisinde yetiştirilecek ve ülke insanının gıda güvenliği sağlanacakmış. Artık ithalata mecbur kalmayacağımız, Sudan’da “Türk’ün yetiştirdiği” tarım ürünlerinin ülkemize getirileceği sözleri ile ithalattan kurtulacağımız ve dolayısıyla da ucuz ucuz yiyeceğimiz propaganda ediliyor.
EMLAKÇILIK YAPIYORLAR
239 milyon dekar (dönüm) arazide tarım üretimi yapılamazken 19,1 milyon dekar tarım arazisiyle birinci olan Konya, 12,2 milyon dekar Ankara, 11,8 milyon dekar Urfa’dan sonra 4. sıradaki 8,1 milyon dekar tarım arazisi büyüklüğü ile Sivas kadar bir araziden bahsediyoruz. Ama Sudan’ın neredeyse ülkeyi kurtaracak bir proje gibi reklamı yapılıyor. Sudan’da yaklaşık Sivas’ın tarım alanı kadar araziyi şirketler için emlakçılık yaparak yani kiralayarak gıda üretimi ve ucuzluk propagandası yapılmasının gerçekçi yanı yok. Çünkü Türkiye’nin sorunu tarım arazisi yetersizliği değil.
Türkiye’nin sorunu tarımsal üretime desteklerin yetersizliği, tohum, ilaç, gübre ve mazot gibi tarım üretimi girdilerinin yüksekliğidir. Tohum, ilaç ve gübrenin ithalata bağımlı olmasıdır. Bunlara bir de buğdaydan nohuta, mercimeğe, etten samana kadar tüm tarım ürünlerinde ithalatçı politikalar eklenince ülke tarımına vurulan darbeler üretimi azalttı. Azalan üretim yine ithalatı tetikledi. Tarım üretimi ve besicilik yıllara dayanan gelenek ve birikim üzerinden oluşan deneyimle yapılır ama uygulanan tarım politikaları nedeniyle köylü tarımdan vazgeçerek şehirlere göç etti.
Yaşanan bu süreci tersine çevirmek yerine, ithalatın da millisine başvuruluyor. Sudan’da tarım üretimi yapan Türk şirketin ürettiği buğday, domates, patlıcan ya da pamuk yerli olmuyor. Olsa olsa şirketten kaynaklı millilik sosuna bandırılmış ithalat olabilir. Geçiş garantili köprü, hasta garantili hastane gibi alım garantili Sudan tarımı gündeme gelmiştir. Bu da bir ithalattır ve ithalatta arz güvenliği olmaz. Paranız varsa alırsınız ve her alımınız daha pahalı olur. Dünya gıda güvencesi kavramını tartışıyor çünkü kendine yetecek kadar gıdayı üretebilmek önemli ama bize yetecek kadar gıdayı ithal etmeyi Türk şirket üretimi diye pazarlıyorlar.
TARIM BİTİRİLİYOR
Tarımsal üretim açısından yıllar önce kendi kendisine yeten ülkemizde, artık tarım sektörü adeta bitme noktasına getirilmiş, gıda güvenliği ve güvencesi sorunu kapımızı çalmıştır. Coğrafi konumu itibariyle ürün çeşitliliği bol olan ülkemizde bilerek uygulanan bu yanlış politikalar nedeniyle hububat, pamuk, şeker pancarı, tütün, çay, zeytin, fındık yetiştirilemez ya da masrafını bile karşılamaz hale getirilmiştir.
Hayvancılık AB’nin inisiyatifine bırakılarak, et ithalatının önü açılmıştır. Gümrük duvarlarının düşürülmesi tarım ürünleri girişini kolaylaştırırken, gemiler dolusu ithal et ve sınırlardan giren kaçak et, ülke hayvancılığını tehdit eder duruma gelmiştir.
Kapitalist yağmanın sürdürücüsü burjuva siyasi partilerin, oy deposu olarak gördükleri üretici köylüler son 40-50 yılda ne yaşadılarsa, 16 yıllık AKP iktidarında da onu yaşadılar. Tarım desteklerinin azalması, ithalatla üretici köylünün terbiye edilmesi sonucu, girdi maliyetleri karşısında tarımsal üretimi devam ettiremez hale geldiler.
YENİ EKONOMİ PROGRAMINDA TARIMA İLİŞKİN MASALLAR
Ekonominin 3 yıllık yol haritası diyerek Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi yönetiminin Yeni Ekonomi Programı (YEP) Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak tarafında “dengeleme, disiplin ve değişim” başlıklarıyla Eylül ayında açıklandı.
Programın Enflasyon, Politikalar ve Önlemler başlığı altındaki tarıma ilişkin bölümünde; tarım ürünlerinin arz ve rekolte tahminlerinin sağlıklı yapılmasına izin veren “erken uyarı sistemi” kurulması, gıda ürünlerindeki fiyat dalgalanmasını takip için “ürün gözetim mekanizmasının” hayata geçirilmesi, tarımda milli birlik projesi, hal yasası, atıl arazilerin tarıma kazandırılması için hukuki alt yapının hazırlanması başlıkları var.
Sayılan bu başlıkların hiç birisi yeni olmamakla birlikte daha önce de açıklanmıştı. Erken uyarı sistemi 2016 yılında dönemin Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek tarafından açıklanmıştı. Şimşek, gıda ve tarımsal ürün piyasaları izleme ve değerlendirme sekreterya görevini TC Merkez Bankasına verildiğini söyleyerek “gıda fiyatlarında hangi üründe arz fazlası ya da açığı oluşur önceden tespit edecek erken uyarı sistemi ile hızlı tedbir alacağız” demişti. Ürün gözetim mekanizması konusunu da hem Bakan Şimşek’in konuşması hem de Merkez Bankası bülteninde 2 yıl önce konu olmuş ve bir komitenin kurulduğu ifade edilmişti. Yani o da yeni değil. Tarımda Milli Birlik Projesi hatırlanacağı üzere Faruk Çelik tarım bakanı olduğunda YEP benzeri bir toplantı ile açıklanmıştı ve eskidi bile. Hal yasası daha önce değişmişti ve birkaç yıldır tekrar değiştirileceği konuşuluyordu. Atıl tarım arazilerinin tarımsal üretime kazandırılması konusunda; üretici köylünün elinden alınan tarım alanlarının şirketlere devri olarak kapitalist kuşatmayı esas alan bir süreci zaten başlattılar. Arazi toplulaştırma adı altında tarım alanlarının şirketlere devrinin alt yapısı oluşturuluyor. Şimdi birkaç yasanın yapılması ya da KHK’lerin çıkarılması kaldı diyebiliriz. Tarım üretiminin içine düştüğü durumun sebeplerini kaldırmaya değil sonuçlarında tadilat yapmayı öngören YEP ile ülke tarımının şirketler lehine düzenlenmesinin olanakları sağlanacaktır.
YA DAHA AĞIR BİR SÖMÜRÜ YA BAĞIMSIZLIK VE MÜCADELE
Sofrasına koyduğu kuru fasulye ve içindeki etin ithal, yanına eklediği pilav ve üzerindeki nohudun ithal, üzerine içtiği ayranın yapıldığı yoğurt için kullanılan süt tozunun ithal, üzerine yiyebilirse tatlı ya da baklavanın unu ve kullanılan tatlandırıcı ithal olunca, bu da yetmeyip saman ithal eder duruma gelince ortaya tek sonuç çıkıyor. Kapitalizm için karın tokluğuna, kölece çalışan halk yığınları ve çökertilen ülke tarımı. Açlıkla terbiye edilen ülkelerin bağımsızlığı zaten tartışmalıdır ki; yazı boyunca hükümetlerin emperyalist dayatmalara nasıl boyun eğdiklerini anlatmaya çalıştık. Bu tablo karşısında ya bu durumu kabul ederek ülke tarımının kapitalist yağmasına izin vererek, yoksullukla boğuşan bir ülke olacağız. Ya da başta üretici köylüler olmak üzere başta tarım üzerindeki emperyalist dayatmaları kırmak ve kendi kararlarını alarak ne üreteceğine, ne kadar ve nasıl üreteceğine karar veren bağımsız bir ülke olmak için örgütleneceğiz.
2000’li yılların başında “IMF defol bu memleket bizim”, “IMF engel olma, dünyayı da besleriz” diye pankart taşıyan üretici köylüler uzun AKP iktidarında epeydir sadece izlemekle yetiniyorlar. Ülke çiftçisi/köylüsü, üzerine örtülen bu ölü toprağını kaldırıp, kendisi ve çocuklarının geleceği için mücadele etmelidir ve bugün bunun olanakları 3-5 yıl öncesine göre fazlasıyla var.
Bütün ezilmişliğine ve hor görülmüşlüğüyle milyonlarca üretici köylü, ailesiyle birlikte, şu ya da bu partinin oy deposu olarak görülmüş, hemen hiçbir sorunu gerçekçi bir çözüme ulaştırılmamıştır. Üyesi oldukları birlik ve odalar da konumları ve yapıları gereği sorunları çözme noktasının çok uzağında durmaktadır.
Gelinen noktada üretici köylünün kendi işine, ekmeğine, toprağına, ülke tarımına ve bağımsızlığına sahip çıkmada, kendi gücünü ortaya koymada dik duracağı, cesur davranacağı bir sürece evrilmekte ve olanaklar artmaktadır. Bu kapsamda;
Üretici köylülerin doğrudan söz sahibi olduğu,
Tarım politikaları üzerine söz söyleyebilen,
Fikir üretip onların belirlenmesinde dolaysız rol oynayan,
Taban fiyatın belirlenmesinde taraf olan,
Köylülük içindeki bölünmüşlüğü yok etmek üzere bilinç sıçraması yaratarak tarımın bitirilmesi, yaşam ve üretim alanlarının kapitalistlerce kuşatılıp talan edilmesine karşı en geniş köylüyü kendi çıkarları ve talepleri temelinde bir araya getirebilen bir mücadele örgütü yani üretici köylünün sendikal örgütlenmesi büyütülmelidir.
Bugün yapılması gereken de bu örgütlüğü yaygınlaştırmak ve büyütmek üzere olabilen her yerde suyuna, toprağına, tarımına ve geleceğine sahip çıkacak üretici köylülerin bir araya geleceği tarım kurultaylarının ya da yerelin özgünlüklerini de göz önünde bulundurarak tarım ve çevre kurultaylarının örgütlenmesidir.
Bu hem çökertilen ülke tarımının ayağa kaldırılması, hem üretici köylünün içine düşürüldüğü ithalat, girdilerin zamlanması ve üretimin azalması cenderesinden kurtarılmasını sağlayacaktır. Ayrıca sağlıksız, GDO’lu tarım ürünleri ithalatı ile yok edilen gıda güvenliği ve üretimin azalmasına bağlı olarak kendine yetebilecek gıda üretiminden yoksun kalma durumu da ortadan kaldırılabilecektir. Bu halk sağlığını korumanın da önemli adımı olacaktır.
[1] Ülkemizde kota kapsamında Mısır’dan NBŞ üretimi 5 şirket tarafından yapılmaktadır. 2016-2017 yılı kotası kapsamında NBŞ’nin yüzde 60’ı Cargill (ABD) ve ortağı (PNS) Pendik nişasta sanayi tarafından, yüzde 31’i Amylum Nişasta A.Ş, (Hollanda) yüzde 6.4’ü Tat Nişasta A.Ş ve yüzde 4.5’i ise Sunar Mısır Entegre A.Ş tarafından üretilmektedir.