Seyfi Selçuk
İşçi sınıfı uzun dönemdir mutlak anlamda bir yoksullaşma süreci yaşıyor. Ücretler sistemli bir biçimde baskılanırken, bu, temel tüketim maddeleri başta olmak üzere her türlü mal ve hizmet fiyatlarının serbestçe belirlenebildiği bir denklemde gerçekleşiyor.
İşçi sınıfı, özellikle genç kuşakları, emek aleyhine oluşan bu denklemi değiştirmek, çalışma ve yaşam koşullarında iyileştirmeler sağlamak üzere uzun süredir kesintisiz bir mücadele yürütüyor. Asıl olarak lokal düzeyde gerçekleşen bu mücadeleler neredeyse her seferinde patronlar ve işbirlikçi sendikal bürokrasi kadar kapitalist devleti de karşısında buluyor. Valisinden kaymakamına, polisinden jandarmasına, cami imamından il, ilçe müftülüklerine, belediye başkanlarına varıncaya kadar burjuva kapitalist devletin/sistemin eksiksiz tüm kurumları bu mücadelede işçilerin karşısında yerlerini alıyor. Kendiliğinden bilincin etkisi altında gerçek bir sendikal örgütlülükten mahrum halde işçiler çoğu halde karşılarına çıkan bu kapitalist blok karşısında afallıyor, durumu anlamakta ve kavramakta zorlanıyor.
Kısmi kazanımlarla ve yenilgilerle ilerleyen bu mücadeleler sonucunda kapitalist patronlar ve hükümetler yer yer zorda kalarak vermeye mecbur kaldıkları tavizleri, sonrasında koşullar kendileri için elverişli hale geldiği anda misliyle geri almayı başarıyorlar. Hülasa, bilindik “kaşıkla verdiğini kepçeyle geri alma” hali işlevselliğini sürdürüyor.
Peki, nasıl oluyor da işçi sınıfının militanca mücadele etmekten imtina etmediği koşullarda “Sisifos söylencesi”ni andırır böyle bir tablo ortaya çıkıyor?
Verili durumda bunun yanıtı günümüz işçi kuşaklarının mücadeleci unsurlarının sınıf mücadelesinin tarihsel birikiminden büyük ölçüde yoksun olmaları ve bununla bağlantılı olarak sınıf bilinci yönünden taşıdığı zaaf ve eksikliktir.
İşçi hareketi ve sendikal hareketin ileriye doğru bir dönüş yapabilmesi öncelikle bu zaaf ve eksikliklerin giderilmesine bağlıdır. Özellikle işçiler arasında mücadele isteği ve sendikalaşma eğiliminin giderek yaygınlaştığı gerçeği durumu daha da acil ve kritik hale getirmektedir.
Neoliberal Dönüşüm: Ucuz Emek Rejimine Geçiş
Bu yüzdendir ki, işçi sınıfının ve sendikal hareketin bugün yüz yüze bulunduğu sorunların kaynakları doğru tespit edilmelidir. Bu ise, ancak an’a değil tarihselliği bağlamında sürece odaklanarak yapılabilir. Çünkü, bugün yüz yüze gelinen problematik olgular ancak tarihsel bir perspektifle ele alınıp irdelendiğinde kavranabilir özelliktedir. Mevcut tablo bir günde ortaya çıkmamıştır. Tarihsel arka plan ıskalandığında bugünü anlamak da o ölçüde güçleşecektir.
Bilindiği üzere kapitalist dünya ekonomisi “1973 petrol krizi” olarak da nitelenen gelişmeler nedeniyle uzun süren bir durgunluğun ve istikrarsızlığın içine girdi. Uluslararası siyasi konjonktürdeki gelişmeler ve değişimlere bağlı olarak kapitalist emperyalizmin bu durumdan çıkmak için başvurduğu yollardan biri de İkinci Paylaşım Savaşı sonrası ekonomide devreye sokulan Keynesyen politikaların yerine “neoliberalizm” adıyla patentlenen yeni ekonomi politikanın devreye alınması oldu. Özelleştirme, deregülasyon (devletin ekonomideki “düzenleyici rolü”nün azaltılması), çalışma düzeninin esnekleştirilmesi (kuralsızlaştırma, esnek çalışma, taşeronlaştırma, yeni istihdam biçimleri), işçi örgütlerinin, yani sendikaların etkisizleştirilmesi, gümrük duvarları esnetilerek meta ve sermaye ihracının önündeki engellerin kaldırılması gibi unsurlar, bu politikaların temel çerçevesini oluşturuyordu.
Türkiye kapitalizmi özü itibariyle işçi sınıfı ve bağımlı halklara bir saldırı programı olan bu dönüşüme “24 Ocak 1980 Kararları”yla yelken açtı. O döneme kadar ithal ikameci denen, yani iç pazara dayalı büyüme -sermaye birikim modeli- terk edilerek ihracata dayalı büyüme modeline geçiş yapıldı. Ve buradan hareketle deyim yerindeyse her şey “uluslararası rekabete tabi” kılındı. Ne var ki, Türkiye sanayisinin teknik temeli uluslararası düzeyde rekabet edebilme koşullarının hayli gerisindeydi. Bu ortamda işbirlikçi tekelci burjuvazi bu rekabet ortamına ayak uydurabilmesinin ve gelişebilmesinin yegâne koşulunu “ucuz işgücü”nde gördü. Dolayısıyla ihracata dayalı yeni birikim rejimi daha baştan bir “ucuz emek rejimi” olarak planlanıp oluşturuldu. Alamet-i farikası “ücretlerin baskılanması” olan bu modelin başarıyla uygulanabilmesi için her şeyden önce işçi sınıfının ve sendikaların bu duruma rıza göstermeleri, olmadığında ise dirençlerinin zor ve şiddet yoluyla kırılması şarttı. Öngörülebileceği gibi, işçi sınıfı ve sendikaların 24 Ocak Kararlarına yanıtı oldukça sert oldu. Grev ve direnişler giderek yaygınlaştı. Bir genel grev ve halkın bir genel direnişi hattına doğru ilerleyen hareketin önü ancak askeri bir darbeyle alınabildi. Ve Türkiye bu yeni uluslararası düzene ancak 12 Eylül askeri darbesiyle entegre edilebildi. 11 Eylül günü 40 bin işçi grevdeydi ve kısa süre sonra 60 bin işçi daha greve çıkacaktı. İşçilerin bu dönemdeki mücadele kararlığını göstermesi açısından şu tarihsel gerçeği burada hatırlatmak gerekir. İstanbul Alibeyköy’de kurulu Sungurlar, Demirdöküm, Mecidiyeköy’de kurulu Profilo ve Gebze-Çayırova’da kurulu Tezsan fabrikalarında işçiler darbe sonrası üç gün süreyle direnişi sürdürerek -işbaşı yapmayarak- sendikalarından gelecek haberi beklediler. Beklenen haber gelmeyince işbaşı yaptılar. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri tutuklanmış, bir bölümü ise sıkıyönetim komutanlığına bizzat kendileri teslim olmuştu.
24 Ocak Kararları ile temelleri atılan ve darbe eşliğinde uygulamaya sokulan bu politika (ucuz emek rejimi) sınıf güç ilişkilerindeki değişimlere bağlı olarak pratikte kimi dalgalanmalar gösterse de günümüze kadar istisnasız işbirlikçi tekelci burjuvazi ve iş başına gelen tüm hükümetlerin emek alanına ilişkin başat politikalarını oluşturdu.
Sistemli Saldırı: İşçi Sınıfının Hak Kayıpları
İşte işçi sınıfının bugün yüz yüze olduğu sorunların temelinde yaklaşık yarım asır boyunca sermaye ve iş başına gelen burjuva iktidarları tarafından sistemli bir biçimde uygulanan bu “yeni sermaye birikim rejimi” ve “yeni ekonomik politika” bulunmaktadır.
12 Eylül’ün ilk icraatlarından biri DİSK’in kapatılması ve Türk-İş başta olmak üzere tüm konfederasyonların ve bağlı sendikaların faaliyetlerinin askıya alınması olmuştur. Grev, direniş ve her türlü eylem yasaklanmıştır. Dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in işçi sınıfına işaret ederek söylediği “şimdi gülme sırası bizde” sözlerine nazire yaparcasına çıkartılan yasalarla işçi sınıfı ve sendikaların eli kolu bağlanmak istenmiştir.
Bunların başında günümüzde de TİS süreçlerinde işçi sınıfının ve sendikaların başı üzerinde bir “Demokles kılıcı” gibi sallanan Yüksek Hakem Kurulu’nun (YHK) kuruluşuna kaynaklık eden 24 Aralık 1980 Tarihli 2364 sayılı Kanun gelmektedir. Bu kanun ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun 2364 sayılı bu kanuna aykırı hükümlerinin uygulanmayacağı hükme bağlanmıştır. Böylece 274 ve 275 sayılı yasalar ile kurulan toplu iş sözleşmesi ve sendikal haklar rejimi ortadan kaldırılmıştır. 2364 sayılı Kanun ile oluşturulan YHK’ye, yürürlük süresi sona ermiş bulunan işkolu veya işyeri toplu iş sözleşmelerini, gerekli gördüğü değişiklikleri yapmak suretiyle yeniden yürürlüğe koyma gibi olağanüstü yetkiler tanınmıştır. YHK’nin bu yetkisi 1984 yılına kadar devam etmiştir. 5 üyesi hükümet tarafından iki üyesi işveren örgütü (TİSK) tarafından iki üyesi Türk-iş tarafından atanan 9 kişiden oluşan YHK’nın aldığı kararlar kesindi; itiraz edilemezdi. Öyle ki, YHK bizzat kendi belirlediği sözleşmelerde bile istediği an değişiklik yapabilirdi. Türk-İş bürokrasisi o dönem yalnızca YHK’ye üye vermekle kalmamış, Genel Sekreter Sadık Şide’yi cunta hükümetine çalışma bakanı olarak vererek suç ortaklığı yapmıştır.
5 Mayıs 1983 tarihinde yürürlüğe giren 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ile Yüksek Hakem Kurulunun kuruluşunda/bileşiminde -ki, kurul artık 11 kişiden oluşmaktadır- ve yetkilerinde kimi makyajlama türünden değişiklikler olsa da antidemokratik özü ve içeriği bütünüyle korunmuştur.
TİS yapabilme yetkisine sahip bir sendika olabilmek için getirilen %10 (günümüzde %1) iş kolu, %50+1 işyeri, %40 işletme barajı, sonradan kaldırılsa da sendika kurucusu ya da merkez yöneticisi olabilmek için ilgili iş kolunda 10 yıl bilfiil çalışmış olma zorunluluğu, üyelikte noter şartı gibi düzenlemelerle sendikaların ve hareketin kolu kanadı kırılmak istenmiş; arzu edilen sonuca büyük oranda ulaşılmıştır.
Böylece yalnızca sendikal örgütlenmenin önüne bariyer çekmekle kalınmamış, aynı zamanda sendika kuruculuğu ve yöneticiliğine getirilen kıstaslarla mücadeleci işçilerin sendika yönetimlerine gelmeleri engellenmiş ve sendikal bürokrasi tahkim edilmiştir.
İşçi sınıfını örgütsüzleştirme, çalışma koşullarını kuralsızlaştırma ve güvencesizleştirme olarak üç ayak üzerine oturtulan bu politika ve kurulan ucuz emek rejimi asıl olarak işçi sınıfının;
- a) Sosyal haklar (kıdem tazminatı, ikramiye, giyim, yakacak, doğum, ölüm, düğün, çocuk yardımı vb.),
- b) Sendikal haklar (sendikal örgütlenme özgürlüğü, sendika tüzükleri-demokrasi ilişkisi, yetki vb. bağlamında),
- c) Serbest toplu pazarlık (TİS hakkı, grev hakkı),
- d) Çalışma düzeni (esnek çalışma, istihdam biçimleri, işçi sağlığı iş güvenliği, iş güvencesi) olarak özetlenebilecek alanlardaki kazanımlarını ortadan kaldırmayı ya da sınırlandırmayı hedefine koymuştur:
Bunun için 12 Eylül’den başlayarak iş kanunu, toplu iş sözleşmesi grev ve lokavt kanunu, sendikalar kanunu defalarca işçiler aleyhine değiştirilerek konulan antidemokratik yeni hükümlerle işçi sınıfının örgütlenme ve hak arama yollarının önüne türlü engeller getirilmiştir. Aşağıdaki grafik tarihsel süreç içinde emek aleyhine yapılan bu yasa değişikliklerinin bir bölümünü kapsamaktadır. Grafikte en dikkat çekici yan emek aleyhine olan yasal değişikliklerin askeri cunta dönemi ve AKP/Erdoğan iktidarları tarafından yapılmış olmasıdır.
Tablo 1. Yasal mevzuatta çalışma koşulları ve haklarındaki dönüşüm
Emeğin Ulusal Gelirden Aldığı Pay Azaldı, Örgütsüzlük Derinleşti
Neoliberal dönüşüm ve “ucuz emek rejimi”ne geçişle birlikte ücret gelirlerinin ulusal gelirden aldıkları pay sistemli bir biçimde azalırken; kâr, faiz ve rant gelirlerinin ulusal gelirden aldıkları pay ise sürekli artmıştır. Hem getirilen engeller hem de özelleştirmeler sonucunda sendikal örgütlenme gerilemiştir. Üretimde işgücü (ücret) maliyeti küçülürken artı değer sömürüsü yoğunlaşmış, ücretler reel olarak sürekli geriye gitmiştir. Özcesi işçi sınıfı bir “yoksullaşma sarmalı”na alınmıştır.
Emeğe yönelik bu saldırıların en şiddetli haliyle uygulandığı dönemler ise 12 Eylül darbe dönemi ve son 23 yıllık AKP/Erdoğan hükümetleri dönemi olmuştur. Özellikle tek adam rejimine geçişle birlikte. Bu yönden AKP/Erdoğan iktidarı bizatihi 12 Eylül rejiminin hem bir ürünü hem de günümüzdeki gözü kara sürdürücüsüdür.
12 Eylül darbe öncesi ve sonrası ve AKP’nin iş başına geldiği 2002 yılı ve günümüze gelen süreçten aktarılacak kimi veriler bunu doğrulamaktadır.
12 Eylül dönemi
Milli gelirin emek ve sermaye bakımından yıllara göre dağılımı şöyledir. 1979 yılında ücretlilerin payı ulusal gelirin %32,79 iken, sermayenin aldığı pay %42,88’dir. 1980 (darbe sonrası) yılında, orantı emek aleyhine bozulmuş ve sırasıyla %26,66 ve %49,47 olmuştur. 1988 yılına gelindiğinde ise ortada dramatik bir tablo vardır. Emeğin payı %14’e kadar gerilerken sermayenin payı %69’a yükselmiştir. Asgari ücretteki reel erimeye gelince; asgari ücretin yıllık toplamının kişi başı milli gelire oranı 1978 yılında %103 iken 1980 yılında bu oran %55’e, 1989’gelindiğinde ise %48,5 gerilemiştir. Burada hafıza tazelemek üzere bir parantez açarak 1989 Bahar eylemlerinin, Zonguldak büyük madenci yürüyüşünün, 1988-89 ve 90 1 Mayıs’ının bu sosyal temel üzerinde yükseldiğini vurgulamak gerekir.
AKP ve Erdoğan iktidarları dönemi
Bilindiği gibi AKP ve Erdoğan 2001 ekonomik krizinin enkazı üzerinde iktidara geldi. Ekonomik krizin etkilerinin henüz tümüyle geçmediği 2003 yılında ulusal gelirden emeğin aldığı pay %28,7 idi. AKP ve Erdoğan’ın kesintisiz iktidarı altında Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) büyürken ücretlilerin ve sermayenin ulusal gelirden aldığı pay asimetrik bir seyir izlemiştir. Örneğin GSYH 2022 yılında 2021 yılına göre yüzde 5,5 oranında büyüdü. Bu büyümenin emek ve sermaye arasındaki yansıması ise şöyle gerçekleşti: 2022 yılı GSYH’da emeğin payı 2021 yılına göre 3,7 puan azalarak yüzde 26,3 olurken, sermayenin aldığı pay 1,4 puan artarak yüzde 53,7’ye ulaştı. Emek aleyhine olan bu denklem -düşüş trendi- sürüyor ve günümüzde emeğin GSYH’dan aldığı pay yüzde 23-24 bandına kadar gerilemiş durumda. 2002’de asgari ücretin yıllık tutarının kişi başı milli gelire oran %51 iken 2023 yılına gelindiğinde bu oran %38,57 olarak gerçekleşmiştir. 2002’de imalat sanayiinde ortalama işçi ücreti asgari ücretin 4,6 katı iken bu oran 2022’de 1,8’e düşmüş bulunmaktadır.
Günümüzde gelir dağılımındaki adaletsizlik “habis bir ur” gibi gerçekte tüm toplumu sarmış durumdadır. Öyle ki nüfusun yüzde birinin toplam servetin yüzde 41,9’una sahip olduğu Türkiye gelir dağılımındaki eşitsizlikte Avrupa ülkeleri arasında birinci, dünyada 130 ülke arasında ise 28. sırada bulunmaktadır.
Sendikal alana gelince: 1980 yılında SGK’ya kayıtlı 2 milyon 205 bin işçinin 925 bini sendikal örgütlülüğe sahipti. Örgütlülük oranı %41 idi. 2025 yılına gelindiğinde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB) verilerine göre SGK’ya kayıtlı 16 milyon 864 bin işçinin 2 milyon 524 bin 547’si sendikalarda örgütlüdür ve sendikalaşma oranı %14,97’dir. TİS hakkından yararlanan işçilerin oranı ise %10,66’dır; lakin özel sektöre gelindiğinde bu oran %4,8’e düşmektedir. Özel sektörde sendikalaşma oranı halen %7,15, kamuda ise %76,65 tir. Bununla birlikte 12 Eylül sonrası sendikal örgütlülük ve sendikalaşma oranı hep tartışmalı bir konu olmuştur. Getirilen %10 iş kolu ve %50 artı 1 işyeri ve %40 işletme barajları sendikalarda naylon üyeliğin yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Hükümetler başta Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) olmak üzere uluslararası platformlarda zor duruma düşmemek için bu duruma bilerek göz yummaktadırlar.
Öyle ki, DİSK ve bağlı sendikaların ve önemli sayıda bağımsız sendikanın kapalı olduğu bir ortamda sendikalaşma oranı tarihteki en yüksek seviyelere ulaşmıştır. Örneklemek gerekirse: 1984’te %55 olan sendikalaşma oranı 85-88 arası yüzde 60-65 bandında, 88-89’da yine yüzde 50’lerde; 90’lı yıllar boyunca yüzde 60-70 aralığında seyrediyor. 2000’lerin başında, yani AKP’nin iktidara geldiği yıllardaysa sendikalaşma oranı yüzde 58’lerde gözüküyor. Dolayısıyla TÜİK, ÇSGB verileri başta olmak üzere bu konuda yayınlanan veriler gerçeği yansıtmaktan oldukça uzaktır. Bu durum 2012 yılına kadar devam etmiştir.
6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu 7/11/2012 tarihinde yürürlüğe girdi. En dikkat çekici yeniliklerden biri sendika üyeliğinde noter şartının kaldırılarak e-devlet üzerinden üyeliğin getirilmesidir. Bu tarihten sonra yasa gereği, Ocak 2013 itibarıyla her yılın Ocak ve Temmuz aylarında işkollarındaki işçi sayıları ve sendikaların üye sayılarını gösteren istatistikler yayımlanmaya başladı. Sendikal istatistikleri, aynı yöntemin uygulandığı 2012 sonrası dikkate alarak incelediğimizde, sendikalı işçi oranının 2013 Ocak’ta yüzde 9,21 iken, 2025 Ocak ayında yüzde 14,97 olduğunu görüyoruz. Aradan geçen 12 yılda sendikalı işçi oranı sadece yüzde 5,74 artıyor. Üstelik bu artışın yüzde 2’den fazlası 796 sayılı KHK ile kamu kurumlarına veya kamu kurumlara ait şirketlere geçişin yapıldığı ve TİS sürecinin başladığı 2018-2021 döneminde gerçekleşiyor. Bu dönem dışındaki 10 yıldaki artış yüzde 3,5 düzeyinde oluyor.
Küresel ölçekli 2008 krizi sonrası denebilirse tüm dünyada -ve ülkemizde- işçi hareketinin ivmelendiği ve sendikalaşma eğiliminin işçi sınıfı içinde yaygınlaştığı bir gerçektir. Türkiye bu eğilimin en yüksek olduğu ülkelerin başında gelmektedir. Sendikalaşma oranının yüksek olduğu kamuda AKP döneminde yapılan özelleştirmeler sonucu yaşanan tasfiyeler ve/veya işçi hareketinde ücret artışı dışında en fazla mücadele ve direnişin sendikalaşmak için gündeme geldiği gerçeği dikkate alındığında, AKP ve Erdoğan iktidarlarının nasıl bir sendika kırıcılığı yaptığı görülebilir.
Saldırılar Politiktir, Yanıtı da Öyle Olmalıdır
Gerçekte işçi sınıfının bu zaman kesitinde yaşadığı hak kayıpları saymakla bitmeyecek boyutlarda olmuştur. Ücretler, ’89 Bahar eylemleri sonucunda ya da AKP/Erdoğan iktidarlarının ilk yıllarında ülkeye akın eden “sıcak para” bolluğunda olduğu gibi istisnai kimi dönemler dışında reel olarak gerilemiş, işçi sınıfı mutlak anlamda yoksullaşmıştır. Ve bu durum günümüzde de artarak devam etmektedir. Sermaye cephesi, burjuva hükümetler ve burjuva düzen partileri, belirlenmiş bir plan dahilinde “ucuz emek rejimi”ne geçişin önünde engel olarak gördükleri işçi sınıfının tarihsel olarak elde ettiği ve yasalara geçirdiği kazanımları birer birer ortadan kaldırmışlardır. Burjuva parlamentosu adeta sermayenin bir noteri gibi çalışarak “ucuz emek rejimi”ni kalıcılaştırmak üzere gerekli anayasal, yasal değişiklikleri ve yeni yasal düzenlemeleri yaparak çalışma yaşamını “orman kanunlarının hüküm sürdüğü bir araziye” dönüştürmüş; sınırsız bir sömürünün köşe taşlarını döşemiştir.
Anayasa, Yasalar ve İşçi Sınıfı
Sınıflı bir toplum olarak kapitalist toplumda hukukun sınırları burjuvazinin sınıf çıkarları temelinde belirlenirken, anayasa ve yasaların sınırları ve uygulanma pratikleri sınıf güç ilişkileri ve sınıf mücadelesinin seyri tarafından belirlenir. Bu bağlamda her sınıf, çıkarlarını “toplumsal sözleşme” olarak nitelendirilen Anayasa ve yasalara geçirerek “toplumsal anlamda bir meşruiyet sağlama”ya ve çıkarlarını bu yolla teminat altına almaya çalışır. İşçi sınıfı da tarihi boyunca bunu yapmıştır. Bununla birlikte kapitalizm koşullarında anayasa ya da yasalara geçirilmiş olsa da hiçbir hak ilelebet kalıcı olarak kesin güvence altında olmaz/olamaz. Nitekim yalnız ülkemizde değil dünya ölçeğinde de kapitalizm/sosyalizm ve emek/sermaye arasındaki ilişkiler ve çelişkilerdeki değişimlere bağlı olarak son 50 yıldır işçi sınıfının yasalarda yazılı haklarının önemli bir bölümü sermaye ve burjuvazi tarafından elinden alınmıştır. Bununla beraber işçi sınıfının çıkarları gereği, meşru saydığı haklarını yasalara geçirmek için mücadele etmesi küçümsenemeyeceği gibi; yalnızca yasalara bel bağlanması -yasaların abartılması- ve/veya mücadelenin yasal sınırlar içinde kalınarak verilmesi anlayışı da doğru değildir. Zira hiçbir hak işçi sınıfına bahşedilmemiştir. O her seferinde taleplerinden aldığı meşruiyetle yürüttüğü mücadelelerle sahada fiili olarak kazandığı ve karşıtlarına -sermaye ve burjuva hükümetler- kabul ettirdiği haklarını yasalara geçirtmiştir. Bu günümüzde de böyledir, böyle olacaktır.
12 Eylül askeri faşist darbesiyle halk hareketi ezilmiş, işçi sınıfının ve sendikal hareketin direnci kırılmıştır. Gerçekte 12 Eylül uluslararası burjuvazi ve emperyalizm, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipliğinin çıkarları temelinde işçi sınıfına, ezilen ve sömürülen halk kitlelerine karşı yürütülen sınıf savaşının, politik mücadelesinin adıdır. Bunun sonucu ülke yeni emperyalist sürece entegre edilmiş dolayısıyla emperyalizme bağımlılık artmış, anayasa ve yasalarda yapılan düzenlemelerle kapitalist sömürünün (artı değer sömürüsü) önündeki yasal engeller kaldırılarak ülke sermaye ve burjuvazi için “dikensiz bir gül bahçesi” haline getirilmeye çalışılmıştır. İşçi sınıfının yarım asırdır yaşadığı sorunların arkasında uluslararası ve işbirlikçi sermayenin bu politikaları bulunmaktadır.
Gelgelelim sermaye ve burjuvazinin gayet açıktan yürüttüğü bu politik/ideolojik saldırılara işçi sınıfı kendiliğinden bilincin (burjuva bilinç) etkisiyle sıkışıp kaldığı ekonomizmin/sendikalizmin dar ufkuyla sınırlı bir alandan yanıt vermeye çalışmıştır. Bugün de işçi sınıfı ekonomik, sendikal talepler etrafında asıl olarak lokal düzeyde mücadele yürütmektedir. Kendiliğinden bilincin sınırları içinde bu tutum gayet doğal ve normal sayılması gereken bir durumdur. Sorun şu ki, işçi sınıfı hak arama yollarına türlü yasal engeller getirildiği, amiyane tabirle “taşların bağlanıp köpeklerin salındığı” koşullardada vermektedir bu mücadeleleri. Sermaye ve burjuvazinin uluslararası bağlaşıklarıyla devlet ve hükümetiyle yekpare bir sınıf olarak hareket ettiği zeminde işçi sınıfının birlikte hareket etmesinin (birleşik eylem, genel grev, genel direniş vb.) önü yasal engellerle kapatılmış durumdadır. Sermaye, burjuva iktidarlar ve sendikal bürokrasi işçi hareketi ve sendikal hareket içinde bir yandan inanç, etnisite, siyasi görüş ve hatta kadrolu işçi, geçici işçi, taşeron işçi vb. temelinde farklılıkları kışkırtıp bölücü bir rol oynarken, diğer yandan işçi sınıfını siyaset dışında tutmanın teorisini yapmaktadır. Burada karşımıza iki başat tutum çıkar. Bunlardan ilki, sendika bürokratlarının “bizim davamız ekmek davası, bizim siyasetle işimiz olmaz” retoriği; diğeri, mücadeleyi yasal sınırlar içinde tutma, hapsetme anlayışıdır. Oysa sermaye siyasetin daniskasını yapmakta, sendikal bürokrasi ise işçiler arasında “siyaset yasakçılığı” yapmak suretiyle işçileri sermayenin (burjuva düzen partilerinin) siyasetine yedeklemektedir. Haklarını teslim etmek gerekir. Burjuva düzen partileri de sendikal bürokrasinin bu sadakatini onları milletvekili yaparak ödüllendirmektedir. Kapitalist patronlar ve sermaye hükümetleri çıkarları gerektiğinde anayasayı, yasaları çiğnemekte beis görmezler. Fakat işçi sınıfına zinhar siyaset yapmamalarını ve yasal sınırlar dışına çıkmamalarını vaaz ederler.
Oysa sınıf mücadelelerinin ve bizatihi işçi sınıfının tarihi, hakların önce fiiliyatta kazanıldığını, ardından anayasa ya da yasalara geçtiğini göstermektedir. İşçi sınıfı politik iktidarı ele geçirip egemen sınıf olarak örgütlenmedikçe bu değişmeyecektir. Sermayenin, çıkarları gerektirdiğinde bırakalım yasaları çiğnemeyi, askeri faşist darbeler örgütleyerek “kendi koyduğu yasaları tümden askıya almaktan” geri durmadığı unutulmamalıdır.
Burjuvazi bir sınıf olarak tekelci aşamaya geçişiyle birlikte feodalizme karşı egemenlik mücadelesi verdiği dönemdeki bütün ilerici özelliklerini yitirmiş, siyasi olarak gericileşmiş, demokratik hak ve özgürlüklerin önünde engel haline gelmiştir. “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” düsturu bugün her zamankinden daha fazla geçerlidir ve bu düstura sarılmak daha elzem hale gelmiştir.
İşçi sınıfı, sermaye ve burjuvazinin ajanlığını yapanlar tarafından adeta tabu haline getirilen “siyaset yasakçılığı” ve “yasal sınırlarla çerçevelenmiş mücadele” anlayışını yıkmadan gerçek manada haklarını savunamaz. Askeri darbe ve oligarşik yöntemlerle gasp edilen demokratik/sendikal ve siyasal hak ve özgürlükleri misliyle genişleterek geri kazanmadan kendisine zorla giydirilen “ucuz emek rejimi gömleği”ni sırtından atamaz.
Çözüm her zeminde birleşerek bir sınıf halinde hareket etmekten geçmektedir. İşçi sınıfının mücadeleci öncü unsurlarının yaşanan sorunlara ve olası gelişmelere kendi sınıf prizmasından -siyasetinden- süzerek bakmayı bilmeleri, öğrenmeleri ve bu temelde hareket etmeleri gerekir.







