Burak Bağçeci
Giriş: Tartışmanın Tarihsel ve Politik Zemini
Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren eleştirel siyaset teorisinde ve bağlı olarak toplumsal analiz yöntemlerinde önemli paradigma değişimleri yaşandı. Bir bütün olarak sosyal teoride ortaya çıkan ve en genel anlamıyla “post-modern”[1] olarak etiketlenen eğilimlerin önemli tartışma cephelerinden biri, sınıf kavramına dair yaklaşım sorununda kendini gösterdi. Sınıf inkarcısı olarak kapsayıcı bir ambalaja sokabileceğimiz ancak kendi içinde birçok farklı yönelimi barındıran ve süreç içerisinde dallanıp budaklanan bu Marksizm dışı akımlar —kimisi kendini Marksizmden temelli koparırken kimisi şu ya da bu düzeyde onunla ilişkisini koruma iddiasındadır— en genel tarifle Marksist tarih kuramının kurucu ögeleri olan sınıf analizi ve sınıflar mücadelesinin belirleyici rolüne dair eleştirel bir yaklaşımı sürdürürler. Dolayısıyla, kendini Marksizme en yakın konumlandıranların dahi, sözüm ona Marksizmi “aşmak” ya da onun defolarını yamamak adına yürüttüğü yıkıcı entelektüel faaliyetleri de aynı kapsamda değerlendirmek gerekir.
En genel hatlarıyla post-modern ve post-yapısalcı yaklaşımlar, toplumsal antagonizmaların artık sınıf temelli olmadığını; zaten yeni toplumsal düzende (buna kimisi kapitalizmin yeni bir aşaması der, kimisi kapitalizmin artık ortadan kalktığı bir tarihsel momenti tarifler ve yeni toplumsal düzenlerin teorilerini yapar) işçi sınıfının ortadan çoktan kalktığını, ya da sınıflar mücadelesinin toplumlar tarihi açısından iddia edildiği gibi belirleyici bir rolünün olmadığını iddia eder. Dolayısıyla işçi sınıfının sınıf olarak varlığını inkâr etmeyenler de onun, sosyalizmin —veya herhangi bir toplumsal dönüşümün— öznesi olamayacağını, toplumdaki diğer sınıf ve tabakalardan ayrıcalıklı hiçbir konumunun olmadığını savlar.
İşçi sınıfının politik mücadelesi, öyleyse, sosyalist projenin merkezinden çıkarılmıştır. Sosyalizm iddiasını bir biçimde sürdürsün ya da sürdürmesin, sınıftan kaçış teorileri için artık kimlik, kültürel aidiyet, etnisite, cinsiyet gibi kategorilerin belirleyiciliği ön plandadır. İşçi sınıfı ve mücadelesi ya bu kategoriler içinde eritilir ya da zaten onun varlığı çoktan inkâr edilmiştir.
Bu teorik kayış, özellikle Batı akademisinde ve eleştirel teoride geniş bir kabul gördü. İşçi sınıfının devrimci bir özne olarak taşıdığı tarihsel misyonun sona erdiği, üretim ilişkilerinin artık toplumsal dinamikleri açıklamakta yetersiz kaldığı iddiası, sınıfın yerini “çoğulcu” kimliklerin aldığı bir analiz biçiminin önünü açtı.
Bu dönemde yükselişe geçen post-yapısalcı ve post-modern teoriler, “meta-anlatılar”ın sonunu ilan ederken, Marksist sınıf kuramını da “radikal” eleştirisinin merkezine koymuştur. Bu paradigma, Marksist teoride üretim ilişkileri temelinde tanımlandığı şekliyle nesnel çıkar birliğine sahip bir sınıf öznesinin varlığını reddetmiş; bunun yerine yukarıda bahsettiğimiz kategorilere odaklanarak toplumsal muhalefetin çoğul biçimlerde ortaya çıktığını ve toplumsal mücadelenin bu alanlarda sürdürülmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Bu yazı, söz konusu eğilimlere karşı Ellen Meiksins Wood’un Sınıftan Kaçış: Yeni “Hakiki” Sosyalizm (The Retreat From Class: A New “True” Socialism) kitabının bir incelemesi yoluyla bu önemli tarihsel tartışmaya dair —ancak genel bir— cevap verme amacı taşımaktadır. Nitekim tartışmanın oldukça fazla tarafı olmakla birlikte, yazı boyunca ancak genel bir şekilde post-modern, post-yapısalcı, Marksizm dışı gibi adlandırmalarla tarif edilmeye çalışılan genel paradigmanın içinde veya kıyısında oldukça farklı teorik pozisyonlar bulunmaktadır. Öyleyse ne Wood’un kitabı ne de onu temel alan bu yazının amacı bütün bu sınıftan kaçış teorilerini gündemine detaylıca almak değil ama onlara karşı sınıf kavramının tarihsel materyalist zeminini sunmaktır.
‘Sınıftan Kaçış’ın Tarihsel Bağlamı
Uzun yıllar York Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olarak çalışan Ellen Meiksins Wood, aynı zamanda New Left Review ve Monthly Review dergilerinin editörlüğünü yapmıştır. 2016 yılında kaybettiğimiz Wood, kapitalizmin hangi yollardan geliştiği, demokrasinin sınıfsal-tarihsel anlamları gibi önemli tartışmalara yaptığı katkılarla birlikte, çağdaş dönemin en önemli meselelerinden biri olan sınıf tartışmasına da 1986 yılında yazdığı ve Türkçeye Sınıftan Kaçış: Yeni “Hakiki” Sosyalizm olarak çevrilen eserinde Marksist bir temel sunmuştur. Wood, çalışmasını yazdığı tarihlerde özellikle akademide ve Batı “sosyalist” partilerinde oldukça önemli bir etki alanına sahip olan sınıfı veya onun devrimci rolünü inkâr eden akımlarla[2] polemik yürütür.
Wood’un söylediği gibi, kitap bir bütün olarak sınıf teorisinde ve sosyalizm tartışmasında post-modern ve post-yapısalcı akımların bütünüyle derinlikli bir teorik tartışma yürütme amacından çok, bunların yeşerdiği kökenleri ve daha da önemlisi politik sonuçlarını tartışma amacındadır.[3] Wood’un Yeni “Hakiki” Sosyalizm olarak adlandırdığı post-Marksist akım, kitapta bir dizi entelektüel durağın takip edilmesiyle tartışılıyor. Bu, Althusserci yapısalcılıktan başlayan, Poulantzas’ın teorisini bir geçiş durağı olarak ele alan ve Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un son çalışmalarında en uç biçimiyle ortaya çıkan, post-yapısalcı “söylem” vurgusuna uzanan bir yörüngedir. Bu noktada Wood’un, post-Marksist akımların kökenlerine dair sunduğu tartışma zemini iki önemli noktaya parmak basar.
İlk olarak, Wood, kavramın kendisi aracılığıyla tarihsel bir göndermede bulunur. Yeni “Hakiki” Sosyalizm (YHS) adlandırması, Marx ve Engels’in “Hakiki Sosyalizm” dedikleri ve sosyalizmin temelini eyleyen “gerçek” insanların politik mücadelesinde değil ama evrensel insani değerler olduklarına inandıkları ideallerin kuruculuğunda arayan o eski görüşe göndermede bulunur. Marksizmin çağdaş bir yorumu olma iddiasıyla onun “modası geçmiş determinizmini” elemeye çalıştığını iddia eden post-Marksist teorilerin özünde, Wood’un gösterdiği gibi, çağdaş bir şey bulmak zordur; Marx ve Engels’in hakiki sosyalizm diyerek mahkûm ettikleri akım, yirminci yüzyılın ikinci yarısında adeta yeniden canlanıyor gibidir.[4] YHS’nin ya da daha genel olarak Yeni Toplumsal Hareketler teorisinin yaptığı gibi, Marx ve Engels’in 1840’larda “hakiki sosyalistler” dediği entelektüel akım da “… kavramların dünyayı kurma ya da yıkma gücüne olan felsefi inanca dayanarak, herhangi bir bireyin, kavramları şöyle ya da böyle ‘ortadan kaldırarak yaşamdaki bölünmeyi ortadan kaldırdığı’nı da aynı şekilde hayal edebilirler.”[5] Sosyalist projeyi maddi toplumsal ilişkilerden çıkarsamak yerine kavramların, “söylem”in vs. kuruculuğunda arayan bu aynı idealist felsefi düzleme dayanan YHS de, “sorunun belirli bir sınıfa ve belirli bir zamana özgü gereksinmeler değil, ‘en akla yatkın’ toplumsal düzen olduğu… yanılsamasına safça inanmaya”[6] devam ediyor. Öyleyse bu felsefi idealizme dayanan tarihsel süreklilik, YHS için ideolojinin ve politikanın toplumsal temellerinden koparılmasını, maddi (nesnel) gerçeklikle kurdukları ilişkinin yadsınması veya tersine çevrilmesini ve dolayısıyla ekonomi alanından koparılarak özerkleştirilmesini ifade eder.
Wood’un YHS’nin kökenlerine dair ikinci vurgusu, karşılık bulduğu toplumsal temele, işçi sınıfı hareketinin düzeyine ilişkindir. Wood burada, oldukça ilginç bir tespit yapar: YHS gibi sınıf inkarcısı, Marksizm dışı akımların esas olarak sınıf hareketinin yenilgi dönemlerinde toplumsal karşılığını bulacağı yönündeki materyalist bakış açısının dönemi açıklama gücüne dair bir itiraz getirir: Ona göre, bu formül genel olarak doğru olsa bile, ilginç olan, YHS’nin aksine militan işçi sınıfı hareketinin yükseldiği bir döneme denk düşüyor oluşudur. Wood’a göre YHS özellikle İngiltere ve ABD’de yükselen “yeni sağ”a bir tepkidir.[7] Böyle bakıldığında ortaya çıkan sonuç şudur: İşçi sınıfının militan eylemi özellikle Thatcherizm’de kendini bulan yeni sağı doğurduğu gibi, YHS’yi de doğurmuştur. Avrupa’daki 1968-69 radikalizminin ardından 1972-74 ve 1984-85’lerde İngiltere’de yaşanan madenci grevleriyle YHS’nin, yani sınıf inkarcısı tezlerin popülerleşmesinin çakışmasını nasıl açıklamak gerekir? Bu empirik gözlem Wood’a göre en azından YHS’nin ortaya çıkma koşullarını açıklamak için genel kabul gören o ilkenin, yani sınıftan kaçış teorilerinin basitçe “örgütlü emeğin suskunluğu karşısında sosyalistlerin kapıldıkları basit bir umutsuzluğu temsil ettiği”[8] ilkesinin savunulmasını zorlaştırır. Wood’un başka birçok etmenin varlığının göz ardı edilmemesi gerektiği hatırlatmasıyla birlikte buna getirdiği açıklama, “orta sınıfın işçi sınıfına karşı duyduğu bir tür küçümseyici hoşnutsuzluk ve hizmetlerin durmasıyla ortaya çıkan sıkıntıların yarattığı kızgınlığın” sebep olduğudur ve Wood şu gözlemi yapar: “Kuramda beklenen militanlık, pratikte pek hoş karşılanmıyor.”[9] Wood aynı zamanda, işçi sınıfının yükselen hareketine rağmen hareketin başarısızlığının ve bir devrimci durumu doğurmayışının yarattığı hayal kırıklığını da mümkün olan sebeplerden biri olarak ekler.
Wood’un kesin açıklamalar getirmekten çok ironik olan bu duruma dair yorumlar yapar havası olduğunun altını çizmek gerekir. Dolayısıyla Wood kesin ve keskin açıklamalarda bulunmamayı tercih eder ama bu ironik durumun ayrıca açıklanması gerektiğinde ısrarcıdır. Yine de Wood’un çalışmasındaki ana tema olan nesnel ve öznel ögeler arasındaki tekabül etme ilişkisindeki ısrarın, şahsen yaptığı bu analizde hangi biçimde kurulduğu oldukça soyuttur. Sınıf hareketinin düzeyiyle bunun entelektüel yansımalarının özgül biçimlerini ve belirli bir anda neden beklenenden saptığını açıklamak için yeterince ikna edici değildir. Yine de bu kısmın kitapta hızlıca geçildiğini ve daha ziyade yorumlayıcı argümanlar olduğunu unutmamak da gerekir. Nitekim Wood, kitabın bu bölümüne gelen eleştiriler karşısında sınıf hareketinin nesnel düzeyiyle ideolojik ve politik durum arasındaki ilişkiyi biraz daha net tarif etmeye yönelir:
“‘Gerileme’, sosyalizmden daha genel bir geri çekilme ile aynı zamana denk gelmeye başladıkları için, bu teorik revizyonların daha geniş çapta kabul görmesini açıklamaya yardımcı olabilir; ama ne bu teorik eğilimin siyasal mantığını, ne de ortaya çıkışının tarihsel koşullarını açıklayabilir.”[10]
Burada önemli olan nokta, “sosyalizmden daha genel bir geri çekilme”den ne anlaşılması gerektiğidir. Hangi soyutlama düzeyinde ilerleme veya gerilemeden bahsedildiğini belirleyen budur: Nitekim Wood’un sözümona “Stalinizm”e karşı mesafeli duruşu, onun Stalin sonrası Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne egemen olan modern revizyonizmin uluslararası sınıf hareketi üzerinde yarattığı daha genel ve köklü yenilgiyi ve sınıf hareketi üzerindeki tahribatını görmesini zorlaştırmaktadır. İşçi sınıfının önderliğinde bir devrim yoluyla sosyalizmi inşa etme ilkesi yerine kapitalizm ve sosyalizm arasında bir “yarışma” tarifleyen modern revizyonizmin tezleri, 70’lere gelindiğinde Avrupa’nın büyük komünist partilerini ve sendikalarını çoktan düzen içi sınırlara çekmiştir. Dolayısıyla, uluslararası sınıf hareketi üzerindeki modern revizyonist tahribat ortaya konmadan sınıfın militan (ama kendiliğinden) eğilimine rağmen YHS gibi entelektüel akımların neden zemin bulabildiğinin açıklanması doğru da olsa havada kalacaktır.
Görüneni Gerçek Sanmanın O Bilindik Hezeyanı: Althuser-Poulantzas-Laclau ve Mouffe Yörüngesi
Wood YHS’nin ortaya çıkışını ve temel argümanlarını özetledikten sonra, onun Batı Marksizmi içerisindeki teorik köklerini tartışmaya yönelir. İşçi sınıfını sosyalist projeden kovmaya dönük entelektüel çaba özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrokomünizm akımının dayandığı belli başlı stratejilerle sürekli bir çakışma ilişkisi içindedir. Bahsedildiği gibi SBKP’ye egemen olan modern revizyonizmin etkisiyle de ortaya çıkan Avrokomünizm, işçi sınıfı önderliğinde bir toplumsal devrim yerine halk ittifakına dayanan ve sosyalizme barışçıl-demokratik geçişi ilke edinen bir pozisyon buldu. Avrokomünistler, sosyal demokratlardan farklı olarak kapitalizmi idare etmeyi değil, onu içeriden ve peyderpey değiştirerek sosyalizmi kurmayı hedefledi. Sınıfın yerine “halk”ın geçirildiği bu politik dönüşüm, İkinci Dünya Savaşı sırasında faşist işgale karşı geliştirilen Halk Cephesi stratejisinin bağlamdan kopartılarak bozuşturulmuş biçimlerinin, “yeni orta sınıflar” ve onların kazanılması sorunu gibi teorik tartışmaların, ’68’de özellikle öğrenci ve aydın kesimlerde sempati kazanan Maocu düşüncenin etkisinin ve Gramsci’nin hegemonya kuramının kasıtlı bir biçimde yanlış yorumlanmış halinin bir bileşimidir. Böylece Avrokomünizm için halk ittifakı kavramı parlamenter anlamda bir seçim ittifakını ifade eder olmuştur.
Halk ittifakı kavramı birçok başka şeyi de ifade edebilir. Öyleyse Avrokomünizm ile özdeşleşen halk ittifakı kavramının dayanakları nelerdir? Avrokomünizmin sac ayaklarından biri, “tekelci devlet kapitalizmi” dedikleri yeni bir olgudur. Bu argümana göre “kapitalizmin ‘tekelci evresi’nde, sömürenlerle sömürülenler, sermayeyle emek arasındaki eski sınıfsal karşıtlığın yanı sıra, yeni bir karşıtlık doğmuş ve hatta eşit güce ulaşmıştır. ‘Tekelci devlet kapitalizmi’nde, devletin birleştirip örgütlediği tekelci güçler ile ‘halk’ ya da ‘halk kitleleri’ arasında yeni bir karşıtlık doğmuştur.”[11] Öyleyse yeni strateji, bu farklı sınıf ve tabakaları kapsayan “halk”ın tekelci devlet kapitalizmine karşı genel ittifakıdır. Burada bahsedilen ittifakın, ne Ekim Devrimi’nde işi sınıfının köylülük gibi diğer emekçi tabakalarla kurduğu ittifakı ne de Doğu Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan halk demokrasilerine benzer türden bir ittifakı ima etmediğinin altını çizmek gerekir. Burada farklı olan, işçi sınıfının komünist partisinin diğer sınıflar ve tabakalarla kuracağı taktik ittifaklar yerine komünist partinin kendisinin işçi sınıfı partisi olmaktan çıkarak bütün halkın partisi olması gerektiğinin stratejik olarak ifade edilmesidir.[12] İşçi sınıfının tarihsel rolünü yadsıyan bu yeni sosyalist strateji, sosyalizmin sadece araçlarıyla değil amaçlarıyla da ilgili bir kayışı ima eder, nitekim Wood’un da ortaya koyduğu gibi “sosyalist dönüşümün itici gücünü saptamak, aynı zamanda bizzat sosyalizmin karakterini, sınırlarını ve insanın kurtuluşu yönündeki vaadini tanımlamak anlamında da gelir.”[13] Özetle burjuva demokratik biçimlerin genişletilmesi yoluyla sosyalizme geçiş ve sınıflar arası halk ittifakı doktrinine dayanan Avrokomünizm, bu haliyle, işçi sınıfının ve onun politik örgütlenmesinin devrimci rolünü sosyalist projeden kovma yönündeki önemli girişimlerden biridir.
‘Yolu Açan: Poulantzas’
Avrokomünizmle oldukça fazla kesişim noktasına sahip olan post-Althusserci geleneğin en önemli temsilcilerinden olan Poulantzas, YHS’nin sınıfa doğrudan sırtını çeviren yaklaşımı kadar ileri gitmemiş olsa da YHS’nin belli başlı temalarına öncülük etmiştir.[14] Bunun sebebi, Poulantzas’ın görüşleri kendi entelektüel macerası içinde birçok kez değişmiş olsa bile, sonuçta Maoculuktan Avrokomünizme varan entelektüel macerası içinde kendini koruyan ana örüntü sosyalizmin araçlarına dair kuşku ve muğlaklıktır.[15]
Poulantzas’ın, Althusserciliğin arabuluculuğuyla vardığı sonuç, siyasal ve ideolojik alanın özerkliği argümanıdır. Nitekim Althusser için her ne kadar “ekonomik olan” son kertede belirleyici olsa da toplumsal yapının başka durumları da egemen olabilir. Bu, ekonomik alanın belirleyiciliğini tamamen reddeden post-Marksist yaklaşımdan farklı ve daha özgün bir yorumdur, çünkü bu karmaşık yapısal ilişkide ekonomik yön ona göre “…sadece hangi durumun belirleyici ya da egemen olacağını ‘belirleyici olur’”. Bu, Marksizme karşı o bilinen “ekonomik determinizm” suçlamasının, en azından ekonomik alanın belirleyiciliğini şu ya da bu biçimde kabul etmeyi sürdüren bir biçimidir. Bu Althusserci yaklaşım, Poulantzas’ta daha da sorunlu bir yere kadar ilerletilir: “Poulantzas’ın formülasyonunda ise sömürü ilişkileri belirleyici olmaktan çıkar. Onun gözünde, sömürü ilişkileri ekonomik alana girer; ‘ekonomik’ olgular ise prekapitalist toplumlarda, hatta göründüğü kadarıyla tekelci kapitalizmde, kendisine özgü egemenlik yapısı olan ayrı bir siyasal alana bağımlı olabilir”, öyleyse Poulantzas “…farklı üretim tarzlarında, sömürü ilişkilerinin ‘ekonomik’ ya da ‘ekonomi dışı’ biçimlere bürünmelerine göre, bu ilişkilerin niteliğinin değişiklik gösterebildiğini ileri sürmekle kalmıyor; üretim tarzlarının – hatta üretim tarzları içindeki evrelerin-, bizzat sömürü ilişkilerinin ‘egemen’ olup olmamalarına göre değişiklik gösterebildiğini de ileri sürüyor.”[16]
Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) devlet kuramını ve anti-tekel ittifakını eleştiren Poulantzas (Wood bu eleştirilere rağmen Avrokomünizm ile var olan süreklilikleri de vurgular ve entelektüel yolculuğunda vardığı yerde onu “sol Avrokomünist” olarak adlandırır[17]), siyasal olanın özerkliği ve egemenliği yorumundan sonra, FKP’ye getirdiği eleştiriler sınıfa dair de yeni bir yaklaşımı temsil eder. Batı’nın ileri kapitalist ülkelerinde doğan yeni orta sınıfların hacmi genişlerken (hacmi büyüyenin gerçekte işçi sınıfı olduğunu belirtmek gerekir ki Poulantzas’ın reddettiğinin zaten bu olduğu şimdi görülecektir), onların çağdaş kapitalizmdeki kesin yerine ve mücadeledeki rolüne dair tartışmaya Poulantzas da dahil olur. Şimdi, geleneksel anlamda esnaf, tüccar gibi kesimleri kapsayan küçük burjuvazinin yeni profesyonel meslek grupları, beyaz yakalılar gibi kesimlerle büyüyen safları sosyalist stratejide nasıl değerlendirilecektir?
FKP çizgisi bu grupları sınıfsız, gri bir alanda bırakır. Poulantzas ise bunu eleştirir, toplumda böyle sınıfsız alanlar olamayacağını ve onların kendi özgül sınıfsal konumlarına yerleştirilmeleri gerektiğini söyler. Ancak o, yeni orta sınıfları sınıfsız alanlarda bırakan FKP çizgisine olduğu kadar, onu işçi sınıfının saflarına dahil eden analize de karşı çıkar. Öyle ki Poulantzas’a göre, “ara katmanlar”ın çıkarları işçi sınıfının çıkarlarıyla özdeşleştirilemez ve bu geri unsurların işçi sınıfın saflarına kendi geri eğilimlerini bulaştırmamaları adına dışlanmaları gerekir.[18]
Ekonomik alanın belirleyiciliği fikrinden uzaklaşan, siyasal ve ideolojik olana öncelik tanıyan ve dolayısıyla sınıfları sömürü ilişkileri üzerinden tanımlamaktan imtina eden Poulantzas’a göre şimdi bu ayrımın bir açıklaması yapılmalıdır. Bu ayrımın temeli, Poulantzas’a göre işçi sınıfını ve beyaz yaka emekçileri farklı sınıflara dahil eden ayrım noktası emeğin üretken ve üretken olmayan biçimleri arasındaki ayrımdır; ancak Poulanztas’a göre asıl olarak, ortada bu ayrımı da aşan (veya kesen) ideolojik bir ayrım vardır.[19] Kafa emeği ve kol emeği arasında olduğu varsayılan bu ideolojik ayrım nedeniyle, yeni orta sınıflar işçi sınıfına dahil değildirler. Bu, Poulantzas’ın siyasal ve ideolojik olanın özerkliği ve belirleyiciliği anlayışının doğal bir sonucudur: Sınıflar üretim (sömürü) ilişkilerindeki konumları üzerinden değil, ideolojinin belirleyiciliği üzerinden tanımlanır. Nitekim Poulantzas sözümona yeni orta sınıfın da üretim araçlarından yoksunluk, ücret karşılığında emek-gücünün kapitaliste kiralanması, artı değer üretimi gibi Marksist sınıf teorisinin temel belirleyenlerine göre işçi sınıfından farksız olmadığını kabul etmesine rağmen bu keyfi ayrımı sürdürebilmesini ideolojinin kuruculuğunda bulabilir.
Ancak Poulantzas’ın son derece “devrimci” güdülerle (ona göre yeni küçük burjuvazi gibi geri bir siyasal ideolojik platformu temsil eden bu grubu işçi sınıfından saymak, öyleyse, devrimci değil ancak sosyal demokrat bir çaba olabilir) ortaya attığı bu idealizm kokan sınıf teorisini kabul etmek için geçerli hiçbir sebep bulunmuyor. Bu keyfi ölçütlerin neden işçi sınıfının içinde var olan ayrımlar, kuşkusuz sınıfın birleşik mücadelesini zorlayan ayrımlar olarak okunmak yerine Poulantzas’ın yaptığı gibi farklı sınıfları ifade eden kesin ayrımlar olarak okunması gerektiğine dair ikna edici bir teorik temel bulmak zordur. İşçi sınıfı, üretimin kapitalist örgütlenmesinin doğal sonucu olarak meslek, sektör, eğitim durumu, coğrafya, cinsiyet, dil/milliyet gibi ayrılık kategoriyle bölünmüştür ve bu türden bölünmeler, kuşkusuz birleşik bir sınıf hareketinin örgütlenmesinin önündeki engellerdir. Ancak Wood’un da vurguladığı gibi, Poulantzas’ın dile getirdiği ayrımların, emeğin birliğini bozan başka ayrımlardan neden daha belirleyici oldukları belli değildir; “…böylesi ayrımların, sadece, birliğin önündeki engeller olarak (…) görülmeyip, işçi sınıfı üyelerini, üye olmayanlardan ayıran kesin sınıfsal duvarlar olarak görülmelerinin niçin gerekli olduğu belli değildir.”[20]
Poulantzas’ın bu çabasının doğal sonucu nedir? Batı’da işçi sınıfının toplumsal ağırlığını, sayıca üstünlüğünü yitirdiği o meşhur önermedir. Wood, Poulantzas’ın vardığı sonuçların politik anlamını şöyle özetler:
“Bütün bu yaklaşım, gerçek (potansiyel olarak devrimci) işçi sınıfının bir azınlık olduğu varsayımına dayanan bir kötümserlik ile (düzeltilmiş) bir sosyalist programın kitlesel öğelerinin geniş bir çoğunluk olduğu varsayımına dayanan bir iyimserliğin birleşmesinden oluşmuştur. Her iki varsayım, sosyalist projeyi kısıtlayan önemli pratik sonuçlar doğruyur: İyimserlik, araçları sınırlandırırken; kötümserlik, amaçları kısıtlıyor.”[21]
Post-Marksizm, Söylem ve Sınıf: Laclau ve Mouffe’un Müdahalesi
Poulantzas’ın Marksizmin sözde ekonomik indirgemeciliğinin eleştirisi temelinde geliştirdiği görüşleri, YHS için bir temel teşkil etti. Post-Marksizmin önde gelen teorisyenleri olan Laclau ve Mouffe’da bu görüşler daha da ileri götürülmüştür. Laclau ve Mouffe, ideolojiye yüklenen kurucu rolü olabildiğine radikalleştirmiştir ve sonuçta, tarihsel özne hiçbir nesnel temel ile ilişkili olmayan ama “söylem”de kurulan bir akışkanlıktır sonucu çıkarılmıştır.
Bu yönelim, Marksizmin tarihsel maddeci sınıf analizini de hedef tahtasına oturtur. Laclau ve Mouffe’un kuramı, toplumsal antagonizmaları sınıflar mücadelesi alanından değil, söylemde kurulan özdeşlik ve farklılıklar üzerinden okuma eğilimindedir. Onlara göre, toplumsal özne, nesnel bir belirlenim olan sınıf konumları üzerinden tarif edilemez, hegemonya mücadelesi içindeki söylemsel eklemlenmelerle kurulur. Politik olan, çok çeşitli eşitsizlikler ekseninde yürütülen farklı direnişlerin eklemlenmesi olarak tanımlanır.
Bu yönelimin felsefi dayanakları, post-yapısalcı düşünürlerin —özellikle Jacques Derrida ve Michel Foucault’nun— dil, anlam ve özne anlayışlarına dayanır. Anlamın sürekli ertelendiği ve öznenin söylem içinde kurulduğu yönündeki bu görüşler, Laclau ve Mouffe’un sınıfa yaklaşımını da şekillendirir. Laclau ve Mouffe’un maddi üretim ilişkilerinin belirleyici rolünü geri plana atan bu müdahalesi, sınıfı analizden tümüyle çıkarmıştır. Bu yaklaşım, politikayı özne üretiminin bir mekânı olarak yeniden kurar; ancak bu kurulum, maddi üretim ilişkilerinden tamamen kopuktur. Öyleyse maddi üretim ilişkilerinde köklenen ve nesnel çıkarların birliğini de ifade eden bir toplumsal özne (sınıf) yoktur; artık kimlikler vardır. Toplumsal kimlikler, bu anlamda, tarihsel-ekonomik koşullardan değil, söylemde kurulan eklemlenmelerden oluşur. Dolayısıyla sınıf gibi yapısal kategoriler, politik analizde artık öncelikli konumda değildir.
Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un çabaları, sonuçta, liberal-demokratik ideolojiyi reddetmek yerine, onu “radikal ve çoğulcu bir demokrasi” doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek yolunda daha “kapsayıcı” bir sol siyasete evrilmiştir. “Şimdi işçi sınıfının yerini ‘halk’, sosyalizmin yerini ise ‘radikal demokrasi’ denilen bir şey almıştır.”[22] Laclau ve Mouffe için artık sol siyaset adına “imtiyazlı” bir özne yoktur; yalnızca belirli bir zamanda ve mekânda ortaya çıkan farklı taleplerin geçici dizilişi vardır. Artık bizzat “toplum” zaten söylem dolayımında kurulan bir inşadır.
Laclau ve Mouffe’nün bu radikal demokrasisi, esasında Marksizme dönük eleştirilerden yola çıkan bir kuram olduğu için, şu ana kadar farklı akımlar için farklı düzey ve biçimlerde süren ekonomik alanın belirleyiciliğine dair temel itirazı irdelemek gerekir. Öncelikle, Laclau ve Mouffe için de ekonomimin de belirleyici bir rolü yoktur elbette. Reddedilen bu sava dayanan Marksizm öyleyse, “ekonomik determinist” ve “sınıf indirgemeci” bir doktrindir. Wood, Laclau ve Mouffe’un da birçok Marksizm dışı akım gibi, Marksizmi eleştirmek iddiasıyla, Marksizmin değil ama kendi anladıkları bir tür Marksizmin eleştirisini yaptıklarını gösterir. Marksizmin temel tezlerini ve yöntemini anlamakta yaşadıkları güçlük, onları bir tür karikatürle savaşır hale getirmiştir. Marksist tarih anlayışının, ekonomik yasaların toplumsal özneleri otomatik olarak kurduğunu ifade ettiğini düşünmeleri, bunun bir örneğidir.[23] Marksizmi “üretici güçlerin gelişmesini doğal, kendiliğinden ilerleyen bir olgu gibi gören düşünce sistemi,” “üretici güçlerin nötr olduğu, üretici güçlerin gelişmesinin doğal ve tek yönlü bir süreç olduğu şeklindeki tez”[24] olarak tanımlayan bu yaklaşım, ciddi bir kavrayış eksikliğini yansıtmaktadır. Oysa Marksizm birçok şeydir ama bu cümlelerde tarif edilen şey hiç değildir. Ne var ki Laclau ve Mouffe, burada da durmazlar; Marksizmi, üretici güçleri ve bu güçlerin gelişim süreçlerini yalnızca teknik ya da teknolojik unsurlar olarak gören bir tarih kuramı şeklinde sunarlar. Bu çerçevede, üretici güçlerin sözde nötr olduğu ve gelişimlerinin de tarafsız süreçler içinde gerçekleştiği iddiası, Marksizme atfedilip ardından çürütülmek istenir. Oysa bu tür bir eleştiri, Marksizme en yüzeysel düzeyde aşina olanlar için bile kolayca çürütülebilecek kadar temelsizdir; çünkü emek süreçlerinin sınıfsal ilişkilerden bağımsız olmadığı, tersine kapitalist tahakküm altında şekillendiği zaten Marksist kuramın merkezinde yer alır.
Nitekim Wood’un da gösterdiği gibi, Marksizm için ne üretici güçler ne üretim süreçleri nötr ve yansız süreçlerdir. Dolayısıyla, tarihin, ekonominin kendi yasaları ve mantığı çerçevesinde dışarıdan müdahale edilemeyecek şekilde bir yol izleyerek ilerlediği şeklindeki determinist yorum da tarihsel öznelerle bu süreçler arasında otomatik bir belirlenim ilişkisi olduğu görüşü de Marksizme değil ama onun kaba yorumlarına aittir. Laclau ve Mouffe’un “Marksizmin göremediğini öne sürdükleri ve gerek kuramda gerekse pratikte Marksist projeye indirilmiş nihai bir darbe olarak sundukları bu temalar, gerçekte, işçi sınıfının ‘ekonomik’ çıkarları ile sosyalizm politikasını ilişkilendiren Marksist tezin tam özünde yatmaktadır. Marx’a göre, kesinlikle ‘ekonomik alan’ sınıfsal sömürü ilişkileriyle ve sınıfsal çıkar uzlaşmazlığıyla yoğrulduğu için, daha doğrusu, ‘ekonomik alan’ı -herhangi bir ‘nötr ‘teknolojik buyruk değil- bu sınıfsal ilişkiler oluşturduğu için ‘ekonomi’ ile diğer tolumsal ‘alanlar’ arasında organik bir ilişki vardır.”[25]
Marx’ın düşüncesine yönelik en talihsiz yorumlardan biri olan bu yaklaşım, sınıf kuramına ilişkin çarpıtılmış bir yorumun üzerine yeni bir tuğla daha ekler: Toplumun maddi yaşam koşullarına dayanan nesnel sınıf çıkarlarının varlığını reddeder; işçi sınıfının sosyalizmde herhangi bir özgün çıkarı olamayacağını ve sosyalizmin inşasında bu sınıfın diğer toplumsal gruplara kıyasla ayrıcalıklı bir konuma sahip bulunmadığını iddia eder. Bu yaklaşıma göre, işçi sınıfı Marx’ın öngördüğü gibi kapitalist gelişmenin “doğal” “otomatik” bir sonucu olarak devrimci bir özne haline gelmez; aksine, bu öznenin ortaya çıkabilmesi için sürekli olarak dışsal ideolojik ve siyasal müdahalelere ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla kuram için işçi sınıfının devrimdeki ayrıcalıklı konumunu –ve hatta sınıf kimliğini– kaybetmesi, sosyalist proje ile olan bağının tamamen tesadüfi ve söylemsel inşa süreçlerine bağlı hale gelmesi gerekir. Böylece işçi sınıfı, söylem içinde inşa edilen diğer toplumsal kimlik kümeleriyle aynı düzleme indirgenmiş olur.[26]
Bu çerçevede iki temel sonuç ortaya çıkar: Birincisi, üretim ilişkilerine dayalı nesnel sınıf çıkarlarının varlığı reddedilir; ikincisi, bu nedenle sosyalizm, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıyla tanımlanamaz hale gelir. Laclau ve Mouffe’un yaklaşımı, tarihteki işçi sınıfı devrimlerini dahi bu görüşü desteklemek üzere yorumlar: Zira onlara göre, bu devrimler işçi sınıfının kendiliğinden devrimci bir eğilim taşımasından değil, aksine kendisini onun öncüsü olarak konumlandıran partiler tarafından yönlendirilmiş olmalarından kaynaklanır. Bu durum, onların gözünde, işçi sınıfının devrimci yeteneğinin eksikliğinin bir kanıtıdır.
Ne var ki, bu pozisyonun taşıdığı kavrayış zayıflığı açıktır. Laclau ve Mouffe’un “ilerici” kabul edilen görüşü, aslında pozitivist bir siyaset anlayışının izdüşümüdür: Toplumsal sınıflar yönlendirilmeyi bekleyen edilgen kitleler olarak tasavvur edilir. Hatta, bir devrimin önderliğini yapan bireyler ilgili sınıfa ait değillerse, o devrimin o sınıfa ait sayılamayacağı gibi mantıksal olarak çürük bir sonuca varılır. Bu tür idealist tarih anlayışı, özneyi tarihin akışına yön veren kahraman liderlerle özdeşleştiren o gülünç tarih felsefesinden çok da farklı değildir. Oysa bir toplumsal devrimin sınıfsal karakterini belirleyen, yalnızca kimlerin öncülük ettiği değil, hangi sınıfın bu devrime maddi çıkarlarıyla, siyasal platformuyla ve toplumsal ağırlığıyla yön verdiğidir. Ellen Meiksins Wood’un da altını çizdiği gibi, örneğin Rus Devrimi’nde esas belirleyici unsur Bolşevik önderlerin şahsiyetleri değil, işçilerin ve köylülerin maddi çıkarları, toplumsal ağırlıkları ve ortak eylem kapasiteleriydi. Wood’un ifadesiyle: “…Rus Devrimi’ni göz önüne alacak olursak, sınıf mücadelesini Bolşevik önderlerin yürüttüklerini mi söylememiz gerekir; yoksa, devrimci gücü, yani çıkarlarıyla, toplumsal ağırlığıyla ve ortaklaşa eylem yeteneğiyle devrimin niteliğini ve akışını belirleyen gücü oluşturanlar, işçiler ve köylüler miydi?” [27]
Nuray Sancar’a göre ise bu eleştiriler, Lenin’in Ne Yapmalı? metninin metafizik ve dışsal bir yorumundan beslenir.[28] Laclau ve Mouffe, Lenin’in sınıf bilincinin dışarıdan “götürülmesi” gerektiğine dair ifadelerini, işçi sınıfı ile bilinç arasındaki bağın yapay ve dışsal olduğunu savunmak için kullanır. Oysa Sancar’ında altını çizdiği gibi Lenin’in kastettiği dışsallık, bilinç ile sınıf arasında diyalektiği dışlayan bir kopuş değil, siyasal bilinç ediniminin toplumsal mücadelelerin bütününden öğrenilmesi gerektiğidir.[29]
Lenin’in partiyi işçi sınıfının mevcut hareketi içinden doğan ve bu hareketin ileri unsurlarını birleştiren bir örgüt olarak kavramsallaştırması, post-Marksistlerin çizdiği mekanik “dışsallık” imgesinden oldukça farklıdır. Bilincin “götürülmesi”, sınıfa dışsal bir müdahale değil, sınıfın kendi hareketinden çıkartılan tarihsel deneyimin yeniden örgütlenmesidir. Dolayısıyla sınıf ile bilinç arasında, post-Marksistlerin ileri sürdüğü gibi “olanaksız” bir boşluk değil, tarihsel olarak kurulmuş ve politik mücadeleyle yeniden üretilen bir bağ vardır.[30]
Bu perspektiften bakıldığında, bu kuramın siyaset anlayışı, toplumsal yapının rastlantısal biçimlenişine indirgenmekte; politik kimlikler kapitalist üretim ilişkilerinden koparılarak, sınıf temelli kolektif çıkarlar görünmez kılınmaktadır. Bu kopuş, devrimci özneyi parçalayarak örgütlü mücadele stratejisini yerel ve dar “kapsamlı” mikro direniş biçimlerine dönüştürme çağrısıdır. Sonuç olarak, kapitalizme karşı radikal ve bütünlüklü bir alternatif üretme kapasitesi ciddi biçimde zayıflar. Mouffe ve Laclau’ya sonuçta sosyalist istemler ve talepleri, demokrasi mücadelesinin içindeki uğrak noktaları olarak gördükleri bu reformcu çizgiye ulaşmışlardır.[31]
Sonuç Yerine: Marx’ın Sınıf Analizinin Güncelliği
Wood bütün bu tartışma botunca, Marksist teorik çerçeveden sınıfın sosyolojik bir kategori değil, tarihsel soyutlama yoluyla kavranması gereken siyasal bir ilişki olduğunu hatırlatır. Nitekim post-Marksist akımların kaba yorumlarından farklı olarak, Marksistler için sınıf, toplumun maddi temeli olan üretim ilişkilerinde oluşan ve siyasal mücadele içinde şekillenen tarihsel bir kategoridir. Bu nedenle sınıf mücadelesini yalnızca söylem düzeyine sıkıştırmak, bu mücadelenin tarihsel ve maddi zeminini görünmez hale getirmek, işçi sınıfını sosyalizmin merkezinden koparmak ve sonuçta devrimci bir dönüşümün yerine şu ya da bu reformcu çözümü önermek anlamına gelir.
Marx’ın tarihsel materyalizm yaklaşımı, toplumu değişen sınıf ilişkileri bağlamında dinamik bir bütün olarak kavrar. Bu nedenle de analiz, yalnızca görüngülerin değil, onların ardındaki maddi ilişkilerin izini sürer. Kapitalist barbarlığı sona erdirmek isteyen bir siyaset için; sınıf hareketinin geri çekilme dönemleri, sınıfın parçalı görüngüsüne rağmen sınıftan kaçış teorilerinin değil, birleşik bir sınıf hareketinin örgütlenmesinin yeni ve daha kapsamlı yollarını aramanın zamanlarıdır.
Marx insanı “gerçek eylemi içinde”, yani doğayla ve diğer insanlarla kurduğu ilişkiler bağlamında kavrar. Bu ilişkilerin maddi zemini ise emektir. Marx için emek, yalnızca üretim değil, insanın türsel varoluşunun ve kendini gerçekleştirmesinin de aracıdır. Marx’ın Feuerbach’tan ayrıldığı temel nokta da budur: Feuerbach insanı yalnızca duyusal bir nesne olarak konumlandırırken, Marx, insanı “duyusal faaliyet” içinde, yani etkin ve dönüştürücü bir varlık olarak tanımlar. “Gerçek insan” edilgen bir nesne değil; pratik, toplumsal ve üretken bir öznedir. Sınıf, bu anlamda yalnızca ekonomik bir kategori değil, tarihsel olarak kurulmuş bir ilişkiler bütünüdür.
Neoliberal dönemin karakteristik özellikleri olan esnek üretim, güvencesiz çalışma, taşeronlaşma ve dijital emek gibi yeni süreçler, sınıfın ortadan kalkmadığını; yalnızca yeni biçimlere büründüğünü göstermektedir. İşçi sınıfı günümüzde daha parçalı ve görünmez hale gelmiş olsa da emek-sermaye çelişkisi, kapitalist toplumda bütün bir toplumsal yaşamı ve ilişkileri doğrudan ya da dolaylı olarak nitelemeye devam ediyor. Öte yandan kapitalist ilişkiler toplumun bütün alanlarına yayılıyor; bu hem işçi sınıfının saflarının büyümesi hem de sömürü ve baskı koşullarının ağırlaşması demektir. Dolayısıyla Ellen Meiksins Wood’un Sınıftan Kaçış eserinde sürdürdüğü tartışma, bu bağlamda, yalnızca teorik bir metin değil aynı zamanda politik bir çağrıdır: Devrimci strateji, sınıfsız bir söylemle değil, sınıf merkezli bir mücadeleyle inşa edilebilir. Marksist-Leninist teori, bu mücadeleyi kavrayacak en tutarlı kuramsal çerçeveyi ve pratik yönelimi sunmaktadır. Sınıfa dönmek, yalnızca geçmişin teorisini değil; geleceğin devrimci siyasetini kurmak anlamına gelmektedir.
[1] Post-modern kavramının çoğu zaman sınırları belli olmayan bir şekilde keyfi kullanımı, neyin modern neyin post-modern olduğunun tartışmalı doğası, ya da hangi eğilimin post-modern anlayıştan ne düzeyde etkilendiği veya onunla hangi düzeyde ilişkili olduğu ayrıca tartışmalı ve belirsiz bir konudur. Ancak bu yazının sınırları çerçevesinde bu kavram, esas olarak siyaset teorisinde toplumsal sınıflara dair belirli türden yaklaşımları ifade edecek biçimde geniş anlamda kullanılacaktır.
[2] Bu türden akımların bugün artık eskisi kadar moda olmadığı şüphesiz olsa da etkilerinin sürdüğü malumdur. Dolayısıyla tartışma işçi sınıfının devrimci programını savunanlar için güncel.
[3] Wood, E. M. (1987) “A reply to Looking for alternatives to reformism”, International Socialism, 2(35), sf. 139-135.
[4] Wood, E. M. (2018) [1986], Sınıftan Kaçış: Yeni “Hakiki” Sosyalizm, çev. Ş. Alpagut, 3. Baskı, Yordam Kitap, İstanbul, sf: 20.
[5] Marx, K.; Engels, F. (1976) Alman İdeolojisi, Collected Works (1976) içinde, New York, cilt 5, sf. 456, Aktaran Wood, E. M. (2018) [1986]
[6] Marx ve Engels’ten aktaran Wood, age, sf. 455-4457.
[7] Wood, E. M. (2018) [1986], age, sf. 29-30
[8] Age, sf. 30
[9] Age, sf. 31
[10] Wood, E. M. (1987), A reply to Looking for alternatives to reformism, International Socialism 2:35, sf: 139-135.
[11] Wood, E. M. (2018) [1986], Sınıftan Kaçış: Yeni “Hakiki” Sosyalizm, çev. Ş. Alpagut, 3. Baskı, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 42.
[12] “Tekelci devlet kapitalizmi” ve “yeni orta sınıflar” gibi teorik açılımlarda kendini ifade eden bu Avrokomünist “bütün halkın partisi” tezinin de yine SBKP kaynaklı modern revizyonizmin tezlerinin bir yansıması olduğunu vurgulamak gerekir.
[13] Wood, age, sf. 44.
[14] Age, sf. 49.
[15] Age, sf. 52.
[16] Age, sf. 22.
[17] Age, sf. 59.
[18] Age, sf. 61-62-63.
[19] Age, sf. 65
[20] Age, sf. 66.
[21] Age, sf. 74.
[22] Age, sf. 83.
[23] Age, sf. 84
[24] Laclau E.; Mouffe, C. Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics, Londra, sf 78-79-80, aktaran Wood, E. M. (2018) [1986].
[25] Wood, age, sf. 89
[26] Age, sf. 91
[27] Age, sf. 107.
[28] Sancar, N. (2014) İmkansızlığın stratejisi: Radikal Demokrasi üzerine, Özgürlük Dünyası, 256.
[29] Bu yanlış anlayış, esasında neredeyse bütün sol için de geçerlidir. Lenin’in “sınıfa dışarıdan bilinç götürülmesi” olarak ifade ettiği ilkedeki dışarıdanlık “ekonomik alanın dışından” bir dışarıdanlığı ifade ederken, “sınıfa öncülük” iddialı küçük burjuva devrimci örgütler de bu ilkeyi, bir avuç öncü ve kahraman devrimcinin sınıfı “eğittiği” komik bir model olarak anlamışlardır.
[30] Sancar, N, age.
[31] Wood, age, sf. 97-98.