Aysel Ebru Okten

Göç bir yer değiştirme hali olarak, tarihsel süreçte de önemli dönüşümlerden geçmiştir. Toplumların hemen hepsi için göç etme tanıdık bir eylemdir. Göçmen işçilik ise kitlesel olarak 16. yüzyıl başlarında İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Toprak sahiplerinin “çitleme” adı verilen, mülkün sınırlarını belirleyerek ortak topraklara el koyma hareketi binlerce köylünün topraklarını terk etmesine, yaşamlarını kurmak için şehirlere doğru göç etmesine neden olmuştur. Mülksüzleşen köylülerin fabrikalarda çalışmaya başlaması, üretimin büyümesi ile küçük üreticilerin işyerlerini kapatarak fabrika işçiliğine geçiş yapması da işçi sınıfının nicelik olarak büyümesini sağlamıştır. Kapitalizmin gelişmesiyle sömürgecilik hız kazanmış, Afrika’dan “Siyah köle emeği” tarımsal çiftlikleri büyüten eller olurken, yeni yerlerin keşfi göçü büyütmüştür. Kente göç ile kent nüfusu kırlara göre muazzam artış göstermiştir. Nüfus büyüdükçe fabrikalarda çocuk ve kadınlar da üretimin bir parçası haline gelmiştir.

Ulus devletlerin kurulması ile birlikte göç hareketleri düzenlenmesi, denetlenmesi gereken bir nüfus hareketi olarak görülmeye başlanmıştır. Mübadeleler, göçe zorlamalar, tehcirler ulus devlet inşasında iktidarların kendini yenilemesi, gücünü büyütmesi için kullanılmıştır.

Savaşlar da göç için başlıca zorlayıcı etkenlerden biri olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın yıkılan kentlerini ayağa kaldırma işi de göçmen işçilere verilmiştir. Savaşta nüfusunun önemli kısmını kaybeden Avrupa’da savaş sonrası fabrikaların yeniden çalışması, altyapının yeniden kurulması için göçmen işçiler Avrupa kentlerinde gasterbaiter (misafir işçiler) olarak çalışmaya başlamıştır. Göçmen işçiler, en ağır koşullarda ucuza ve güvencesiz çalışmaya zorlandıkları Avrupa kapılarında ayakta kalmaya çalışırken, sermaye birikimi göçmen işçi emeğinin katmerli sömürüsü ile hız kazanmıştır. Yalnızca Avrupa’da değil, göçmen emeği Körfez ülkeleri için de bir can suyu olarak kullanılmıştır. Kafala sistemi[1] ile işçiler işverenlerin karşısında güvencesiz bırakılmış, işveren istemezse işçi sınır dışı edilmiştir. İşverenin kefilliğiyle ilerleyen bu sistemin bir benzeri Türkiye’de de çalışma izni için işveren başvurusunun zorunlu kılınmasını içeren mevzuatın düzenleniş  biçimi ile sürdürülüyor.

Kapitalist devletlerin temel işlevlerinden biri, emek gücü ile devlet arasındaki ilişkiyi sermaye birikim sürecinin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemektir. Bu bağlamda, özellikle 1990’lardan itibaren kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinde, sermaye ve mal dolaşımının serbestleştirilmesine yönelik politikalar benimsenirken, emek gücünün hareketliliği sıkı bir denetim altına alınmıştır. Devletlerin göçü düzenleme çabalarının temelinde, emek piyasalarının ihtiyaç duyduğu nitelikteki işgücünü kontrol altında tutma ve “niteliğine göre” barınma fırsatları sağlamak esastır. Kapitalist ülkeler yüksek nitelikli emek gücünü çekmek için “nitelikli göçmen programları” uygulayarak sermayenin çıkarına uygun bir biçimde nitelikli işgücünü çekmeye çalışırken, düşük nitelikli emek ihtiyacı genellikle yasadışı yollarla ülkeye giriş yapmış göçmenler üzerinden karşılanmaktadır.

Gelişmiş kapitalist ülkeler, niteliksiz emek göçünü sınırlandırmış, ülkeye giriş ve kalış noktasında da belirsiz bir çerçeve yaratmıştır. Belirsizlik ile kast ettiğimiz yasal statüsü belirsiz bir biçimde ülkeye belgesiz giriş yapan işçilerdir. Bu kesim hem en kötü işlerde çalışmak zorunda bırakılıyor hem de her an “sınırdışı edilebilir” durumda bırakılarak  ülkedeki ağır çalışmaya, mobinge, tacize, ayrımcılığa karşı “sesleri kısılarak” yaşamaya mahkûm ediliyor. Yasal statüleri nedeniyle “görünmez” kılınan işçiler kamusal haklardan da “siliniyor.”

Eksenimizi dünya üzerinde konumlandırırken, kapitalist ülkelerin göçmen işçileri maruz bıraktığı katmerli sömürüye karşın henüz istenilen düzeyde olmamakla birlikte bu ülkelerdeki sendikaların göçmen işçileri öncelikle görme, fark etme, sonrasında ise örgütleme gibi bazı süreçlerden yıllar içerisinde geçtiğini söyleyebiliriz. Sendikalar göçmen işçilere dair farklı stratejiler benimseyebiliyor. Bunlardan ilki, göçmen işçilere ulaşmak, onları tanımak ve örgütlenmek için adım atmak; ikincisi,sendika üyesi işçileri göçmen işçiler hususunda bilgilendirmek; üçüncüsü, göçmenlerin kaynak ülkeleri başta olmak üzere diğer ülkelerdeki sendikalarla ortak hareket etmek ve sonuncusu da göçmenlerin haklarını gözeten politikaları desteklemek olarak belirlemiştir.[2] Fakat, göçmen işçilerin sınıfın bir parçası olduğu gerçeği ve enternasyonalist bir mücadele hattının oluşturulması bugün hala sendikaların çoğu için başat bir pozisyon değil.

 

Göçmen İşçilere Yaklaşım: Dünyadan Örnekler

Göçmen işçilerin sendikal hareket içindeki konumu, tarihsel süreçte önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Genelde sendikalar, göçmen işçileri emek piyasalarında istikrarsızlık yaratan bir unsur olarak değerlendirmiş ve bu yaklaşım, işçi sınıfının etnik köken, ulusal aidiyet ve vatandaşlık statüsüne göre bölünmesi gibi iktidar politikalarıyla örtüşmüştür.  Bu dönemde sendikalar, göçmen işçilerin örgütlenmesinin zorluğunu gerekçe göstererek ortak mücadeleyi örme tutumundan uzak durmuştur.

1920’li yıllarda işbirlikçi sendikalar, göçmen işçileri “ücretleri düşüren bir tehdit” olarak kodlamıştı. Amerikan Sendikalar Federasyonu (AFL) gibi örgütler, Çinli ve İtalyan göçmenlerin sendikalaşmasını engelleyerek yerli işçilerin çıkarlarını koruduğunu ileri sürmüştü.[3] Uluslararası işçi dayanışmasını savunan anarko-sendikalist ve sosyalist sendikalar, göçmen işçileri sınıf mücadelesinin bir parçası olarak gördü. IWW (Dünya Endüstri İşçileri), “işçilerin vatanı yoktur” ilkesiyle göçmenleri örgütlemeye çalıştı.[4] Sendika kuruluşundan hemen sonra kadınlar, göçmenler, Afrikalı Amerikalılar ve Asyalılar gibi farklı halklardan işçileri kabul eden tek Amerikan sendikasıydı. Ancak, dil ve kültürel farklılıklar pratikte örgütlenmeyi zorlaştırmıştı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, göçmen işçilerin Avrupa’ya göçü ile birlikte göçmen işçiler sendikaların gündemlerinden biri haline geldi. Fransa’da CGT, İtalya’da CGIL gibi sendikalar göçmen işçileri grev ve direnişlerin bir parçası olarak kabul ederek enternasyonalist bir hatta ilerlemeye çalıştı. 1973 Ford Grevi göçmen işçilerin doğrudan grevin bir parçası olduğu, direnişin göçmen ve yerli işçilerin ortak mücadelesiyle büyüdüğü bir tarihsel deneyimdir.[5] 1980 sonrası dönemde göçmen işçilerin kayıt dışı sektörlerde giderek büyümesi sendikaları yeni örgütlenme modelleri tartışmaya itti. ABD’de SEIU (Hizmet İşçileri Sendikası), temizlik ve bakım işçilerini örgütleyerek göçmen hakları mücadelesini yükseltti.[6] AFL-CIO, 1990’lara kadar göçmen karşıtı politikalar izledi, ancak üye kaybı nedeniyle tutumunu yumuşattı.[7]

Neoliberal politikaların yaygınlaşmasıyla birlikte, sendikaların göçmen işçilere yönelik tutumundaki “görmemezlik” hali göçmen işçilerin yerli işçilere birer “tehdit” olarak gösterilmesiyle “görme” haline dönmeye başlamıştır. Bu değişim, özellikle ABD, İngiltere ve Hollanda gibi ülkelerde göçmen işçilerin örgütlenmesine yönelik başarılı kampanyalarla somutlaşmıştır. Belgesiz göçmenlerin karşılaştığı oturma ve çalışma izinleri, barınma ve kamu hizmetlerine erişim gibi temel sorunlar, sendikaların mücadele alanına girmiştir. İspanya örneğinde olduğu gibi, bazı sendikalar göçmen işçilere yönelik yasal ve idari destek mekanizmaları oluştururken, Fransa ve İtalya’daki sendikalar, göçmen işçilerin haklarını savunmak için hükümet politikalarını etkilemeye yönelik grevler düzenlemiş ve yardım birimleri oluşturmuştur. Göçmen işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için harekete geçen sendikalar içerisinde örneğin Almanya’da DGB (Alman Sendikalar Birliği) bir çatı örgüt olarak bünyesinde bulunan sendikalarda göçmen işçilerin örgütlenme faaliyetlerine dair araştırmalar yapmakta, göçmen işçi profilini anlamaya çalışmaktadır. IG Metall bünyesinde ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı çeşitli eylemlilikler ve politikalar geliştirilmektedir. Sendika içerisinde göçmen işçiler, sendika açısından önemli bir hedef grup hâline gelmiş, göçmen işçiler kendi komisyonlarını kurmuşlardır.

Sendikaların düzensiz göçmen işçilerin yasal güvenceye kavuşması ve sendikal hakların kazanılması için mücadele ettiği Güney Kore’de ise 2005 yılında 91 düzensiz göçmen işçi tarafından kurulan Göçmenler Sendikası (Migrants Trade Union) örneği mevcuttur. Japonya’da ise “Göçmen Destek Merkezler”i göçmen işçilere hukuki destek sağlanmıştır.

Günümüzde küresel dayanışma sendikacılığı olarak adlandırılan, bu kapsamda hâlihazırda dil bariyerleri, yasal statü noktasında belirsizlikler, yerli ve göçmen işçiler arasında her gün bir biçimiyle söylemsel olarak da yükseltilen kültürel farklılıklar sendikalaşma önündeki engeller olarak kabul ediliyor. Oysa sendikal faaliyet yürüten örgütler, yerli ve göçmen işçilerin sınıfsal konumlarından hareketle, tüm kültürel farklılıkları aşan ve sermaye karşısında ortak bir mücadele hattı örebilen yapılar olarak, bu birliği savunmakla kalmayıp somut olarak inşa etme potansiyelini taşımaktadır. Bu perspektif doğrultusunda istikrarlı bir şekilde sürdürülen örgütlenme çalışmaları, işçi sınıfının bölünmüşlüğünü aşma noktasında doğrudan belirleyici bir rol oynamaktadır.

 

Türkiye’de Göçmen İşçiler

Türkiye kapitalizmi, emek rezervini genişletmek ve artı-değer sömürüsünü derinleştirmek için göçmen işçileri[8] sistematik bir şekilde araçsallaştırmaktadır. Suriye iç savaşı sonrası yaşanan kitlesel göç dalgası, burjuvazinin işgücü piyasasını daha da esnekleştirerek ücretleri baskılamasına neden olmuştur. Göçmen emeği, kapitalist üretim ilişkileri içinde “yedek sanayi ordusu”nun yeni ve güvencesiz bir katmanı olarak konumlandırılmakta, böylece sermaye birikim sürecine ucuz ve disipline edilmiş emek sağlamaktadır.

Türkiye’de göçmen işçilerin en yoğun olduğu sektörler (inşaat, tarım, tekstil, ev işçiliği) aynı zamanda en kayıt dışı, en güvencesiz ve en ağır sömürü koşullarının hüküm sürdüğü alanlardır. Burjuvazi, göçmen emeğini yerli işçiler karşısında bir rekabet aracı olarak kullanarak, işçi sınıfını etnik ve ulusal kimlikler üzerinden bölmektedir. Devletin göçmen emeğine yaklaşımı, kapitalist devletin sınıfsal karakterini açıkça ortaya koymaktadır. “Geçici koruma” gibi yasal statüler, göçmen işçileri her an sınır dışı edilebilir bir konuma hapsederek onları sermayenin mutlak kontrolü altına almaktadır. Göçmenlerin sosyal haklardan yoksun bırakılması, sağlık ve eğitime erişimdeki kısıtlamalar, işçi sınıfının genel hak kaybına zemin hazırlayan bir saldırı stratejisidir. Burjuvazi, yarattığı rekabetle emekçilerin ortak sınıf çıkarlarını görmesini engellemeye çalışmaktadır.

Suriye’de Esad rejimnin sona ermesinden sonra geri dönüşlerin başlamasıyla Suriyelilerin sayısında kısmi düşüşler yaşansa da mültecilerin büyük kısmı Türkiye’de yaşamaya devam ediyor. Göç İdaresi tarafından açıklanan Mayıs 2025 raporunda bu sayı 2 milyon 758 bindir.[9] Afgan, Pakistanlı, Iraklı vb. yaklaşık bir milyon belgesiz göçmen olduğu tahmin edilmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı çalışma izni istatistiklerinde en son 2023 yılı verilerini paylaşmıştır. Bu veriler 239 bin yabancıya çalışma izni verildiği, bunların içerisinde 108 bin Suriyeli’nin çalışma iznine sahip olduğunu göstermektedir.[10] Bütün bu veriler, göçmen işçilerin büyük çoğunluğunun kayıt dışı ekonomide yer aldığını ortaya koymaktadır.

AKP’li yetkililerinin yaptığı çeşitli açıklamalar bu durumu teyit etmektedir. AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki’nin 2022 yılında yaptığı “Gaziantep ve Kayseri sanayisinde en ağır işlerde çalışıyorlar” açıklaması, AKP Genel Başkan Danışmanı Yasin Atay’ın 2021’deki “Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi çöker” ifadesi, dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 2020’de sarf ettiği ve patronlara adeta yol gösterme şeklinde olan “Fabrikanda Suriyeliyi çalıştır, sömür, sigortasını yaptırma” sözleri, devletin sermaye lehine işleyen bir “kayıt dışılık rejimi”ni aktif olarak desteklediğini göstermektedir. Bununla birlikte Esad’ın devrilmesi sonrasında başlayan geri dönüş tartışmalarında “Suriyeliler giderse ekonomimiz çöker” feveranları devam ederken, kayıt dışı bir biçimde Suriyelileri çalıştıran patronlar için yerlerine aynı kölelik koşullarını kabul edecek yerli işçi bulmaları gerekecek.

 

Göçmen İşçiliğin Sektörel Dağılımı ve Çalışma Koşulları

Türkiye’de göçmen işçilerin istihdamı belirli sektörlerde yoğunlaşmaktadır. Bu sektörler ve çalışma koşulları göçmen işçilerin güvencesizliğinin her gün yeniden üretildiği mekanlara dönüşmektedir.

Tekstil ve Konfeksiyon Sektörü: İstanbul, Bursa ve İzmir’de yoğunlaşan göçmen işçiler, özellikle küçük ve orta ölçekli atölyelerde kayıt dışı olarak çalışmaktadır. Araştırmalar, bu işçilerin yüzde 70’inden fazlasının asgari ücretin altında ücret aldığını, yüzde 85’inin sosyal güvenceden yoksun olduğunu göstermektedir.[11]

Tarım Sektörü: Adana, Mersin, Manisa gibi tarım bölgelerinde mevsimlik göçmen işçiler, son derece ağır koşullarda çalışmaktadır. Çocuk işçiliğin yaygın olduğu bu sektörde, barınma ve sağlık koşulları insani standartların çok altındadır.[12]

İnşaat Sektörü: Büyük şehirlerdeki inşaat şantiyelerinde çalışan göçmen işçiler, iş kazalarına en fazla maruz kalan gruplardan birini oluşturmaktadır. Kayıt dışılık ve güvencesizliğin yanında ekipmanlara erişim ve işçilerin çalışma güvenliğinin birer maliyet hesabı olarak ele alındığı bu sektörde göçmen işçiler ölümlü iş kazalarında yaşamlarını kaybetmekte.

Ev İşleri ve Bakım Hizmetleri: Özellikle göçmen kadınlar, kayıt dışı olarak ev işlerinde ve bakım hizmetlerinde çalışmaktadır. Bu sektörde cinsel taciz vakaları oldukça yaygındır.[13]

Göçmen emeğinin sektörel dağılımı incelendiğinde, belirgin bir etnik/işbölümü uzmanlaşması dikkat çekmektedir. Tekstil ve ayakkabı sektöründe Suriyeli işçiler, hayvancılıkta Afganlar, tarım sektöründe, özellikle çay toplama işlerinde Gürcüler, inşaat sektöründe Azeriler, lojistik ve kot yıkama işlerinde Afrikalılar, geri dönüşüm sektöründe Pakistanlılar ve bakım hizmetlerinde Özbek, Filipinli ve Türkmenistanlı kadın işçiler yoğunluk göstermektedir.

 

Bir Parantez: Türkiye’de Göçmen Kadın İşçiler

Göçmen kadın işçilere dair bir kısa başlık açmak göçte en görünmez kılınan kadınları anlamak açısından önemli. Türkiye’de düzensiz göç 1970’li yıllar itibariyle artış göstermiştir. Bu süreç aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin dağılma süreciyle de birleşerek (özellikle 90’lardan itibaren) Türkiye’yi hem bir transit ülke hem de bir hedef ülke haline getirmiştir. Eski Sovyet ülkelerinden Türkiye’ye gelen kadınlar uzun çalışma saatleri ve yerli işçilere göre daha düşük ücretlerle sermayenin “ideal” işgücü olurken aynı zamanda ayrımcılık ile yüz yüze kalmışlardır.

Türkiye’ye yönelik kadın göçüne bakıldığında dünyada yaşanana benzer bir eğilim görülmektedir. Özellikle kentli ailelerde evde bakım ve temizlik için ucuz işgücü olarak göçmen kadınlar çalıştırılmaktadır. Bu kadınlar düzensiz göç ile Türkiye’ye gelmektedirler. Kadın göçmenler coğrafi yakınlık, esnek vize uygulaması, kayıt dışı ve göçmen kadın emeğine duyulan ihtiyaç nedeni ile Türkiye’yi tercih etmektedirler. Türkiye’deki kadın göçmenlerin çoğunlukla eski Sovyet cumhuriyetlerinden geldiği görülmektedir. Kadın göçmenlerin kaynak ülke verilerine bakıldığında, 0-14 yaş dışarıda bırakıldığında, Türkiye’ye en çok göç; Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan, Kazakistan ve Moldova’dan olmaktadır. Moldova’dan gelenlerin yüzde 75’i, Litvanya ve Kazakistan’dan gelenlerin yüzde 69’u, Ukrayna’dan gelenlerin yüzde 67’si ve Rusya’dan gelenlerin yüzde 64’ü kadındır. Bu kadınlar da genel olarak ev ve bakım işleri yapmaktadırlar.[14] Son yıllarda kadın göçmen işçilerin geldiği coğrafyaların çeşitliliği artsa da çalışmak için ülkeye gelen kadınların geldiği kaynak ülkelerin çoğunluğu yukarıda saydığımız ülkeler olmaya devam etmektedir.

 

Türkiye’deki Sendikalara Dair Genel Bir Değerlendirme

Bu noktada Türkiye’deki sendikaların genel yaklaşımına değinmeliyiz. Göçmen işçilerin örgütlenmesi ve sınıfın bir parçası olarak ne kadar kabul gördükleri sendikaların demokratik bir işleyişe sahip olup olmadığını anlamak açısından bir veri sunmaktadır. Burjuva siyasetçiler tarafından büyütülen göçmen düşmanlığına karşı göçmen işçileri işçi sınıfının bir parçası olarak gören ve onları örgütlemek için mücadele eden sendikaların varlığı göçmen düşmanlığının önlenmesi ve ülkenin demokratikleşmesi adına önem taşımaktadır. Türkiye, geleneksel olarak göç alan ve bu göçü büyük ölçüde Batı Avrupa’ya aktaran bir ülke konumundaydı. Ancak 2011 sonrasında yaşanan Suriyeli göçü, Türkiye’yi yalnızca bir transit ülke olmaktan çıkararak aynı zamanda büyük bir göçmen nüfusunun yaşadığı bir ülke konumuna taşımıştır. Hükümet ve sermaye ortaklığında ülkeye gelen milyonlarca insan, ucuz emek çarklarında ezilmeye başlamıştır.

Türkiye’de yabancılar, çalışma iznine sahip olduklarında Sendikalar Kanunu kapsamında çalıştıkları iş kolunda kurulmuş bir sendika mevcut ise bu sendikaya üye olabilmektedir. 2821 sayılı eski Sendikalar Kanunu’na göre yabancıların sendikalara üye olmasının önünde bir engel bulunmuyor, yalnızca sendika kuruculuğu için Türkiye vatandaşı olmak şartı aranıyordu. Yeni 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda, sendika kurucusu olmak için gereken Türkiye vatandaşlığı ve Türkçe okur-yazar olma şartları ILO’nun 87 sayılı Sözleşmesine uyum sağlamak için kaldırıldı. Yukarıda da ifade edildiği üzere göçmen işçilerin sendikalaşabilmesi için çalışma iznine sahip olmaları gerekiyor. Yazıda verdiğimiz rakamlarda da görüldüğü üzere Suriyeliler en çok çalışma iznine sahip göçmen grup olmasına rağmen sayıları 108 bin ile sınırlıdır. Suriyelileri Rusya, Irak, İran, Türkmenistan gibi ülke vatandaşları takip etmektedir.[15] Çalışma izni konusu sendikalaşma açısından ilk adım olmakla birlikte sigortasız çalıştırmanın önlenmesi çalışma izni için de ilk adım oluyor. Sendikaların öncelikle ülkede kayıtdışı ekonomiye dair ses yükseltmesi bu yüzden de hayati bir önem taşıyor.

Sendikaların göçmen işçileri örgütlemesinde sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok ülkesinde çekinceleri bulunuyor. Bu çekinceler şöyle özetlenebilir: Sendikalar göçmen işçilerin istihdamı hakkında hükümet ve sermaye ile aynı doğrultuda mı davranmalı? Eğer aynı doğrultuda giderse hükümete ve sermayeye karşı pazarlık gücünde bir zayıflama olur mu? İkincisi, göçmen işçilerle yerli işçilerin aynı haklara sahip olacak şekilde sendikaya üyeliklerini kabul etmek gerekli mi değil mi? Üçüncüsü sendikalar bütün işçileri aynı potada eriten bir politika mı izleyecekler yoksa göçmen işçilere dair özel ihtiyaç ve çıkarları gözeterek politika mı geliştirecekler? Toplamda bu üç soru ve sorun dünya genelinde sendikalarda öne çıkan sorunlar olmuştur.[16]

Türkiye açısından ise öncelikle sendikalar açısından göçmen işçilerin geçici veya kalıcı olma durumundaki belirsizlik ana gündemlerden biri olmuştur. Göçmen işçilere bakış noktasında işçi konfederasyonları açısından devasa ayrımlar olmasa da ele alışlarında farklılıklar olduğunu söyleyebiliriz. Hükümete yakın bir sendika olan Hak-İş iktidarın “ensar muhacir” söylemini sahiplenerek “din kardeşliği” üzerinden göçmen işçilerin varlığını görünmez kılarak, katmerli sömürüsüne de çanak tutmaktadır.  Türk-İş’in, “Türk işçisinin menfaatleri” söylemini öne çıkaran tutumuyla, göçmen işçileri de kapsayan sınıfsal birliği inşa etme hedefinden açıkça uzak bir noktada olduğunu ifade edebiliriz. Son olarak DİSK diğer konfederasyonlardan farklı olarak göçmen işçilerin sınıf mücadelesinin birer öznesi olduğunu vurgulamakta, çeşitli sempozyumlar düzenlemekte, bağlı sendikalarında göçmen işçileri daire başkanlığı kursa da söylemde sınıf birliği vurgusunu eyleme geçirebilmiş değildir.

Geçici olma hali, kayıtdışılık, yerli işçilerin öncelikli örgütlenmelerindeki sorunlar, dil bariyeri, yabancı düşmanlığı ve popülizm sendikaların göçmen işçileri örgütlemek üzere harekete geçmelerinin önündeki engellerden bazıları. Hakan Coşkun ve Kasım Karataş’ın 2024 yılında “Türkiye’deki Düzensiz Göçmen Emeğinin İşçi Sendikalarının Bakış Açısından Değerlendirilmesi” adlı araştırma makalesinde kimi işçi temsilcilerinin söyledikleri sorunun anlaşılması açısından önemlidir.[17] Metal işkolunda çalışan bir işçinin ifadeleri:

“Hani insani pencereden evet bakıyoruz ama üyelerimizi çok tedirgin ediyor bu durum. Dediğimiz gibi üyelerimize karşı sorumluluk duyan bir sendikayız. Göçmen işçiler dediğimiz zaman da bununla ilgili bir onay göremeyiz tabanımızdan. Maalesef o şeydeyiz noktadayız yani?”

Tekstil iş kolunda çalışan bir diğer işçi, sendikaların işçileri birer yatırım aracı olarak gördüğünü belirterek düşüncesini şöyle ifade ediyor:

“Bir başka noktada şöyle bir gerçeklik var, yani şimdi sendikaların bütçeleri belli, finansal durum da ortada söz konusu. Hiçbir şekilde kısa vadede üye kazanamayacağı bir alana yatırım yapmasını beklemek sendikalardan, pek gerçekçi değil ama göçmenler bizim gerçeğimiz”

Nihayetinde tüm bu soru ve ikilemleri aşmak için çaba harcamak ve bu yönde adımlar atmak ülkede sınıfın birliğini kurmak ve enternasyonalist mücadelenin kapılarını aralamak için önemini koruyor. Ortak mücadele dinamiklerine de bu noktada yer vermek hem sendikalara örnek olması hem de toplumsal mücadele odaklarını büyütmesi açısından olumlu olacaktır. Adana ve İzmir’deki saya işçilerinin mücadelesi, yerli ve mülteci işçilerin birlikte gerçekleştirdiği iş bırakma eylemleri açısından önemli bir örnek oluşturmuştur. Ortak taleplerindeki kararlılıkları, bölgede yaratılmaya çalışılan düşmanlık söylemlerini aşan bir noktada olmuştur. Yine Adana ve İzmir’deki tarım grevindeki ortak hareket Suriyeli, Türk ve Kürt işçilerin hepsinin yevmiye artışı ile sonuçlanmıştır. Antep’te tekstil işçilerinin fiili iş bırakmalarına katılan Suriyeli işçiler, Akınalbella fabrikasında direnişe çıkan Suriyeli işçi,[18] İstanbul Beylikdüzü’ndeki et fabrikasında çalışan Suriyeli Meryem’in sendikal örgütlenme çabası gibi örnekler tekil gibi görünse de örnek olması bakımında oldukça önemli deneyimlerdir. Bu mücadele örnekleri, farklı milliyetlerden işçilerin ortak çıkarlar etrafında kenetlenebileceğinin kanıtıdır. Sendikal hareket için hem ders niteliğinde hem de umut kaynağıdır.

 

Sonuç Yerine

Kapitalizmin yerli göçmen demeden tüm işçi sınıfının üzerindeki tahakkümü artarak devam ediyor. Milyonlarca mülteci-göçmen işçi sömürü çarklarının arasında ucuz ve güvencesiz işgücü olarak kullanılırken yerli işçilerin karşısında birer “tehdit” unsuruna dönüştürülüyor. Bu tehdidi ortadan kaldıracak yegâne güç ise yerli ve göçmen işçilerin ortak mücadelesidir. Savaşları ve yoksulluğu, buna bağlı olarak da mülteciliği yaratan kapitalizm son bulmadan işçilerin kurtuluşları da mümkün olmayacaktır. Göçmen işçiler Türkiye işçi sınıfının bir parçası olarak ortak hak mücadelesinin bir parçası olmak durumundadır. Aksi takdirde, burjuva siyasetin elinde adeta bir “ateş topuna” dönüşen göçmenler için de, Türkiyeli işçiler için de eşit ve güvenceli bir yaşamın kurulma olanakları yoktur.

 

[1] Kafala sistemi, Körfez İşbirliği Konseyi üyesi ülkeler ile Bahreyn, Kuveyt, Lübnan, Umman, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerde inşaat gibi sektörlerde çalışan göçmen işçileri izlemek için kullanılan bir sistemdir. Körfez ülkelerinde gitgide yaygınlaşan Kafala sistemi olarak isimlendirilen sözleşmeye göre, çalışmak için bir şirket ile anlaşma yapan bir işçi, kendisini ülkeye getiren şirketten başka bir işletmede çalışamamaktadır. Ayrıca, işçinin pasaportuna el konulduğundan ülkeyi terk etmesi de yine onu getiren şirketin inisiyatifindedir.

[2] Kurtulmuş, M. (2015) “Göçmen İşçiler ve Sendikalar”, DİSK-AR, Sayı: 4, 47.

[3] Gompers, S. (1905) The American Labor Movement: Its Makeup, Achievements, and Aspirations, AFL Publications.

[4] Renshaw, P. (1999) The Wobblies: The Story of the IWW and Syndicalism in the United States. Ivan R. Dee.

[5] Castles, S., & Kosack, G. (1973) Immigrant Workers and Class Structure in Western Europe, Oxford University Press.

[6] Milkman, R. (2006) L. A. Story: Immigrant Workers and the Future of the U.S. Labor Movement. Russell Sage Foundation.

[7] Fine, J. (2006) Worker Centers: Organizing Communities at the Edge of the Dream, Cornell University Press.

[8] Yazıda kullanılan göçmen ve mültecilik nitelendirmeleri, hukuki statüsü ve Türkiye’nin imzacısı olduğu 1951 Sözleşmesinde belirtilen tanımlamalara göre değil, sosyolojik olarak mültecilik tanımına göre ele alınmıştır.

[9] Göç İdaresi Başkanlığı (2025) “Geçici Koruma İstatistikleri”, https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638

[10] Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, (2024) “Çalışma İzin İstatistikleri 2023”, https://www.csgb.gov.tr/%C4%B1statistikler/calisma-hayati-%C4%B1statistikleri/resmi-%C4%B1statistik-programi/yabancilarin-calisma-%C4%B1zinleri/

[11] Erdoğan, M. (2021) Suriyeliler Barometresi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, sf. 78.

[12] Kaya, A. ve Kırcı, B. (2022) Mevsimlik Tarım İşçileri, Tarım ve Orman Bakanlığı Yayınları, Ankara.

[13] Aktaş, V. ve Demir, Ş. (2023) Göçmen Kadınlar ve Bakım Emeği, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

[14] Dedeoğlu, S. ve S. Ekiz Gökmen (2011) Göç ve sosyal dışlanma: Türkiye’de yabancı göçmen kadınlar, Efil Yayınevi, Ankara, sf. 28.

[15] ÇSGB, age.

[16] Marino, S., Penninx, R. ve Roosblad, J. (2015) “Trade Unions, Immigration and Immigrants in Europe Revisited: Unions’ Attitudes and Actions Under New Conditions”, Comparative Migration Studies, 3(1), 1-16.

[17] Coşkun, H. ve Karataş, K. (2024). “Türkiye’deki Düzensiz Göçmen Emeğinin İşçi Sendikalarının Bakış Açısından Değerlendirilmesi”, Yönetim ve Çalışma Dergisi, 8 (1), 77-99.

[18] Evrensel (2021) “Akınalbella’da sendika faaliyetleri bahane edildi, Suriyeli işçi Muhammed Nebhen işten atıldı”, https://www.evrensel.net/haber/441272/akinalbellada-sendika-faaliyetleri-bahane-edildi-suriyeli-isci-muhammed-nebhen-isten-atildi