Ayhan Aydoğan
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yılları, üretim ilişkilerindeki dönüşümün toplumsal yapı üzerindeki etkilerini açıkça ortaya koyar. Bu süreçte kapitalist üretim ilişkileri hem devletin izlediği politikalar hem de küresel sermayenin etkisiyle gelişim göstermiştir. Tarımsal faaliyetlerin yanı sıra zanaat ve lonca sistemleri zayıflamış, üretimin örgütlenme biçimleri yeniden şekillenmiştir. Bu dönüşüm sürecinin merkezinde ise yeni bir toplumsal özne olarak işçi sınıfının ortaya çıkışı yer almaktadır.
Bu makalenin amacı, 19. yüzyıl Osmanlı Devleti ile Erken Cumhuriyet döneminde işçi sınıfının nasıl oluştuğunu tarihsel materyalizm perspektifiyle incelemektir. Osmanlı’da kapitalist üretim ilişkilerinin hangi yollarla benimsendiği, bu ilişkilerin emeği ne şekilde dönüştürdüğü, proleterleşme sürecinin hangi aşamalardan geçtiği ve bunların Erken Cumhuriyet dönemine bıraktığı miras, bu çalışmanın ana konusunu oluşturmaktadır.
Toplumsal yapı, üretim tarzı tarafından belirlenir. Osmanlı’nın klasik yapısı, feodal üretim biçimi kapsamında değerlendirilse de 19. yüzyıldan itibaren, özellikle Tanzimat reformlarıyla birlikte ülkede kapitalist üretim ilişkileri gelişmeye başlar. Dış ticaretin genişlemesi, yabancı sermayenin ülkeye girişi, devletin dış borçlanmaları, demiryolu projeleri ve sanayi tesislerinin (özellikle tekstil ve maden sektörlerinde) kurulması bu dönüşümü hızlandırmıştır. Bu gelişmeler, geleneksel feodal ilişkilerin çözülmesine ve üretim araçlarından ayrışmış bağımsız emek gücünün doğmasına yol açmıştır.
Emek Gücünün Metalaşması ve Mülksüzleşen Köylüler
Kapitalist sistemin ayırt edici özelliği, emek gücünün bir meta haline dönüşmesidir. 19. yüzyılda Osmanlı’da tersaneler, tarım işletmeleri, limanlar, maden ocakları, inşaat alanları ve fabrikalar gibi tarım dışındaki sektörlerde ücretli emek giderek yaygınlaşmıştır. Bu dönemde, henüz bir dizi geçiş biçimlerine tanık olunsa bile emek güçlerini geçimlerini sağlayacak bir ücret karşılığında satmak zorunda kalan, üretim araçlarından ayrılmış bireyler olarak işçiler artık üretim sürecinin ve toplumun bir gerçeğidir. Emek gücü bir değişim nesnesine, yani metaya dönüşmektedir/dönüşmüştür. Böylece yalnızca mal ve hizmetler değil, aynı zamanda emek gücü de piyasada alınıp satılan bir unsur haline gelmiştir.
Kapitalist üretim biçiminin işleyebilmesi için yalnızca üretimin gerçekleşmesi değil, üretilen nesnelerin piyasa koşullarında alınıp satılabilir olması da gerekir. Bu bağlamda Osmanlı da hem iç pazar genişlemekte hem de dünya kapitalist sistemiyle daha bütünleşik bir yapıya kavuşulmaktadır. Örneğin pamuk ve tütün gibi tarımsal ürünlerin dış pazarlara yönelmesiyle birlikte, iç piyasa da bu ihracat taleplerine göre yeniden şekillenmiştir. Bu gelişmeler, meta üretiminin toplumda daha yaygın bir hale geldiğini göstermektedir. Ancak bu meta üretimi, genellikle dışa bağımlı ve dış dinamiklerle şekillenen bir kapitalistleşme modeli olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, klasik anlamda yerli bir burjuvaziden ziyade, dışa bağlı bir ticaret burjuvazisi ve taşeron üretim ağlarının geliştiği görülür.
- ve 19. yüzyıllarda tımar düzeninin çözülmesiyle birlikte Rumeli’de merkezi idarenin etkinliğini kaybetmesi, yerel güç odaklarının –özellikle ayanlar ve eşrafın– toprak üzerinde kalıcı ve özel mülkiyet biçimlerine yönelmesini mümkün kılmıştır. “Bu süreçte Balkan topraklarında, özellikle Bulgaristan, Makedonya ve Sırbistan bölgelerinde büyük çiftlikler (çiftlik-hâne) kurulmuş, bu çiftlikler tahıl, tütün ve pamuk gibi ticari ürünlerin ihracı için üretim yapan yarı-kapitalist tarımsal işletmelere dönüşmüştür.”[1]
Söz konusu çiftliklerde üretim, köylü emeğine dayanmakla birlikte klasik feodal angarya sisteminden farklı olarak ücretli, yarı-ücretli ya da borca dayalı esnek emek biçimleriyle yürütülmüştür. Toprak, artık büyük malikâne sahiplerinin özel mülkü haline gelirken, köylülerin bu topraklara erişimi giderek kısıtlanmıştır. Marx’ın Kapital’de ifade ettiği biçimiyle, “üretim araçlarından koparılan köylüler, artık geçimlik üretim değil, pazara yönelik emek üreticileri haline gelmeye başlamışlardır.”[2]
Balkanlar’da yaşanan bu dönüşüm, Engels’in İngiltere kırsalına dair gözlemleriyle çarpıcı paralellikler taşır. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı eserinde, mülksüzleşen köylülerin kırsalı terk ederek sanayi kentlerinde işçileştiğini anlatır. Benzer bir süreç Osmanlı Balkanları’nda da gözlemlenmiştir. Büyük çiftliklerde mevsimlik, geçici ya da borç bağıyla çalıştırılan köylüler, giderek kentlere yönelmiş; burada limanlarda, inşaatlarda ya da zanaat üretiminde ücretli emekçi olarak istihdam edilmeye başlamışlardır.
Köken olarak köylü, ancak üretim ilişkileri bakımından işçileşmiş gruplar, “Selanik ve Manastır gibi şehir merkezlerinde artan kapitalist üretim talebine ucuz ve esnek işgücü kaynağı sağlamışlardır. Bu kentlerde büyüyen işçi mahalleleri, taşra kökenli, mülksüzleşmiş ve etnik olarak çeşitlenmiş bir işçi nüfusuna ev sahipliği yapmıştır.”[3]
Çiftlik düzeninin yaygınlaşması yalnızca ekonomik yapıyı değil, aynı zamanda toplumsal gerilimleri ve siyasal muhalefet biçimlerini de keskinleştirmiştir. 19. yüzyılda Rumeli’nin farklı bölgelerinde (örneğin Bulgar isyanlarında) ortaya çıkan köylü hareketleri, sadece etnik ya da dini saiklerle değil, sosyal adaletsizliklere karşı da şekillenmiştir. Bu başkaldırıların temelinde aşırı vergilendirme, zorla çalıştırma uygulamaları ve köylülerin topraktan dışlanması gibi yapısal sorunlar yatmaktadır.
Her ne kadar bu direnişler sanayi işçileri gibi örgütlü sınıf hareketlerine evrilmemiş olsa da, Osmanlı kırsalında gelişen kapitalist üretim biçimlerinin yarattığı sınıfsal çelişkilerin ilk dışavurumları olarak değerlendirilmelidir.
Balkanlar’daki çiftlik modeli, Osmanlı tarımında kapitalistleşmenin öncü ve sistematik örneklerinden birini temsil eder. Buralarda klasik köylü yapısı çözülürken, kentlere göç eden yeni bir işçi kitlesi ortaya çıkmış; bu kitle, erken kapitalist dönemin işgücü piyasasına insan kaynağı sağlamıştır. Rumeli şehirlerinde ortaya çıkan, sanayiye bağlı geçim ilişkilerine dahil olan, işçileşme sürecindeki toplumsal kesimler, 20. yüzyıl başındaki grev hareketlerinin ve işçi örgütlenmelerinin toplumsal temelini oluşturmuştur.
- Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kapitalist Gelişme ve Emek Süreçleri
Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılı, kapitalist üretim ilişkilerinin hem içsel dönüşümlerle hem de dışsal baskılarla biçimlendiği bir sürece tanıklık eder. Bu gelişmeler klasik anlamda bir “burjuva devrim” olarak değerlendirilemese de, üretim biçimlerinde ve emek süreçlerinde yapısal değişimleri beraberinde getirmiştir. İşçi sınıfının tarih sahnesine çıkışına işaret eden proleterleşme olgusu da tam bu dönemde kendini göstermeye başlar. Osmanlı örneği bu açıdan, “bağımlı kapitalistleşme” ya da “dışsal dinamiklerin etkisiyle şekillenen proleterleşme” gibi çerçevelerle analiz edilebilir.
1838’de imzalanan Balta Limanı Ticaret Antlaşması, Osmanlı ekonomisinin küresel piyasaya yarı bağımlı bir şekilde entegre olmasına zemin hazırlamıştır. Bu antlaşma iç üretim ve emek biçimlerini de çok önemli ölçüde değiştirmiştir. “Avrupa sanayi ürünleri karşısında yerli zanaat üretimi hızla rekabet gücünü yitirirken, ücretli emeğe dayalı yeni üretim ilişkileri gelişmeye başlamıştır. Bu bağlamda Osmanlı zanaatkârları, üretim araçlarından ayrışarak emek gücünü satmak zorunda kalan, kapitalist üretim ilişkilerinin ilk evresine özgü emekçi bir pozisyona sürüklenmişlerdir.”[4]
Tanzimat reformları yalnızca merkezi yönetimin modernleşmesine değil, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin kurumsallaşmasına da katkı sağlamıştır. Örneğin Tersane-i Amire gibi büyük ölçekli kamu işletmeleri, binlerce emekçiyi aynı çatı altında çalıştırarak fabrika benzeri üretim mekanları haline gelmiş; burada ücretli emek, iş bölümüne ve modern çalışma disiplini ilkelerine göre şekillenmiştir. Ancak bu işçiler, sürekli istihdam edilen sanayi proletaryasından çok, mevsimsel veya geçici statüde istihdam edilmiştir. “Osmanlı işçi sınıfının oluşumu, sürekli bir istihdamdan ziyade geçici, dağınık ve devlet kontrolündeki alanlara sıkışmıştır.”[5]
Emek Yoğun Alanlar ve Zanaatkarların İşçileşme Süreçleri
İşçileşmenin en açık örnekleri madenlerde, özellikle Zonguldak ve Ereğli kömür havzalarında görülmektedir. Bu bölgelerde üretimi teşvik etmek isteyen devlet, halkı zorla çalıştırmak amacıyla “mükellefiyet” yöntemine başvurmuştur. Bu yaklaşım, kapitalist üretimin gönüllü emek ilkesine ters düşen bir “zorunlu işçilik” biçimini ortaya çıkarmıştır. “Kapitalist emek rejimi yalnızca ücretli çalışmayı değil, aynı zamanda bu çalışmanın gönüllü kabulüne dayalı olarak meşrulaşmasını da içerir.”[6] Osmanlı örneği bu bağlamda, modernleşme sürecindeki devlet müdahalesinin emek üzerindeki denetim biçimlerini gözler önüne sermesi açısından kayda değerdir.
Tersane-i Amire ve Haliç bölgesindeki atölyeler de erken dönem işçilik örneklerinin diğer önemli merkezleriydi. “Burada çalışan emekçilerin büyük kısmı Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerine mensup olup; bu da işçileşmenin aynı zamanda etno-dinsel bir karakter taşımasına neden olmuştur.”[7] Müslüman nüfus ise bu sürece daha geç ve temkinli şekilde dâhil olmuş, bu durum sınıfsal dayanışmanın gecikmesine neden olmuştur.
Demiryolu inşaatları, yabancı sermaye desteğiyle kurulduğu için doğrudan kapitalist üretim biçiminin bir uzantısı olarak faaliyet göstermiştir. Bu sektörlerde işçiler ağır çalışma koşullarında, düşük ücretle ve çoğu zaman kolektif haklardan mahrum şekilde çalışmışlardır.
- yüzyılda lonca sisteminin çözülmesi, zanaatkârları kendi başına üretim yapan bireylerden ücretli emekçilere dönüştürmüştür. Marx’ın Grundrisse’de belirttiği üzere, “sermayenin mantığı, bireysel zanaatkârı piyasada rekabet edemez hale getirerek, onu üretim araçlarından koparır ve ücretli emeğe zorlar.”[8]
İstanbul, İzmir ve Selanik gibi önemli liman kentlerinde bu değişim daha erken yaşanmış; bu merkezlerde hem kamuya ait atölyeler hem de özel sektör yatırımları artış göstermiştir. Ancak bu süreç, klasik sanayi işçiliğinin yanında taşeron üretim, ev içi üretim ve yarı-zanaat biçimlerinin de varlığını sürdürdüğü bir karma ekonomi yapısı içinde ilerlemiştir. Bu karma yapı, tam anlamıyla bir sanayi proletaryasının ortaya çıkmasını geciktiren etkenlerden biridir.
Zanaatkârlar arasındaki artan iflaslar, üretim araçlarını kaybeden bireylerin ücretli işçiliğe yönelmesini hızlandırmıştır. Bu durum Engels’in İngiltere’de yaptığı gözlemleri hatırlatır: “Zanaatkâr, fabrika karşısında rekabet edemez; üretim tarzı çöker ve bir sabah kendini işçi olarak bulur.”[9]
Osmanlı’da İşçileşme Biçimleri ve Mükellefiyet Uygulamaları
Osmanlı İmparatorluğu’nda işçileşme süreci, Batı Avrupa’dakinden oldukça farklı biçimlerde gelişmiştir. Sanayi devrimini doğrudan yaşamamış bir toplumda işçi sınıfının oluşumu; madenlerde, limanlarda, büyük şehir atölyelerinde ve özellikle de ulaştırma gibi kamu sektörlerinde gözlemlenebilir. Bu sürecin belirleyici özelliklerinden biri, işçileşmenin parçalı, geçici ve çoğu zaman mevsimsel karakter taşımasıdır. “İşçileşme burada tek yönlü, kalıcı ve sanayileşme temelli değil; çok katmanlı, geçişken ve sektörel olarak farklılaşan bir biçim almıştır.”[10]
Madencilik sektörü, işçileşmenin en tipik ancak en sorunlu örneklerinden birini oluşturur. Zonguldak kömür havzalarında emek talebini karşılamak amacıyla devlet, yerel halkı çalışmaya zorlamış ve “mükellefiyet” sistemiyle iş gücü yaratmaya çalışmıştır. Bu, gönüllü ücretli emek ilkesine aykırı bir durumdur. “Mükellefiyet, kapitalist ilişkilerin temelindeki serbest iş gücü devinimini baltalayan bir uygulamadır.”[11]
Bu bölgelerdeki işçiler, ücret alıyor olsalar da, aslında emeklerini serbestçe satma hakkına sahip değillerdi. Bu durum, Osmanlı’daki erken dönem maden işçiliğinin aynı zamanda bir tahakküm ve otoriter devlet denetimi pratiği olduğunu ortaya koyar.
İstanbul, İzmir ve Selanik gibi liman kentleri, işçileşmenin daha organik ve piyasa temelli biçimlerde ortaya çıktığı alanlardır. Limanlarda yükleme-boşaltma işleri, çoğu zaman taşeron aracılığıyla yapılmış; işçiler, esnek ve düzensiz koşullar altında, genellikle yevmiyeli olarak istihdam edilmiştir. Bu işçilerin büyük kısmı Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerine mensup bireylerdi. “Liman işçiliği, yalnızca bir emek biçimi değil; aynı zamanda etnik ayrışmanın ve sınıfsal dışlanmanın da bir yansımasıdır.”[12]
Bu yapılar, sendikal hareketlerin gelişmesini zorlaştırmış; çünkü işçiler sürekli değil, geçici olarak çalıştırılmış, aralarında dayanışma ağı kurulması engellenmiştir. İşçileşme bu anlamda bireysel bir dönüşümden çok, kentsel iş gücü havuzlarının esnek yapılar içinde kullanılması olarak tezahür etmiştir.
İstanbul ve diğer büyük şehirlerdeki atölyeler, işçileşmenin bir başka yüzünü oluşturur. Buralarda çalışanlar, genellikle küçük üretim birimlerinde, patronun doğrudan gözetimi altında çalışmaktaydı. Emek yoğun bu üretim biçimi, Batı’daki klasik fabrika modelinden ziyade, erken dönem sanayi öncesi küçük ölçekli üretim biçimlerinin özelliklerini taşımaktaydı.
Kadın emeği, bu atölyelerde önemli bir yer tutmuştur. Özellikle tekstil ve gıda işleme gibi sektörlerde kadınlar düşük ücretlerle, güvencesiz biçimde istihdam edilmiştir. Bu üretim alanları, aynı zamanda modern kadın işçiliğinin ilk örneklerini barındırır.
1908 Devrimi’nin İşçi Sınıfı Üzerindeki Etkisi
1908 Devrimi, II. Meşrutiyet’in ilanı ile sonuçlanan ve Osmanlı siyasi tarihinde özgürlükçü bir dönemin kapısını aralayan bir kırılma anıydı. Bu siyasal dönüşüm, yalnızca anayasal monarşinin yeniden tesisiyle sınırlı kalmamış; aynı zamanda emekçi sınıflar, özellikle de işçiler açısından yeni olanakların doğmasına neden olmuştur. En dikkat çekici gelişme, işçi sınıfının kamusal alanda örgütlenmeye ve taleplerini dile getirmeye başlamasıdır.
Devrimin ardından sansürün kaldırılması ve toplantı-dernek kurma özgürlüklerinin tanınması, işçilerin kolektif eylemlere yönelmesini kolaylaştırdı. 1908’in yaz aylarında adeta bir grev furyası yaşandı. Temmuz ve Eylül ayları arasında yüzlerce grev kayda geçti. Bu grevlerin büyük çoğunluğu İstanbul, Selanik, İzmir, Beyrut ve Adana gibi sanayileşmiş ya da ticaretin yoğun olduğu kent merkezlerinde yoğunlaştı.
Öne çıkan bazı grev örnekleri şunlardır:
İstanbul Liman İşçileri Grevi (1908): Devrim sonrası dönemin ruhunu yansıtan bu grevde işçiler, daha yüksek ücret ve daha iyi çalışma saatleri talep etmişlerdir. Bu eylem, yeni dönemde işçilerin kitlesel hareket kapasitesini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Selanik Tütün İşçileri Grevi (1908): Kadın işçilerin de aktif biçimde yer aldığı bu grevde, kötü çalışma koşulları ve düşük ücretler protesto edilmiştir. İşçilerin kendi temsilcilerini seçmeleri, örgütlü mücadelenin gelişmekte olduğunun göstergesidir.
Bursa İpek İşçileri Grevi (1910): Tekstil üretiminin yoğun olduğu Bursa’da, düşük maaşlar ve uzun mesai saatlerine karşı başlatılan bu grevde de kadın işçiler ön saflarda yer almıştır.
Zonguldak Maden İşçileri Grevleri (1908-1909): Kömür ocaklarında çalışan işçiler, hem yetersiz ücretlere hem de tehlikeli ve güvencesiz çalışma koşullarına karşı direnişe geçmiş, ancak devletin askeri müdahalesiyle bu grevler bastırılmıştır.
İşçi Cemiyetleri ve Yayın Faaliyetleri
1908 sonrası dönemde, sendika benzeri işçi örgütlenmeleri ortaya çıkmaya başladı. “Ameleperver Cemiyetleri” gibi yapılar, işçiler arasında hem dayanışmayı güçlendiren hem de hak mücadelesi yürüten platformlar haline geldi. Aynı zamanda işçiler, bildiriler, gazeteler ve dergiler aracılığıyla sorunlarını kamuoyuna duyurmaya ve kolektif bilinç oluşturmaya çalıştılar.
Devletin Müdahalesi ve Kısıtlamaların Başlaması
Ancak bu özgürlük ortamı uzun sürmedi. 1909’daki 31 Mart Vakası ve sonrasında artan siyasal istikrarsızlık, İttihat ve Terakki yönetimini işçi hareketlerine karşı daha temkinli ve baskıcı bir pozisyona yöneltti. Bu bağlamda 1909 tarihli Grev Kanunu çıkarılarak grev hakkı ciddi şekilde sınırlandı; özellikle kamu hizmetlerinde grev yapmak tamamen yasaklandı.
Sonuç olarak, 1908 Devrimi, Osmanlı işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı, örgütlenmeye ve taleplerini dile getirmeye başladığı bir eşik noktası olmuştur. Ancak bu süreç, aynı zamanda egemen sınıfların işçi hareketinin potansiyel gücünü fark ederek yeni sınırlama stratejileri geliştirmesine de yol açmıştır.
Cumhuriyet’in Erken Döneminde Kapitalistleşmenin Dinamiklerine bakacak olursak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, sadece siyasal değil, aynı zamanda iktisadi bir dönüşüm süreci olarak da okunmalıdır. 1923 sonrasında devlet ekonomiye doğrudan müdahaleye yönelmiş, Osmanlı Devleti’nden devralınan kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesinin önünü açmış; bu süreçte burjuvazinin zayıflığı ve ticaret burjuvazisi ağırlıklı oluşu, devletin ekonomik özne olarak rol oynayışına neden olmuştur.
Cumhuriyetin Erken Döneminde Birleşik Ekonominin Tesisi ve Toprağın Metalaşması
Kapitalist üretim tarzı, üretim araçlarının sermaye biçiminde özel mülkiyet halini alması, üretimin pazar için yapılması ve emek gücünün metalaşmasıyla birlikte tam anlamıyla işlerlik kazanır. “Bu bağlamda, demiryolu ağı, Türkiye’nin erken dönem kapitalistleşmesinde temel bir rol üstlenmiştir. 1923-1940 arasında demiryolu uzunluğu iki katına çıkarılmış, özellikle iç bölgelerle liman kentleri arasındaki bağlantılar güçlendirilmiştir.”[13]
Bu yatırım, yalnızca teknik bir ulaşım hamlesi değil, aynı zamanda iç pazarın bütünleşmesini hedefleyen sınıfsal bir müdahaledir. Harvey’e göre, sermaye birikimi süreci mekânsal sınırları aşarak ilerlemek zorundadır: “Sermaye, üretim fazlasını değerlendirmek için zaman-mekân sıkışmasını kullanır.”[14] Bu bağlamda demiryolları, sermayenin kırsal alana nüfuzunu ve geleneksel üretim tarzlarının çözülmesini hızlandırmıştır.
Toprağın metalaşması ve köylülüğün yeniden yapılandırılmasını irdeleyecek olursak,1925’te Osmanlı’dan devralınan toprak düzeni uygulamalarında aşarın kaldırılması ve 1945 tarihli Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu gibi düzenlemelerle değişimler yaşanmış, toprak mülkiyetinin bireyselleştirilmesi teşvik edilmiş ve toprak bir meta haline gelmiştir.
Lenin’in 1899 yılında Rusya’daki benzer süreci analiz ederken belirttiği gibi: “Küçük üretici, piyasa ilişkilerine entegre olduğu ölçüde ya kapitalist haline gelir ya da proletaryaya katılır.”[15] Türkiye örneğinde bu dönüşüm, kırda farklılaşmayı ve tarım emekçilerinin giderek mülksüzleşmesini beraberinde getirmiştir. Devlet; köylülüğü, müdahaleleriyle piyasa mekanizmasına bağlı hale getirmeye çalışmıştır.
Devlet Sermayesinin Oluşturulması: Sümerbank ve Etibank Örneği
Kapitalist üretim tarzının yerleşmesi, yalnızca emek gücünün biçimsel olarak özgürleşmesi ya da metaların geniş pazarlarda dolaşıma girmesiyle değil; aynı zamanda üretim araçlarının sermaye birikimine konu olacak şekilde özel mülkiyet altında toplanması ve artık-değer üretiminin sürdürülebilir hale gelmesiyle mümkündür. Türkiye’nin erken Cumhuriyet döneminde bu tarihsel dönüşüm, sermaye birikiminin hem sınıfsal hem de mekânsal temellerinin zayıflığı nedeniyle sekteye uğramıştır. Müslüman-Türk girişimci sınıf henüz oluşumunun başlarındayken, sermaye birikiminin esas taşıyıcıları olan gayrimüslim burjuvazinin önemli bölümü savaşlar, tehcirler ve mübadele yoluyla ekonomik alandan dışlanmış ya da fiziksel olarak tasfiye edilmiştir. Öte yandan Selanik, Manastır, Üsküp gibi Rumeli’nin ticaret, sanayi ve finans merkezlerinin Türkiye dışında kalması, bu kentlerde yoğunlaşmış bulunan iktisadi ağların ve birikim merkezlerinin kaybı anlamına gelmiştir. Dolayısıyla kapitalist üretim tarzının maddi temelleri olan sermaye birikimi, sınıfsal taşıyıcılar ve bölgesel merkezler düzeyinde ciddi bir kırılmaya uğramış, Cumhuriyet rejimi iktisadi modernleşme çabasına bu eksikliklerle başlamak zorunda kalmıştır. Bu nedenle devlet, bir yandan Türk sanayi burjuvazisini güçlendirici önlemler almaya önem verirken, diğer yandan bizzat kendisi doğrudan sanayi yatırımları yapmaya girişmiştir.
Bu sürecin somut örnekleri Sümerbank (1933) ve Etibank (1935) gibi kamu iktisadi teşebbüslerinin kurulmasıyla görüldü. Sümerbank, tekstil ve kimya gibi temel sanayi dallarına yatırım yaparken, aynı zamanda kredi dağıtımı ve sanayi planlamasında da merkezi bir rol üstlendi. Etibank ise enerji, maden ve altyapı yatırımlarıyla ağır sanayinin temellerini attı. “Bu kurumlar yalnızca üretim tesisleri inşa etmekle kalmadı, aynı zamanda kendi mühendislerini, teknisyenlerini ve iş gücünü de yetiştirdi. Böylece devlet, sadece yatırımcı değil, aynı zamanda planlayıcı, düzenleyici ve eğitici bir özne hâline geldi.”[16]
Bu yönüyle devlet, kapitalist gelişmenin herhangi bir evresinde değilmişçesine dışsal bir müdahale aracı değil; sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak üzere tarihsel olarak farklı yoğunluklarda devreye giren yapısal bir aktördür. Türkiye örneğinde de devletin ekonomik ve ideolojik belirleyiciliği, geç kapitalistleşen toplumlara özgü yapısal özelliklerin bir sonucu olarak öne çıkmıştır. Ancak bu durum, Türkiye’yi genel kapitalist gelişim örüntüsünden tamamen sapmış bir istisna olarak görmek yerine, farklı tarihsel eşiklere sahip ülkelerde devletin oynadığı değişken rolleri dikkate alan daha geniş bir çerçevede değerlendirilmelidir. Dolayısıyla devletin burada üstlendiği “kolektif kapitalist” işlev, klasik liberal modelden sapma değil, gelişim düzeyine içkin bir müdahale biçimi olarak düşünülmelidir.
Devlet bankalarının yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda sınıfsal bir rol üstlendiği de unutulmamalıdır. Bu kurumlar, proletaryanın doğrudan örgütlenmesini engelleyen otoriter bir sanayileşme biçimiyle birlikte çalıştı. “Devlet eliyle kurulan fabrikalar genellikle kırsal bölgelere yerleştirilerek geleneksel bağları güçlü bir işçi profili yaratıldı. Sendikalaşma ve grev hakkı kısıtlanırken, işçi sınıfı daha çok ‘millî kalkınma projesinin parçası’ olarak kurgulandı. Böylece sınıf bilincinin gelişimi bastırılırken, sermaye birikimi süreci sınıfsal çelişkileri görünmez kılacak şekilde inşa edildi.”[17]
Dolayısıyla, Sümerbank ve Etibank gibi kurumlar yalnızca ekonomik kalkınmanın değil, aynı zamanda sınıf ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasının araçlarıydı. Bu süreçte geliştirilen “devlet kapitalizmi“, Türkiye’de özgün bir sermaye birikim rejimi inşa ederken, işçileşme sürecini kontrollü ve ideolojik olarak yönlendirilmiş biçimde ilerletti.
Erken Cumhuriyet dönemi, Türkiye’de kapitalistleşmenin devlet güdümünde ve yapısal müdahalelerle gerçekleştiği bir süreçtir. Demiryolları, toprak reformları ve devlet bankaları gibi araçlar, kapitalist üretim tarzının önkoşullarını yaratmıştır. Bu süreç; meta dolaşımının hızlandırılması, toprağın metalaştırılması ve sermaye birikiminin merkezileştirilmesi üzerinden, köylülüğün çözülmesini ve proleterleşmenin koşullarının yaratılmasını mümkün kılmıştır. Her ne kadar bu süreç özgün dinamikler barındırsa da, kapitalizmin evrensel eğilimleriyle tam bir uyum içerisindedir.
Erken Cumhuriyet Döneminde Sınıf Mücadelesinin Bastırılması ve Sınıf Gerçeğinin İnkârı
1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan devraldığı toplumsal mirası modernleştirme hedefiyle yola çıkarken, bu yapıyı disipline etme ve sınıfsal gerilimleri kontrol altında tutma yönünde de kararlı adımlar atmıştır. Erken Cumhuriyet yıllarında, bir yandan devlet destekli sanayileşme ve kalkınma politikaları işçi sınıfının sayıca büyümesini teşvik ederken, öte yandan bu sınıfın örgütlenmesini ve siyasal özne olarak gelişmesini sistematik biçimde engellemiştir. Böylece işçi sınıfı mücadelesi hem maddi araçlar hem de ideolojik aygıtlarla bastırılmıştır.
Yeni rejim, ulus-devlet inşa sürecinde “sınıfsız, imtiyazsız bir kaynaşmış kitle” idealini merkeze yerleştirmiştir. Bu söylem, toplumsal eşitsizlikleri görünmez kılarak burjuva sınıfının çıkarlarını tüm ulusun çıkarıymış gibi sunma işlevi görmüştür. Egemen sınıflar yalnızca baskı yoluyla değil, rıza üretimi üzerinden de toplumsal hakimiyet kurar. “Cumhuriyetçi ideoloji de işçileri, köylüleri ve küçük esnafı aynı ‘millet’ kategorisi içinde eriterek sınıf farklılıklarını görünmez kılmaya çalışmıştır.”[18]
Bu ideolojik çabanın pratik karşılığı, 1930’larda devletin resmi yayın organı olan Ulus gazetesinde gözlemlenir. “Hepimiz aynı gemideyiz” veya “milletçe kalkınıyoruz” türünden ifadelerle sınıfsal ayrımlar silikleştirilirken, grev veya ücret artışı gibi işçi talepleri “halk düşmanlığı” olarak yaftalanmıştır. Aynı dönemde kamu fabrikalarında düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına karşı gelişen protesto eylemleri sıkıyönetim tedbirleriyle bastırılmıştır. “Örneğin, 1934 yılında Kayseri Sümerbank Bez Fabrikası’nda yaşanan iş bırakma eylemi, fabrika müdürünün jandarma desteğiyle müdahalesi sonucunda sona erdirilmiş; eyleme katılan bazı işçiler sürgün edilmiştir.”[19]
Takrir-i Sükûn ve 1936 İş Kanunu
1925’te yürürlüğe giren Takrir-i Sükûn Kanunu yalnızca Kürt isyanlarını bastırmak amacıyla değil, aynı zamanda genel anlamda siyasal muhalefeti susturmak için de kullanılmıştır. Bu çerçevede işçi örgütlenmeleri ve sosyalist hareketler de hedef alınmıştır. Türkiye Komünist Partisi (TKP), 1920’lerin ortasından itibaren yasadışı ilan edilmiş; partinin önde gelen üyeleri tutuklanmış ya da sürgüne gönderilmiştir. Bu müdahaleler, yalnızca belirli örgütleri değil, sınıfın siyasal bir özne olarak gelişme imkanını da ortadan kaldırmaya dönük yapısal adımlardı. Erken Cumhuriyet yönetimi, bu süreci başarıyla yönetmiş; sendikal hakları ya doğrudan yasaklamış ya da bürokratik denetim altında işlevsizleştirmiştir.
Cumhuriyet’in işçi sınıfını düzenleme araçlarından biri de hukuki çerçeve olmuştur. 1936 tarihli İş Kanunu, modern iş mevzuatının ilk örneği olarak sunulmuş olsa da, grev ve toplu sözleşme hakkını tanımaması nedeniyle işçilerin kolektif mücadele potansiyelini sınırlandırmıştır. Bu yasa, iş ilişkilerini bireysel temelde tanımlayarak işveren karşısında işçiyi savunmasız bırakmış; devlet görünüşte “hakem” konumundayken fiilen sermayenin yanında yer almıştır.
Ayrıca uygulamadaki ayrımcılık da dikkat çekicidir. Örneğin, Zonguldak kömür havzasında çalışan işçiler düzenli ücret alamama ve iş güvenliği eksiklikleri nedeniyle taleplerini dile getirmiş; ancak “1938’de bu işçilerin dile getirdiği talepler ‘kamu düzenini bozma’ gerekçesiyle geri çevrilmiş; taleplerini ileten öncü işçiler görevlerinden alınmıştır.”[20] Böylece işçilerin yalnızca hak arayışları değil, aynı zamanda muhalefet potansiyelleri de törpülenmiştir.
1930’lardan itibaren hayata geçirilen Birinci ve İkinci Sanayi Planları çerçevesinde kurulan Sümerbank, Etibank, SEKA gibi kamu işletmeleri, geniş ölçekli bir işçileşme süreci başlatmıştır. Ancak bu işletmelerde çalışan emekçiler, modern işçi sınıfı kimliğinden çok, devletin sadık ve disiplinli çalışanları olarak şekillendirilmeye çalışılmıştır. Bu işletmelerde uygulanan yönetmelikler oldukça katıydı. “Örneğin, Nazilli Basma Fabrikası’nda sabah geç kalan işçiler hakkında tutanak tutulur, tekrarı hâlinde ücret kesintisi ve kıdem kaybı uygulanırdı.”[21] Devlet, üretim sürekliliğini sağlamak adına ideolojik ve idari tüm araçlarını işçilerin denetimi için seferber etmiştir.
Sonuç
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte, emek üzerindeki denetim biçimleri dönüşüme uğramış; ancak bu dönüşüm köklü bir kopuşa değil, belirli bir devamlılığa işaret etmiştir. Marx’ın sermaye birikimi kuramına göre proleterleşme, işgücünün metalaşması ve üretim araçlarından kopuşla mümkündür. Osmanlı’da bu süreç, zanaatkârlığın çözülmesiyle başlamış, kırsal üretimin ticarileşmesi ve kentli işçiliğin doğuşuyla hız kazanmıştır. Ancak bu gelişmeler, sınıf bilincine sahip bir işçi öznesinin ortaya çıkmasını kısıtlamıştır. Cumhuriyet döneminde de benzer bir çizgi devam etmiş; kamu işletmeleri modern üretim ilişkilerini getirmiş olsa da işçiler üzerindeki ideolojik ve kurumsal denetim artarak sürmüştür.
Lenin’in emperyalizm teorisinin de gösterdiği gibi, Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerde burjuvazi ile devletin iç içeliği, işçi sınıfının örgütlenmesini yapısal olarak sınırlandırmıştır. Cumhuriyet bu bağlamda ilerici bir dönüşüm projesi olarak sunulmuş olsa da, sermaye birikiminin devamlılığı adına işçileri disipline etme işlevini üstlenmeye devam etmiştir.
KAYNAKÇA
Aytekin, E. A. (2022) Üretim Düzenleme İsyan: Osmanlı İmparatorluğu’nda Toprak Meselesi, Arazi Hukuku ve Köylülük, Dipnot Yayınları, İstanbul.
Boratav, K. (1988) Türkiye İktisat Tarihi, 1908-1985. Gerçek Yayınevi, İstanbul.
Çetinkaya, D. (2015) Tanzimattan Günümüze Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
Engels, F. (2010) İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yayınları, İstanbul.
Harvey, D. (1982) The Limits to Capital. Blackwell.
Keyder, Ç. (2015) Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim, İstanbul.
Lenin, V. I. (1988) Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi. Sol Yayınları, İstanbul.
Marks, K. (2008) Grundrisse, Birikim Yayınları, İstanbul.
Marx, K. (2011) Kapital, Cilt 1, Yordam Yayınları, İstanbul.
Öztürk, H. (2010) Demiryolları ve Modernleşme: Türkiye’de Devletin Ekonomik Politikaları (1923-1950), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Yıldırım, K. (2025) Osmanlı’da İşçiler, İletişim Yayınları, İstanbul.
Zürcher, E. (1998) Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler, İletişim Yayınları, İstanbul.
[1] Aytekin, A. (2022), Üretim Düzenleme İsyan, Dipnot Yayınları, İstanbul, sf. 20
[2] Marx, K. (2011), Kapital, cilt 1, Yordam Yayınları, İstanbul, sf. 58
[3] Çetinkaya, D. (2015), Tanzimattan Günümüze Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, sf. 58
[4] Çetinkaya, age, sf. 52.
[5] Çetinkaya, age, sf. 58.
[6] Zürcher E. (1998) Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 28
[7] Zürcher, E. (1998), Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 30
[8] Marx, K. (2008), Grundrisse, Birikim Yayınları, İstanbul, sf. 68
[9] Engels, F. (2010), İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yayınları, İstanbul, sf. 102
[10] Çetinkaya, age, sf. 65
[11] Yıldırım, K. (2025) Osmanlı’da İşçiler, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 112.
[12] Yıldırım, age, sf. 112.
[13] Öztürk, H. (2010) Demiryolları ve Modernleşme: Türkiye’de Devletin Ekonomik Politikaları (1923-1950). İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, sf. 12.
[14] Harvey, D. (1982) The Limits to Capital. Blackwell, sf. 12
[15] Lenin V. I. (1988) Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi. Sol Yayınları, İstanbul, sf. 84
[16] Zürcher, E. (1998) Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 32
[17] Boratav, K. (1988) Türkiye İktisat Tarihi, 1908-1985. Gerçek Yayınevi, İstanbul, sf. 54
[18] Çetinkaya, age, sf. 65
[19] Aytekin, age, sf. 88
[20] Keyder, Ç. (2015) Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim, İstanbul, sf. 112
[21] Keyder, age, sf. 114.







