Erkan Aydoğanoğlu

 

Giriş

Sanayi Devrimi’nin ilk yaşandığı ülke olan İngiltere, grev hakkının tarihsel gelişimini anlamak açısından özel ve öncü bir konuma sahiptir. 18. yüzyılın sonlarından itibaren makineleşmenin hız kazanmasıyla birlikte üretim ilişkileri köklü bir dönüşüme uğramış, geleneksel zanaatkârlıktan sanayi proletaryasına geçiş başlamıştır. Bu dönüşüm, emek sürecinde derin eşitsizlikleri ve sömürüyü beraberinde getirmiştir. İngiltere’de burjuva devrimlerinin görece erken yaşanması ve hukukun sermaye birikimi lehine yeniden yapılandırılması da işçilerin örgütlenmesini ve hak taleplerini baskı altına alan bir tarihsel sürecin önünü açmıştır.[1]

Sanayi Devrimi modern anlamda işçi sınıfının doğuşunu ve sınıf mücadelesinin ilk biçimlerinin ortaya çıkışını sağlamıştır. Lonca geleneklerinden dayanışma derneklerine, makine kırıcılığından sendikal örgütlenmeye uzanan bu tarihsel hatta grev, sadece ücret artışı talep eden bir eylem biçimi değil, aynı zamanda işçilerin kolektif özneleşme sürecinin temel bir aracıdır. Dolayısıyla grev hakkının doğuşunu anlamak, kapitalizmin işleyişine karşı geliştirilen tarihsel ve toplumsal tepkileri doğru kavramak açısından önemlidir.

 

İlk İşçi Örgütlenmeleri ve Grevler

  1. yüzyılın başlarında, zanaatkârların oluşturduğu meslek loncalarının bir araya gelerek haklarını savunmaya çalıştığı görülür. Yaklaşan tehlikenin farkına varan İngiliz burjuvazisi bu hareketlerin önünü erkenden kesmeye çalışmıştır. Daha 1718’de, İngiltere’de erken dönem sanayileşme sürecinde işçilerin ücret pazarlığı yapmak için bir araya gelmelerini veya topluca iş bırakmalarını yasadışı ilan eden bir yasa (Combination Act) çıkarılır. Bu yasanın daha gelişmiş şekli sonraki yıllarda 1799-1824 yılları arasında uygulanacaktır. İngiltere’de 1792 yılında ilk sınıfsal işçi örgütü olan Londra Yazışma Derneği kurulmuş, 1793 yılında kabul edilen Yardımlaşma Dernekleri Yasası günümüzdeki modern sendika yasalarının öncüsü olmuştur.

Devletin ve fabrika sahiplerinin baskılarına rağmen gelişen ilk işçi örgütlenmeleri ve eylemler sadece hak arama değil, aynı zamanda zanaatkâr emeğinin saygınlığını koruma amacı da taşımıştır. Bu dönemde ortaya çıkan grevler ve örgütlenme biçimleri henüz bugünkü anlamda sınıf temelli örgütlenmelerden uzak olsa da emekçilerin ortak kimlik ve sınıf bilincini geliştirmesi açısından önemlidir.

Sanayi Devrimi’nin ilk döneminde yaşanan işçi direnişlerinin daha çok ekonomik tepkiler şeklinde kendiliğinden ortaya çıktığı görülür. İngiltere’de 1811-1813 yılları arasında etkili olan Luddite hareketi, makineleri kırarak protesto eden işçilerin, sanayileşmeye karşı ilk kolektif isyan eylemleridir. Ludditler (makine kırıcıları) sadece üretim araçlarını kırmamış, aynı zamanda kötü çalışma koşullarını hedef almıştır. O dönem henüz yaygın grevler yoktur; ancak Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarında işçilerin iş bırakması bile “isyan” ya da “halkı kışkırtma” gibi suçlamalarla ağır şekilde cezalandırılmıştır.[2]

İngiliz tarihçi E. P. Thompson bunu sadece “teknoloji düşmanlığı” olarak değil, grevin başka biçimdeki ifadesi olarak tanımlar. Makine kırıcılar sadece makineye değil, onu işçilerin aleyhine kullanan sermaye sahiplerine karşıdır. Bu, bir tür grevdir ve ayırt edici özelliği yoğun şiddet içerikli olmasıdır. Ona göre makine kırıcılığı grevlerin ve çeşitli hoşnutsuzlukların bir uzantısı olarak tanımlanır ve sürekli yasadışı eylem ya da ayaklanma-benzeri olaylarla kol kola gelişmiştir.[3]

İngiltere’de Napolyon Savaşları sırasında çıkarılan 1799 tarihli “İşçilerin Yasadışı Birleşmelerini Önleme Yasası” modern anlamda sendikaların doğuşunu geciktiren bir etki yaratmıştır.[4] Bu yasa, grev yapan ya da toplu pazarlık yoluyla hak arayan işçilere ağır cezalar getirerek örgütlenmeyi engellemeyi hedeflemiştir.[5] Grev çağrısı yapmak, grev sırasında üyelere destek sağlamak veya grevci işçileri finanse etmek ciddi cezalarla karşılaşılacak eylemler olarak kabul edilmiş ve sendika destekli grevler büyük ölçüde engellenmiştir. Ancak yasaklar sürerken “işçiler, grev yapmaktan geri durmamış; yeraltı örgütlenmeleriyle grevler sürdürülmüş ve bu süreçte sınıf dayanışması güçlenmiştir.[6]

Marx, grevlerin yasaklanmasını sınıf iktidarının bir aracı olarak değerlendirir. Grevlerin yasallaşması kitle baskısıyla olmuş ve grevler sınıf mücadelesinin vazgeçilmez aracı olarak tarihteki yerini almıştır. “İngiliz parlamentosu, beş yüzyıl boyunca utanmazca bir bencillikle işçilere karşı kapitalistlerin kalıcı bir sendikası olarak hareket ettikten sonra, grevleri ve sendikaları yasaklayan yasaları ancak kitlelerin baskısı altında zorla ve istemeye istemeye kaldırmıştır.[7]

 

Grevin Ortaya Çıkışı ve Etkileri

Toplu iş bırakma biçimini tanımlamak için kullanılan ve Fransızca kökenli bir kelime olan “grev” kavramı İngilizcede aynı anlama gelmek üzere “strike” kelimesiyle ifade edilir ve ilk kez kömür taşıma işçileri ve denizcilerin önderlik ettiği 1768 Londra grevleri sırasında ortaya çıkmıştır. “Strike” (grev) kelimesi gemilerin üst yelkenlerini sökerek onları hareketsiz hale getirme eylemini ifade eden bir kavramdır. O zamandan bugüne grev kelimesi İngiltere’de işçi mücadeleleri açısından en etkili ve simgesel kavram olmuştur.

  1. yüzyılın başlarında özellikle İngiltere ve Fransa’da işçilerin yoksulluk koşulları dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Fabrikalarda yaşanan grevler ve direnişler, kapitalistleri tedirgin etmiş, işçiler örgütlenme özgürlüğü talebiyle hareket etmeye başlamıştır. Ancak bu mücadele bilinçli ve örgütlü bir sınıf hareketinden ziyade henüz şekillenmemiş, öfkeli bir direniş niteliğindedir.[8]

İngiltere’de işçi sınıfının sendikalarda birleşme süreci, önce sendikalar kurulup sonra hakların kazanılması şeklinde değil; tam tersine, önce grev hakkının fiilen kullanılmasıyla başlamıştır. İşçiler önce mücadele etmiş, grev yapmış, sonrasında sendikalar ortaya çıkmıştır. Örneğin; İngiltere’de 1816’daki Nottingham Grevi ve 1819’daki Lancashire Grevi 1824 yılında sendikaları yasaklayan yasaların kaldırılmasını sağlamıştır. Fransa’da da benzer bir süreç yaşanmış, 1749’daki ilk grev, 1831 ve 1834’teki Lyon dokumacı işçilerinin grevleri ve özellikle 1848’deki genel grev, sendikaların kurulmasına zemin hazırlamıştır. Almanya’da ise süreç daha da sert ilerlemiştir. 1731’de grev yapan kalfalar ağır cezalara çarptırılmış, 1844’te işçiler makineleri hedef alarak saldırılarda bulunmuş, 1847’deki genel grev ve ayaklanmaların ardından, ancak 1869’da sendikaların kurulmasına izin verilmiştir.[9] Bu örneklerin gösterdiği gibi, işçi sınıfı sendikal haklara masa başında değil, sokakta ve işyerlerinde verdiği mücadeleyle, işçilerin çıkardığı yerel gazetelerin etkin kullanılmaya başlanmasıyla ulaşmıştır. “İşçilerin çıkardığı yerel gazetelerde grev çağrıları ve grev deneyimlerinin paylaşılması, sınıf bilincinin inşasında iletişim ağlarının önemini gösterir.[10]

1830’lar ve 1840’lar, Avrupa’da özellikle İngiltere’de derin bir ekonomik ve toplumsal krizin yaşandığı yıllardır. Bu dönemde tarımsal üretimde ciddi bir daralma yaşanmış, kırsal kesimdeki geçim kaynaklarının azalması büyük bir iç göç dalgasına yol açmıştır. Şehirlere akan işgücü, sanayide zaten sınırlı olan istihdam olanaklarını zorlamış, bu durum işsizliğin hızla artmasına neden olmuştur. Aynı dönemde, sanayide yaşanan durgunluk nedeniyle ücretler düşmüş, çalışma süreleri artmıştır. Özellikle maden işçileri, tekstil sektöründeki dokumacılar ve liman işçileri bu sürecin en çok etkilenen kesimleri olmuş, düşük ücretler, sağlıksız çalışma koşulları ve keyfi işten çıkarmalara karşı çeşitli bölgelerde grevler düzenlemişlerdir. Bu grevler, sadece ekonomik taleplerle sınırlı kalmamış, aynı zamanda işçilerin insanca yaşam, güvenli çalışma koşulları ve örgütlenme hakkı taleplerini de içermiştir.

1842 yılında gerçekleşen “Genel Grev”, İngiltere’deki emek tarihinin önemli kırılma anlarından biridir. Grev, sadece ücret artışı talebiyle değil, işçilerin siyasi temsil ve oy hakkı gibi daha kapsamlı hak arayışlarıyla şekillenmiştir. Grev dalgası ülkenin birçok bölgesine yayılmış, on binlerce işçi üretimi durdurmuştur. Bu eylemler, örgütsüz ve kendiliğinden başlamış olsa da kısa sürede koordineli bir halk hareketine dönüşmüştür. Grev sırasında işçiler fabrikaları, kömür ocaklarını, demiryollarını kapatarak üretim süreçlerini kesintiye uğratmış, taleplerini kitlesel bir biçimde dile getirmiştir.

1842 grevleri, tarihin ilk kitle grevleri olarak tanımlanabilir. Bu grevlerin ölçeği ve yaygın doğası, ilk genel grev terimini uygun hale getirir. Ancak bu genel grev bir sendika bürokrasisi tarafından değil, sıradan işçiler tarafından organize edildi; yani iş yerlerinden kadınlar, erkekler ve çocuklar; dönemin artan eşitsizliği ve baskısına karşı olağanüstü biçimde bir araya gelen işçiler tarafından.[11]

1842 Genel Grevi, ilk siyasal işçi hareketi olan Chartist Hareketi (1832-1848) ile doğrudan bağlantılıdır. Chartistlerin temel talepleri arasında tüm erkeklere oy hakkı, seçim bölgelerinin eşitlenmesi, milletvekillerinin maaş alması gibi siyasal reformlar yer almıştır. Ancak bu talepler, sadece siyasi değil, sınıfın toplumsal gücünü tanıyan eşitlikçi bir düzen arayışını da içermiştir. 1842 Grevi ile Chartizm arasındaki örtüşme, işçilerin siyasal özne olma iradesini de göstermesi açısından önemlidir.

Marx’a göre grevler, kapitalist üretim tarzının doğasında bulunan sömürünün zorunlu sonucu olarak ortaya çıkar. Grev, sadece bir ücret pazarlığı değil, sınıf mücadelesinin açık ve doğrudan biçimidir. Kapitalist ile işçi arasındaki görünürde “eşit” haklar çatışır ve bu çatışmada “Eşit haklar arasında son sözü kuvvet söyler.”[12] Bu çarpıcı cümle, işçilerin iş gününü sınırlamak gibi temel taleplerinin dahi ancak örgütlü güçle, yani grev gibi güce dayanan mücadele biçimleriyle elde edilebileceğini vurgular.

Engels 1845 yılında yazdığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabında grevleri, kapitalist düzenin sürekliliğini tehdit eden yapısal çatlaklar olarak değerlendirir.[13] Ona göre bu eylemler rastlantısal ya da geçici patlamalar değil, kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu sonuçlarıdır. Kapitalist sınıfın kârlarını artırma güdüsü, işçilerin ücretlerini düşürmekte ve yaşam koşullarını sürekli baskı altına almaktadır. Bu sistematik sömürüye karşı işçiler, grevler aracılığıyla tepki göstermekte, böylece sınıfsal karşıtlık açık biçimde görünür hale gelmektedir.

Engels’e göre her grev, proletaryanın burjuvaziye karşı verdiği küçük ölçekli bir savaş niteliğindedir. Bu mücadeleler birikerek işçilerin kolektif bilincini geliştirir, örgütlenme kapasitesini artırır ve daha büyük toplumsal çatışmaların zemini hazırlanmış olur. Grevlerin sıklaşması ise burjuva toplumun “istikrarlı” yüzeyini sarsmakta, barışçıl uzlaşma hayallerini boşa çıkarmaktadır. Çünkü her grev, işçilerin artık pasif bir şekilde kaderlerine razı olmayacağını, aksine kolektif ve örgütlü bir karşı duruş geliştirdiğini ortaya koyar.

Engels grevleri kapitalizmin iç çelişkilerinin açığa çıktığı, sınıf savaşımının görünür hale geldiği anlar olarak değerlendirir. Bu eylemler sadece üretimin geçici olarak durduğu anlar değil, aynı zamanda işçilerin kolektif gücünü fark ettiği, kendi tarihsel rollerini kavradığı süreçlerdir. Engels’e göre her grev yaklaşmakta olan büyük toplumsal dönüşümlerin habercisidir.

 

Grev Hakkının Yasalaşması ve Sınırlandırılması

İngiltere’de grev hakkının yasalarla güvence altına alındığı ilk düzenleme 1871 tarihli Sendikalar Yasası’dır. Yasa ile işçi örgütlerinin hukuki statüsü tanınarak sendikaların “suç örgütü” gibi görülmesinin önüne geçilmiştir. Üyeler, birleşerek eylem gerçekleştirdiklerinde “sözleşmeye aykırı” görülseler bile cezalandırılmaları engellenmiştir. Ancak aynı yasayla birlikte ceza kanununda yapılan değişiklikle İngilizcede “picket” olarak ifade edilen grev sırasında diğer işçileri ikna etme, işyerine giren-çıkanlara müdahale etme ve işveren üzerinde baskı kurma gibi eylemler yasa dışı ilan edilmiştir. Böylece bir taraftan sendikalaşma yasal güvenceye alınırken diğer taraftan sendikal mücadelenin en etkili mücadele aracı olan grev hakkı büyük ölçüde etkisiz hale getirilmeye çalışılmıştır.[14]

1871 düzenlemesi, “hukuk içinde sınıf mücadelesi” açısından çarpıcı bir örnektir. Burada grev yasal olarak “tanınırken” fiilen etkisizleştirilmiştir. Ancak İngiliz işçi sınıfı 1875’te bu sınırı kırarak gerçek grev hakkını kazanmıştır.[15] Bu süreç, kapitalist devletin “tarafsız” olmadığını, hukukun sınıfsal çatışmanın bir arenası olduğunu kanıtlaması açısından önemlidir.

1868 yılında kurulan İngiltere’nin en büyük işçi örgütü Sendikalar Kongresi (TUC) Parlamento Komitesi tarafından 1875’te yayınlanan “İşçi Yasaları Özeti” adlı belgede belirttiği gibi:

Yargıçlar, 1871 yasasının tek etkisinin grevin konusu olan ticaretin yasadışı olmaması olduğunu beyan ettiler. Bir grev tamamen yasaldı; ancak, kullanılan araçlar işvereni zorlamak için hesaplanmışsa, yasadışı araçlardı ve yasal bir eylemi yasadışı yollarla yapmak için bir araya gelmek suç teşkil eden bir komplo idi. Başka bir deyişle, bir grev yasaldı, ancak bir grevin ardından yapılan her şey suç teşkil ediyordu. Böylece yargıçlar telafi edici yasayı yırtıp attılar ve her yeni karar daha da ileri giderek yeni tehlikeler yarattı.[16]

İngiltere’de 19. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan iki önemli grev, işçi sınıfı mücadelesi ve grev hakkının kullanılması açısından önemlidir. Bu grevler, Kibritçi Kızlar (Matchgirls) Grevi (1888) ve Londra Liman İşçileri (1889) grevidir.

1888 Kibritçi Kızlar Grevi, İngiltere’de kadın işçilerin öncülüğünde gerçekleşen ilk büyük grev olarak hem işçi sağlığı hem de kadın emeğinin sendikal mücadeledeki yeri açısından tarihsel bir dönüm noktasıdır. Londra’daki Bryant & May kibrit fabrikasında çalışan bin 400 civarında işçi kadın ve kız çocuğu, 5 Temmuz 1888’de, bir arkadaşlarının haksız yere işten çıkarılması üzerine greve çıkmıştır. Ancak grevin altında yatan nedenler çok daha derindir.

Kibritçi kadın işçiler, 14 saatlik uzun mesailer, düşük ücretler, keyfi cezalara dayalı ücret kesintileri ve özellikle beyaz fosforun yol açtığı ölümcül “fosfor çenesi (phossy jaw)” hastalığına yakalanmalarına yol açan insanlık dışı çalışma koşulları altında eziliyordu. Daha güvenli olan kırmızı fosforun kullanılmasına geçilmemesinin temel nedeni ise patronların kâr hırsıydı. Bu koşullar, grevi sadece ekonomik değil, aynı zamanda işçi sağlığı ve yaşam hakkı mücadelesi hâline getirmiş ve o dönem kamuoyunun geniş desteğini kazanmıştır. Kadın işçiler tarafından oluşturulan grev komitesi, mücadelenin örgütlü karakterini pekiştirmiştir. Üç hafta süren eylem sonunda işçiler keyfi ücret kesintilerinin kaldırılması başta olmak üzere önemli kazanımlar elde etmiştir. Ayrıca 27 Temmuz 1888’de kurulan Kadın Kibrit İşçileri Sendikası kadın işçilerin kurduğu en büyük sendikalardan biri olmuştur. Bu grev, kadınların işçi sınıfı mücadelesindeki yerini güçlendirmiş, ülke genelinde kadın emeğine yönelik farkındalığı artırmıştır. Aynı zamanda, beyaz fosforun 1908’de yasaklanmasına giden süreci başlatarak işçi sağlığı alanında kalıcı etkiler bırakmıştır.

1889 Londra Liman İşçileri Grevi ise, vasıfsız işçilerin örgütlü gücünü görünür kılan ve “Yeni Sendikacılık” (New Unionism) akımını güçlendiren önemli bir grevdir. 12 Ağustos 1889’da Londra Limanı’nda başlayan grev, kısa sürede büyüyerek 14 Ağustos’ta yaklaşık 100 bin işçinin katılımıyla ülkenin en büyük kitlesel direnişlerinden birine dönüşmüştür. Grevin temel talebi, günlük ücretin “sixpence” (altı peni) seviyesine çıkarılmasıdır. Bu talep, o dönem sembolik olarak işçilerin insanca yaşama hakkını temsil etmektedir.

Liman işçileri, büyük oranda düzensiz ve güvencesiz çalışıyor, sabahın erken saatlerinde liman kapılarında iş bekliyor, çoğu zaman sadece birkaç saatlik parça başı iş alabiliyordu. Bu sistem, emekçiyi tamamen patronun keyfiyetine teslim eden bir sömürü düzeniydi. Grev, bu düzene karşı bir öfkenin örgütlü biçime kavuştuğu anda gerçekleşmiştir. Grev sürecinde çok sayıda işçi önderi ön plana çıkmış, grevcilere sadece İngiltere içinden değil, Avustralya’dan gelen bağışlarla da uluslararası dayanışma sağlanmıştır. Kamuoyunun baskısıyla birlikte, patronlar grev taleplerini kabul etmek zorunda kalmıştır. Grev sonucunda günlük işçi ücretleri altı peniye yükseltilmiş, parça başı sistemde düzenlemeler yapılmış, grev nedeniyle işten çıkarılan işçilerin geri alınması sağlanmıştır.

Burada kısaca bahsettiğimiz her iki grev de farklı işçi kesimlerinin –kadınların ve vasıfsız işçilerin– tarihsel olarak dışlandığı alanlarda örgütlü mücadeleye öncülük etmiştir. 1888 Kibritçi Kızlar Grevi, kadın emeğini ve işçi sağlığını öne çıkarırken; 1889 Londra Liman Grevi, işçi sınıfının kitlesel potansiyelini ve siyasal gücünü açığa çıkarmıştır. İngiliz işçi sınıfı tarihi içinde özel bir yeri olan her iki grev de ekonomik kazanımların yanı sıra, örgütlenme hakkı, toplumsal dayanışma ve sınıf bilinci açısından kalıcı etkiler yaratmıştır.

 

Sonsöz

İngiltere’de ve diğer ülkelerde grev hakkı işçilerin örgütlü mücadelesiyle kazanılmış, her adımda bedel ödenerek savunulmuştur. E. P. Thompson’a göre grev sürecinde işçiler, kendilerini sadece ücret karşılığı çalışan biri değil, sisteme karşı çıkabilen, kolektif gücü olan bir özne olarak görmeye başlar. Grev süreci, işçileri bir araya getirir, ortak çıkarlar etrafında buluşturur ve “biz” duygusunu inşa eder. Bu nedenle grev, sadece bir “ekonomik mücadele” değil, sınıf bilincinin kurumsallaştığı tarihsel bir andır.[17]

Günümüzde birçok ülkede (özellikle Türkiye’de) grev hakkı fiilen sınırlandırılmakta, yasaklarla ve “milli güvenlik” gerekçeleriyle engellenmeye çalışılmaktadır. Oysa grev, sadece bir ekonomik talep aracı değil, emeğin siyasal bir özne olarak görünür hâle geldiği, kolektif iradenin sahneye çıktığı bir mücadele biçimi olarak ele alınmalıdır.

Sendikal hareket; sadece grev hakkını savunmakla sınırlı kalmamalı, grevi sınıf mücadelesinin tarihsel sürekliliği içinde örgütleyen ve meşrulaştıran bir hattı kurabilmelidir. Bugün, grev hakkının sınırlandığı, sendikal hakların budandığı koşullarda, bu tarihsel birikimi yeniden hatırlamak önemlidir. Çünkü geçmişte olduğu gibi bugün de grev, sadece üretimin geçici olarak durması değil, emeğin sömürüye, eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı verdiği en meşru, en etkili ve en güçlü cevap olmayı sürdürmektedir.

 

 

Kaynakça

Aydoğanoğlu, E. (2025) Sınıf Mücadelesi ve Sendikalar, Töz Yayınları, Ankara.

Engels, F. (1997), İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev. Y. Fincancı, Sol yayınları, Ankara.

Marx, K. (2011), Kapital Cilt 1, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam yayınları, İstanbul.

Merchant, B. (2024), Makinedeki Kan, çev. Z. Parlak, Elma yayınları, Ankara

Shorter, E. ve Tilly, C. (1974) Strikes in France 1830-1968, Cambridge University Press, London.

Thompson, E. P. (2004), İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev. U. Kocabaşoğlu, Birikim Yayınları, İstanbul.

Webb, S. ve Webb, B. (2011), The History of Trade Unionism, Barnes&Noble, Dijital Library, New York.

[1] Webb, S. ve Webb, B. (2011), The History of Trade Unionism, Barnes&Noble, Dijital Library, New York.

[2] Merchant, B. (2024), Makinedeki Kan, çev. Z. Parlak, Elma yayınları, Ankara.

[3] Thompson, E. P. (2004), İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev. U. Kocabaşoğlu, Birikim Yayınları, İstanbul, sf. 101

[4] Bu kanun sayesinde Napolyon Savaşları’nın yarattığı siyasi korku atmosferinde işçilerin toplu eylem ve dayanışma yolları büyük ölçüde kapatılmıştır. Ancak işçi yardımlaşma derneklerinin faaliyetlerini sürdürmesi sonraki yıllarda sendikal hareketin daha görünür hale gelmesine zemin hazırlamıştır.

[5] Yasanın temel amacı işçilerin, ücretleri artırmak, çalışma saatlerini kısaltmak veya çalışma koşullarını iyileştirmek için toplu eylemde bulunmalarını, yani sendikalaşmayı, toplu pazarlığı ve grev dahil her türlü işçi eylemini yasaklamaktır. Kendi aralarında birlik oluşturan her işçi, iki yargıç önünde cezaya çarptırılmış, üç ay hapis veya iki ay zorunlu emek cezası gibi ağır yaptırımlar uygulanmıştır. Bu birlikte yardım ettiği tespit edilenler ise para cezasına mahkûm edilmiştir.

[6] Thompson, age, sf. 407.

[7] Marx, K. (2011), Kapital Cilt 1, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam yayınları, İstanbul, sf. 711.

[8] Aydoğanoğlu, E. (2025) Sınıf Mücadelesi ve Sendikalar, Töz Yayınları, Ankara, sf. 22 ve devamı.

[9]  Shorter, E. ve Tilly, C. (1974) Strikes in France 1830-1968, Cambridge University Press, London.

[10] Thompson, age, sf. 505.

[11] Nigel, S. (16 Ağustos 2023) “1842, England: The World’s First General Strike”, https://www.internationaliststandpoint.org/1842-england-the-worlds-first-general-strike

[12] Marx, age, sf. 232.

[13] Engels, F. (1997), İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev. Y. Fincancı, Sol yayınları, Ankara.

[14] Smkin, J. (1997) “1871 Trade Union Act”, https://spartacus-educational.com/Ltrade.htm?utm

[15] Webb ve Webb, age.

[16] “The TUC’s First Victories” (12 Mart 2001) https://www.tuc.org.uk/research-analysis/reports/section-tucs-first-victories?

[17] Thompson, age.