Kaan Biçici

 

Bilim mefhumu zihinlerde farklı biçimlerde yer alırken, bilim insanı tipolojisinde de benzer bir durum söz konusudur. Bu tipolojide yer alanlardan kimisinin -uzay araçları üreten bir şirketin CEO’su gibi- “bilim insanı” olmakla uzaktan yakından alakası yoktur, kimisi ise “ekranların sevilen yüzü” haline gelmiş bilimin, bilgeliğin sembolü gibi sunulan aristokrasinin karnı tok evladıdır.

Aslında bilim insanı, bir zamanlar gerçekten hakikatin peşine düşmüştü ve bu yolda tek başına ya da dar bir grupla çalışırdı. Galilei’den Newton’a, Boyle’dan Hooke’a bir çok bilim insanı araştırmalarını, dönemin üniversitelerinden bağımsız ya da onlara rağmen sürdürebilmişlerdi.[1] Bu dönemde üniversiteler, çoğu zaman skolastik düşüncenin kaleleri olarak yeni bilimsel yönelimlere direnirken; bilimsel faaliyet, aristokrat himaye sistemlerinin desteklediği akademilerde, özel kulüplerde ya da bilim derneklerinde hayat buluyordu.

Bugün ise bilim insanı, çoğu zaman, bir araştırma projesinin süresine hapsedilmiş bir sözleşmeyle, yayına dönüşmeyen düşüncenin kıymet görmediği bir sistemde, fon başvuruları arasında sıkışmış bir “proje işçisine” dönüşmüş durumdadır.

Bu dönüşüm, esasında bilimsel üretimin ve üniversitenin içine çekildiği politik ve ekonomik ilişkilerin sonucu. Üniversite, “kamusal aklın kurumsal mekânı” olmaktan çıkarak şirketleşmiş, performansa dayalı, rekabetçi bir bilgi fabrikasına dönüşmüştür. Üniversiteler artık “özgür düşünce”nin değil daha çok rekabetin, yayın puanlarının, patentlerin ve proje raporlarının alanıdır.

Bugün akademide olan, yalnızca bazı hakların kaybı değil; bilginin toplumsal niteliğinin, bilimin eleştirel gücünün ve düşünsel özgürlüğün sistematik bir biçimde tasfiyesidir.

 

Aydınlanma ve Sermayenin Mekânı Olan Üniversite

Modern bilimin ortaya çıkışı kapitalizmin yükselişiyle aşağı yukarı çakışır. Bu dönemlerde bilim, kolektif bir akıl yürütmenin, toplumsal ilerlemenin itici gücü olarak düşünülmüştü. Aydınlanmacılar için bilgi, özgürleşmenin ve eşitlenmenin yoluydu. Bilim, yalnızca hakikatin peşinde koşan bir merak değil; aynı zamanda iktidarla, üretimle ve toplumsal yapıyla örülmüş bir pratiğin adıydı.

Modern bilim ne biricik aklın zaferidir ne de zaman dışı bir tarafsızlığın sembolü. O, tarihsel olarak belirlenmiş, toplumsal koşullarla yoğrulmuş ve kimi zaman özgürleştirici, kimi zaman tahakküm kurucu bir güç olarak şekillenmiştir. Aynı şey, onun kurumsal karşılığı olan “üniversite” için de geçerlidir.

Modern üniversite, Aydınlanma ile birlikte doğdu desek pek de yanlış sayılmaz. Akıl ve bireysellik idealleriyle şekillenen bu çağda üniversite, kilisenin egemenliğinden sıyrılarak bilginin sekülerleştiği bir alan hâlindeydi. Kant’ın ifadesiyle “aydınlanma insanın kendi aklını kullanma cesaretiydi” ve üniversite bu cesaretin örgütlü formu olarak sunulmuştu.[2]

Kapitalizm hiçbir alanı kendi dışında bırakmıyor. Bilgiyi de emeği de kendi ihtiyaçlarına göre biçimlendiriyor. Geleneksel üniversite, bu sistemin uzun süre dışarısında kalan nadir kurumlardan biriydi. Özerkliğini, eleştirel gücünü ve kendi iç dinamiklerini görece koruyabiliyordu. Bu idealin kısa sürede bir çelişki alanına dönüştüğü de açık. Aydınlanmanın evrensel aklı da esasında piyasanın rasyonelliğine evrildi. Bilim insanı, aklın özgür öznesinden çok, üretimin verimli bir bileşeni hâline gelecekti. Üniversitelerin, saf bilginin değil, sermaye için bilginin merkezi olmasına giden yolun taşları böyle döşenecekti.

Üniversitede gerçekleşecek olan bu değişimler toplumsal ve siyasal gelişmelerden bağımsız değildi. Farklı coğrafyalarda farklı gelişme düzeyi ve özgünlükler vardı, ancak 19. yüzyılın sonlarından itibaren üniversitelerin dönüşümü uluslararası bir nitelik kazandı.

Sermayenin üniversiteye yönelimi tesadüf değildi. İktisadi olarak sanayi devrimiyle birlikte daha fazla teknik bilgiye, daha fazla uzmanlaşmış işgücüne, daha verimli üretim tekniklerine ihtiyaç duyuluyordu. Bilgi üretimi, kapitalist üretim süreçlerine entegre edildi; üniversite bir “bilgi fabrikasına”, bilim insanı ise “kalifiye işçiye” dönüştü. Bu ihtiyaç, üniversitelerin yeniden örgütlenmesini de beraberinde getirecekti.

Kapitalist devletin inşa süreciyle birlikte üniversiteler, birer ulus-devlet aygıtına, “yurttaş mühendisliğinin” mekânına dönüştü. Asker ve sivil bürokrasi için gerekli olan kadroların yetişeceği kurum yine üniversite olacağı gibi farklı uzmanlık alanlarındaki kalifiye profesyonellerin de yetiştirilmesinin mekânı haline gelecekti.

Bu yeniden örgütlenme ve dönüşüm içerikle sınırlı kalmadı; bilginin nasıl üretildiği, kimler tarafından üretildiği ve ne için üretildiği soruları da değişti. 20. yüzyılın ortalarında dahi bilimsel araştırma, çoğu zaman uzun soluklu, belirsiz ama özgür bir düşünsel çaba olarak tanımlanıyordu.

 

İki Kültür, Tek Hâkim: Piyasanın Tarafı Belli

Modern üniversiteyle birlikte bilimsel bilgi üretimi yalnızca mekânsal değil, düşünsel olarak da yeniden şekillendi. Üniversite, bilgiyi toplumsal aklın nesnesi olmaktan çıkarıp teknik bir uzmanlık alanına dönüştüren yeni bir zihinsel iklim sundu. Bu iklimin egemen paradigmasıysa kuşkusuz pozitivizmdi.

Pozitivizm, yalnızca gözleme ve deneye dayalı bilgiyi “bilim” olarak tanımlıyor; ölçülemeyen, sayıya dökülemeyen her şeyi dışarıda bırakıyordu. Bu yaklaşım, bilimsel bilginin anlamını daraltmakla kalmadı, aynı zamanda beşerî bilgi ile doğa bilgisi arasındaki ayrımı da derinleştirdi.

1959’da C. P. Snow’un vurguladığı “iki kültür” yalnızca akademik bir ayrışmayı değil, modern dünyanın zihinsel bölünmüşlüğüne de işaret ediyordu.[3] Bir yanda doğa bilimleri sayılarla, kesinliklerle, teknolojiyle kuşanmış bir bilgi tarzı. Diğer yanda beşerî bilimler; anlamla, tarihsel bağlamla, insanın karmaşıklığıyla uğraşan bir düşünsel alan. Snow’un eleştirisi, bu iki kültürün birbirini anlamamasıydı ama mesele sadece bu değildi. Kapitalizmin ölçülebilir ve ticarileştirilebilir bilgiye ihtiyaç duyduğu yerde bilgiyi böyle ele alan pozitivizmin de düşünsel desteğiyle minderden “doğa bilimleri” galip çıktı.

Bu üstünlük yalnızca kuramsal düzeyde kalmadı. Üniversitelerde kaynak dağılımı, prestij, fon ve kadro erişimi gibi somut alanlarda da doğa bilimlerinin lehine bir asimetri oluştu. Böylece “yararlı bilgi” tanımı piyasa değeriyle ölçülmeye başlandı ve bilimin insanı özgürleştiren değil, “üretken” ya da “verimli” kılan yönü öne çıkmaya başladı. “Başarılı çalışma” tanımının temeli de yine burası olacaktı.

 

‘Homo Academicus’un Portresi

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kapitalist ekonomide yaşanan genişleme dalgası, üretim ilişkilerinde yeni ihtiyaçlar ve birikim alanları yaratırken, bu dönüşüm bilgi üretimini de doğrudan etkiledi. Giderek karmaşıklaşan üretim süreçleri, finansallaşmanın yükselişi ve teknolojiye dayalı üretici güçlerdeki sıçrama; üniversitelerin yalnızca düşünsel değil, işlevsel olarak da yeniden biçimlendirilmesinin yolunu açtı.

Devlet aygıtı ve sermaye sınıfı, bu dönemde üniversiteyi, yükselen teknik ve yönetsel uzmanlık gereksinimlerini karşılayacak bir bilgi fabrikasına dönüştürdü. Yeni akademik departmanlar, özel uzmanlık alanları ve iş bölümüne dayalı bir organizasyon yapısı, üniversitenin içeriksel haritasını genişletirken; bilgi, giderek daha fazla, üretimin doğrudan girdisine dönüştü.

Ancak bu süreç yalnızca yukarıdan biçimlendirilmedi. Savaş sonrası dönemde, özellikle Avrupa’da yükselen işçi sınıfı hareketlerinin kazanımları, eğitimin kitleselleşmesini beraberinde getirdi. Üniversiteler, sadece egemen sınıfın çocuklarına değil; alt sınıflardan gelen öğrencilere de kapılarını açmak zorunda kaldı. 20. yüzyılın ikinci yarısında üniversitelerde filizlenen öğrenci hareketleri, bu açılımın sadece niceliksel değil, siyasal ve kültürel bir dönüşüm anlamına da geldiğini gösterecekti. Üniversite, bir yandan sermaye birikimi için uzman işgücü yetiştirirken; diğer yandan eleştirel düşüncenin, isyanın ve toplumsal değişim talebinin mekânına dönüştü. Bu çelişkili konum, üniversiteyi hem kapitalist rasyonalitenin bir parçası hem de ona karşı çıkan bir mücadele alanı haline getirdi.

Bu süreçte bilim insanının emeği de yeniden tanımlandı. Emeği, tıpkı diğer işçilerinki gibi zamanla metalaştı. Ama bu metalaşma, zihin emeği üzerinden gerçekleştiği için daha görünmez, daha yıpratıcı ve daha yalnızlaştırıcıydı.

Pierre Bourdieu’nün Homo Academicus’u, üniversiteyi yalnızca bilgi üretim mekânı değil, aynı zamanda bir iktidar alanı, bir mücadele sahası olarak görmenin kapısını aralar. Akademi, dışarıdan bakıldığında “nötr” ve “rasyonel” bir evren gibi görünse de, içeriden bakıldığında simgesel sermayenin (unvanlar, yayınlar, referanslar, prestijli kurumlar) el değiştirdiği, sosyal sermaye ile örülmüş ilişkilerin hüküm sürdüğü bir arenadır.[4] Burada kim ne kadar söz söyleyebilir, neyi konu edinebilir ya da kim ne kadar “bilim insanı” sayılabilir sorularının yanıtı, yalnızca bilgiyle değil, konumla ve bağlantıyla ilgilidir.

“Doğru” alanda çalışan, “doğru” kişiyle proje yapan, “doğru” dergide makale yayımlayan akademisyenler yükselirken, eleştirel ya da bütüncül düşünen, disiplinler arası çalışan, kamusal sorumluluk hisseden araştırmacılar sistemin dışına itilir. Artık akademik ortamda, bilimsel birikim yerini yönetsel beceriye, derinlik yerini yönelimlere bırakmıştır.

Homo Academicus artık yalnızca bilgiyi taşıyan değil, kurumun vitrini olan, kaynak yaratan, kendi reklamını yapabilen, politik konularda susmayı tercih eden, yükselmenin yolunu bilen bireydir. Bu birey, çoğu zaman güvencesizlikle hizalanmış daha alt konumlardaki meslektaşlarını görmezden gelir; akademik hiyerarşi yeniden ve yeniden üretilir.

Üniversitenin bu “içsel iktidar” haritası, dışsal piyasalaşmayla buluştuğunda bilimsel üretimin yönünü doğrudan etkiler. Eleştirel düşünce değil uygunluk, tartışma değil uyum, toplumsal fayda değil fon getirme kapasitesi belirleyici olur.

 

Üniversite A.Ş. Kuruluyor

1980’lerle birlikte dünya ölçeğinde yükselen neoliberal dalga, yalnızca piyasaları değil yükseköğretimi de köklü biçimde dönüştürdü. Bu dönüşümün ajandası netti: Eğitimin giderek ticarileştirilmesi, akademik istihdamın güvencesiz ve performansa dayalı hale getirilmesi hem eğitim hem de araştırma faaliyetlerinin piyasanın ihtiyaçlarına göre yeniden tanımlanması. Kaçınılmaz sonuç ise üniversitenin bir “şirket” gibi örgütlenmesi oldu.

Artık bilgi bir kamu hizmeti değil satılabilir bir üründü. Tüm bu değişiklikler, üniversitenin yalnızca içeriksel olarak değil, yönetsel olarak da piyasalaşmasını beraberinde getirdi. “Kamu kaynaklarının verimsizliği” söylemiyle meşrulaştırılan bu süreç, üniversiteyi bir kamu kurumu olmaktan çıkarıp bir hizmet sağlayıcıya, daha doğrusu bir işletmeye dönüştürdü.[5]

Bu dönüşümle birlikte “üniversite-sanayi iş birliği” sihirli bir anahtar gibi her kapıyı açan bir kavrama dönüştü. Üniversitelerden artık kendi bütçesini oluşturan, dış kaynak bulan, özel sektörle protokoller imzalayan, topluma “katma değer” sağlayan kurumlar olması bekleniyordu.

Bu yeni dönemde üniversiteler yalnızca sanayiyle iş birliği yapan değil, doğrudan sermayenin yön verdiği yapılara dönüştü. Önce “kaynak yaratma” adı altında bütçe tartışmaları başladı; ardından üniversiteler kendi maliyetlerini azaltmaya, iş geliştirme birimleri kurmaya, yeni paralı programlarla “gelir artırmaya” ve rekabet gücünü yükseltmeye odaklanan tipik işletmelere dönüştü.

Bu dönüşümün somutlaştığı başlıca araçlardan biri de teknoparklardır. “Üniversite-sanayi iş birliği” söyleminin en görünür yüzü olan teknoparklar ve teknoloji transfer ofisleri aracılığıyla, üniversitenin araştırma altyapısı ve entelektüel sermayesi doğrudan şirketlerin kullanımına açıldı. Böylece üniversiteler, Ar-Ge süreçlerinden ürün geliştirmeye kadar sermayenin yüksek maliyetli yüklerini üstlenmeye başladı.[6] Devlet üniversiteleri bünyesinde kurulan teknokentler de bu sürecin dışında değildir; kamu kaynaklarıyla yaratılan bilimsel potansiyel, özel sektöre düşük maliyetlerle devredilmekte, “girişimcilik” adı altında kamusal bilgi özel mülkiyete dönüştürülmektedir. Böylece üniversiteler, yalnızca piyasa için bilgi üreten değil; aynı zamanda şirketlerin kâr oranlarını yükselten stratejik ortaklara dönüştürülmektedir.

Eğitim de artık kamusal bir hak değil; satın alınabilir bir hizmettir. Bu dönüşüm yalnızca yapısal değil, pedagojikti de. Yeni dönemin pedagojisi, eğitimi, bireylere işgücü piyasasında rekabet avantajı sağlayacak becerileri kazandırma süreci olarak tanımladı. “Katma değer” kavramı bilimsel üretimin değil, mezunun ne kadar kazandığının ölçüsüne dönüştü. Sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillenen, “nitelikli” bireyler yetiştirmeyi amaçlayan bu sistem, tezsiz yüksek lisans programları, sertifika enflasyonu ve mesleki odaklı paralı eğitim modelleriyle yaygınlaştırıldı. Öğrenci sayısındaki artış yalnızca bir kitleselleşmenin değil, aynı zamanda akademik emeğin daha yoğun ve güvencesiz hale gelmesinin de önünü açtı.

Artan öğrenci sayısı, daha fazla ders yükü, daha çok raporlama ve sürekli performans beklentisi anlamına geliyordu. Kadrolu istihdam yerini geçici, sözleşmeli, ölçülebilir üretim baskısı altındaki pozisyonlara bıraktı. Akademik emek hem nicel hem niteliksel anlamda esnetildi. Üniversite içinde yükselmenin yolu artık bilimsel derinlikten değil “verimlilikten” geçiyordu.

Akademisyen ise bu yeni düzende sadece üniversitelerde ders vermek ve araştırma yapmak arasında sıkışan bir “kimlik” değildi. Girişimci, proje yöneticisi, yatırımcı ve hatta zaman zaman şirket yöneticisi olarak kurgulandı. Bu bölünmüşlük sadece yönetimsel sorunlarla sınırlı kalmayacak, oluşabilecek herhangi bir kolektif tepkinin de önünü kesecek, “rekabetçi” ve “neoliberal özne” olan akademisyenlerin bir araya gelmesinin önüne geçecekti.

Bilimsel merak, toplumsal ihtiyaç ya da eleştirel düşünce değil; “projelendirilebilir” fikirler değerli hale geldi. Bilimsel üretim, daha araştırma başlamadan önce “ne işe yarayacağına” dair belgelerle projelendiriliyor, çıktı odaklı hale geliyor, fonlarla çerçeveleniyor. Bilimsel çalışma artık pazarlanabilir, ölçülebilir ve değerlendirilebilir bir ürün haline geliyor.

Böylece “girişimci üniversite” modelinde bilim insanı, araştırmacı değil bir tür esnafa dönüştü.[7] Bilgi artık bir meta, araştırma bir hizmet, “makbul” akademisyen ise bu hizmeti sunan küçük işletmeci oldu. Bu durum özellikle doğrudan piyasa talepleriyle şekillenen mühendislik ve uygulamalı alanlarda belirginleşti; ama sosyal bilimler de bu akışa eklemlendi. Fon alabilmek için “uygulanabilir”, nicel olarak hesaplanabilir/ölçülebilir ya da sayılara dökülebilir konular seçmek, kalkınma ajanslarına danışmanlık yapmak, performans sistemine uygun yayın yapmak zorunlu hale geldi.

Bugün bir üniversite, sermayeye sunduğu teknik bilgi, girişimcilik potansiyeli, patent sayısı ve dış kaynak yaratma kapasitesiyle değerlendiriliyor.[8] Böylece bilim de artık kendi iç mantığını yitiriyor, sorgulayıcı değil uygulanabilir olması, özgür değil “ölçülebilir” olması bekleniyor.

 

Bologna Süreci ve Standartlaşan Akademi

1998 yılında 29 Avrupa ülkesinin imzasıyla başlayan Bologna Süreci, ilk bakışta yükseköğretimde eşgüdüm, öğrenci hareketliliği ve diploma denkliği gibi çeşitli hedefler taşıyordu.[9] Ancak zamanla bu süreç, Avrupa üniversitelerinin neoliberal yeniden yapılanmasında bir kaldıraç işlevi gördü. Akademik bilgi üretiminin evrensel değerlerini değil; piyasaya uyarlanabilirliğini önceleyen bir yeniden şekillenişin aracı haline geldi.

Bologna’nın en görünür etkisi “dar uzmanlaşma”da[10] ortaya çıktı. Bilimsel uğraş, anlam bütünlüğü içinde bir merak ve keşif süreci olmaktan çıkarak küçük alanlara sıkıştırılan ve derinleştirilen bir “teknik bilgi üretimi”ne dönüştü.

Bilim insanı, alanının dışına çıkmayan, bağlamsızlaşmış bilgi kırıntılarını derinleştiren bir tür akademik zanaatkâr olmaya itildi. Sosyolojiyi toplumsal bağlamdan, fiziği tarihsel tartışmadan, tıbbı etik meselelerden ayıran bu yönelim, bilim insanının zihinsel hareket alanını sınırlar hale geldi.

Türkiye’de Bologna, YÖK eliyle neredeyse mekanik bir biçimde uygulandı. Bologna’yla birlikte merkeziyetçilik, neoliberal performans kriterleriyle birleşti. Her bölümün “yeterlilikler çerçevesi” hazırlandı, her dersin çıktısı tanımlandı, her akademik faaliyet “ölçülebilir” hale getirildi. Bölümlerdeki ve programlardaki akademisyenler artık yalnızca ders anlatmaz; o dersin her anını raporlamak zorundadır, bürokratik bir yüke boğulmuş durumdadır.

Ölçülebilir, raporlanabilir, ticarileşebilir bilgiyle donanmış bir “hizmet sektörü üniversitesi”. Bu sistemde yaratıcı düşünce değil; kurallara uyum, yönergelere sadakat, prosedürlere hâkimiyet esastır. Akademik özgürlük, yerini “çerçeveye uygunluk”a bırakır. Bu çerçeve, yalnızca müfredatla değil; kadro ilanlarının kriterleriyle, akademik yükselmenin performans tablolarıyla, bilimsel değerin atıf sayısıyla çizilir.

Tüm bunların merkezinde, görünmeyen ama her yere sinmiş bir ilke vardır: “Piyasanın ihtiyaç duyduğu bilgiye öncelik.” Yani üniversite artık düşünen bir kurum değil; piyasanın siparişi üzerine ürün geliştiren bir üretim merkezidir.

 

Sermayenin Kampüsleri: Özel Üniversiteler

Bu sürecin daha sonraları parlayacak yıldızı özel üniversiteler, yalnızca eğitim kurumları değil sermayenin doğrudan bilgi alanında kurduğu “araziler”dir. Türkiye’de 1980 sonrası yükselen neoliberal dalganın, 2000’lerle birlikte yükseköğretim alanında en görünür hale geldiği örneklerden biri bu kurumlar oldular. YÖK’ün 1981’den 1992’ye kadar başkanlığını yürüten İhsan Doğramacı aynı zamanda Türkiye’de ilk özel üniversitenin kurucusu ve sahibiydi.

Kâr amacı gütmeyen “vakıf” statüsüyle kurulsalar da tamamı piyasa mantığıyla “üniversite işletmenin” en bariz örnekleri. 2025 yılı itibarıyla, Türkiye’de toplam 209 üniversite bulunmakta; bunların 131’i devlet, 78’i vakıf üniversitesi.[11] Üniversitelerin eğitim ve araştırma faaliyetlerinin neoliberalizmin genel politik çerçevesinden ve ticarileştirme sürecinden bağımsız ele alınmadığının en büyük kanıtı şu: Buralarda sermaye ile ilişkiler dolaylı olduğu kadar doğrudan. Holdinglerin, sanayi odalarının, farklı sektörlerdeki sermaye sahiplerinin kurduğu ya da doğrudan desteklediği bu üniversiteler, piyasadaki nitelikli iş gücünü “kendi ihtiyaçları doğrultusunda” biçimlendirmeyi hedefler.

Atılım, Yeditepe, Işık, Kültür, Bahçeşehir, Maltepe, Beykent, Aydın ve Arel üniversiteleri kurucuları ya da mütevelli heyet başkanları dershaneci, özel eğitimci bir geçmişe sahip müteahhitlerken; Acıbadem, Medipol, Bezmialem, Biruni gibi üniversitelerde de sağlığın ticarileşmesinde zenginleşmiş sermaye sahiplerini görüyoruz. TOBB, İstanbul Ticaret, İzmir Ekonomi üniversiteleri de doğrudan ticaret odalarının desteğiyle kurulmuş üniversiteler. Bunlar dışında da gemi, tekstil vb. sektörlerden gelen özel üniversite kurucularını da görmek mümkün.[12]

Üniversite-sanayi iş birliği bu kurumlarda yalnızca bir proje alanı değil, bizzat üniversitenin kurucu paradigmasıdır. Mühendislik, mimarlık, işletme gibi alanlarda öğrenciler, henüz mezun olmadan şirket stajlarına, AR-GE merkezlerine dâhil edilerek iş gücü olarak biçimlendirilir. Beşerî bilimler ise ya marjinalleştirilir ya da “pazarlanabilir” hale getirilir.

Bu üniversitelerde öğrenciler daha açık biçimde artık yalnızca “öğrenim gören” değil “müşteri”dirler. Akademisyenler “bilgiyi sunan” değil, “pazarlayan” olarak konumlanmaktadır. Açılan bölümler, oluşturulan programlar, üniversite tanıtımlarında kullanılan dil, sertifika ve yan dal enflasyonu hep bu mantığın ürünüdür. Eğitim değil “paket program” satılır. Akademik özgürlük değil “kurumsal vizyon” öncelenir.[13]

Bu kurumlarda çalışan akademisyenler açısından da tablo iç açıcı değildir.[14] Sözleşmeler kısa sürelidir, iş güvencesi neredeyse yoktur. Yayın baskısı, öğrenci memnuniyet anketleri, sürekli performans değerlendirmeleriyle akademik faaliyet giderek bir tür hizmet sunumuna indirgenir. Akademisyen, bilgi üreticisi değil, öğrenci müşteri ilişkisini yöneten bir içerik sağlayıcısına dönüşür. Akademik ilgiler, meraklar, eleştirel yaklaşımlar değil; sektörel gereklilikler, ticari uygulanabilirlik ve fon alma ihtimali belirleyicidir.

 

Üniversite mi Yoksa Ar-Ge Taşeronu mu?

Akademik araştırmalar, tek tek projelere bölünmüş, her biri kendi bütçesi, çıktısı ve süresiyle çerçevelenmiş mikro iş alanlarına dönüşmüş durumda. Üniversiteler birer bilgi fabrikası gibi işliyor; her araştırma, fon sağlayan kurumların belirlediği öncelikler doğrultusunda şekilleniyor. TÜBİTAK’tan Avrupa Birliği fonlarına, Kalkınma Ajanslarından özel sektör desteklerine kadar uzanan bu sistemde, araştırmacının yaratıcılığı değil projenin “çağrıya uygunluğu” belirleyici oluyor.

Akademisyenler, araştırma yapmak için sürekli proje kovalamak zorunda. Her proje; bir bütçe, bir çıktı, bir zaman çizelgesi ve performans ölçütü demek. Yani emek süreci, klasik anlamda bir üretim sürecine benziyor: İşin süresi belli, teslim tarihi net, çıktısı ölçülebilir. Bu noktada bilimsel çalışmanın kendisi de performans baskısıyla şekillenen bir üretim alanına dönüşüyor. Düşüncenin yerini “çıktı”, hakikatin yerini “kriter” alıyor.

Bu bağlamda araştırmacı da yeniden biçimleniyor. Özellikle yüksek lisans ve doktora öğrencileri, proje asistanı ya da yarı zamanlı araştırmacı olarak güvencesiz koşullarda çalışıyor. Akademide kalabilmenin yolu fon bulmaktan, yayın yapmaktan ve sürekli “başarılı görünmekten” geçiyor. Bilgi üretimi, toplumsal bir sorumluluk değil kişisel bir kariyer yarışı haline getiriliyor. Genç araştırmacıların gözünde bilimsel çalışma hakikatin izini süren bir çaba değil, bir kariyer merdiveni, bir ödül ve teşvik havuzu olarak beliriyor.

Bu projeleşme, üniversite içinde yeni bir hiyerarşi ve emek rejimi inşa ediyor. Proje yürütücüsü olarak görev yapan hocalar, birer küçük “yönetici” haline gelirken; araştırma görevlileri, proje asistanları, bursiyerler ve hatta lisans öğrencileri bu küçük “laboratuvar şirketlerinin” taşeron işçileri oluyor. Sözleşmeli, güvencesiz ve genellikle düşük ücretle çalışan bu bilim emekçileri, akademinin görünmeyen çarklarını döndürüyor.

Doktora sonrası araştırmacıların durumu bu anlamda tam bir kırılma noktasıdır. Yıllarca süren eğitim sürecinden sonra hâlâ kadrosuz, güvencesiz ve proje bazlı işlerde çalışan bu genç akademisyenler, akademide kalmakla kalamamak arasında sıkışmış bir kuşağın simgesidir. Her proje bittiğinde işsiz kalma riskiyle yaşarlar; üretirler ama kalıcı olamazlar. Onlara düşen, her projede “yeniden başlamak”tır.

Lisans düzeyinde bile araştırmacı kimliğinin bu kadar erken kurulması ise, bilimsel merakın değil, “erken kariyer inşası”nın bir sonucudur. Artık üniversite öğrencilerinden de yayın yapması, kongrelere katılması, CV biriktirmesi beklenir. Bu süreç, bilimsel keşiften çok, bir tür akademik CV maratonuna dönüşür.

Bu yeni kuşak, geçmişin “özerk bilim insanı” idealine değil; rekabetçi, çok görevli, fon peşinde koşan, sürekli görünürlük üretmek zorunda olan bir figüre dönüşmektedir. Onlar ne laboratuvarda tam zamanlı çalışan teknisyenlerdir ne de akademik özgürlüğe sahip entelektüeller.

Lisansüstü öğrenciler için bu tablo daha da çetin bir hâl alıyor. Kadro olanaklarının daraldığı ölçüde, yüksek lisans ve doktora öğrencileri proje asistanlığıyla hayatta kalmaya çalışıyor; bunu da yapamayanlar için ise akademi dışında, çoğu zaman bilimsel uğraşıyla ilgisiz ek işlere yönelmekten başka bir seçenek kalmıyor. Bilimsel üretimin tam merkezinde yer alırken, bu üretimin getirilerinden en az pay alan, hatta çoğu zaman yalnızca tüketilen bir emeğe dönüşüyorlar. Akademide kalmak, giderek daha fazla ekonomik fedakârlık ve sosyal güvencesizlik anlamına geliyor.

Özellikle özel üniversitelerde bu durum daha da ağırlaşıyor. Birçok lisansüstü öğrenci, fiilen asistanlık yapmasına rağmen ya hiçbir ücret alamıyor ya da son derece düşük meblağlarla çalıştırılıyor. Sınav okuma, belge düzenleme, öğrenci işleriyle ilgilenme hatta kimi zaman derslere girme gibi görevler, çoğu zaman gönüllülük kisvesi altında emek sömürüsüne dönüşüyor. Bu öğrenciler, akademinin “görünmeyen işçileri” olarak sistemin sürekliliğini sağlarken, kendilerine dair hiçbir güvenceleri olmadan varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Ne öğrencilik haklarından tam anlamıyla yararlanabiliyor ne de çalışan haklarına sahip olabiliyorlar. Akademiyle piyasa arasına sıkışmış bir emek gücü olarak sistemin kırılgan halkasını oluşturuyorlar.

 

Güvencesizliğin Kadın Hali

Kadın akademisyenler için bu süreç çok daha katmanlı ve yıpratıcı işliyor. Zira kadınlar, yalnızca esnek, geçici ve düşük ücretli pozisyonlarda çalışmakla kalmıyor; aynı zamanda görünmeyen emekleriyle akademinin yükünü sırtlanıyorlar. Kadroya girememiş yüksek lisans ve doktora öğrencileri arasında kadınlar çoğunlukta.[15] Bu öğrenciler çoğu zaman özel üniversitelerde asistanlık benzeri görevlerde çalıştırılıyor; belge işlerinden sınav okumaya, hatta ders vermeye kadar geniş bir görev skalasını üstlenmelerine rağmen ya hiçbir ücret alamıyor ya da son derece sembolik bir ödemeyle yetinmek zorunda kalıyorlar. Erkek egemen akademik kültür, bu emeği “yardım”, “gönüllülük” ya da “deneyim kazanma” olarak tanımlayarak meşrulaştırıyor.

Üstelik kadın akademisyenler için güvencesizliğin yalnızca maddi değil, aynı zamanda duygusal ve toplumsal bir bedeli de var. Çocuk bakımı, yaşlı ebeveyn sorumluluğu ya da hane içi işler gibi yükler hâlâ ağırlıklı olarak kadınların omuzlarında. Bu durum, akademik üretim sürekliliği ve rekabet baskısı altında kadınları çok daha kırılgan bir konuma sürüklüyor.[16]

Yüksek lisans ve doktora süreci, kadınlar için çoğu zaman aynı anda hem akademik hem de kişisel olarak “tutunma mücadelesi”ne dönüşüyor. Ne tam anlamıyla öğrenci ne de emekçi olarak tanınan bu konum, kadınlar açısından çoğu zaman sessiz, görünmez ama çok yoğun bir sömürü biçimini içeriyor. Güvencesizleşme, kadın akademisyenler için yalnızca geçici bir istihdam sorunu değil; toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliklerin yeniden üretildiği kalıcı bir yapıya dönüşüyor.

 

Kadro Olsun Yeter’

Bilimsel üretimin yükü artarken, bu üretimi gerçekleştirecek akademik kadrolar daralıyor. Kadro, bir istihdam biçimi olmaktan çok bir lütuf hâline geliyor. Kadrolar siyasî sadakatle, ideolojik yakınlıkla, bazen de üniversite-içi kliklerin keyfiyle dağıtılıyor. Akademik “liyakat” söyleminin içi boşaltılmış; yerine tanıdık bulma, dilekçe takip etme ve kişisel ilişkiler kurma pratiği geçmiştir. Kadrosuzluk, genç bilim insanı için yalnızca ekonomik bir sorun değil, aynı zamanda akademik varlık hakkının reddidir.

Bu krizin en görünür yansıması, 2000’li yıllardan itibaren art arda açılan “yeni” üniversitelerde karşımıza çıkıyor. Nitelik değil nicelik önceleniyor. Her şehre bir üniversite açmak, yerel kalkınmanın değil yükseköğretim sisteminde bir kitleselleşmenin ve dağınıklığın kapısını araladı. “Taşrada” açılan üniversiteler, çoğunlukla kısıtlı bütçeler, yetersiz akademik kadrolar ve bilimsel donanımdan uzak altyapılarla kuruldu.[17] Bu kurumlar, genç akademisyenler için çoğu zaman zorunlu ilk duraklardır.

Taşra üniversitelerinde çalışan akademisyenler, büyükşehirlerdeki meslektaşlarından farklı bir yalnızlık yaşar. Kültürel, entelektüel ve mesleki anlamda çorak bir zeminde, çoğu zaman ne araştırma yapmak mümkündür ne de bilimsel iş birlikleri kurmak. Konferanslara katılmak için gerekli bütçeler çıkmaz, laboratuvarlar eksiktir, kütüphaneler çağın gerisindedir. Bu durum akademisyenleri meslekten uzaklaştırır, sadece ders vermeye ve bürokratik işleri tamamlamaya iteler.

Kadrosuzluk, taşraya sürülme ve güvencesizlik… Tüm bunlar, akademiyi sessiz bir çöküşe sürüklüyor. Üniversite bilgi üretmenin değil, idare etmenin mekânına dönüşüyor. Bilimsel üretim birkaç merkezde yoğunlaşırken taşra üniversitelerinde potansiyel birikim çürümeye terk ediliyor.

Genç akademisyen ses çıkarmaz, çünkü kadro bekliyordur. Kadrolu olanlar, konumlarını kaybetmekten korkar. Yöneticiler, üniversiteyi bir “şirket” gibi yönetir; başarı, uluslararası sıralamalarda kaçıncı olunduğuyla ölçülür. Oysa arka planda birikmiş olan bilimsel çürüme, kişisel tükenmişlik ve yabancılaşmadır.

Bunun dışında nepotizmin de her türlüsünün de görüldüğü yerler buralar. Psikoloji bölüm başkanlığı yapan “ilahiyatçılar”, akrabaların atandığı idari pozisyonlar, üniversiteye dair ihalelerin eşe, dosta pay edilmesi…

 

Akademinin Vitrini: Atıflar, Projeler, Patentler

Neoliberal akademinin kutsal üçlüsü: Atıf, patent ve proje. Artık araştırmacı ürettiği bilgiyle değil kaç yayın yaptığıyla, hangi endekste ne kadar atıf aldığıyla ölçülüyor. Bilimsel merak yerini akademik performansa, düşünsel bütünlük yerini anahtar kelimelere bırakıyor. Bilim insanı ise bu sistem içinde yalnızlaşıyor; düşünsel bir cemaatin değil, bireysel rekabetin parçası oluyor. Akademi, kolektif bir entelektüel alan olmaktan çok, herkesin herkesle yarıştığı bir piyasa zeminine indirgeniyor. “Sağlıklı bir çoğunluğun” olmadığı tartışma alanları da çoraklaşıyor.

Atıf sistemi bu dönüşümün vitrini. Uluslararası indekslerde taranan dergilerde yayımlanan makaleler, akademik kariyerin para birimi gibi işlem görüyor. Yayın sayısı ve atıf miktarı, bilim insanının akademik “piyasadaki” değerini belirliyor. Niteliksel bir tartışma yoktur burada; hangi sorunu ele aldığı, hangi ihtiyaca dokunduğu değil; kaç kişinin o makaleye link verdiği önemlidir. Bilgi, kendi bağlamından koparılır, rakama dönüştürülür.

Patent ise bilginin doğrudan metalaşmasının resmidir. Bir buluşun topluma sağladığı faydadan çok, ticarileşebilir olup olmadığı öne çıkar. Üniversitelerin performans tablolarında “yeni patent sayısı”, “endüstriyel iş birliğiyle geliştirilen ürünler” gibi kriterler yer alır. Bilgi artık kamusal birikimin değil, şirketlerin özel mülkiyetinin parçasıdır.[18]

Ve elbette proje… Bilim insanının fonlarla kurduğu ilişkinin adı. Akademik kariyer artık proje yazma, sunma, raporlama, yayına dönüştürme döngüsü içinde şekillenir. Bu sistemde her araştırma, daha başlamadan “ne işe yarayacağı”, “hangi çıktıların alınacağı”, “ekonomik ve toplumsal katkısının ne olacağı” gibi başlıklarla tanımlanmalıdır. Bilimsel merak değil “çağrı metni” belirleyicidir.

Bu ölçüm sistemleri, yalnızca akademik yönelimleri değil, akademisyenin yaşam koşullarını da belirliyor. Kadrolar, performansa göre veriliyor; terfiler, yayın-patent-proje tablosuna göre yapılıyor. Sürekli olarak bu alanlarda üretim yapamayan akademisyenler, iş güvencelerinden oluyor. Araştırma görevlileri, doktora sonrası araştırmacılar, proje asistanları… Hepsi bu sistemde güvencesiz, yedeğe alınabilir, gerektiğinde işten çıkarılabilir işçiler haline geliyor.

Artık bilim insanı, bilgi üretmekle değil puan üretmekle meşgul. Akademide kalmak isteyen, sadece iyi araştırmalar yapmakla değil; “doğru yerde yayın yapma”, “fon bulma”, “ekip kurma”, “bürokratik işleyişi bilme” gibi pek çok alanda da yetkin olmak zorunda. Bu çok yönlülük, çoğu zaman emek yoğun, duygusal olarak yıpratıcı ve maddi olarak karşılıksız bir çaba halini alıyor.

 

Emeğin Bilgisi, Kartelin Kârı: Bilimsel Yayıncılık

Üniversiteler bilimsel üretimde büyük şirketlerle birlikte tekel hâline gelmiştir. Bu tekel, hem bilginin içeriğini hem de dolaşımını belirler. Bilim artık bir kültürel birikim ya da toplumsal ortak akıl değil; kurumlaşmış, sınırlanmış, metalaştırılmış bir etkinliğe dönüşmüştür.

Üniversitenin bu merkeziliği, akademik yayıncılık sisteminde çarpıcı biçimde kendini gösterir. Bilim insanı araştırır, yazar, hakemlik yapar, hatta bazen dergiyi bile yürütür; fakat o bilgi, sonunda özel yayın tekellerine ait dergilerde yayınlanır. Yani emeği veren kamu; kazancı elde eden, genellikle birkaç küresel yayın devinin oluşturduğu karteldir. Örneğin, 2023 yılında Elsevier tek başına hakemli dergilerinden 3,8 milyar dolar gelir elde etmişti.[19]

Elsevier, Springer, Wiley gibi yayınevleri, milyonlarca dolarlık abone gelirleri elde ederken, üniversiteler kütüphaneleri için bu bilgiye ulaşmak adına bütçelerini tüketmek zorundadır.

Bu sistemin alternatifi gibi sunulan “açık erişim” modeliyse, göründüğü kadar özgürlükçü değildir. Yazarın makalesini açık erişimli yayımlatabilmesi için çoğu zaman yüksek miktarda “yazar ücreti” ödemesi gerekir. Yani bilgiye erişim özgürleştirilirken, bilginin üretimi daha da seçkinleşir: Parası olmayan araştırmacı, bilgisini özgürce dolaşıma sokamaz. Böylece bilgi üretimi, ekonomik kaynaklara doğrudan bağlı hale gelir.

Bu durum, bilimi teknik bir faaliyete, akademiyi de bir tür araştırma fabrikasına dönüştürdü. Entelektüel uğraş; eleştirel düşünme, bütünsel kavrayış gibi niteliklerinden sıyrılıp verimliliği ve piyasaya sunulabilirliği önceleyen bir üretim pratiğine indirgendi.

Özellikle genç araştırmacılar, daha yolun başında bu piyasa aklıyla karşı karşıya kalıyor. Merak ettikleri, düşledikleri ya da sorgulamak istedikleri alanlar değil; fon bulabilecekleri, “yayın çıkartabilecekleri” ya da “proje yazabilecekleri” konular tercih edilmeye başlanıyor. Akademik yönelim, ilgiye ya da yeteneğe göre değil; hangi alanın daha hızlı sonuç verdiğine, hangi konunun daha çok atıf alabileceğine göre şekilleniyor.

Akademik yayıncılık, bilginin değil; statünün, rekabetin, piyasa değerinin üretildiği bir arenaya dönüşmüştür. “Publish or perish” (Yayınla ya da yok ol) mottosu, bir tehdit değilse bile bir dayatmadır artık. Bilimin amacı anlamak, açıklamak ve dönüştürmekten; yayınlamak, endekslenmek ve sıralanmak olmaya evrildi. Tüm bu yapısal dönüşümün içinde, üniversitenin bir kamusal düşünce alanı olma niteliği de hızla silindi. “İdeolojisiz” bir bilim anlatısı, “ideolojisiz” bir akademik unsurun da dayatmasıydı.

 

Akademide İdeolojinin Yeni Yüzleri

Demokratik ve politik talepler, yerini giderek daralan, çoğu zaman bireysel ve ekonomik taleplerle sınırlı kalan bir zemine bıraktı. Artık öğrenciler daha fazla burs, akademisyenler daha az ders yükü ya da performans kriterlerinde adalet talep ediyor; ancak üniversitenin ne ürettiği, kimin için bilgi ürettiği ya da nasıl bir toplum tahayyülüne hizmet ettiği soruları giderek daha az sorulur hâle geliyor. Sistemin krizleri ise “liyakatsizlik” gibi teknik eksikliklere indirgenerek sistemin doğasına dair eleştirel düşünce bastırılıyor.

Bu sessizlik içinde sermaye, kendi suçlarını örtmek için yeni ideolojik yatırım alanları yaratıyor: “Yeşil dönüşüm”, “sürdürülebilirlik”, “göç”, “kadın çalışmaları”, “iklim”, “dijital dönüşüm” gibi alanlar, birçok üniversitede parlatılmış araştırma merkezleri, fonlanabilir projeler ve istihdam olanaklarıyla öne çıkıyor. Bu alanların tümü elbette başlı başına değersiz değil; ancak piyasa aklı içinde yeniden tanımlandıklarında, eleştirel bilgi üretiminden çok sistemin kendini yeniden üretme aparatlarının yeni görüngüsü oldu. Üniversiteler, zaten yalnızca bilgi üretim merkezleri değil, aynı zamanda sermayenin ideolojik üretim merkezleriyken bugün “ihtiyaç” duyulan ölçüde de hızla kendine yeni biçimler kazandırdı.

Türkiye’de bu yönelimin en görünür örneklerinden biri savunma sanayiidir. “Milli teknoloji hamlesi” adı altında yürütülen bu ideolojik yönlendirme, mühendislik ve teknik alanlarda çalışan gençleri yalnızca üretici değil, aynı zamanda itaatkâr birer mühendis olarak kurguluyor. Bu yönelimin vitrininde ise TEKNOFEST gibi etkinlikler yer alıyor. Bir bilim fuarı görünümünde organize edilen bu büyük gösteri, aslında savaş teknolojilerinin kutsandığı, bilimin silah sanayiyle iç içe geçirilerek sunulduğu bir sahneye dönüşüyor. Burada bilim, özgürleştiren bir merak değil; “milli güvenlik” eksenine hizalanmış bir sadakat pratiği olarak işleniyor. Bu da üniversitenin yalnızca piyasa değil, devlet ideolojisinin de taşeronu haline geldiği yeni bir dönemi işaret ediyor.

 

Örgütsüzlük

Bilim insanının kazanımlarının ortadan kalkışı sadece emek rejimindeki dönüşümle sınırlı değil; aynı zamanda bu yeni emek biçimine karşı koyabilecek kolektif araçların da zayıflatılmasıyla mümkün oldu. Akademi bugün yalnızca güvencesizleştirilmiş değil, aynı zamanda örgütsüzleştirilmiş bir toplumsal alan. Ne ücret adaletsizliğine ne kadro kıyımlarına ne de akademik özerkliğe yönelik müdahalelere karşı güçlü, sürekli ve yaygın bir direniş mekanizması var. Üniversite, yalnızlaşmış bireylerin içine çekildiği bir üretim hücresine dönüştü; dayanışma ve örgütlülük ise nostaljik bir hatıraya.

“Akademisyen” kimliği de parçalanmış durumda. Bir yanda proje fonlarını yöneten, kadro ve yayına odaklı bir figür, hemen yanında bürokratik olanla daha çok hemhal olan üniversite odaklı bir figür öte yanda güvencesiz araştırma görevlileri, proje asistanları, doktora öğrencileri… Akademisyenlerin bu parçalı ve hiyerarşik yapısı, ortak bir emek bilinci ve örgütlülüğün önünü tıkıyor.

Sendikal örgütlenme, akademide hâlâ oldukça cılız. Kamu üniversitelerinde bazı sendikalar sınırlı ölçüde varlık gösterse de özel üniversitelerde yok ya da çok zayıf. Özlük haklarına dair temel mücadeleler bile iş güvencesi tehdidiyle bastırılıyor. Performans değerlendirmeleri, sözleşmeli istihdam, mobbing ve dolaylı baskı mekanizmaları akademisyenleri sessizliğe zorluyor.

Ücret eşitsizliği, özellikle vakıf üniversitelerinde büyük bir uçuruma dönüşmüşken, farklı statülerde çalışan akademisyenler arasında kurulan hiyerarşiler örgütlenmeyi değil, bireysel “başarı”yı ödüllendiriyor.

Dernek ve vakıf gibi mesleki örgütlenmeler ise çoğu zaman meslek içi dayanışmayı teknik, idari ya da akademik etkinliklerle sınırlıyor; hak mücadelesini daha “makul” araçlarla sınırlandırıyor. Bu yapılar, zaman zaman ekonomik talepler açısından bir zemin sunsa da akademinin siyasal çöküşüne dair bir söz üretmekte yetersiz kalıyor. Bilimsel özerkliğin ve ifade özgürlüğünün toplumsal bir talep olarak savunulması yerine, bireysel pozisyonların korunmasına odaklanan bir çekingenlik hâkim.

Bu sessizliğin en acı halkalarından biri kuşkusuz Barış Akademisyenleri süreciyle yaşandı. Devletin hedef tahtasına koyduğu akademisyenler sadece ihraç edilmedi; aynı zamanda üniversite içindeki dayanışma damarları da o süreçte koptu. O günden sonra akademi hem siyasal cesaretini hem de örgütlü varlığını büyük ölçüde kaybetti. Korku, güvencesizlikle el ele vererek akademiyi sessizleştirdi.

Bu da kadroların dönüşümünü beraberinde getirdi. Genç akademisyenler, sessiz kalmanın bir tür mecburiyet olduğu hissiyle akademik camiaya dâhil oldu. Kadro alabilmek, yükselmek, kalabilmek için uyum göstermek gerektiği fısıldanmadı; bizzat deneyimletildi. Kadro ilanları kişiye özel, yükselme kriterleri ölçülemez, belirsiz hâle gelirken; üniversite bir hak alanı değil, bir yarış arenası olarak kurgulandı. Bu yeni düzenin içinde sendikalılık “risk”, itiraz “tehdit”, dayanışma ise “lüks” olarak kodlandı.

 

Ne Yapmalı?

Bugün bilimin önündeki en büyük engel, bizzat onun gelişmesini olanaklı kılan kapitalizmin kendisi hâline gelmiştir. Bilgi üretimi, artık insanlığın ortak aklının bir ifadesi değil; sermaye birikiminin bir aracı olarak işlev görmektedir. Bu nedenle akademik emeğin üzerindeki sermaye boyunduruğunun kırılması, yalnızca bilim insanlarının değil, bütün toplumun bir ihtiyacıdır.

Akademik üretimin yönü rekabetten değil kamusal ihtiyaçlardan beslenmelidir. Bunun için yalnızca demokratik haklar mücadelesi yetmez; aynı zamanda ideolojik bir mücadele de yürütülmelidir. Çünkü mesele yalnızca üniversitelerin nasıl yönetildiği değil; bilginin neye hizmet ettiği meselesidir. Yapılması gereken bilim insanlarını yalnızlıklarından çıkarıp ortak bir mücadele zeminine taşımaktır.

Bugün üniversitelerde çalışan akademik emekçiler de kendi konumlarını yeniden tanımlamalıdır. Akademisyenlik –“bireysel kurtuluş” hikâyesinin işe yaradığı küçük bir azınlığı dışarıda bırakacak olursak- ayrıcalıklı bir meslek değil, güvencesizliğin ve değersizleştirmenin kuşattığı bir emek biçimi. Bu emeğin görünür kılınması, işçileşmenin kabulüyle başlar. Ancak bu farkındalık, örgütlü bir mücadeleyle anlam kazanır. Bilimsel özerklik yalnızca bir etik mesele değil, aynı zamanda sınıfsal bir taleptir.

Başka bir bilim mümkündür. Sermaye için değil toplum için; rekabet için değil dayanışma için üretilen bir bilim. Başka bir üniversite mümkündür. Piyasanın siparişlerine göre şekillenmeyen, halkın ihtiyaçlarına kulak veren, birlikte düşünmenin ve üretmenin mekânı olan bir üniversite.

Bunun yolu, akademiyi yeniden kamusal bir alan olarak kurmaktan ve her düzeyde mücadeleyi birlikte örgütlemekten geçiyor.

[1] Bernal, J. D. (2011) Bilimin Toplumsal İşlevi, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, sf. 34.

[2] Kwiek, M. (2000) “The nation-state, globalisation and the modern institution of the university”, Theoria: A Journal of Social and Political Theory, 96, 74-98.

[3] Snow, C. P. (1999) İki Kültür, çev. T. Birkan, Tübitak Yayınları, Ankara.

[4] Bourdieu, P. (2021) Homo academicus, çev. N. Ökten, A. N. Kocasu ve E. Gülbey, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

[5] Nalbantoğlu, H. Ü. (2003) “Üniversite AŞ’de bir ‘homo academicus’: ‘Ersatz” yuppie akademisyen”, Toplum ve Bilim, 97, 7-42.

[6] Uzunyayla, F., ve F. Ercan (2011) “Türkiye’de Eğitim Sistemine Yönelik Yeni Talepler ve Yeni Aktörlere Sınıfsal Bir Bakış”, Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite, S. Korkusuz Kurt ve F. Ercan (der.), SAV, 197-222.

[7] Etzkowitz, H. (2013) “Anatomy of the entrepreneurial university”, Social Science Information, 52(3), 486-511.

[8] Bu değerlendirme sürecinin tarihselliğini, nasıl işlediğini ve etkilerini başka bir yazıda daha detaylı olarak aktarmıştık. Bkz. Biçici K. (2024) “Akademide ‘Ayın Elemanı’ Olma Yarışı: Makaleler, Atıflar ve Projeler”, Teori ve Eylem, 64, 119-126.

[9] Ergur, A. (2016) “Her Yemeğe Sos Bolonez! Bilimsel Etkinliğin Kapitalist Girişime Dönüşmesi Sürecinde Disiplinler Standartlaşması”, Paylaşımlar: Üniversite, Bilgi, Üretim içinde, B. Mücen, Ç. Topal ve E. Yıldırım (ed.) İletişim Yayınları, İstanbul, 149-169.

[10] Uzmanlaşma kuşkusuz düşünsel ilerleme ve gelişim açısından bir koşuldur ancak uzmanlaşma ve parçalanma belirli bir noktanın ötesine geçtiğinde bütünsel yaklaşım zayıflar. Genel olarak akademinin eleştirel yorumunda konu edinilen “dar uzmanlaşma” araştırmacının gerçekleştirdiği bilimsel araştırma faaliyetinin sonuçları ve getirilerinin “bütünsel” yorumuna karşı sorumsuzlaşması ve yabancılaşmasıdır.

[11] Türkiye’de Üniversite Dağılımı ve İstatistikleri (anbeankampüs)

https://anbeankampus.co/blog/turkiyede-kac-universite-var/

[12] Üniversitelerin kendi sayfalarında bulunan “Mütevelli Heyeti” ya da “Kuruluş” gibi sekmelerden bu bilgilere ulaşılabilir.

[13] Vakıf üniversitelerinin tarihini, üniversitelerdeki akademisyenlerin emeğinin dönüşümünü ve farklı üniversitelerdeki deneyim örnekleri için detaylı ve bütünlüklü bir bakış için bkz. Değirmencioğlu, S. M. ve K. İnal (2015) Yükseköğretimin serbest düşüşü: Özel üniversiteler. Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

[14] Yakın zamandaki gelişmelerle daha kısa ve öne çıkan yönlerini gösteren haber için bkz. Demirel, N. S. (31 Ağustos 2023) “Vakıf üniversiteleri yasaları takmıyor: Sömürü var, ceza yok”, Evrensel,

https://www.evrensel.net/haber/497962/vakif-universiteleri-yasalari-takmiyor-somuru-var-ceza-yok

[15] Bircan, H. Merve ve N. Erdoğmuş (2020) “Kadın akademisyenlerin kariyer kimliği inşası: Araştırma yapmak isteyen anne öğretim üyesi”, Journal of Economy Culture and Society Özel Sayı 1, 177-206.

[16] Öztan, E. ve S. N. Doğan (2015) “Akademinin cinsiyeti: Yıldız Teknik Üniversitesi örneği üzerinden üniversite ve toplumsal cinsiyet”, Çalışma ve Toplum 3, 46, 191-222.

[17] Bu konudaki oldukça kapsamlı çalışma için bkz. Tekerek, T. (2023) Taşra Üniversiteleri: AK Parti’nin Arka Kampüsü, İletişim Yayınları, İstanbul.

[18] Örneğin, Times Higher Education (THE) University Rankings’in sıralama sisteminde “Industry Income” başlığı altında üniversitelerin sanayiyle yaptığı işbirliklerinden elde ettiği gelir ölçülmektedir. Bu kriter, doğrudan bilginin ticarileşme kapasitesine dayalıdır. Yani bir üniversitenin bilimsel başarı seviyesi, artık sadece araştırma çıktılarının niteliğiyle değil, bu çıktılar üzerinden elde edilen patent ve gelirlerle de tanımlanmaktadır. THE’nin açıklamasına göre bu kriter “bir üniversitenin bilgi aktarımındaki etkinliğini ve sanayiye katkısını” ölçmektedir. Ne var ki, bu “katkı”, üretimden çok kârla ölçülmektedir. Times Higher Education (2024) World University Rankings Methodology, https://www.timeshighereducation.com/world-university-rankings/methodology-world-university-rankings

[19] Andrew A. (18 Eylül 2024) “Academic Publishers Hit with Antitrust Suit over Peer Review”, Publishers Weekly, https://www.publishersweekly.com/pw/by-topic/industry-news/publisher-news/article/95968-academic-publishers-hit-with-antitrust-suit-over-peer-review.html