Ahmet Cengiz
İşçi sınıfının kapitalist toplumdaki rolü ve tarihsel misyonunu tartışan burjuva sosyolog ve postmodern ideologlarının savları, tüm çeşitliliklerine karşın, esasta iki ögenin birbirinden ayrılması üzerinden yükselmekte. Bu iki öge, işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkilerindeki konumu (üretim araçlarından yoksunluğu ve emek gücünü satma zorunluluğu itibarıyla sömürülen ve artı-değeri yaratan sınıf olması) ile bu nesnel konumunun koşulladığı tarihsel misyonu gerçekleştirme (devrimci özne olma) yetisidir. Savların ortak özelliği, bu iki öge arasındaki korelasyonu negatif anlamda kurmak, yani bir ögedeki nesnel değişimi ya da spekülatif anlamı saptayarak diğer ögeyi anlamsız kılmak. Vardıkları pozitif sonuçsa genelde şu oluyor: Marx ve Engels’in sözünü ettiği işçi sınıfının artık ne kendisi ne de devrimci öznelliği mevcut. Öyleyse bu “realite”, Marx ve Engels’in kendiliğinden sınıf ile kendisi için sınıf ayrımı ve bağlamını iradeci bir anlayışla yaptıklarını gösteriyordu. Bu durumda işçi sınıfına atfedilen “mesih”liği aşmak, gelişen kapitalizmin yeni ve gerçek öznelerini bulmak gerekiyordu!
Belirtilen birinci öge yazımızın konusu olmadığından sadece şunu belirtmekle yetinelim: Burjuva sosyolog ve ideologlarının işçilerin bir sınıf teşkil etmedikleri ya da işçi sınıfının artık tarihe karıştığı iddiaları gerçek olsaydı[1], burjuvazinin kendisinin de sınıf özelliklerini yitirerek çoktan ortadan kalkmış olması gerekirdi. Fakat kapitalistler sınıfı ortadan kalkmadı, öte yandan canlı emeği sömürmeden varlığını sürdürebilen bir burjuvazi de çıkmadı daha ortaya. Çıkamazdı da, çünkü; çıkmaması bir imkânın kuvveden fiile geçememesi olmadığı gibi, çıkması da, burjuvazinin, onu kendisi yapan karşıtının yokluğunda varlığını sürdürülebilmesi olacaktı. Bu ise, ontolojik olarak mümkün değildir ya da aynı anlama gelmek üzere, sermayenin, varlığı olmayan bir varlık mertebesine yükselmesi demektir. İşte bunun olamazlığındandır ki, tarihte kölesiz efendilere, serfsiz senyörlere rastlanılmaz.
Dolayısıyla, birinci ögeden (kapitalist üretim ilişkilerindeki konum) ikinci ögeyi (devrimci özne) yadsımanın dayanaklarını bulmak zor. Gelgelelim, bu yönden dayanaklar bulma çabaları hiç eksik olmadı. Örneğin burjuva sosyolojisinin; özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, “sosyal stratifikasyon” (katmanlaşma), “sosyal mobilite” ya da “orta sınıf” vb. savları, bu zorlamaların göstergeleri idi.[2] O koşulların Batı kapitalizminde olgularca da doğrulanır gibi görünen bu savlar, günümüz kapitalist dünyasının çıplak sosyal gerçekliği tarafından çoktan yalanlanmış durumdadır. Peki tersi, yani ikinci ögeyi farklı bir yoruma tabi tutarak birinci ögenin nesnel verilerini yeniden anlamlandırmak? Bu, ancak spekülatif olarak mümkün, yani Marx ve Engels’in devrimci özne kavrayışını karikatürize etmek, yanlış ön kabulleri nesnel değişim ve durumlarla karşı karşıya getirmek suretiyle mümkün. Bu yapıldığında teori, haliyle nesnel gerçeklikle örtüşemiyor! Bilumum postmodern savlar (Lyotard, Derrida, Laclau, Mouffe, Negri vb.), esasta bu yöntemle iş görüyorlar.
Açıktır ki, spekülatif de olsa, işçi sınıfının devrimci özne olmadığına dair savları daha ciddiye almak gerekir. Üstelik bunlar son çeyrek asrın olguları tarafından da doğrulanır bir görünüşe sahiptir. Görünüşün, gerçeğin özünü içermeyen yanıltıcı özelliğine karşın, yine de gerçeğin bir türü olduğu göz önünde tutulursa, devrimci özne ekseninde ileri sürülen iddiaların tartışılmasının gereği kendiliğinden anlaşılır. Bu tür savların kendilerini temellendirirken Marksizme atfettikleri ön kabullerin hepsini burada ele alacak değiliz (bu savların eleştirisine dair aralarında dergimizde çıkan makaleler ve yazarlarının çeşitli kitapları da dahil geniş bir yazın var).[3] Yine de bu makalenin konusu, ön kabuller bağlamında burada iki mevzunun netleştirilmesini gerektirmekte. Biri özne-nesne ilişkisinin yapısı, diğeri öznelliğin oluşumunun kendiliğinden ya da otomatik varsayılmasıdır.
Öte yandan, işçi sınıfının devrimci özne olmasının açıklanması soyut yapılabilir, ancak doğrudan belirlenmesi somut bir tahlili gerektirmektedir. Zira, verili maddi ilişkilerin dışında herhangi bir sınıf olmadığından, haliyle belirli bir tarihsel süreçte, belirli ekonomik-sosyal koşullarda ve belirli bilinç ve örgütlülük düzeyindeki bir işçi sınıfından konuşmak durumundayız. Ve ona dair soyutlamalar, onun somut gerçekliğinde hem ete kemiğe büründürülebilir hem de anlamlandırılabilir olmalıdır. Belirtilen unsurlar gözetilmeden ya da bu unsurlar olmaksızın, işçi sınıfının bağımsız politik bir güç olarak varlığının (öznelliğinin) somutlaştırılamayacağı açık olsa gerek.
Sırasıyla ilerleyelim…
Nesne-Özne İlişkisinin Yapısı
Kapital’in 1. Cildinde, Marx’ın ekonomist-determinist bir kavrayışa sahip olduğu iddiasına dayanak yapılmak üzere (aslında daha Alman sosyal demokrasisinin revizyonistlerinden başlamak üzere) zaman zaman ileri sürülen ünlü bir paragraf var. Kapitalist birikimin tarihsel eğilimi ara başlığında geçen bu paragrafta Marx şunu belirtir:
“Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendisinin hükmü altında gelişen üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla uyuşamadıkları bir noktaya ulaşır. Kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin saati çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.”[4]
Elbette, özne nesne düalizmini esas alan bir bakışla okunduğunda, Marx’ın kapitalist birikimin tarihsel eğilimine dair bu özet cümlelerinin ekonomist-determinist ya da yapısalcı okuması yapılabilir, ancak bu Marx’ı tamamen tahrif etmek olur. Zaten Marksizmi ekonomist-determinist ve dolayısıyla sınıf indirgemeciliği olarak yorumlamalar (bu, ister sözüm ona materyalist iddiayla Alman sosyal demokrasisi revizyonizmince, isterse idealist Post-Marksizmce yapılmış olsun), esasta nesne-özne ilişkisinin düalist okunmasından türemektedirler. Bu konuda aralarındaki fark esasta tarihseldir. Yani biri, işçi hareketinin olağanüstü güçlü olduğu koşullarda bu okumayla tarihi ve sosyalizmi, üretici güçlerin kaçınılmaz gelişiminin kaçınılmaz sonucu olarak fatalist bir oportünizmle adeta otomatik pilota bağlarken; diğeri kaba determinist kavrayışları[5] Marx’a atfederek; “ekonomi ile politika arasında zorunlu bir tekabüliyet bulunmadığı için, sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının hiçbir ayrıcalıklı konuma sahip olamayacağı”, dolayısıyla “kaba maddeci sınıfsal çıkarlarla değil, ‘evrensel insan değerleri’nin akılcı çekiciliğiyle ve sosyalist düzenin akla yatkınlığıyla hareket eden sosyalist bir hareket, ekonomik sınıfsal koşullardan görece özerk ideolojik ve siyasal araçlarla kurulabilir”[6] sonucuna varıyor.
İkisi de bize şu iki hususu açıkça gösteriyor: Birincisi; nesne-özne ilişkisinin yapısı diyalektik materyalist bir temelde değil de kaba materyalist kavrandığında ya da öyle varsayıldığında, varılan yer neticede idealizm oluyor – fark etmiyor, ister 20. yüzyılın hemen başlarındaki Yeni Kantçılıktan, isterse yüzyılın sonundaki postmodernizmin varyantlarından esinlenmiş olunsun. İkincisi; Post-Marksistlerin olmayan “zorunlu tekabüliyetin” yerine olumsallığı[7] geçirmeleri, daha doğrusu geçirmek zorunda kalmaları, Marksizmde hiç de iddia ettikleri gibi birebir olmayan nesne-özne ilişkisinin (burada, ekonomi-politika ya da nesnel sınıfsal çıkarlarla bu çıkarların öznelerinin buna uygun eylemliliği arasındaki ilişkinin) karmaşıklığı ve diyalektiği karşısında, çareyi kaçak güreşmekte buluyorlar. Şaşırtıcı değil, çünkü vülger tezler her daim vülger ön kabuller üzerinden yükselirler. Oysa mevzu bu savlarda yansıtıldığı gibi basit değildir.
Farklı çevrelerce ikide bir ileri sürülen “zorunlu tekabüliyet” iddiası, geniş anlamda bilincin, maddi yaşam süreçleri tarafından koşullanmışlığına karşın, nasıl böyle bir ilişkisellik içinde değilmiş gibi kendini koyucu (belirleyen) kılıp görece bağımsızlaştığı sorusunun daha açık yanıtlanmasını gerektiriyor.[8] Bu yanıtlandığında, Marx ve Engels’in, üstyapının altyapıdan lineer türediği şeklindeki kavrayışlara ya da Marksizmi, toplumsal düzenlerin silsilesini bir tarihsel otomatizm olarak açıklayan bir öğreti olarak yorumlamalara neden karşı çıktıkları da kendiliğinden anlaşılır olacaktır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Marx ve Engels; ne Descartes’ın ahlaki ve fiziki dünya ayrımında, ne de Kant’ın pratik ve arı us ayrımında beliren düalizmi benimsediler. Düalizm, ortaya çıktığı koşullar itibarıyla, yani mekanik sebebe bağlı bir dünya kavrayışıyla, öznelliği, ancak nesnel dünyanın karşısına dikerek tanımlayabildi. Ve bilindiği üzere, idealist sübjektivizm sonraları tam da bu düalizme yaslanarak en uçuk biçimleri alabildi.
Aynı şekilde, Hegel’in idealizmine haklı eleştiriler getiren materyalist Feuerbach’ın özne anlayışı da bu düalizmi aşamadı. Bu nedenle Feuerbach Tezleri’nde Marx, Feuerbach’ın özneyi (insanı) adeta doğanın karşısına koyup ona seyredici bir konum veren yaklaşımını eleştirdi. Bu açıdan Feuerbach Tezleri’nin 1., 2., 3. ve 5. maddelerine ve bunların doğru anlaşılması için 1844 Elyazmaları’na bakıldığında şu görülecektir: Tezler’de nesne ve öznenin maddi birliği ilkesinin, pratik, duyusal-insan faaliyeti olduğu esasta belirtilmiştir. Elyazmaları’nda ise Marx, tüm canlıların var oluşlarının bir temeli olarak doğayla madde alışverişinin insanlarda özgün bir biçim aldığı, bu biçimin ekonomik faaliyet (yani üretim) olduğu ve bu faaliyetin de öznelliğin materyalist bir zeminde yorumlanmasının anahtarı olduğu sonucunu çıkartmıştır.
Peki Marx ve Engels’i esas alarak, özne-nesne ilişkisinin yapısı nasıl açıklanabilir?
Bu soru, öznel olanın maddiliği ilkesinin örgüsünü (konstrüksiyonunu) netleştirmeyi gerektirir. Bu gereklidir, çünkü tartıştığımız savların tahrifatları Marx ve Engels’in teorisinde bu tür bir örgünün içkin olmadığı saikine dayanmaktadır. Bu konuda Alman Marksist filozof Hans Heinz Holz’a başvurmakta fayda var, zira o, başka şeylerin yanı sıra, bu örgüyü dert edinip değerli irdelemeler yapmış birisidir. Holz, özne-nesne ilişkisini kuruluş safhasından alarak bu soruyu yanıtlamaya çalışır. Bu bağlamda belirttiklerini soyut da olsa ana hatlarıyla ve anlaşılırlığını sağlamak için bazı yönlerini de ayrıntılandırarak özetlemeye çalışalım:
Öncelikle, insanın dünyayla ilişkisindeki diyalektik yapının altı çizilmesi gerekir. İnsan, canlı bir varlık olarak sadece doğal haliyle koşullanmış şekilde öylesine dünyada değil. İnsan kendi tarihsel varlığının içeriğini, dünyaya yönelik nesnel faaliyeti aracılığıyla belirlemektedir. Kant’tan Hegel’e Klasik Alman felsefesinin modeline karşıt olarak Marx için Ötekini, görüngüler dünyasını, Ben olmayanı, doğayı “koyan” (belirleyen) Ben değil. Özne, daha ziyade, kendini dışsallaştırarak; yani kendini, nesnel maddi dünyada, onun tarafından koşullanmış ve ona eylemiyle reaksiyon göstermiş olarak bulmasıyla ve kendi amaçlarını kendi ürünlerinde nesneleştirmesiyle “oluşturur”. Dolayısıyla özne, aşkın-kategoryal olarak nesneyi kapsayıp aşmamakta (arı bilginin yapısında göründüğü gibi), aksine, faaliyeti itibarıyla nesnel dünya tarafından kapsanılıp aşılmaktadır, insanın yansıttığı da bu dünyanın doğal durumu ve yasalarıdır. Nesnel faaliyeti bağlamında insanın dünya ilişkisi, yansıtıcı bir ilişkidir, insan kendini bu yansıma aracılığıyla oluşturur.[9]
Dolayısıyla “nesnel faaliyet” (Marx), içinde öznenin ve aynı şekilde özne-nesne ilişkisinin özgünlüğünün şekillendiği oluşum sürecidir. O, insanın hem doğa varlığı hem de tarihsel varlık olarak ontolojik konumunu belirlemektedir. Şöyle ki:
Marx ve Engels için insan (özne), nesnel bir varlıktır, dolayısıyla etkinliği de mecburen “nesnel faaliyet”tir. İnsanın nesnel faaliyeti iki yönlü bir yansıma içinde gerçekleşir. Bir yönünde insan, amacı doğrultusunda doğa nesnesi üzerinde etkide bulunur, onu değiştirir (tarih boyunca da kendi çevresini değişime uğratır), ve bunun neticesinde emeğinin ürünü dışsal ürünler olarak karşısında olur. Özne; şeylerde ve şeyler aracılığıyla kendini (faaliyetini) yansıtır. Ve “bu yansıma ilişkisinin şekli öyledir ki, öznenin faaliyetinin ürünü ona yabancılaşmış bir Başkası olarak, kendi başına bir şey olarak karşısında bulunur.”[10]
Diğer yönündeyse: “İnsan, doğa nesnelerini ancak onların maddi özelliklerine ve doğa yasalarına göre işler.” Hatta bu ilişkide “doğa nesnesi, kendini (maddeliğini) insanda ve çalışan insan aracılığıyla yansıtır.”[11] Kısacası, nesnel faaliyette (ve daha ileri şekliyle emekte) gerçekleşen insan-doğa, özne-nesne ilişkisi, karşılıklı bir yansıma ilişkisidir.[12]
Yansıma ilişkisinin bu iki (çift) yönlülüğü atlanıldığında ya da göz ardı edildiğinde, bu ilişki yalnızca öznenin aktivitesi yönünden değerlendirilmiş olur, dolayısıyla emek de (nesnel faaliyet olarak kavranmayan emek!) tamamen insanın faaliyetinden ibaretmiş gibi görülür ve insanın doğa karşısındaki özerkliğinin tezahürü olarak kavranır. Bu durumdaysa, “özne-nesne-bağıntısının aşkın felsefede hükmeden sübjektivist yorumu, bir tarihsel-toplumsal oluşum teorisinde kendini sadece görünüşte materyalist olan bir biçimde yeniden oluşturur.”[13] Elbette emek, özne-nesne ilişkisinin temel ilişkisidir, ancak bu, emeğin kendisinin; öznelliğin bir alameti, öznenin bir kudreti olduğu ve bu oluşuyla nesnel faaliyette özne ve nesnenin birliğini yarattığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Emek, bahsi geçen iki yönlü yansımanın (nesnenin öznede ve tersi) nedeni değil, fakat onun ifadesidir, onun bilinçli ve ereksel davranış düzlemindeki tezahürüdür.[14]
Emeğin nesnel faaliyet olarak kavranması, özne-nesne ilişkisinin maddi bir temelde ele alınmasının bir boyutudur. Diğeriyse, insanın öz bilinçli bir varlık olmasıdır. İnsanın doğadaki özel konumu tartışmasızdır, ancak burada önem arz eden husus, bu özel konumu, insanın doğallığıyla ilişkisi içinde eksiksiz bir şekilde belirlemektir.[15]
Holz’a göre, öz bilinçle birlikte dünya içi varolanların (Seiende) bağıntısında yeni bir ontolojik düzlem beliriyor. Açıktır ki bir yansıma ilişkisinin, yansıtan ve yansıtılan olmak üzere iki ögesi var. Eğer ama, bu ögelerden biri kendi kendinin ve bu yolla aynı anda tüm yansıma ilişkisinin bilincine vardıysa, o zaman yansıma ilişkisinin niteliksel yeni bir aşaması, yansımanın yansıması, ortaya çıkmış demektir. Öz bilinçli varolan, karşısında duran nesne gibi bir varolan değil artık. O şimdi; hem simetrik yansıma ilişkisinin (karşılıklı yansıma) bir ögesi, hem de ama bu ilişkiyi (onun bir unsuru olarak kendi kendisini de!) tek taraflı olarak bir daha yansıtması itibarıyla, kapsayıcı[16] bir özellik kazanmaktadır. Bu durumda yansımanın yansımasında, yansıtanın yansıtılanla asimetrik bir ilişkisi oluşmakta, ki bu ilişki, yansıtanın da içinde olduğu bir ilişkidir. Ve işte öznelliği tanımlayan ve öznenin kendini içinde şekillendirdiği tam da bu asimetrik ilişkidir. Ancak yansımanın bu spesifik biçimiyle birlikte, öznellik ve özneden anlamlı bir tarzda bahsedebiliriz.[17]
Başka bir ifadeyle: Nesnel faaliyet, emek, praksis[18]– ve böylece ilişkinin bir tarafında: öznellik, amaç belirleme – ilişkisi; nesnenin öznelliğin koşulu olarak tesir ettiği, nesnelliğin özneye nüfuz ettiği ve orada gereksinim, amaç, çıkar vb. olarak öznelliğin dürtü faktörü haline geldiği bir ilişkidir. Aynı anda ise, tekil durumsal bir hadisenin yansımasında, “pratikteki şu olan”ın “teorideki şu olan”a aktarımı gerçekleşmekte, şeyin kendisinin bir kereliği ve tekrarlanamazlığının yerine şeyin kavramı, genel geçmektedir. Birbirleriyle sıkı sıkıya bağlı öznel faaliyetlerin -amaç belirleme ve kavram oluşturma-, öznenin nesneyi ve onunla ilişkisini yansıttığı bir ilişkinin ürünleri olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan öznellik yansıma sürecinin bir sonucudur.
Tüm varolanların ve tikelin aktivitesinin evrensel koşullanmışlık bağlamının ilişkisini kurgulayan model, yansıma teorisidir. Zira bu teori; öznelerin çevrelerine yönelik serbest davranışının nedeninin, bu çevrenin öznelerin bilincinde özne-nesne-bağıntısı olarak düşünsel (ideel) olarak yeniden üretilmesinden kaynaklandığını anlaşılır kılmaktadır. Bu yeniden üretimle birlikte çevre; eylem ve değerlendirmelerin nesnesi ve böylelikle amaçların içeriği olabilmekte. Dolayısıyla da özneler, çevrenin etkilerine sadece reaksiyon göstermiyor, “düzenli ve kontrollü” yanıt da veriyorlar.[19]
“Marx’ın, materyalizmi madde kavramını cismi bir varolana odaklamaktan kurtarıp maddi ilişkiler konseptine[20] bağlaması ve Engels’in Doğanın Diyalektiği’nde bu konsepti derinleştirmesi itibarıyla, iradeci olmayan bir özne teorisini geliştirebilmenin sistematik çerçevesinin sınırları belirginleşmiş oldu. Maddi ilişkiler karşısında bağımsız bir özne aktivitesi, özgürlüğün spontancılığına varırdı. Ve bu da ancak, iradenin önceliğinde veya Kantçı idealizmde çözülmeyen doğa zorunluluğu ile aşkın [transandantal] özgürlüğün düalizminde temellendirilebilir olurdu. Diyalektik bir özne-nesne dolayımı bu iki pozisyondan da sakınmak durumundadır.”[21]
Özetlemeyi burada noktalayalım.
Sadece konstrüksiyon kısmına dair yaptığımız bu özetten, nesne-özne ilişkisinin diyalektik bir özellik arz ettiği anlaşılıyor. Diyalektik çünkü, öznede hem kendisinin hem de karşıtının (nesnenin) içkin olduğu görülmekte; dolayısıyla mantıkta özne-nesne ayrımı yapmamız, gerçekte de bu ikisi arasındaki ilişkinin dışsal olup koşulsuzluk teşkil ettiği anlamına gelmiyor. Öte yandan gördük ki, yansımada sadece simetrik değil, asimetrik bir ilişki de var, yani nesne ve özne arasındaki çift (iki yönlü) yansıma, özne tarafından, yansımanın yansıması olarak, yeniden yansıtılmaktadır.
Zaten böyle olmasa ve mevzu sadece karşılıklı birebir yansımadan ibaret olsaydı, o vakit özbilinçli varlıklar olarak insanlar, her daim birebir ve tikel maddi yansıyanla sınırlı bir düşünme etkinliğinde olurlardı. Fakat insan; birebir durumdan öteye de düşünebiliyor, örneğin genel kavramını kullanıyor (örneğin “şu zehirli bir mantardır” ifadesi aynı zamanda bir tür belirlenimidir)[22] ya da aşk, değer, bağımlılık, sömürü, sınıf vb. kavramları, yani bir nesne olarak doğrudan karşısında bulunmayan, fakat maddi bir ilişkiyi ifade eden kavramları kullanıyor. Açıktır ki ilişkiler, ancak soyutlama yoluyla somutlaştırılabilir (bağımlılığı, sömürüyü, herhangi bir nesneye işaret eder gibi, “bak şu!” diye gösteremezsiniz).
Elbette, ilişkilerin sadece düşüncede ifade edilebilir olmaları, soyutlamanın ya da düşüncenin maddi ilişkilerin teorik ifadesi olduklarını ortadan kaldırmaz.[23] İnsanın düşünme yoluyla, tekil birebir durumun sınırlarını aşabilmesi (bunu başka bir yolla da yapması mümkün değil!), onu, öznelliğinin maddi ilişkilere bağlı olmadığı, dolayısıyla birincil olanın düşünce olduğu ve düşüncenin değişimiyle maddi ilişkilerin de değişeceği yanılsamasına sürükleyebiliyor. Marx ve Engels’in idealistlerin bu yaklaşımıyla Alman İdeolojisi’nde nasıl alay ettikleri biliniyor. Önemli olan ama, onların bu eleştirilerinin, tek yönlü, kaba materyalizme kapı aralayan bir anlayışla değerlendirilmemesi, özne-nesne ilişkisinin diyalektik yapısının göz ardı edilmemesidir.
İşçi Sınıfının Nesnel Konumu ve Öznelliği
Özne-nesne ilişkisinin belirtilen diyalektik yapısı karşısında, yani yansıtanın (insan/özne) yansıtılanla (kendisinin de dahil olduğu karşılıklı yansımayla) asimetrik bir ilişkisinin oluşması itibarıyla (ve dolayısıyla bu asimetrinin öznenin düşüncelerine, tekil maddi durumdan ve onun sınırlarından görece özerk ve spekülatif bir alan[24] kazandırması nedeniyle), gerek nesnel sınıfsal konumla öznellik arasındaki ilişkinin dolayımlılığı, gerekse tikel işçi bireyinin kendi sınıfsal çıkarlarına aykırı davranma ihtimali açıklanabilir bir hadise olmaktadır. Açıktır ki, işçilerin kendi sınıfsal konumlarına ideolojik ve teorik olarak yabancılaşabilmeleri, veya burjuvazinin özellikle de bugünün iletişim teknolojisiyle etkinleştirdiği propaganda ve illüzyonlar[25] sonucunda kendi sınıfsal çıkarlarına aykırı davranabilmeleri, özne-nesne ilişkisinin bu gibi davranışları olanaklı kılan yapısal bir özelliğe sahip olmasıyla mümkün olmaktadır. Öyleyse aykırı davranma, Post-Marksistlerin iddia ettiği gibi koşullayıcı nesnel sınıfsal çıkarların yokluğunun ya da nedensellikten yoksun olmasının mutlak bir göstergesi sayılamaz. Gerçek şu ki, bu hususun ilişkinin maddiliğiyle değil, karşılıklı yansımayı zihninde yeniden yansıtanın (öznenin) bunu nesnel sınıfsal konumuyla ya da gerçeklikle uyumlu yapmamasıyla bir alakası var. Bu tür olasılıkları bireyden öteye sınıflar için tartıştığımızda ise, bu sorunun sadece işçi sınıfı için değil tüm sınıflar açısından geçerli olduğu ve çözümünün de esas olarak bilinçli-örgütlü politik mücadeleden geçtiği görülecektir.
Öte yandan, kapitalizmdeki diğer sınıflara göre işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişkinin özel bir yönü var. Marx’a göre, sermaye ve ücretli emek bir ve aynı ilişkinin iki tarafıdır; birbirlerini koşullarlar. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ilişkisi; ücretli emek, sermaye ve bu ikisinin birbirleriyle ilişkisidir. “Sermaye ücretli emeği, ücretli emek sermayeyi önkoşullar. Karşılıklı olarak birbirlerini koşullarlar; birbirlerini karşılıklı olarak ortaya çıkarırlar.”[26] Kapitalist toplumunun iki ana sınıfı, burjuvazi ile proletarya, aynı zamanda birbirlerine karşıt sınıflardır. Burjuvazi, proletaryanın varlığını, o da burjuvazinin varlığını gerektirir. Asıl önemli olan, bu karşıtlık içinde her birinin konumunun ne olduğudur. Burjuvazi, kendinin ve karşıtının var oluşunu muhafazadan yanadır. Bu özelliğiyle, bu karşıtlığın olumlu yanıdır. Proletarya ise, maruz kaldığı sömürü ve içinde bulunduğu ağır yaşam koşulları itibarıyla hem kendini hem de onu proletarya olmaya/kalmaya mahkûm eden karşıtını ortadan kaldırmak zorundadır. Bu özelliğiyle proletarya, bu karşıtlığın olumsuz yönüdür.[27]
Bu karşıtlık ilişkisi nesneldir, yani iki tarafın öznelerinin ilişkinin kendisi hakkında ne düşündüklerinden bağımsızdır. Bağımsızdır, çünkü aralarındaki karşıtlık, iki ya da bir tarafın düşüncesini değiştirerek ortadan kalkmamaktadır, bunun için ilişkideki karşıtlığı doğuran üretim ilişkisinin kendisini ortadan kaldırmak gerekir, ki bu da sınıf mücadelesinin konusudur. Nasıl ki insan, kendisi de bir doğa varlığı olması itibarıyla doğa tarafından kapsanmasının dışına çıkamazsa, işçi de emek gücünü satmak zorunda olduğu sürece, kendi sınıfının nesnel konumunun onu kapsayıp aşmasından kaçınamaz. Bu nedenle ister kabul etsin ister etmesin, sınıfının kaderi onun da işçi bireyi olarak kaderini koşullamaktadır.
Kuşkusuz, işçi sınıfının devrimci bir özne olarak eyleme geçmesi, Post-Marksistlerin Marksizme atfettikleri gibi, üretim ilişkisindeki pozisyonu itibarıyla otomatikman veya kendiliğinden gerçekleşecek bir hadise olamaz. Evet, kapitalist üretim ilişkisindeki yeri, yani üretim araçlarına sahip olmaması, emek gücünü satmak zorunda kalması, artı-değer yaratması gibi nitelikleri, yani ilişkinin olumsuz tarafında yer alması, ona, devrimci sınıf niteliklerini içinde barındıran yegâne sınıf konumunu veriyor. Bunlar ama, onun devrimci özne olarak eyleminin ürünleri değil, parçası olduğu kapitalist üretim ilişkilerinin oluşturduğu niteliklerdir. Devrimci özne niteliklerini içinde barındırmakla, onları teorik ve pratik olarak açığa vurmak, daha doğrusu bu niteliklerin mümkün kıldığı devrimci öznelliğin farkına varmak ve bu kendini bilme bilinciyle eyleme geçmek farklı şeylerdir. Marksizm açısından öznelerin eylemliliği, nesnel koşullar ve (yukarda sözü edilen anlamda) sübjektif faktörün diyalektiği çerçevesinde cereyan eden tarihsel hareketin bir momentidir. Bunun aksi iddialar, öznesiz tarih kurgulayan yapısalcıların yorumudurlar.[28] Elbette insanların bilinci, tarihsel süreçteki konumlarını belirlemez ama, kendinin sınıf konumunu kavrama, yaşadığı çağın temel ve tali çelişkilerini bilme, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki tahakkümünü ortadan kaldırma kararlığı gibi hususlar, onların doğru bir doğrultuda eyleme geçmelerinin ön koşuludur aynı zamanda.[29]
Demek oluyor ki, işçi sınıfının sınıf mücadelelerinde devrimci özne olarak eylemde bulunabilmesinin gerekleri vardır. Başka bir ifadeyle, işçi sınıfının; örgütlenmesi, partileşmesi, kendini bilimsel bir dünya görüşüyle teorik olarak donatması, devrimci özne olmasının gerekleridir.[30] Tersinden ifade edilecek olursa, ancak bu gerekleri yerine getirerek işçi sınıfı kapitalizmi yıkacak devrimci özne olabilir. Bu gerekler keyfi ya da tercih konusu değil, aksine onları şart kılan işçi sınıfının üretim ilişkisindeki konumu ve kapitalizmdeki sınıf mücadeleleri gerçekliğidir. Daha farklı bir ifadeyle; burjuvazinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini ve kendi iktidarını gönüllü olarak terk etmeyeceği, dolayısıyla sermaye ilişkisinin tasfiyesi ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının yolunun işçi sınıfının politik iktidarı almasından geçtiği gerçeğinin idrakinden türeyen bir örgütlenme, partileşme ve teorik donanıma yönelme; sınıf ilişkileri ve mücadelelerinin bir gerekliliğidir. Zaten bundandır ki, Marx ve Engels kendiliğinden ve kendisi için sınıf ayrımında bulunmaktadırlar.[31] Ve bir sınıfın kendiliğinden sınıftan kendisi için sınıfa dönüşümünün şekillenebileceği yegâne mekân sınıf mücadelesidir.
Kısacası, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki (altyapı-üstyapı şeması buna dayanıyor) Marksizmin tarihsel ilerlemenin diyalektiğine dönük yaklaşımının sadece bir ayağını oluşturmakta, diğer ayağını ise sınıf mücadelesi ve işçi sınıfının devrimci özne olarak rolü teşkil etmektedir. Bu ikisi bir bütündür ve bu bakımdan da nesne-özne (altyapı-üstyapı) ilişkisinin düalist bir okunmasıyla yapılan değerlendirme veya ön kabuller Marksizmi yansıtmamaktadırlar.
Devrimci Özne Olmak
Alman işçi hareketinin tarihi konusunda değerli çalışmalarıyla tanınan Jürgen Kuczynski, İngiliz tarihçi E.P. Thompson’ın İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu adlı kitabı hakkında yazdığı bir değerlendirmede, kitabın yazarının proletaryanın oluşumunu tasvir ettiği, ancak bunu, “aynı zamanda burjuvazinin oluşumunu irdelemeksizin yaptığı” eleştirisinde bulunmuştu.[32] Bu, şüphesiz haklı bir eleştiriydi. Zira mesele böyle ele alındığında, yani bu iki sınıf birbirinden ayrıldığında ya da bir sınıf kendi karşıtından yalıtılarak değerlendirildiğinde, sınıfların gerçek gelişiminin dinamiği hasıraltı edilmiş olur. Oysa biliyoruz ki, Marx için burjuvazi ve proletaryadaki şekli değişimler sermayenin metamorfozunun sonuçlarıydı. Dolayısıyla onun için ne sermayenin ne de ücretli emeğin tarihi birbirinden ayrı ele alınabilirdi.
Bu yaklaşım sadece işçi sınıfının oluşum süreci için geçerli değil, tarih sahnesine çıktığı ve sınıf mücadelelerinin temel bir ekseni olduğu sonraki dönemler için de gereklidir. Ve işçi sınıfını tartışmaya açan pek çok savda da yapılmayan budur. Yani hem işçi sınıfının kendisi hem de geçirdiği değişimler burjuvazinin kendisinden ve geçirdiği değişimlerden kopuk ele alınmakta ya da bu iki karşıt sınıf arasındaki dolayım teknolojideki, emek sürecindeki veya sosyolojisindeki değişimler üzerinden kurulmaktadır. Tabii kurulan bu bağlamlar da aslında parçası oldukları sınıf mücadeleleri ve şekillendikleri tarihsel süreçten yalıtılarak sunulmaktalar. Mevzu, soyut bir sınıfsal yapısallığa indirgenmektedir.
Oysa gördük ki, işçi sınıfının devrimci özne olarak eylemliliği, esasta politik öznelerin aktivitesinde beliren ve üretim ilişkileriyle dolayımlanmış olan sınıf mücadelesinin konusudur. İşçi sınıfının devrimci öznelliğinin kendini dışa vurması esasta bu iki karşıt sınıfın mücadelesiyle alakalıysa, o zaman bu mücadelenin evrimine ve içinde cereyan ettiği tarihsel sürece bakmak gerekmektedir. Koşullayan faktörler (sınıf mücadeleleri ve tarihsel süreç) dışta tutularak işçi sınıfının öznelliğini tartışmak, bir şeyin varlığını/yokluğunu onun nesnel ve yapıcı nedenlerinden soyutlayarak tartışmaktır, ama bu bilimsel bir bilme olamaz, zira nedensel bir bilme değildir.
Bu açıdan bakıldığında, yaklaşık son 35 yılın, “tarihsel sürecin”, işçilerin “başları üzerinden geçip gittiği” bir dönem[33] olarak karakterize olmasının oldukça somut nedenleri ve etkileri bulunduğu görülecektir.[34] Bu son derece özgün dönemi kısaca özetlemek gerekirse:
1970’li yılların ortalarından itibaren uluslararası sermaye işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına yönelik ciddi saldırılar örgütlemeye başladı. Bilindiği üzere, 70’li yıllardan bugüne kapitalist sanayinin kendisi bizzat muazzam bir değişim geçirdi. Öncelikle ileri kapitalist ülke sanayileri, bir nevi kabuk değiştirdi. Bu çerçevede, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler ve bunların sadece sanayiye uyarlanması değil, aynı zamanda başlı başına bilişim sektörünün gelişimi, en başta kapitalist iş bölümü üzerinde çok yönlü etkileri oldu. Üretim sürecinde yeni sınai sektörler ortaya çıktığı gibi, sermayenin kendi içerisindeki merkezileşme ve yoğunlaşmada görülmemiş boyutlar kaydedildi ve bunun da etken olduğu yeni fraksiyonlaşmalar belirdi. Bu süreçte finansallaşma devasa boyutlar kazanırken, aşırı sermaye birikiminin sermaye ihracını ivmelendirmesiyle, hem üretimin kısmen kendisinin hem de belirli aşamalarının yurtdışına kaydırılmasının bir sonucu olarak ileri kapitalist ülkelerdeki hizmet sektörü hızla büyüdü ve fakat aynı anda da az gelişmiş ülkelerde önce sanayi işçilerinin, sonraları da o ülkelerdeki hizmet sektörü gelişti.[35] Konumuzla sınırlayarak vurgulayacak olursak, bu gelişmelerin en önemli sonuçları kendini, genel üretim sürecinin yanı sıra, özellikle emek sürecinde belli ettiler.
Emek süreci, işçinin emek gücünü kapitalistin emrine terk ettiği süreçtir ve emek gücünün tüketildiği süreç olması itibarıyla aynı zamanda artı-değerin üretildiği süreçtir. Emek sürecine yönelik gerçekleşen herhangi bir değişiklik, ister zamansal, ister teknolojik, isterse hukuksal olsun, kapitalistin emrinde olduğu süreci doğrudan şekillendirmektedir, tersinden de işçinin kendi emek gücünü nasıl, ne kadar ve ne pahasına kapitalistin emrine sunduğunun göstergesidir. Demek oluyor ki emek sürecindeki değişimler, sadece bir fabrikadaki kapitalist ile işçi arasındaki ilişkiyi yansıtmıyor, aynı zamanda sermaye ile emek arasındaki güç dengesinin doğrudan ifadesidirler. Son 50 yıla baktığımızda ise, emek sürecinde bahsedilen gelişmeler itibarıyla gerçekleşen değişimlerin genelde (istisnalar bir yana) kapitalistlerin elini güçlendirdiğini, sermayenin emek üzerindeki dolaysız tahakkümünü perçinlediğini görürüz.
Bilim ve teknolojideki hızlı ilerlemeler işin bir yanı iken, buradan doğan imkanların üretime ve emek sürecine uyarlanması işin diğer yanıdır.[36] Olay şuydu ki, hem bilim ve teknolojide sanayi üretiminin çehresini değiştirecek gelişmeler görece hızlı kaydedildi, hem de bunların sermayenin lehine uyarlanmasının politik koşulları olağanüstü uygun hale geldi.
Nitekim, 1989/91 dönemecinde Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloku” çöktü. Bu büyük tarihsel olayın sadece uluslararası düzen ve ilişkilerde değil, aynı zamanda ve özellikle dünya işçi sınıfı üzerinde oldukça derin ve çok yönlü etkileri oldu. Uluslararası sermayece gasp edilen tarihsel kazanımlar, dağıtılan sınıfsal örgütlenmeler işin bir boyutuydu. Diğer boyutunda; başta işçi sınıfının saflarında olmak üzere, yenilgi psikolojisi, geleceğe umutsuzluk, özgüven yitimi, örgütsüzlük, apolitikleşme hızla yayılırken, işçi sınıfının burjuva ideolojisi karşısında belirli bir düzeyde set oluşturan politik ve kültürel değerleri tahrip oldu. İşçilerin sınıfsal geleneklerinin canlı tutulduğu, kısmen de yeniden üretildiği sosyal entegrasyon ağları çözüldü, bir sınıf teşkil etme hissiyatına dayanan ruhi şekillenme parçalandı, burjuva ideolojisinin bireycilik, dayanışma karşıtı rekabetçiliği yayıldı, aynı anda ise bir şekilde sistematik ve genel bağlamlılık ihtiva eden her tür düşünceye (Aydınlanmacılıktan Marksizme kadar) karşı, “meta anlatı karşıtlığı” ve “postmodernizm” adı altında büyük bir ideolojik kampanya örgütlendi.
Anti-komünizm bu ideolojik kampanyanın görece en sığ yüzüydü, derininde ise toplumculuk, kolektivizm, dayanışmacılık, toplumsal-tarihsel sorumluluk, rasyonalizm gibi insanlığın gelişimi boyunca biriktirdiği fikri ve manevi değerler tahribata uğratılmaktaydı. Bu tahribatın bir başka yönünü de gelecek mefhumu oluşturmaktaydı. Geleceğin ontolojik bir boyutu var mı yok mu tartışılabilir, ancak burjuvazinin ideolojik saldırganlığının, toplumsal gelişmeye ilişkin özellikle işçiler arasındaki gelecek beklentisini, kapitalizmin ötesine geçen tarihsel perspektif iyimserliğini dağıttığı ortadaydı. İnsanlık olana (kapitalizme) adeta mahkumdu, daha ilerisi de mümkün değildi! Böylelikle, işçi sınıfının gelecek fikriyatı (sosyalizme ulaşma) ve inancı darp edildiği gibi, onun politik bir özne olarak şekillenmesindeki fiili işlevselliği de tasfiye edilmiş oldu. Umut her daim gelecekten beslenir, gelecekte umut yoksa, bugüne vereceği bir ilham ve enerji de yoktur. Ve tarihsel perspektiften yoksunluğun bugüne etkisi ufuksuzluk olur ya da ufuğun şimdiki zamana hapsolmasıyla neticelenir.
Üstyapıdaki bu saldırılar altyapıda belirtilen somut süreçlere aktif eşlik ediyordu, daha doğrusu işçi sınıfının tarihsel yenilgisiyle karakterize olan genel tarihsel süreçten beslenerek geri bildirimler halinde altyapıdaki süreçleri ideolojik-politik bakımdan tahkim ediyorlardı. Nitekim küreselleşme furyasıyla işçiler arası rekabetin uluslararası planda zirveye çıkması, esnek çalışma, taşeronlaşma, sendikasızlaştırma sadece birer ekonomik saldırı, hak ve mevzi kayıpları değildi, aynı zamanda işçilerin birleşik eylemi, sınıf olma hissiyatı açısından da büyük tahribatları oluşturmaktaydılar. Böylece işçilerin hem emek sürecinde belirginleşen ve sermayenin elini güçlendiren değişimlere karşı koyuşu zayıflatılıyordu, hem de bir bütün olarak sınıfın bunlara politik itirazını örgütleyecek bir refleks ve mecalden yoksunlaştırılması sağlanıyordu. Netice itibarıyla, işçi sınıfı hem politik ve örgütsel olarak silahsızlandırılıyor, hem de açığa çıkan bu halinin yansımalarını zihninde burjuva ideolojisinin kavram setiyle (sınıfsal değil bireysel bakma, durumunu sınıfsal değil kendi şahsi becerisiyle açıklama, yaşadığı sınıfsal sorunları kendi özel sorunu olarak kavrama vb.) yeniden yansıtması sağlanıyordu.
Öyleyse, uluslararası burjuvazinin işçi sınıfı karşısında tarihsel olarak en büyük zaferini yaşadığı, sınıf dengelerini adamakıllı lehine çevirdiği koşullarda ve doğrudan işçi sınıfının öznelliğini tahrip etmeyi hedefleyen bu türden özgün bir tarihsel sürecin (bilim ve teknolojideki gelişmeler, 1989/91 dönemeci, “neoliberalizm” kisvesi altında başlatılan kapitalist saldırganlığın eşlik ettiği küreselleşme dalgası) sonucunda; işçilerin bir sınıf olarak hareket edememesi, politik mücadelelere damgasını vuramaması, dahası bu süreçte olağanüstü artan ekonomik-sosyal sorunlarına çareyi, emekçi halkın yaygınlaşan hoşnutsuzluğunu yedekleyen burjuva sağ popülist hareketler ve kendi sınıfının dışındaki popüler liderlerde araması şaşırtıcı olmasa gerek!
Türkiye İşçi Sınıfının Öznelliği
Türkiye kapitalizminin uluslararası ölçekte son 30-35 yılda yaşananlardan soyutlanabilir bir yapısı olmadığı gibi, bunlardan kopuk bir gelişimi de olmadı.[37] Bunun anlamı şuydu ki, Türkiye’de kapitalizm yakın tarihinin en hızlı ve en geniş gelişimini, uluslararası planda yukarda sözü edilen tarihsel süreçlerin yaşandığı bir kesitte kaydetti. Bu gelişiminin önü, işçi ve halk hareketini hedefleyen 12 Eylül darbesiyle açıldı, ancak işçi hareketi 80 ortalarından itibaren önce yavaş yavaş, bir süre sonra da ivmelenerek, kamu emekçileri hareketiyle de birlikte yeniden canlandı. Bu dönemi ayrıntılı anlatmak değil amacımız, daha ziyade şuna dikkat çekmek: O yıllarda (1989/91) uluslararası planda sözü edilen ve esasta da uluslararası işçi hareketini sarsmaya başlayan tarihi gelişmeler yaşanırken, Türkiye’deki emek hareketi sermayenin ordu eliyle örgütlediği saldırganlığın sonuçlarına karşı koyan bir canlılık içerisindeydi. Bu, uluslararası planda olup bitenler karşısında, özel bir durumdu. Fakat daha ilerleyen safhalarda da görüldüğü üzere, dünyadaki genel durum bu özel durumu pek çok yönden kuşatmaya başlamış ve neticede, yeni ve umut aşılayan bir hikayeyle iktidara gelen AKP için işçi sınıfının örgütlülüğünü ve mücadelesini tedricen sönümlendirebilmesinin koşullarını hazırlamıştı. Bu bakımdan denebilir ki, AKP iktidarı, Türkiye işçi sınıfının sözü edilen özel durumunun tasfiye edilip dünyadaki karşı-devrimin girdabına atıldığı dönemdir. AKP ile başlayan dönemin diğer bir özelliği; bu tasfiye sürecinin, işçilerce de benimsenen yeni bir hegemonya inşası altında cereyan etmesi, dolayısıyla ekonomik-sosyal plandaki geçici rahatlamaların politik ve örgütsel plandaki büyük kayıplar pahasına gerçekleştiğinin görülmemesi ya da çok geç görülmesidir.
Bu genel çerçeve göz önünde bulundurularak şu saptama yapılabilir: Türkiye işçi sınıfının son 25 yıldaki gelişiminin en önemli özelliklerinden birisi, kendiliğinden bir sınıf olarak sayıca olağanüstü bir gelişme kaydederken, kendisi için bir sınıf olma, yani öznel faktör yönü itibarıyla görece gerilemesidir, sınıf olarak öznellik düzeyini muhafaza edememesi, hatta bu bakımdan gerilemesidir. Bu ters orantı, sadece sınıfın kuşakları bakımından değil, ülke sanayisi ve sektörlerinin gelişimi itibarıyla da etkindi. Sonuçta; işçi sınıfının bir önceki dönemde (25 yıl öncesi) öznel faktör yönünün görece gelişkin olduğu yerlerde nicel (başta özelleştirmeler) ve nitel (ileri işçi ve sendikacı kuşağının tasfiyesi) gerilemeler yaşanırken, öncesinde öznel faktörün çok geri olduğu, hatta bazı bölgeler açısından sanayinin geri olmasıyla da işçi mevcudiyetinin dahi sınırlı olduğu yerlerde, hızlı bir sanayileşmenin yaşanmasıyla işçi sınıfının saflarına büyük kitleler halinde yeni ve genç bir işçi kuşağı katıldı. Bu arada işçi sınıfının saflarına yeni katılım, sanayi işçileri ile sınırlı değildi. Nitekim son 20 yılda hizmet sektörü işçilerinin sayısı da öncesiyle kıyaslanamaz bir hızla (ikiye katlanarak) büyüdü. Önemsiz olmayan bu gelişmenin burada ele alamayacağız çok yönlü sonuçları bir tarafa[38], bu gelişmenin, işçi sınıfının ortak hareketini zayıflatan ters orantının etkilerini hafifletmediği açık olsa gerek. İşçi sınıfı ülke çapında hızla büyürken, iç bileşimi bakımından belirtilenler (ve dünya ölçeğinde sınıfı kuşatan faktörler), onun hareket olarak geriletilmesini beraberinde getirdi ve artık oldukça geri bir noktadan kendisi için bir sınıf olmaya yönelmek durumunda kalmasını koşulladı.
Bu koşullarda, işçi sınıfının, esasta da sanayi işçilerinin kendi birleşik hareketini ortaya çıkarmasını olağanüstü zorlaştıran bir farklılaşma belirdi; yani özellikle Anadolu’da gelişen sanayileşmeyle birlikte yeni bir proleterleşme süreci yaşanırken[39], aynı zamanda işçi kültürünün ve deneyiminin gelişkin olduğu yerlerde, özellikle de o yılların özelleştirme dalgalarıyla birlikte, sınıfın ileri kollarında nitel ve nicel çözülmeler oldu. Bu gelişme, çift boyutlu bir dinamiği tetikledi: Bir taraftan işçi sınıfının, başta sanayi işçileri olmak üzere çeşitli kollarının birbirini anlaması ve dert edinmesi zorlaştı (başta dayanışma refleksinin körelmesi), diğer taraftan bu problemi aşmada rol oynayabilecek güçler saf dışı kaldı ve bununla birlikte sınıfın saflarında hayati önem arz eden kuşaklar arası tecrübe aktarımı sekteye uğradı.
Şüphesiz, işçi sınıfı dediğimiz, değişim ve farklılaşma içermeyen sabit bir kütle değil. Homojenliği hep bir görecelik içerir: Kapitalist üretim ilişkilerindeki konumu itibarıyla sınıfın tüm kolları nesnel bir homojenlik arz eder, ancak bu nesnel ortak konumun ortak eylemliliğin dayanağına dönüşmesi, en başta kendiliğinden hareketinin gelişmesiyle mümkün olur. Hareketin gelişimi ise pek çok faktöre bağlıdır, ancak şu açıktır ki, örgütsüzlüğü artmış, saflarındaki farklılaşma büyümüş, dayanışma refleksi zarar görmüş ve sınıf olarak tarihsel ve somut deneyim aktarımının pratik imkanları daraltılmış bir sınıfın (özellikle de görece genç bir sınıfın!) kendiliğinden hareketinin gelişimi, aşılması baştan kolay olmayan bariyerle yüze yüzedir.
İşçi sınıfının kızgınlaşan siyasal mücadelelerde politik bir özne olarak şu ana kadar etkin bir müdahalede bulunamamasını koşullayan, tam da öznellikle alakalı olarak belirtilen bu ögeler bütünüdür. Sermayenin hizmetindeki iktidarın, işçilerin kendiliğinden hareketinin her belirtisini baştan boğmaya çalışması bu bakımdan anlamsız değildir. Çünkü biliniyor ki kendiliğinden hareketi gelişen bir işçi sınıfı, saflarındaki farklılaşmaları tersine çevirebilir, öz güveni artabilir, örgütlülüğünü büyütmenin yollarını yaratabilir ve yayılan eylemliliğinde kendinin ve gücünün farkına varabilir. Dolayısıyla sermaye açısından, son 30 yılda işçi sınıfı karşısında kaydedilen tarihsel üstünlük, saflarında gerçekleştirilen ve sınıfın hareketini zorlaştıran tahribatlar ve onu politik mücadelelerden saf dışı tutma çizgisi her şart altında korunmak zorundadır.
Türkiye’de işçiler, an itibarıyla üç boyutlu bir açmazın kıskacındadır. Birinci boyut, ekonomik yaşam koşulları olağanüstü ağırlaşmış, hiçbir riski göze almasına müsaade etmeyen fiili bir yaşam kavgasının içine sürüklenmişliğidir. İkinci boyut, saf dışı edilip seyirci pozisyonuna itildiği politik mücadelelerin içinde cereyan ettiği çerçevenin, onun ve emekçi halkın sorunlarına gerçek bir çözüm üretmediğini görmelerine karşın, bunu parçalama mecalini kendinde görmemeleridir. Üçüncü boyut, bu iki boyutun üzerinde oluşturduğu baskıyı hissetmeleri, işçiler olarak birlik olmaları ve örgütlülüklerini güçlendirmek gerektiklerini fark etmeleri, ancak bunu fiili yaşam mücadelesinde hayatta kalarak nasıl ve hangi yola başvurarak yapacaklarını bilmemeleridir. Bilmemektedirler, çünkü bu bilmeyi mümkün ve gerçekçi kılacak ve sınıf olarak öznelliğini ortaya çıkaracak özellikleri (mücadele tecrübesine dayanan özgüveni, sınıf bilinci, sendikal ve politik parti olarak örgütlülüğü, bilimsel dünya görüşü vb.) yeterince gelişmemiştir henüz.[40]
Bu aktüel açmazın ama bir de öteki yüzü var. Eğer dolaylı veya dolaysız bir nesnesi ya da nesnel kaynağı olmayan herhangi bir şeyin hakkında bilinç de olamazsa, ve eğer kapitalizmdeki ekonomik-sosyal çelişkilerin kendisinin öznelerin bunların bilincinde olup olmamalarından bağımsız bir gerçekliği mevcutsa, o zaman bu açmazın üç boyutunun aynı andalığı ve karşılıklı etkileşimi işçileri ister istemez bir yöne itiyor demektir. Burjuvazinin ve iktidarının rıza üretme, yani son 25 yılda tesis edilen tarihsel hegemonyayı genişletmek şöyle dursun yeniden üretme imkanlarının daraldığı ve sınıfsal çelişkilerin kendilerini daha dolayımsız ve açık ortaya koyduğu şartlarda sınıf mücadelesi kaçınılmaz olarak arılaşır. Bu arılaşma, işçi sınıfının sözü edilen zayıflıklarını hem fark etmesini hem de aşmasını pratik tecrübenin konusu haline getirir. Başka bir ifadeyle bu arılaşma, işçi sınıfının zayıflıklarını sadece görünür kılmaz, aynı zamanda göreceleştirir de, zira ekonomik-sosyal çelişkilerin kendilerini çıplak dışa vurması, teorik olarak kavranmayanın kendini pratik olarak dayatması demektir. Parçalı da olsa son dönemin işçi mücadele ve direnişleri, (aslında sermayenin kâr oranlarını ve tarihsel hegemonyasını koruma hırsından kaynaklanan) bu pratik dayatmanın neticeleridir. Başarılı olsun olmasın, işçilerin bu mücadele ve direnişlerden tecrübe biriktirdikleri ve sonraki mücadeleler için sonuçlar çıkarttıkları şüphesizdir.
Öyleyse işçi sınıfının verili durumda yapabildiğiyle yapmak durumunda olduğu arasındaki açı farkı, bizzat sermayenin saldırganlığı tarafından küçültülmektedir. Bu husus da sermayenin öznelliğinin diyalektik yapısıdır! Nitekim, pek çok yönden farklılaşan dünya ekonomisi koşulları ve ilişkilerinde gerek doğan fırsatları kaçırmamak gerekse verili pazar payını korumak için, Türkiye işçi sınıfı karşısında son çeyrek yüzyılda tesis edebildiği ve tamamen lehine olan tarihsel güç dengesini ne pahasına olursa olsun korumak zorundadır! Bu tarihsel mevziler özellikle bugünün dünya koşullarında elzemdir, vaz geçilemezdir. Bilmektedir ki, bu güç dengesini koruyamadığında, işçi sınıfı saflarında biriken devasa enerjinin patlaması ve yeni bir güç dengesinin oluşumu engellenemeyecektir. Engelleme mecburiyetiyle yapılan dayatmalar ama, biriken enerjinin daha da büyümesine neden olmaktadır. Bu durumun daha ne kadar sürdürülebilir olduğu oldukça tartışmalıdır.
Kısacası, Türkiye işçi sınıfı, bir sınıf olarak devrimci özne niteliklerini kazanmasının artık hayat memat meselesi olduğu bir mecraya girmiş bulunmaktadır. Bu mecrada ilk dağıtacağı, Türkiye sermayesinin uluslararası işçi sınıfının geçici tarihsel yenilgisi üzerinden perçinlediği ve bugün her tür sermaye pervasızlığının kaynağı olan tarihi güç dengesi olacaktır. Ve bu, AKP dönemiyle birlikte yitirilen sınıfsal güçten çok daha büyük bir gücü kazanma koşullarının olgunlaşması anlamına gelecektir.
[1] Güncel olanların da üzerinde yükseldiği teorik temel Comtè, Spencer, Durkheim, Weber, Ward, Giddings tarafından atılmıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle ABD ve Almanya’daki burjuva sosyolojisi, işçi sınıfının kendi başına bir sınıf olmadığını başta “orta sınıf” tezi olmak üzere çeşitli savlarla iddia etmeye başladı. Hatta sınıf kavramının kendisi tartışmalı bulundu ve kullanılmaması gerektiği ileri sürüldü.
[2] Tahmin edilebileceği üzere, pozitivizm (ve mantıksal pozitivizm, pragmatizm, semantizm gibi çeşitli türevleri) modern burjuva sosyolojisine de damgasını vurdu. “Kapitalismus und Klassen – Zur Sozialstruktur in der modernen kapitalistischen Gesellschaft” (Kapitalizm ve sınıflar – Modern kapitalist toplumdaki sosyal yapı üzerine) adlı 1969 tarihli kitabında W. S. Semjenow, yukarıda belirtilen savlarla ilgili geniş bir araştırma sunmaktadır.
[3] Sadece dergimizin yazarlarının bazı kitaplarını belirtmek gerekirse: Yusuf Akdağ (2014), Kapitalizm ve Sınıf Mücadelesi (Evrensel Basım Yayın), yine aynı yazarın Burjuvaziye Yedeklenme Teorisi (2022, Kor Kitap), öte yandan Arif Koşar (2017), Negri, Sınıf ve Çokluk (Kor Kitap), yine aynı yazarın Robotlar İşimizi Elimizden Alacak mı? (2022, Kor Kitap).
[4] Marx, K. (1867/2011), Kapital: Birinci Cilt, çev: M. Selik ve N. Satlıgan, Birinci baskı, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 729.
[5] Yani ekonomik koşulların otomatik olarak siyasi güçleri doğurduğu, proletaryanın, sınıfsal durumu nedeniyle, kaçınılmaz olarak sosyalizm mücadelesini omuzlamak zorunda kalacağı varsayımı. Bkz. Wood, E. M. (1992) Sınıftan Kaçış, çev. Ş. Alpagut, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 20.
[6] Wood, age, sf. 20. Wood burada, Radikal Demokrasi teorisyenleri Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un görüşünü özetliyor.
[7] Wood, age, sf. 22.
[8] Aslında Marx Kapital’de meta fetişizmini ele aldığı kısımda, bu nasıl sorusunun kast ettiği tersine çevirme hadisesinin, yani ürünün metaya dönüşmesiyle gerçekleşen ve değerde cisimleşen görünüşünün yanılsamalı bir reel karşılığı olmasının çarpıcı bir açıklamasını sunmaktadır.
[9] Holz, H. H. (1997) Einheit und Widerspruch, cilt III, Verlag J. B. Metzler, Stuttgart, sf. 308.
[10] Holz, H. H. (2005) Weltentwurf und Reflexion, Verlag J. B. Metzler, Stuttgart, sf. 370. Aksi belirtilmediği sürece, bu ara başlıkta yapılan özetlemeler kitabın III. bölümünden yapılmıştır.
[11] Holz, age, sf. 370.
[12] Marx: “Gerçek … insan, kendi gerçek nesnel özsel güçlerini yabancılaşması ile yabancı nesneler olarak koyduğu zaman, özne olan koyma olgusu değildir; eyleminin de nesnel olması gereken nesnel özsel güçlerin öznelliğidir. Nesnel varlık nesnel bir biçimde davranır, ve eğer özünün belirleniminde nesnellik olmasaydı, nesnel olarak davranamazdı. O sadece nesneler yaratır, nesneler koyar, çünkü kendisi nesneler tarafından konulmuştur, çünkü başlangıçta o, Doğadır. Öyleyse, koyma eyleminde, o kendi, ‘arı etkinlik’inden bir nesne evrenine düşmez, ama nesnel ürünü kendi nesnel etkinliğini, kendi doğal nesnel varlık etkinliğini doğrulamaktan başka bir şey yapmaz.” (Marx, K. (1976) 1844 Elyazmaları, çev. K. Somer, Birinci Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 250). Vurgular Marx’a aittir.
[13] Holz, age, sf. 371
[14] Holz, age, sf. 372
[15] Bilindiği üzere Engels, insanın doğaya göre farkını öz bilinçle ilişkilendirdi: “Tarih, ancak öz bilinçli organizmaların evrimsel süreci olarak doğa tarihinden ayrılıyor.” (Engels, F. (1883/1979) Doğanın Diyalektiği, çev. A. Gelen, Beşinci baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 259) Orijinalinde Engels bilinç değil öz bilinçten söz ettiği için çeviri düzeltildi.
[16] Hegelci kapsayıp aşma figürünü Holz aynanın yapısıyla somutlaştırır. Ayna bir şeydir, fakat ancak kendisinden farklı olanı (yani kendi karşısındaki nesneyi) yansıtarak içermesi itibarıyla, o şeydir, yani aynadır.
[17] Holz, age, sf. 380
[18] Vurgulanmalı ki, insanın pratiği esas olarak tikel bireyin pratiği değildir, dolayısıyla buradaki praksis de toplumsal bir pratik olarak kavranmalıdır: “Toplumsal süreçlerin, maddi üretimin, onun örgütlenmesini ve geliştirilmesini sağlamlaştıran bilgiyi, insanlar arası etkileşimi ve kendi kendilerini kültürel olarak canlandırmaları ve yansıtmalarının toplamını praksis kavramıyla kapsıyoruz. Teorik faaliyet onun -spesifik bir tarzda onun karşısında olan- bir türüdür. Praksis kategorisinde nesnel faaliyet kategorisi, tarihsel-materyalist bakımdan en gelişkin içeriğine kavuşmakta; praksis, bütün toplumsal alanları kendi nesnesi yapan ve toplam-toplumsal yönden dolayımlanmış olan faaliyettir.” Holz, age, sf. 593
[19] Engels’in doğadaki varolanların gelişiminin, yansıma sürecinin basit mekanik karşılıklı etkileşimden başlayarak giderek daha karmaşık organizasyon ve hareket biçimlerine doğru ilerlemesinin sonucu olduğu konsepti, yansıma teorisi modelinin esas aldığı maddi ilkeyi ifade eder. Bkz. Holz, age, sf. 596.
[20] Marx, maddi zemini ekonomide bulunan tarihsel-toplumsal süreçlerin bütününü, “maddi ilişkiler”in birliği olarak kavramaktaydı. “Maddi ilişkiler” kavramında; maddi ve düşünsel olanın arasındaki ikilik kalkmakta, düşünsel olanın kendisi maddi ilişkilerin bir momenti olmaktadır.
[21] Holz, Einheit und Widerspruch, cilt III, sf. 371
[22] Lenin’in Felsefe Defterleri’nde aldığı şu notta da belirtildiği üzere: “Duyular, realiteyi gösterir. Düşünme ve söz, geneli.” (Aktaran Holz, age, sf. 376).
[23] Marx, K. (1983) Grundrisse, MEW, cilt 42 içinde, Dietz Verlag, Berlin, sf. 97.
[24] Bu sayede insan nesnel gerçekliği daha derinden kavrama imkanını elde eder, aynı zamanda ama onu inkâr etmesi, saçmalaması ya da kendini kandırması da mümkün olmaktadır.
[25] Üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkinin bugün kendini çok daha soyut olarak ortaya koymasıyla, bu çelişkinin dolayımlılığını çözebilen bir soyutlamanın gerekliliği işin bir yanıdır. Diğer yanıysa; hegemonya tesisinde üst yapının devrede olan klasik araçlarının yanı sıra, özellikle bilgisayar ve dijitalleşme gibi teknolojik imkanların (sinema, TV, cep telefonu vb.) sermayeye, kendi kültürünü (dünya görüşü de dahil) tüm alt sınıflara ihraç etmesini ve orada yeniden üretilmesini kolaylaştırmasını, dolayısıyla hegemonyasını pekiştirmesini sağlamakta. Bu mevzilerin aynı zamanda, işbölümünü mekân ve zamansal olarak daha da derinleştirilmesi ve esnek çalışma üzerinden işçilerin atomize olması, ortaklaşmaların zorlaştırılması vb. açısından işlevselliği açık olsa gerek. Bütün bunlar, devrimci bir çalışma için aşılması hiç de kolay olmayan meydan okumalardır. Bu nedenle de günlük sınıf mücadelelerinde edinilen deneyimlerin, özellikle kültürel ve aydınlatma faaliyetleriyle tamamlanması günümüzde azami bir önem arz etmektedir.
[26] Marx, K.(1983), Lohnarbeit und Kapital (Ücretli Emek ve Sermaye), MEW, cilt 6 içinde, Dietz Verlag, Berlin, sf. 410.
[27] “Varlıklı sınıf (burjuvazi) ile proleter sınıf, aynı insanal yabancılaşmayı temsil ederler. Ama birincisi kendini bu yabancılaşma içinde kendi yerinde duyar; bu yabancılaşmasında kendi öz erkliğini görür ve onda insanal bir varoluş görünüşüne kavuşur; ikincisi (proleter sınıf), kendini bu yabancılaşma içinde yıkıma uğramış duyar, bu yabancılaşmada kendi erksizliğini ve insan dışı bir varoluş gerçekliğini görür. O, Hegel’in bir deyimini kullanmak gerekirse, alçalma içinde bu alçalmaya karşı bir başkaldırmadır – onun insanal doğasını yaşamdaki durumuna karşıt kılan, bu doğanın açık, kesin, bütünsel yadsınmasını oluşturan çelişkinin, onu zorunlu olarak götürdüğü bir başkaldırma.” (Marx ve Engels, Kutsal Aile) Bkz.: Cengiz, A. (2018) “Marx’ın insana söylediği”, Teori ve Eylem, 18.
[28] Holz, age, sf. 307.
[29] Lenin’in burada konu edilenler bağlamındaki eşsiz katkısı, özne eylemliliğinin nesnel yasalarla ilişkisi ve öznel olanın maddi ilişkilerin nesnelliğinin bir momenti olarak belirlenmesi, ekonomi politiğe dayanarak politik pratik alanını irdeleyip teorik olarak da geliştirmesi kuşkusuz kendi başına ele alınması gereken hususlardır. Bu açıdan Ender Şiar Argın’ın dergimizin 66. sayısında çıkan “Lenin ve Siyaset” başlıklı makalesine bakılabilir.
[30] Aynı olmasa da benzer gerekler, feodalizmi yıkarken burjuvazi için de söz konusuydu, tabii bu gereklerin ögelerine sınıf olarak kendi rengini vererek!
[31] “Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım [işçilerin sendikalaşmaları, kendi aralarındaki rekabeti aşıp birleşmeleri, Çartist adıyla siyasal parti oluşturmaları -A.C.] içinde bu yığın birleşir, ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır.” Marx, K. Felsefenin Sefaleti (1847/1979), çev. A. Kardam, Sol Yayınları, Ankara, sf. 157.
[32] Aktaran: Zwahr, Hartmut (1980) Proletariat und Bourgeoisie, Pahl-Rugenstein Verlag, Köln, sf. 86.
[33] Marx, K. (1852/1990) Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. S. Belli, 2. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 76.
[34] Bkz. Cengiz, A. (2021) “Erdoğan Rejimine Dair Notlar”, Teori ve Eylem, 51, sf. 37.
[35] Postmodern savlarda bu gelişmeler sınai proletaryasının sonu olarak yorumlanmıştı. İleri kapitalist ülkeleri veri almak adına sanayi işçilerinin sayısının dünya ölçeğinde gelişmesini göz ardı etmeleri bir yana, Marksizme ilişkin vülger ön kabulleriyle hizmet sektöründeki işçileri işçi sınıfına dahil etmemişlerdi.
[36] “1970’lerde sermaye, üretim sürecini esneklik ve neoliberalizm temelinde yeniden yapılandırırken yeni enformasyon teknolojilerinden yoğun bir biçimde yararlandı. İşçilerin bir dizi toplu görüşme uyuşmazlığında enformasyon alanındaki yenilikler sermayenin eline önemli kozlar verdi. Bu tür yenilgiler genel bir neoliberal saldırı için ortamı hazırladı… Dolayısıyla işçiler, ‘bölgesel, toplumsal ve kültürel olarak farklı çalışma koşullarında ve genelde birbirlerini göremeyecekleri şekilde dağılmışlardı.’ [Fergus] Murray bu koşullarda ‘bırakın sınıfı, tek bir yerdeki işgücünü birleştirme sorunu bile göz korkutucudur’ diyordu.” Bkz: Koşar, A. (2017), Negri, Sınıf ve Çokluk, Kor Kitap, İstanbul, sf.118.
[37] Aksine, 24 Ocak Kararları ve 1980 12 Eylül darbesi Türkiye kapitalizmini uluslararası sermayeye öncesinden çok daha açık hale getirdi.
[38] Daha ayrıntılı bilgi ve değerlendirme için Arif Koşar’ın bu sayıda yer alan “Türkiye’de İşçi Sınıfı: Kapsam, Bileşim ve Değişim” başlıklı makalesine bakılabilir.
[39] Bu yönüyle bu süreç, işçi sınıfının tarihsel olarak ilk oluşumunun, yani başta yoksul köylülük olmak üzere taşra ilişkilerindeki proleterleşme döneminin karakteristik özelliklerini bağrında taşıdı.
[40] Türkiye işçi hareketinin daha ayrıntılı ve güncel bir değerlendirmesi için Ekinsu Danış’ın bu sayıda yer alan “İzler, Çatlaklar ve Yollar: 2023’ten 2025’e Sınıf Mücadelesinin Haritası” başlıklı makalesine bakılabilir.







