Mustafa Yalçıner

Başlangıcı bir süre daha öncesine uzansa bile, 19 Mart’la birlikte artık netlikle farklılaşan koşullarıyla yeni ve özel bir döneme girildiği su götürmez. Mücadele koşullarının öncekinden az çok farklılaştığı her yeni dönemin talep ve sloganların yanı sıra mücadele ve örgüt biçimlerinin yenilenmesini zorunlu kılmasıysa kaçınılmazdır.

Şüphesiz, “yeni” ve “özel bir dönem” ile kastedilen, bütün nesnel ve öznel koşulların baştan aşağı farklılaştığı, örneğin sınıf egemenliğinin değiştiği, belirli bir sınıfın egemenliğinin yerini bir başkasının aldığı türden kökten bir değişiklik değildir. Ancak sınıf hareketinin içinde geliştiği genel siyasal toplumsal koşullar, öncelikle emperyalizme bağımlılık ilişkileriyle üretici güçlerin serbestçe gelişmesini engelleyen tekellerin egemen olduğu kapitalist ilişkilerin çürümüşlüğü ve başlıca iktidarın sınıf niteliğiyle yükselen sınıf olarak proletaryanın ilerlemenin ve geleceğin temsilcisi oluşu değişmeden kalırken, proleter devrim süreci kapsamındaki aktüel gelişmeler bakımından önem taşıyan koşullarda farklılıklarla yüz yüze olduğumuzdan kuşku duyulamaz. Bu tür değişiklik ve farklılıklar bir güncel dönemi diğerinden ayırt eder; işçi sınıfının devrimci partisi de şüphesiz bu farklılıkları dikkate alarak –değişmeden kalan programının gerçekleşmesine hizmet edecek– mücadele platformunu, işçi sınıfı ve halkın acil talepleriyle bunların öne çıkanlarını, mücadele ve örgüt biçimleriyle çağrılarını yeniler.

Tek Adam Yönetimi: Sömürü ve Zorbalığın Tırmanışı

Son yıllarda işçi hareketinin mücadele koşullarında değişikliklere yol açan “özel dönem”lerden birine, mühürsüz oyların geçerli sayıldığı hileli 2017 Anayasa Referandumuyla karar altına alındıktan bir yıl sonra “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak tanımlanan tek adam yönetimi ya da Saray rejimine geçilmesiyle tanıklık ettik. Parlamentonun kanun yapıcılığı ve yasama yetkileri gerçekte kanun hükmünde kararnamelerle yönetmeye başlayan Erdoğan’ın elinde toplanırken, kuvvetler ayrılığı olarak sözü edilen yasama, yürütme ve yargı arasındaki yetki bölüşümünün sonuna gelindi. Parlamento büyük ölçüde yetkisizleşip önemini yitirirken yargı HSK aracılığıyla yürütmeye bağlandı. TÜİK ve Merkez Bankası tamamen denetim altına alındı. Başlangıçta yüksek faiz politikası izlenip “sıcak para” girişi uğruna yabancı tekellerin ülke dışına kaynak transferini kolaylaştırılırken, ardından düşük faiz politikasıyla ekonomi canlandırılmaya çalışıldı. Teşviklerle genel olarak tekeller ve ihaleler, hazine garantili ödemeler ve kur korumalı mevduatlar gibi önlemlerle “yandaşlar” ihya edilirken, oldukça sık yapılan seçim ve referandumlar ve özellikle 2023 Seçimleri öncesinde “seçim ekonomisi” uygulanması ve misliyle geri alınmak üzere ücret ve maaşlara belirli miktarlarda zam yapılması dönemin karakteristik bir politikasıydı. Varlık Fonu adıyla bir üst kurum yaratılıp tek imza yetkilisi Erdoğan olurken ülkenin gelir getiren hemen tüm kamusal sınai ve finans kuruluşları bu fonda toplandı. İşsizlik fonu dahil tüm bütçe dışı fonların Erdoğan tarafından hesap vermeksizin kullanılabildiği bu dönemle birlikte gerçek ücretlerde ciddi düşüşlere götüren ekonomi politikalarını uygulamada iktidarın eli bütünüyle serbest kaldı. Yandaş sendikalara üyelik zorla dayatılırken yasakçılık kolaylaşıp sıradanlaştı, AYM ve AİHM kararlarının uygulanmasının açıktan reddi bu dönemde gündeme geldi. Artık öğretim üyeleri de tamamen dışlanarak belirlenen rektörler örneğinde olduğu gibi kamu görevlileri sadece Erdoğan tarafından görevlendiriliyor, general atamalarında askerlerin sözü geçmez oluyor, Kürt siyasal partisinin kazandığı hemen tüm belediyelere kayyım atanıyor, Terör Yasasında değişiklik yapılarak kişiler “terör örgütü üyesi olmasa bile” “iltisaklı” kategorisinden “örgüt üyesi” sayılarak cezalandırılıyordu. İfade özgürlüğü ve basın yayımın zapturapt altına alınmasında ileri adımlar atıldı ve 2023 seçimleri kazanılsa bile, ciddi tepkiler biriktirdi.

Yeni Dönem: Yukarıdan Aşağıya Faşist Diktatörlük İnşası

Bu dönem fazla uzun süremez ve geçici bir dönem olabilirdi, nitekim öyle oldu ve tek adam yönetimi faşizm eğilimini kuvveden fiile çıkardı.

2024 Mart Yerel Seçimlerinin atak yaparak hemen tüm büyükşehirleri ele geçiren muhalefetçe kazanılması ve CHP’nin AKP’yi koltuğundan indirerek birinci parti olmasıyla, tek adam yönetiminin şaşkınlığı CHP’ninse “normalleşme” politikasıyla “yumuşak geçişi” denediği kısa bir geçiş sürecinin ardından durursa düşeceğini gören Saray iktidarının başlıca yargı sopasını kullanarak CHP ve cumhurbaşkanı adayı olarak Erdoğan’ın karşısına dikilen Ekrem İmamoğlu’nu hedefe koyarak genel bir saldırı başlattığı günümüz koşullarına varıldı. 19 Mart’tan bu yana ülke; çoğu sabah aydın, gazeteci, sendikacılarla iktidarı eleştiren tweetler atan ortalama yurttaşa kadar uzanan gözaltı ve soruşturmalara eklenen yeni kitlesel denebilecek gözaltılar ve ardından vekil ya da kayyım atamaları haberleriyle uyanır oldu. Erdoğan’ın hapisteki resmi rakibi İmamoğlu hakkında çok sayıda dava açıldı, poster ve fotoğrafları bile yasaklandı. CHP lideri dahil çok sayıda CHP’li vekilin dokunulmazlıklarının kaldırılması için fezlekeler Meclis’e gönderildi. Öte yandan dokunulmaz olmalarına rağmen CHP’li vekillere teknik ve fiziki takip uygulanıyor.

Bugün açıkça muhalefeti ve özellikle Saray iktidarı açısından yakın tehdit oluşturan CHP’yi hedef alıp yönetimini ve seçildiği son Kurultay’ı geçersiz sayma, bölme, cumhurbaşkanı adayını hapsedip yarış dışı bırakma ve yönetimindeki Belediyeleri tutuklamalar ve kayyım atamalarıyla çalışamaz kılma gibi yöntemler ve yasaklarla muhalefet olanaklarını yok ederek, muhalif basını susturarak muhalefetsiz bir rejim, bir faşist diktatörlük kurmaya girişen tek adam yönetiminin dizginsiz saldırganlığı koşullarında bulunuyoruz. CHP’li belediyeler hakkında yolsuzluk ve benzeri suçlamalarla soruşturma ve dava açılıyor, ancak sorunun yolsuzluk vb. olmadığı ama Saray’ın en güçlü rakibini saf dışı bırakarak (anketler bunun ülke halkının çoğunluğunun kanaati olduğunu gösteriyor) keyfi bir faşist yönetim kurmaya yöneldiği açık. Muhalefete yönelik bu saldırganlık, işçi ve emekçilerin büyük çoğunluğunun açlık sınırlarında ve altında yaşamaya mahkûm edildiği, çoğu işçinin yanı sıra asgari ücretlilerle emeklilerin üstelik insafsızca enflasyona da ezdirildiği, küçük üreticinin üretemez hale getirildiği, iflaslarla kredi kartı borçlarının tavan yaptığı halka yönelik saldırıların tırmandığı bir zemin üzerinde yükseliyor.

Türkiye ekonomisi on yıldan fazladır istikrarsız ve inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Son yıllardaysa ekonomide açmazlar artıyor ve kriz etkenleri birikmeye devam ediyor. Kısa vadede sorunları hafifletme kaygısıyla alınan kur korumalı mevduat uygulaması türünden önlemler yeni açmazlar oluştururken aynı zamanda kriz etkenlerini artırıcı rol oynuyor. Ekonomiyi canlandırma amaçlı faiz indirimleri enflasyonu körükledi, enflasyonla mücadele adı altında faizlerin artırılmasıysa durgunluğa ve işsizliğin artışına götürdü. Değişmeyen tek şeyse, ekonominin büyümesi ya da küçülmesinden bağımsız olarak, 2023 seçimleri öncesinde “seçim ekonomisi” kapsamındaki sınırlı ücret artışları bir yana, gerçek ücretlerle “alt” sınıfların gelirleri ve yaşam standartlarının sürekli düşmekte oluşudur. Tüm sömürülen ve ezilen sınıf ve tabakaların yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşmesi süreğenleşmiştir, giderek daralmakta olan bir kesim dışında geleceğe ilişkin güvensizlik yaygınlaşarak derinleşmektedir.

Hazine ve Maliye’nin başına getirilen Mehmet Şimşek’in “üst” sınıflar ve Saray için israf ve bolluk anlamına gelen “kemer sıkma” politikası ve Orta Vadeli Program tam bir ücretleri baskılama işlevi görüyor. “Ücret artışları enflasyon nedenidir” denip enflasyonun altında ücret artışlarıyla ücretliler geçmişi arar hale gelirken, üstüne eklenen türlü teşviklerle birlikte başta bankalar olmak üzere tekellerin kârları arttı. Yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşmesi ve yoksulluğun yaygınlaşması kent ve kırın proleter ve yarı-proleterleriyle sınırlı kalmayarak, kent ve kırlarda küçük üreticilerin durumu da hızla kötüleşti. Banka ve tefecilerin eline düşen küçük üretici sayısı artarken, iflaslar ve haciz işlemleri orta büyüklükteki işletmelere ve hatta giderek büyük işletmelere doğru genişleme eğilimine girdi.

Eskiden görece kolay ve uygun faizlerle dış borç ve kredi bulabilen Saray iktidarı ülke ekonomisinin olumsuz durumu ve büyüme hızı düşen, inişli çıkışlı istikrarsız bir seyir izleyen dünya ekonomisinin içinde bulunduğu koşullar nedeniyle artık Şimşek’in gezilerine rağmen “sıcak para” bulmakta bile zorlanıyor. Bulabildikleriyse yüksek faizli ve koşullu olabiliyor. 2025’in ilk 6 ayında faiz giderleri, bir önceki yıla göre neredeyse %100 (%93,5) artarak 1 trilyon 111,5 milyar TL olurken, bütçe açığı ise yaklaşık 1 trilyon (980,5 milyar) TL olarak gerçekleşti. Bu karşılıksız gider kalemlerinin tümünün başta işçi sınıfı olmak üzere ücretlilerin sırtına yıkıldığıysa tartışmasız.

Şimşek sık sık “dezenflasyon sürecindeyiz” der ve ekonominin düzelmekte olduğunu ileri sürerken, veriler, ülke ekonomisinin görünür gelecekte bir toparlanma ve görece istikrarlı bir gelişme içine girme olanağı bulunmadığını, Saray iktidarının örneğin 2023 Seçimleri öncesindeki türden bir “seçim ekonomisi” izleyebilme şansı ve ekonomik açmazlarının oluşturduğu yükleri –bugün yapmakta olduğu gibi– sömürülen yığınların sırtına yıkmaya çalışmaktan başka çaresi olmadığını gösteriyor. Ekonomide durgunluk ve kriz belirtileriyle bunların sonucu olarak yoksullaşmanın yanı sıra işsizlik ve geleceğe güvensizlikle birlikte sömürülen kitlelerin hoşnutsuzluk ve tepkileriyle karşı koyuşlarının da artmakta olduğu bugünkü koşullarda bunun anlamı ise açık: Saray iktidarı bugün izlemekte olduğu işçi ve emekçilere ve çalışma ve yaşam koşullarını kötüleştirmeye yönelik saldırıları artıracak, son Maden-İş grevinin yasaklanmasında olduğu gibi yasakları genelleştirerek karşı çıkışları bastırıp toplumsal muhalefeti ezme ve iktidarı açısından tehdit gördüğü sistem-içi seçenekleri de zor yoluyla geçersizleştirme tutumunu sertleştirerek sürdürecektir, sürdürmektedir ve faşist bir yönetim kurmaya kararlı görülmektedir.

Beklenti yaratarak Kürt ulusal hareketini yedekleyip muhalefeti bölerek dayanaklarını genişletmeye çalışmanın yanı sıra böyle bir diktatörlüğe geçişin “yasal” temeli de durmaksızın güçlendirilmektedir. Devlet Denetleme Kurulu Yasası’nı yenileyen son yasalardan biri, hiçbir yargı denetimi olmadan Erdoğan’a kendi atadığı bu kurulun alacağı kararlarla bütün merkezi ve yerel devlet görevlileriyle sendikalar, kooperatifler ile baro ve odalar gibi meslek kuruluşlarının yönetici ve çalışanlarını görevden alma ve yerlerine yenilerini geçirme yetkisi veriyor. Son bir yasayla ise Erdoğan genelkurmay başkanıyla kuvvet komutanlarının görev sürelerini 72 yaşına kadar birer seneyle uzatma yetkisine sahip oldu. “Zeytin Yasası” olarak bilinen yasayla ise, köy alanı/mera, orman ya da SİT alanı olmasına bakılmaksızın ülkenin tüm yeraltı zenginlikleri yerli ve uluslararası tekellerin yağmasına açıldı.

Artık faşist bir diktatörlük kurmanın Saray iktidarının uzak amacı olduğu söylenemez, pratik olarak inşasına girişilmiştir. Öte yandan bu girişime karşı direniş sürmektedir ve bu birkaç parti ya da grubun direnişinden ibaret değildir. 19 Mart saldırısının hemen ardından patlak veren toplumsal muhalefet zamana yayılmış, ancak sönmemiş ve bastırılamamıştır. Halk korkup sinmiş değildir ve her uygun fırsatta hoşnutsuzluk ve tepkisini ortaya koymaktadır. Bu koşullarda grevler sürmekte, Emek Partisi’nin “Barajsız Sendika, Yasaksız Grev, Güvenceli İş” kampanyası yoğun ilgi görmekte, CHP tarafından düzenlenen sürekli mitingler baskılar, yol kapatmalar ve ulaşım iptalleriyle sıcak havaya rağmen “sağın kalesi” denen yerlerde bile ciddi kalabalıklar toplamaktadır.

Bütün bunlar, işçi ve halk hareketinin mücadele koşullarını farklılaştıran gelişmelerdir.

Değişenlerle değişmeyenler

Türkiye işçiler ve emekçi halkın mücadele koşullarının temel yönleri bakımından hala eski Türkiye’dir; ancak mücadelenin gerek nesnel gerekse öznel aktüel/dönemsel koşullarında farklılıkların olduğu da aşikardır. Ülke ekonomisi örneğin hala genel çürümüşlüğüyle tekellerin egemen olduğu kapitalist bir ekonomidir; ama artık sadece üretim ilişkileri üretici güçlerin serbestçe gelişmesini engellemekle kalmamaktadır. Yüksek enflasyonla durgunluk ve kriz unsurlarının birikmesinin atbaşı giden, döviz durmaksızın pahalanır, dış borç bulmak zorlaşır, faiz ödemeleri tavan yapar ve bütçe sürekli artan açıklar verirken emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları tahammül sınırlarını zorlayarak kötüleşen, işsizlik artışı, gerçek ücretlerde ciddi düşüş ve derinleşen yoksullukla birlikte gelecek güvensizliği olağanüstü yaygınlaşan ekonominin artık açmazlarıyla istikrarsızlığı egemenleri dahi ürkütmektedir. Gelirlerdeki uçurumla birlikte alt ve üst sınıflar arasında kutuplaşmanın büyümesi ve gericiliğin saldırganlığıyla yasaklamalarının artışı başta işçi sınıfı olmak üzere sömürülen kitleler arasında adalet arayışını tahrik ederken hoşnutsuzluk, öfke ve tepkileriyle örgütlenme ve mücadele eğilimlerinin gelişmesini koşullamaktadır. Sınıf güç ilişkilerinde belirli değişikliklerin yaşandığı bir gerçektir. Tekellerin egemenliğinin bugünkü temsilcisi Saray iktidarı uzun süredir çeşitli yol ve yöntemlerle yedekleyerek peşinden sürükleyebildiği sömürülen kitleleri ikna etmede ciddi zorluklarla yüzleşirken, ikna edemez olduğu kesimler düzenden kopmamakla birlikte AKP ve MHP’den koparak sistem partileri arasındaki güç ilişkilerinin değişmesine götürmüştür. Ardındaki halk desteği anketlere de yansıyarak ciddi ölçüde zayıflayan ve az-çok olağan koşullarla düzenlenecek bir seçimi kaybedeceğini gören Saray iktidarının adalet ve güvenilir bir gelecek arayışıyla başta ücret artışı olmak üzere çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesi gelişmekte olan işçi ve emekçilerle gençlere yönelik zorla müdahale, grev yasakları, gözaltı ve tutuklamalarla saldırılarının kapsamı ve boyutu kadar, işçi ve emekçi halkın duygularıyla ruh hallerini –örneğin korku duvarının aşılmakta oluşunu– da kapsayarak, sadece hoşnutsuzlukları değil tepkileri ve mücadele çağrılarına verdikleri yanıtlar da çoğalıp artan Türkiye artık eski Türkiye değildir. Ülke en az yüz yıldır bir burjuva diktatörlüğüdür. Burjuvazi egemen sınıftır ve uzun yıllardır tekelci burjuvazi iktidar ipini elinde tutmaktadır ve hâlâ öyledir. 23 yıldır ise Türkiye, başında Erdoğan’ın olduğu AKP iktidarıyla yönetilmektedir, ama bu partinin yükseliş dönemlerinden olduğu kadar son birkaç yılından da farklı koşullarda bulunduğumuz tartışma götürmez.

Mücadele koşullarının farklılaştığı yeni dönemin gereklerinin olduğu şüphesizdir.

Stratejinin Hizmetinde Taktik: Faşist Saldırganlığı Püskürterek Tekellerle Büyük Toprak Sahiplerinin Egemenliğine Son Verme

Halk desteği zayıflayan, bir önceki dönemde desteğini aldığı hatta kendisine dayanaklık eden orta büyüklükteki işletme sahiplerinden giderek bazı büyük işletme sahiplerine kadar uzanan kesimlerden aldığı destek azalmakta olan Saray iktidarı güç kaybettikçe saldırganlaşıyor. Ve AKP ile MHP, tek tek ve birlikte çoğunluğu kaybetmiş ve giderek kitle destekleri azalıyor olmakla birlikte hâlâ devletin tüm olanaklarını ellerinde bulunduruyor. Yasa yapma gücü; parlamento ve KHK’ler çıkaran cumhurbaşkanlığı, askeri ve sivil bürokrasiye komuta eden yürütme ve “sopa” olarak kullandıkları yargı ellerinde ve astıkları astık kestikleri kestik. Saray iktidarı burjuva muhalefet dahil bütün muhalefeti ve seçimleri de devre dışı bırakma ya da tamamen göstermelik kılma eğilimi ve faşist bir diktatörlük kurma tutumuyla saldırıyor. İşçi ve emekçilere yönelik ekonomik ve sosyal saldırganlığı dur durak bilmiyor ve emekçilerin desteğini bu nedenle kaybediyor.

Öte yandan toplumsal muhalefet yükselişte, ancak bilinç ve örgüt durumları geri ve partimizin etkisinin oldukça zayıf olduğu işçi sınıfı ve sömürülen kitleler; henüz mevcut düzenden kopmanın çok uzağında ve kitlelerin mücadele eğilimini İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı ve erken seçim talebine bağlayarak sınırlama çabasındaki burjuva muhalefet partisinin, CHP’nin etkisi altında ve Saray iktidarına karşı yedeklenmeye çalışılıyor.

Ne yapılacak, emperyalizme bağımlı tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğini alaşağı edip demokratik halk iktidarını kurma amacıyla, proleter devrim süreciyle aktüel mücadele döneminin ihtiyaçlarının, başlıca faşist saldırıların püskürtülmesi ve bir faşist diktatörlük inşasının engellenmesinin, faşizme karşı mücadelenin ilişkisi ne olacak, nasıl kurulacaktır?

İçinde bulunduğumuz dönemde “sokağa çıkma” ve “barikatları aşma” gibi çağrılarıyla bir önceki dönemle kıyaslandığında önemli ölçüde radikalleşmesine rağmen bir erken seçimle AKP hükümetinin yerini almayı ve bir hükümet, en ileri noktada cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi yerine yeniden parlamenter sistemin ihyasıyla bir rejim değişikliğini amaç edinip mevcut tekelci kapitalist sistemde bir değişiklik talep etmeyen CHP’nin genel tutumunu benimseyerek ve çeşitli gerekçelerle burjuvazinin sınıf egemenliğine karşı mücadeleyi erteleyip kendisini AKP karşıtlığıyla sınırlayan ama hâlâ sosyalistlik iddia eden liberal solcuların yaklaşımının benimsenemeyeceği açıktır. Bir dizi özel görevin ihtiyaç haline geldiği içinde bulunduğumuz yeni dönemde de tekeller egemenliklerini emperyalizme yaslanmalarının yanı sıra aşırı sömürü ve zorbalıkla sürdürebilmektedir ve devrilmeye, burjuvazinin egemenliği yerini halk egemenliğine, kapitalizm de yerini kesintisiz bir süreçle sosyalizme bırakmaya çağrılıdır.

Mücadelenin genel koşullarında köklü değişiklikler olmadıkça işçi sınıfı ve hareketinin genel amaçlarının “bir sonraki döneme” ertelenmesi ve temel hedefinin daraltılarak değiştirilmesi sistem-içi değişikliklerle yetinerek mevcut tekelci kapitalist sistemin benimsenmesi anlamına gelir.

İşçi sınıfının devrimci partisinin asgari programını temellendirdiği bütün bir tarihsel döneme ilişkin temel görevlerin gerçekleştirilmesi; işçi sınıfı önderliğinde tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğine son vermek, emperyalizme bağımlılık ilişkilerini, tekelci kapitalizmi ve toprağa ve kişisel bağımlılık ilişkilerini tasfiye etmek ve bey-ağa topraklarını dağıtırken kesintisiz sosyalizme geçişi garanti altına almak üzere egemenliğin halka devrini sağlayarak sanayi, finans ve tarım alanında kapitalist büyük mülkiyeti kamulaştırmak stratejinin alanına girer ve bu stratejik dönemin başlıca hedefi ve temel sloganıysa “iktidar halka” ya da “halk egemenliği”dir.

Ancak siyasal toplumsal güç ilişkileri böylesi görece uzun dönemler bakımından değişmeden kalamayacağı ve karşılıklı güçler arasındaki mücadele inişli çıkışlı, ilerlemeli gerilemeli, dalgalı bir seyir izleyeceğinden, bugün olduğu gibi, mücadele koşullarının gerek nesnel gerekse öznel yönlerine ilişkin değişiklikler kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Örneğin egemenlerin yüklerini sırtlarına yıkma amaçlı saldırılarıyla birlikte sömürülen kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarına tepki ve mücadele kararlılıklarını da etkileyecek bir ekonomik krizin varlığı ve derinliği ya da yokluğunda, tekellerin egemenliği ve halk iktidarının kurulması ihtiyacı değişmeden kalmasına karşın mücadelenin dönemsel koşullarının değişmesi eşyanın tabiatı gereğidir. Aynı şeyin belirli bir stratejik dönemde gündeme gelebilecek devrimci durumlar ve büyük kitlesel hareketlerinin varlığı ya da yokluğu durumunda da geçerli olduğu şüphesizdir.

Halk egemenliğinin gerçekleştirilmesinin amaçlandığı bütün bir dönem boyunca kapitalist ekonominin canlılık, durgunluk, kriz gibi gelgitleri, gericiliğin ve işçi hareketinin ilerleme ve gerilemeleriyle değişen sınıf-güç ilişkileri, işçi ve emekçilerin tepkileri, kendiliğinden hareketlerinin gücü ve kararlılığı, bilinç ve örgüt durumları türünden nesnel ve öznel koşul ve etkenlerdeki değişmeler –koşul ve etkenler değiştikçe yerini bir yenisine bırakacak olan– bir dizi “özel dönemi” koşullar. Bunların herhangi birinde temel görevlerle demokratik halk iktidarını kurma ana hedefi ve bunu belirten temel slogan kesinlikle unutulup dikkat merkezinden kaçırılamaz. Ve temel görevlerin yerine getirilmesiyle stratejik zaferin kazanılması ancak bu “özel” dönemlerin geçici ve daha az kapsamlı görevlerinin başarılması ve belirli ve sınırlı hedeflerine ulaşılmasıyla olanaklıdır.  Stratejik bir dönem, böylesi taktik dönemlerden bileşir ve her bir özel dönemde bir diğerinden farklı taktikler izlenerek, stratejik zaferi hazırlayacak araç, yol ve yöntemlerin, somut koşullara uygun talep/talepler, kapsamı sınırlı, geçici süreli dönemsel hedef, görev ve sloganların doğru seçilmesi temel önemdedir. Bu talep, hedef ve sloganlarla mücadele ve örgüt biçimleri, tümü bir arada işçi sınıfının devrimci partisinin programıyla stratejik hedefin gerçekleşmesini göz önünde bulundurarak onun başarısına hizmet edecek, ancak anlaşılacağı gibi, kendi başlarına stratejik başarıyı kazanmayı amaçlamayacak ya da Stalin’in dediği gibi “bir bütün olarak savaşla değil, fakat onun tek tek parçalarıyla çatışma ve anlaşmalarla” ilgilenecektir.[1] Kesindir ki, özel dönemlerin zorunlu kıldığı tek tek muharebeler kazanılmadan bütün bir savaşı kazanmak olanaksızdır. Ve taktikler de; sonuçlarının, başarı ya da başarısızlıklarının yalnızca kendisi ve koşullarıyla sınırlı olarak değil, ama stratejik bütün içinde ve stratejinin başarısına ne denli hizmet ettiğiyle anlaşılıp belirlenebilir.

Öyleyse, bugünkü koşullarda halk egemenliğinin nasıl gerçekleştirileceği, demokratik halk iktidarının nasıl kurulacağı, bunun için ne yapmak gerektiği, stratejik ittifakların yanı sıra hangi güçlerle geçici birlikler oluşturulacağı, büyük ölçüde kendiliğinden karakterde olan toplumsal muhalefeti ve özellikle işçi hareketini ilerletmek için hangi talepler öne çıkarılıp hangi mücadele ve örgüt biçimleriyle bu yolda nasıl ilerleneceği sorularının yanıtları önemlidir.

Tabii ki sosyalizm ve halk egemenliğinin propagandası yapılacaktır. Acil talepler ileri sürmek ve özel görevler sırtlanmakla sınırlanmak kabul edilemez. Hatta bu açıdan üstesinden gelinmesi gereken zaafların varlığı da bir sır değildir. Öte yandan burjuvazi, elindeki bütün araçlarla egemenliğin milletin ya da halkın olduğunu ve ülkenin halkın seçtikleri tarafından yönetildiğini ileri sürüyor ve bu propaganda halkı etkiliyor. “Milli irade” vurgusu yapmak, girdiği tüm seçimleri kazanmakla övünmek son günlere kadar AKP ve Erdoğan’ın temel bir argümanı durumundaydı. Bugün iktidar seçimden kaçarken, burjuva muhalefet tek adam rejimi eleştirisiyle Erdoğan’ı suçlayıp iktidar koltuklarının “üst” sınıf partileri arasında el değiştirmesi ve parlamentarizmin ihyası yoluyla yeniden “halkın egemen olacağını” ileri sürüyor. Dolayısıyla halk egemenliğinin ne olduğunu anlatmak vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.

Propagandasından vazgeçilemez, ancak “halk iktidarını kuralım” sloganını durmaksızın tekrarlamak sadece içinde bulunduğumuz dönemde değil hiçbir zaman yeterli sayılamaz ve bugün sömürülen kitlelerin halk egemenliği talebiyle alanları doldurmadığı da gerçektir. İşçi ve emekçiler henüz bu sloganın doğruluğuna ve yaşamakta oldukları kendilerine dayatılmış sömürü ve zorbalık koşullarını aşabilmeleri için tek geçerli seçenek ve yaşamsal bir ihtiyaç olduğuna ikna olmuş değiller. Üstelik grevler, ürün yakmalar ve çeşitli türden protesto eylemleriyle kendiliğinden tepkilerini ortaya koymakla birlikte tüm kötülüklerin kaynağı olarak tek adam yönetimini gösterip kurtuluş çaresi olarak seçimlere ve parlamenter düzene vurgu yapan bir başka burjuva seçeneğin peşinden yürümekteler. Bir diğer katı gerçek ise, işçi sınıfı ve sömürülen kitlelerin genel olarak sınıfın devrimci partisinin ileri sürdüğü sloganlara, özel olarak “halk egemenliği” ya da “halk iktidarı” ihtiyacına ve bu sloganının doğruluğuna ikna olması için sadece propaganda ve hatta ajitasyonun yetmeyeceği, ama sloganların doğruluğunu kitlelerin kendi deneyleriyle sınamalarının gerektiği ve kitlelerin kendi deneyleriyle öğrenmelerinin devrimlerin temel bir yasası olduğudur.

Bugün sınıfın kurtuluş yoluna girebilmesi için gerici sınıfların egemenliğine son verecek bir halk egemenliği zorunluluğu sadece işçi sınıfının devrimci partisi ve yakın çevresinin bilgisi durumundadır. Oysa halk egemenliğinin kurulabilmesi için sömürülen geniş yığınlar tarafından benimsenip kabul edilmesi bir zorunluluktur. Lenin, “Yalnız başına öncüyle zafer olanaksızdır. Bütün sınıf, bütün yığınlar, öncüyü doğrudan destekleme durumuna gelmedikçe ya da öncüye karşı sempatik bir tarafsızlık tutumunu benimseyerek karşı tarafı desteklemeleri olasılığı kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek yalnızca bir ahmaklık olmakla kalmaz, bir cinayet olur. Oysa bütün sınıfın, sermayenin ezdiği geniş emekçi yığınların, gerçekten böyle bir tutumu benimseyebilmeleri için yalnızca propaganda, yalnızca ajitasyon yetmez. Bunun için bu yığınların kendi öz siyasal deneyimleri gereklidir. Bütün büyük devrimlerin temel yasası böyledir…[2] der, “Sol” Komünizmde.

Proletaryanın hem ileri bölükleri hem de devrimci partisi henüz oldukça zayıf, sömürülen kitlelerle güçlü bağlara ve yeterince güçlü ve yaygın örgütlere sahip değil. Öte yandan ama artık iktidarın ördüğü “korku duvarı” yıkılmaya ve sömürülen kitleler mücadele alanlarını doldurmaya başlamıştır. Ancak kendiliğinden mücadeleye yönelen kitleler hâlâ gözaltı, tutuklamalar ve yasaklarla yıldırılmaya çalışılırken özellikle işten atılma çekincesi işçilerin mücadeleden geri durmalarının önemli bir nedenini oluşturuyor. “Korkunun ecele faydası yok” duygusunu geliştirmekte olan yakıcılaşmış taleplerini elde etmek ve adalet arayışıyla gerçekleşmeye başlayan bu korkulardan sıyrılışın kalıcılaşması, aynı zamanda mücadele kararlılığının pekişmesini de sağlayacak olan öncünün yardımlarına bağlıdır. Bu yardımlar, kitle hareketinin kendiliğindenliğin kanıtını da oluşturan hareketli durumdaki geri bilinçli kitlelerin en kolay birleşme eğilimi göstermeleri tamamen doğal olan “kurtuluş” vaat eden düzen-içi politik sınırlamaları, başlıca tepkilerini geri talepler ve hedeflere yöneltmekte olan burjuva muhalefetin koyduğu engelleri aşabilmelerinin de vazgeçilmez ihtiyacı. Stalin bunu şöyle ifade ediyor: “Sorun, öncünün eski rejime dayanmanın imkansızlığını ve onun yıkılmasının kaçınılmazlığını anlaması değildir. Sorun, yığınların, milyonların bu kaçınılmazlığı anlaması ve öncüyü desteklemeye hazır olduklarını göstermesidir. Ama yığınlar bunu sadece kendi deneyleriyle anlayabilirler. Yerine getirilmesi gereken görev, geniş yığınların kendi deneyleriyle eski rejimin yıkılmasının kaçınılmazlığını anlamalarına yardımcı olmak, yığınların kendi deneyleriyle devrimci sloganların doğruluğunu anlamalarını daha da kolaylaştırmak olan bu tür örgüt ve mücadele biçimlerini düzenlemeye çalışmaktır.[3]

Sadece otoritarizmi, adaletsizlikleri ve tek adam yönetimini suçlayıp demokrasi ihtiyacından söz ederek ya da sosyalizm ve halk egemenliği propagandasıyla yetinerek sömürülen kitlelerin ilerletilmeleri ve sömürü ve zorbalıktan kurtuluş için hazırlanmaları olanaksızdır. İşçi sınıfı ve sömürülen kitlelerin sınıf bilinciyle donanması ve mücadelelerinin ilerletilmesinin zorunlu bir koşulunun halk egemenliği ve sosyalizm propagandasının bilimsel gerçekler ve nesnel olgulara dayanarak ve anlaşılır bir biçim ve içerikle yapılması olduğundan ne denli şüphe edilemezse, kitlelerin bilinci ve mücadelesinin sadece propagandayla ilerletilemeyeceğinden de şüphe edilemez. Devrimci partinin bilimsel olarak belirlediği amaçlar ve kılı kırk yararak kurduğu stratejik planla temel sloganlarının kitleler tarafından denenip sınanarak doğruluğunun görülüp benimseneceği tek alan pratik sınıf mücadelesidir, eylem alanıdır. Belirlediği amaç ve hedeflerle sloganları sömürülen kitlelerin benimsediği ve uğruna mücadele ettiği amaç, hedef ve sloganlara dönüştürmek zorunda olan sınıfın devrimci partisinin yapmak durumunda olduğu şey, her özel dönem ve koşulda halkın acil somut taleplerinden hareket ederek, açık, anlaşılır, ayakları yere basan ve nesnel olarak uygulanabilir olan taktik sloganlarla bu kitleleri harekete geçirip ileri mevzilere taşımaya çalışmaktır. Kitleler kazanılarak devrimin hazırlığının gerçekleştirilmesinin başka herhangi bir yolu yoktur!

Temel önemde olan, kendiliğindenliğe saplanıp kalmamak ve kitlelerin kendi deneyleriyle öğrenmelerinin yalnızca kendiliğinden harekete katılmakla yetinip onun sınırları içinde kalınarak olanaklı olduğunu sanmamaktır. Bu, verili dönemde etkin olan burjuva muhalif hareketin düzen-içi amaç ve hedeflerinin peşine takılmak ve onun politikasına alet olmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Kitleler, şüphesiz kendiliğinden eylemleri içinden hareket edecek, ustaca formüle edilmiş acil taleplerinden başlayarak, ama kendiliğinden ulaşabildikleri amaç ve hedefleri, öncünün yönlendirdiği slogan ve giderek politik kapsamı güçlenen eylemlere katılma yoluyla aşarak deneylerinden öğrenecek, politikleşerek ilerleyecektir. Kitlelerin kendi deneyleriyle öğrenecekleri, eğitimlerine adım attıkları zeminin kendisi, yani kendiliğinden hareketlerinin bilgisi değil (ki bu bilgiye ihtiyaçları yoktur, çünkü zaten sahiptirler), öncünün sonal amaç ve hedefleriyle devrimci sloganlarının doğruluğudur.

Öyleyse, nihai amaç ve stratejik hedefin ustalıkla propagandasından vazgeçmeksizin ve bu amaçla hedefin gerçekleşebilmesi için, “zincirin”, bugünkü mücadele koşullarının aşılmasını dayattığı ve aşılmadan ilerlemenin olanaksız olduğu “halkasını” kavramak zorunludur. Toplumsal muhalefetin ileriye taşınmasının bir dayanağı olarak kapitalist düzen sınırları içinde gerçekleşemeyecek taleplerle –nihai amaç ve hedeflere ulaşılmasına hizmet etmek üzere yürütülecek mücadelenin “yan ürünleri” olarak– kapitalizm sınırları içinde elde edilebilecek acil taleplerden bileşen bir güncel mücadele platformu bugün işçi ve halk hareketinin başlıca ihtiyacı durumundadır.

Saray iktidarının hemen her alanda saldırısını tırmandırdığı ama sömürülen kitlelerin de bu saldırılara karşı durduğu bugünkü koşullarda dönemsel taktiği ve taleplerle sloganları belirlemek üzere “kavranacak halka” durumunda olan, faşist saldırılara karşı koyma ve bu saldırıları püskürtme mücadelesi ve bunun ihtiyaçlarıdır. Temel ittifakların yanı sıra gerektirdiği geçici birlikleri de önemseyerek “mızrağın sivri ucu”nu faşizmi örgütlemekte olan Saray iktidarına yöneltip tekellerle büyük toprak sahiplerinin egemenliğine son verme– yeni dönem ve görevleriyle güncel sürece yaklaşım bu olabilir.

Yeni Dönem Yeni Mücadele ve Örgüt Biçimlerini Koşullar

Sermaye ve faşizmin saldırıların arttığı ve bir faşist diktatörlüğün inşasına girişildiği, ancak toplumsal muhalefetin ezilemeyip halkın kendiliğinden direnişin sürdüğü günümüz koşullarında taleplerin yanı sıra mücadele ve örgüt biçimlerinde de değişikliklere ihtiyaç olduğu yadsınamaz.

Tamamen iktisadi nitelikli grev ve ürünleri yollara dökme türü eylemlerle gösterilerin yanına sürekli hâl alan siyasal gösteriler, başlıca mitingler zaten eklenmiştir. Saray yönetiminin 19 Mart saldırısının sömürülen kitlelerin biriken hoşnutsuzluk ve tepkilerini açığa çıkararak tetiklediği siyasal gösteriler İstanbul Üniversitesi gençliğinin inisiyatifiyle patlak vermiş, üniversitelerinde boykotlar gerçekleştiren gençlerin halkın kitlesel katılımının da önünü açmasıyla Saraçhane’den başlayıp tüm ülkeye, özellikle büyük kentlere yayılmış, göstericiler sokak ve alanları doldurmuştur. Bu siyasal nitelikli gösteriler, bugün hâlâ onlara siyasal bir biçim vermeye en elverişli pozisyonda olan ve faşizme karşı mücadeleci bir tutum içine giren burjuva ana muhalefet partisi tarafından kendi mitingleri olarak sürdürülmektedir.

CHP’nin örgütlenmesi için uğraşması gerekmeden, iktisaden nefes alma olanakları bile ellerinden alınma dayatmalarıyla yüzleşen halk kitlelerinin tepkilerinin gücü ve dayatmalarla zorbalığa karşı koyma kararlılığıyla oluşan toplumsal muhalefetin kendiliğindenliğinin beslediği bu mitinglere katılım hâlâ yüksek düzeyli olmakla birlikte bunun yetmediği ve yetmeyeceği ortadadır. Yaşanan süreç ve bugüne kadar süren mücadele, İstanbul Büyükşehir Belediyesiyle olasılıkla onu takip edecek Ankara, İzmir, Mersin… gibi muhalefetin elindeki büyük belediyelere ve CHP’ye kayyım atama niyetiyle girişilen saldırıların halkın 19 Marttaki ayağa kalkışıyla bu yönüyle geçici olarak püskürtülüp geriletilebildiğini, ancak saldırıların henüz sadece ertelenebildiğini, genel olarak püskürtülemediğini gösterdi. Saray iktidarı saldırılarıyla amaçladığı ana muhalefetin “kalelerini zapt etme” hedefine ulaşamayıp bir adım geri atmıştır, ancak genel bir geri çekilmenin kaybetmek demek olacağını bilerek, birbirinin peşi sıra, az çok zamana yayarak ve yaygınlaştırarak sürdürmekte olduğu saldırıların direnişin bugünkü düzeyiyle püskürtülemeyeceği görülmektedir. Üstelik muhalefeti bölerek güçsüzleştirme tutumunu geliştirmekte; CHP içinde eski ve yeni yönetim arasındaki çekişmeyi kışkırtıp körüklerken, “çözüm süreci” ve “iç cepheyi tahkim etme” manevrasıyla Kürt ulusal hareketini beklenti yaratıp yedeklemeye uğraşıp CHP’yi dışlayarak ilerlemeye çalışmaktadır.

Saray yarattığı beklentiyle tek tek katılımların ötesinde DEM ve Kürt halkının faşist saldırganlığa karşı sürmekte olan mücadeleye, örneğin siyasal gösterilere katılımını önlemede başarılı olmuştur. Yine de düzen-içi CHP politikalarıyla hareket ettiricisi yakıcı talepleri ve güçlü tepkileri olan halkın mücadelesinin kendiliğindenliğinin uyum içinde oluşu henüz katılım sorunu oluşmasını önlemekte, halkın tahammülü giderek zorlaşan geçim araçlarına ulaşma zorluğuyla karakterize nesnel koşullar AKP ile MHP’nin yüksek oylar aldığı Yozgat’la Bayburt’ta dahi kalabalık ve canlı protestolarla mitingleri olanaklı kılmaktadır.

Çevrelerini sürüklemede etkili yerel kişi ve gruplar, Yozgat mitinginde “turpunan, şalgamınan devlet yönetilmez” diye konuşan çiftçi örneğinde olduğu gibi, toplumsal muhalefeti körükleyen nesnelliğin gücü ve etkisiyle tutum ve taraf değiştirme eğilimine girmiştir ve muhalefetin yelkenlerini şişirmektedir; ancak ya örgütsüzdürler ya da daha da çok geleneksel olarak farklı toplumsal ve örgütsel ilişkilere sahiptirler. Böyle olacak ve taraf değiştireceklerdir, ancak örgütlenmeleri ihtiyacı yaşamsaldır. Bu örgütlenme, kitlelerin kendi deneyleriyle öğrenmeleri sürecinde gerçekleşecektir; ancak bu yeni mücadele ve örgüt biçimlerini gerektirdiği gibi, bunları gerçekleştirecek irade ve örgütler aracılığıyla olanaklıdır.

Siyasal gösterilerin gücü ve katılımını garanti altına alacak olan, işçi ve emekçi kitlelerin ortak talepler etrafında birleşebilme potansiyeliyle bir arada bulundukları ve bugün özellikle çalışma ve yaşam koşullarıyla hak ve özgürlükleri Saray iktidarının koordine ettiği sermayenin saldırısı altında olduğu yereller ve özellikle işyerleriyle hizmet ve eğitim alanlarında son derece yakıcı hâl alan acil taleplerinden hareket eden eylemlilikleridir. Bu eylemler, üretim alanları durumundaki fabrikalar, işyerleri ve hizmet alanları açısından ekonomik ve giderek siyasal grevler, eğitim alanları açısından demokratik ve özlük haklar için ve giderek siyasal nitelikli boykotlar, esnaf için örneğin iktisadi ve giderek siyasal nitelikli kepenk kapatmalar ve çeşitli türden direniş eylemleridir.

Yerel grev, boykot ve çeşitli türden direniş biçimlerinin talepler ortaklaşıp birleştirici siyasal yönü güçlendikçe giderek il, bölge ve ulusal çapta birleşerek genelleşmesi eşyanın tabiatındandır.

Bolte’a 23 Kasım 1871 tarihli mektubunda Marx, “… işçi sınıfının egemen sınıflar karşısına bir sınıf olarak çıkıp onları sıkıştırdıkları her hareket, apaçık politik bir harekettir. Örneğin, belirli bir fabrikada hatta belirli bir sanayi dalında grevler vb. aracılığıyla kapitalisti işgününü kısaltmaya zorlama girişimi katıksız ekonomik bir harekettir. Buna karşılık, sekiz saatlik işgünü vb. bir kanunu çıkartmak için girişilen hareket politik bir harekettir. Ve böylece işçilerin ayrı ayrı ekonomik hareketlerinden her yerde politik bir hareket doğar. Bu hareket çıkarlarını genel bir biçimde, zorlayıcı nitelikte genel bir toplumsal gücü içerir biçimde elde etmeyi amaçlayan sınıfın hareketidir. Eğer, bu hareketler, önceden belirli ölçüde örgütlenmiş olmayı gerektiriyorsa, kendileri de aynı şekilde bu örgütlenmeyi geliştiren araçlardır. İşçi sınıfının ortak iktidara yani egemen sınıfların siyasi iktidarına karşı kesin bir mücadeleyi yüklenecek kadar örgütlenmede ileri gidemediği durumlarda bile, işçiler egemen sınıflara ve bunların uygulamalarına karşı ajite edilerek kesin mücadele için yetiştirilmelidirler” demektedir.[4]

 

Bir Mücadele Biçimi Olarak Genel Grev

Burada, örnek olması bakımından ve iki başlıca yönüyle; 1) taleplerin yanı sıra mücadele biçimlerinin de nihai amaç ve hedeflerle ilişkisi ve onlara hizmet etmesi ve 2) sloganların işlevlerinin değişmesi yönleriyle “Genel Grev Genel Direniş” sloganı üzerinde duracağız. Bu slogan ve dile getirdiği mücadele biçimi içinde bulunduğumuz özel dönem ya da mücadele koşulları açısından büyük önem taşımaktadır.

Önemi, yaptırım gücünden ve henüz faşizm dayatmasına karşı direnişin kendiliğinden olduğu kadar yerellere ve başlıca işçi sınıfına dayanmayışı, fabrika ve işyerlerinden güç alamayışından geliyor. Tek tek işçilerle işsizlerin düzenlenen ve başlıca biçimi CHP mitingleri olan siyasal gösterilere katıldıklarından şüphe duymak gerekmiyor. Ancak tek tek işçilerin siyasal gösterilerde yer alışı, işçi sınıfın sermaye ve faşizme karşı kendi talepleri, örgütleri ve mücadele biçimleriyle bağımsız bir toplumsal güç olarak direnişe katıldığı anlamına gelmiyor. Öte yandan siyasal gösterilerde yer alan tek tek işçilerin sınıfın üretimi ve yaşamı durdurma içerikli yaptırım gücüne sahip olmadıkları açıktır. Tek tek işçiler katıldıkları gösteri ve sair eylemlerin yalnızca katılımcısı ya da “dolgu maddesi” olurlar. İşçi sınıfıysa üretim birimlerine dayalı eylemiyle kendi bağımsız siyasetini izleme ve “kendisi için sınıf olma” potansiyeline sahiptir.

Güncel anti-faşist toplumsal muhalefet bakımından önemli olan, bugün henüz bu muhalefetin, aileleriyle birlikte ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan başlıca bölümünün, “çıkarlarını genel bir biçimde, zorlayıcı nitelikte genel bir toplumsal gücü içerir biçimde elde etmeyi amaçlaya”bilen işçi sınıfının dolaysız katılımı, mücadele yeteneği ve gücünden yoksun oluşudur. Bugünkü bilinç, örgütlülük ve mücadelesinin düzeyiyle henüz işçi sınıfının bir iktidar mücadelesi için hazır olmadığı tartışmasızdır, ancak Marx’ın söylediği de açıktır: “İşçi sınıfının egemen sınıfların siyasi iktidarına karşı kesin bir mücadeleyi yüklenecek kadar örgütlenmede ileri gidemediği durumlarda bile, işçiler egemen sınıflara ve bunların uygulamalarına karşı ajite edilerek kesin mücadele için yetiştirilmelidirler.” Bir diğer açık olan şey ise, işçilerin yetiştirilmelerinin ancak bizzat kendi eylemleri içinde olanaklı olduğudur.

Sınıfın mücadele yeteneği ve gücünü doğrudan yansıtacak eylem biçiminin, gücünü kapitalizmin onları örgütlediği fabrikalar ve işyerlerinde işçilerin ve eylemlerinin birliğinden alan grev olması kanıta muhtaç değildir. Başka yönlerinin yanında bir fabrika ve işyerleri sistemi olan kapitalizmin –uluslararası pazara bağlanmış olsa da– tek bir ülke pazarı etrafında merkezileşmiş oluşuysa, işçi sınıfı ve eyleminin sektörel, bölgesel ve giderek ulusal çapta ortak talepler etrafında birliğini, bölgesel ve ulusal nitelikte genel grevleri olanaklı kılar.

Temel dayanağı ve gücü olabilecek ve ona talepleri, eylemi ve giderek kendi amaçları ve bağımsız siyasetiyle damgasını vurabilecekken, işçi sınıfının, sınıf olarak, henüz ne yazık ki bu muhalefetin başlıca dayanağı (ya da dayanaklarından biri) ve gücü olamayışı bugünkü toplumsal muhalefetin temel zaafı ve zayıflığıdır. Ve eğer toplumsal muhalefetin başarısı isteniyorsa, her şeyden önce ve mutlaka bu zaafının giderilmesi şarttır.

Genel grev genel direniş” sloganıyla ifade edilen eylemlilik, dönemin ve toplumsal muhalefetin yaşamsal zayıflığının giderilmesinin olduğu kadar, bir mücadele biçimi olarak, sermaye ve faşizmin saldırılarını püskürtme, talepleri elde etme ve Saray rejimini yıkmanın en önemli araçlarından, mücadele biçimlerinden biridir. İşçi sınıfının giderek örgütlülüğünü de pekiştirecek genel greve yönelik eylemliliği ve genel grevi, toplumsal muhalefetin temel zaafının giderilmesine götürecek ve sınıfın sömürülen ve baskı altında olan diğer sınıflar ve demokrasiyi savunarak faşizme karşı mücadele eden burjuva kesimlerle birlikte mücadelesi faşist bir diktatörlük inşa etme plan ve girişimlerini püskürtecek gücü yaratacaktır.

Burada Engels’in Bakunincilere “genel grev” ekseninde yönelttiği eleştiriyi hatırlamalıyız. Bakuninciler, anarko-sendikalistler bir eylem biçimi ve slogan olarak “genel grev” vurgusu yapmanın ötesinde onu her derde deva bir iksir, ama siyaset-dışı ve karşıtı bir araç olarak yüceltmekteydi. Bugünkü koşullarda Türkiye’de genel grev siyasal bir araç olarak siyasal mücadelenin ilerleyişi ve başarısı için bir ihtiyaçken Bakunincilerin dilinde tam tersiydi. Bakunincilerde genel grev siyasal nitelikli olmadığı ve olamayacağı gibi, siyasal bir amaç ve hedefe sahip olamaz, böyle bir amaca bağlanıp ona hizmet de edemezdi. Her türlü siyasete ve siyasallığa karşıydılar, onların elinde genel grev önü sonu siyasal mücadele ve amaçlardan yan çizmek ve örneğin ayaklanmanın karşısına dikmek için bir bahaneydi!

İçinde bulunduğumuz dönemde işçi sınıfı ve emekçilerin ihtiyacı olan genel grevin Bakunin’in öngörüleri ve genel grevin anarşist kavranışıyla, siyaset karşıtlığıyla ve genel grevi siyasal mücadelenin yerine geçirmekle en küçük bir ilgisi kurulamaz. Tersine, ekonomik neden ve taleplerle başlamış olsa bile, gerekli olan, ekonomik hareket noktalarının yanında siyasal olanlara da sahip ve faşist saldırıların püskürtülmesine hizmet edecek olan siyasal genel grevdir. Ve bir genel grev, Bakuninci yaklaşımla mevcut toplumu alaşağı edecek bir “kaldıraç” ya da buna güç yetirecek bir araç olmamakla birlikte, faşist saldırganlığı zora sokup püskürtmede küçümsenemeyecek bir rol oynayabilir ve oynar. Hele siyasal amaç ve talepleri belirginlik kazandıkça, işçileri toplumsal yaşam koşullarının hiç değilse belli bir yönü ve devlet üzerinde düşünüp tartışmaya yoğunlaştıran yerel ve sıradan ekonomik nitelikli grevlerin ötesine geçerek, işçi sınıfını, hareketi içinde bir sınıf olarak birleştirip eğiterek bir sonraki daha gelişkin eylemine hazırlarken, sermaye ve faşizmin saldırılarına karşı sadece sınıf olarak kendisini değil bütün halkı birleştirici bir işlev de görür. Burada, sınıfın devrimci partisinin bildiriler vb. ve yüz yüze görüşmelerle en yaşamsal ihtiyaçları için mücadelelerinde işçilere yardımının, kapitalizm ve devlet içindeki yerlerini kavrayarak bilinçlerini geliştirmeleri için, sömürü ve özel mülkiyetin nasıl sınıfın yoksulluğu ve köleliğine yol açtığını ortaya koyarak yaptıklarının ve son olarak işçilerin ilişkileri ve örgütlerini burjuvazi ve örgütlerinden gizlemek ve –grevin başarısı için olduğu kadar– arkadaşlarına gazete, bildiri vb. dağıtımını gerçekleştirebilmek ve birleriyle dayanışabilmek amacıyla örgütlenmelerini geliştirmek üzere yol göstermesinin işçiler, birlik oluşturmaları ve siyasallaşarak kendisi için sınıf olabilmeleri açısından vazgeçilmezliğini belirtmek bile gereksizdir.

Dolayısıyla bugün ihtiyaç duyulan genel grev, siyasete ve siyasallığa karşıtlığın tersine siyasal nitelikli oluşunun yanı sıra toplumsal devrimi patlatmak başta olmak üzere mucizeler yaratacak her derde deva bir “kaldıraç” değil, ama işçi sınıfını faşist saldırıların karşısına dikerek anti-faşist mücadeleyi güçlendirmesinin yanında, işçi sınıfının kurtuluşunun ve asgari programının başlıca görevi olan tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğine son verme hedefine hizmet edecek geçici bir mücadele biçimidir.

Değişen Koşullarda Sloganların İşlevleri Farklılaşır

Peki, siyasal taleplere sahip ve siyasal amaçlara araçlık edecek bir “genel grev genel direniş”in bileşeni olarak bir genel grevle, deneyler biriktirdikleri küçümsenmeyecek sayıda greve çıkmış olsalar da sendika bürokrasisinin kontrolünde ve dolayısıyla örgüt ve bilinç düzeyleri oldukça geri olan, yayılmakta olan işsizlik koşullarında işten atılma baskısının kıskacındaki işçilerin ilişkisi üzerine ne söylenebilir? Bu durumlarıyla işçilere genel grev önerilmesi hayalcilik değil midir?

Öncelikle söylenmelidir ki, yeni ve özel koşullarıyla içinde bulunduğumuz dönem mücadele biçimlerinin yenilenmesini gerektirdiği gibi, örgüt biçimlerinin de yenilenmesine ihtiyaç duymaktadır. Yerel siyasal grevler, boykotlar, kepenk kapatmalar, siyasal gösteriler ve iktisadi ve siyasal genel grev ekonomik grevlerde bile işçileri arkalarından hançerlemeyi meslek edinmiş sendika bürokrasisine dayanarak gerçekleşebilir değildir; ama fabrika ve grev komiteleri, fakülte, üniversite ve boykot ve direniş komiteleri, köylü komiteleri türünden örgüt biçimleri grev vb. hazırlık ve örgütleme çalışmaları içinde doğar, bu hazırlık ve örgütlenmeleri üstlenir ve karşılıklı olarak birbirlerini geliştirip güçlendirirler. Marx’ın işçi sınıfının politik eylemine atıfla, “Eğer, bu hareketler, önceden belirli ölçüde örgütlenmiş olmayı gerektiriyorsa, kendileri de aynı şekilde bu örgütlenmeyi geliştiren araçlardır” dediğini hatırlayalım.

İkinci olarak, belirli bir hedefi işaret eden bir sloganın işlevi somut koşulların değişmesiyle değişir. Belirli bir sloganın kullanılıyor oluşu, onunla kitlelerin hemen eyleme çağrıldığını göstermez. Örneğin “halk egemenliği” sloganını kullanıyoruz; ancak sömürülen yığınların henüz halk egemenliğini kuracak kavrayış, örgütlülük ve güçte olmadığı koşullarda, bu, çocukça bir iktidar değişikliğine çağırmak anlamına gelmiyor. Bu slogan başlangıçta “en hızlı savaşçı niteliğindeki kişi ve grupları partiye kazanmayı” amaçlayan, asıl olarak dar bir kesime hitap eden bir propaganda sloganı durumundadır. İşçilerle halkın geniş kesimleri tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğinin dayanaklarıyla birlikte zayıflığını ve yıkılabilmesinin olanaklı olduğunu görüp anlamaya başladıklarında aynı slogan ajitasyon sloganı haline geliyor demektir. İktidar değişikliğinin arifesinde bu slogan eylem sloganına dönüşecek ve harekete geçilmesi çağrısı olarak kullanıldığındaysa bir direktif haline gelecektir. Özetle bir sloganın ileri sürülmesi, propaganda ve ajitasyon sloganları olarak hizmet edecekleri koşulları atlayarak, hemen eylem sloganı ve direktif olarak anlaşılıp buna uygun davranılmaya çalışılmasını şüphesiz ki gerektirmez.

Genel grev genel direniş” sloganı da böyledir. Ancak önemli bir farkla. Mücadele biçimlerine ilişkin sloganlar, ilk ileri sürüldüklerinde bir propaganda sloganı işleviyle görece dar bir kesime, ileri ve duyarlı, mücadeleci işçilere ve ardından ihtiyaç, kavrayış ve ruh hallerindeki ilerlemeye bağlı olarak bu kez geniş kitlelere seslenen ajitasyon sloganlarına dönüşen talep ve hedef belirten sloganların olağan gelişme seyrini izlemezler. Talep ve hedefleri –kuşkusuz hareketin nesnelliğinden hareketle– sınıfın devrimci partisi belirler ve sloganları da yine parti ileri sürerken, mücadele biçimleri –“masa başında” olsun olmasın– parti tarafından yaratılamayacağı gibi belirlenemez de, ama belirli biçimlerin eskidiği ve yenilerinin uç verdiği kitlelerin mücadelesi içinde kendiliğinden ortaya çıkarlar.

Lenin’in Marksizmin mücadele biçimlerine yaklaşımıyla ilgili söyledikleri bilinir: “Marksizm… en çeşitli mücadele biçimlerini tanır; bunları ‘uydurmaz’, sadece genelleştirir, örgütler ve hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkan devrimci sınıfların mücadele biçimlerine bilinçli bir ifade verir. Tüm soyut formüllere ve doktriner reçetelere kesinlikle düşman olan Marksizm, hareket geliştikçe, kitlelerin sınıf bilinci büyüdükçe, ekonomik ve politik krizler keskinleştikçe, sürekli olarak yeni ve daha çeşitli savunma ve saldırı yöntemleri ortaya çıkaran, gelişmekte olan kitle mücadelesi karşısında dikkatli bir tutum sergilemeyi gerektirir. Bu nedenle Marksizm, hiçbir mücadele biçimini kesinlikle reddetmez. Marksizm, hiçbir koşulda kendini sadece o anda mümkün olan ve var olan mücadele biçimleriyle sınırlamaz, çünkü belirli bir dönemin katılımcılarının bilmediği yeni mücadele biçimlerinin, belirli bir toplumsal durum değiştikçe kaçınılmaz olarak ortaya çıktığını kabul eder. Bu bakımdan Marksizm, tabiri caizse, kitle pratiğinden öğrenir ve ‘sistematikleştiriciler’in çalışma odalarında icat ettikleri mücadele biçimlerini kitlelere öğretme iddiasında değildir.[5]

Dolayısıyla sınıfın devrimci partisi hareketin içinden yeni doğan mücadele biçimlerini ve bu arada özel olarak “genel grev” ilgi ve eğilimini genelleştirip bilinçli bir ifade vermek üzere sloganlaştırırken, hâlâ onu yakın çeperlerinden başlayarak etraflarına yaygınlaştırmayı üstlenen ileri işçilere yönelik –işlerini hakkıyla yapmalarını kolaylaştıracak kapsamlı bir bilgilendirme amacıyla – propagandası belirli bir ihtiyaç oluştursa bile, asıl olarak, zaten kitle mücadelesi içinde ortaya çıkan yeni bir mücadele biçimi olarak genel grevin geniş işçi kitlelerince benimsenmesi için ajitasyonunu yapmak ve bu sloganı bir ajitasyon sloganı olarak kullanma durumundadır. İşçilere bilmedikleri ve hiç haberdar olmadıkları bir şey açıklanacak değildir, ama genelleşmemiş ve birbirinden kopuk da olsa çok sayıda yerel grevin tecrübesinden geçmiş ve geçmekte, dolayısıyla güçlerini birleştirerek başarılı grevler örgütleyebileceklerine inançları ve mücadeleci ruh halleri artmakta olan işçi kitlelerinin zaten mücadelenin gelişmesinin gündeme getirdiği genel greve olan ihtiyaçlarını vurgulamak amacıyla ajitasyonunu yapmak gerekecektir. Bu yönüyle, genel grev sloganı, geniş kitlelere seslenerek, onları bir genel grevi örgütlemek üzere hareketlenmeye ve bu amaçla kendilerinin örneğin grev komiteleri içinde örgütlenmelerini ilerletmeye çağıran bir ajitasyon sloganı olarak işlev görecek ve zamanı geldiğinde eylem sloganına ve bir gün kesin bir direktife dönüşecektir.

[1]Taktikler stratejinin bir parçasıdır, ona tabidirler ve ona hizmet ederler. Taktikler bir bütün olarak savaşla değil, fakat onun tek tek parçalarıyla, çatışma ve anlaşmalarla” ilgilenir. Bkz. Stalin, J. (1975) Strateji ve Taktikler Üzerine, çev. H. Kaya, Birinci Basım, Aşama Yayınları, Ankara, sf. 38.

[2] Lenin, V.I. (2008) Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, çev. M. Erdost, 7. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 93.

[3] Stalin, J. (1975), age, sf. 64

[4] Marx, K., age, sf. 91. FA: Marx’tan ilk kez alıntı yapılıyor. Age nedir?

[5] Lenin, V.İ. (1906),FA: Gerilla Savaşı metni mi bu, belirtsek iyi olur. bkz. https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1906/gw/i.htm#v11pp65-213