Ahmet Demirdöğen

 

Yusuf Akdağ’ın Kor Kitap’tan çıkan ve oldukça kapsamlı bir tarih incelemesi olan Orta Asya’dan 2000’lere “Türk Devlet Siyaseti ve Tartışmalar” adlı kitabı, Türkiye’nin siyasal tarihine ilişkin olarak yapılan derli-toplu çalışmalardan biri. Akdağ, kitabında tarih öncesi bir takım mitolojik ve teolojik dayanaklardan günümüzde Türk-İslam sentezine ve “kutsal devlet” anlayışına nasıl varıldığını inceliyor. Yazar, Türk devletlerinin Orta Asya’dan başlayarak günümüze gelinceye dek geçirdiği değişimleri ve dönüşümleri incelerken Türklerin ‘devlet’ denilince nasıl bir anlayışa sahip olduğunu, çeşitli tartışmalar bağlamında irdelemektedir.

Yazar, çalışmasının “yeni bir tarih yazımı” iddiasını taşımadığını, ancak “milliyetçi ve liberal tarih yazıcılığının üstünü örttüğü devlet-toplum ve toplumsal sınıflar ilişkisinin tarihsel süreçteki gelişimi ve değişimi gibi daha sınırlı ve dar bir alanda kalarak bu gelişmelerin bazı etkenlerini konu edinmesine rağmen, bağlantılarının kaçınılmaz kıldığı oranda burjuva tarih yazımının Türk versiyonuyla sınırlı bir hesaplaşmayı da” içerdiğini belirtmektedir.

Kitabının birinci bölümünde Akdağ, Türklerin tarihsel ve toplumsal gelişimini Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye’sine kadar ekonomik ve sosyal temelleriyle birlikte ele almaktadır. Devletin nasıl yapılandığını inceleyen yazar, Türkçü ve İslamcı yazarların Türk tarih yazıcılığı ve devlet anlayışını da tartışmaktadır. Göçebelikten yerleşik hayata geçiş, Osmanlı’nın yükselişi ve çöküşü, Jön Türkler dönemi, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki gelişmeler, darbeler, Özal dönemi, AKP-Erdoğan dönemi ve yeni sistem dizaynı gibi başlıklar altında uzun bir tarihsel süreci olgusal iktisadi ve sosyal-siyasal unsurlarıyla okuyucuya sunmaktadır.

Akdağ, binlerce yıl öncesindeki efsanelerden alınan öğelerle harmanlanarak kutsanan “aile” olgusunu temel alan iki bin yıllık Türk devlet geleneğinin nasıl yaratıldığını; bu devlet geleneğiyle günümüzdeki Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasında devamlılık ilişkisinin nasıl kurulduğunu; Türk toplumunun sınıfsız, yekpare, kaynaşmış, “tarihi belirleyici bir millet ve devlet” olduğu propagandasıyla kitlelerin sermayenin politikalarına nasıl bağlı tutulmaya çalışıldığını tartışmaktadır.

Bu noktada kitabın içeriğine geçmeden önce -ve araya girerek- “devlet” organizasyonunun ne olduğuna, hangi temellere dayandığına ve Türk kavimlerinde devletlerin nasıl ortaya çıktığına kısaca göz atmak yararlı olacaktır.

Devletin ne olduğu sorusuna tarihin farklı zamanlarında farklı cevaplar verilmiştir. Örneğin ilk çağ filozoflarından Platon ve Aristoteles Atina, Sparta gibi Yunan kent devletlerine bakarak devletin büyük ve kalabalık bir insan topluluğunun siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik gereksinimlerine cevap verebilen, toplumun bir uyum ve refah içinde bir arada yaşamasını sağlayan bir örgütlenme olduğunu ileri sürmüşlerdir. Batı toplumlarının entelektüel dünyasında devlet tanımı Antik Yunan kent (polis) devletlerinde ifadesini bulan bu düşünce üzerinden şekillenmiştir.

Yeni çağ filozoflarından Thomas Hobbes; devleti insanları kaos ve şiddetten korumak üzere oluşturulan egemen bir güç olarak tanımlarken; John Locke bireylerin yaşam, özgürlük, mülkiyet vb. “doğal” haklarını korumak için oluşturulan sınırlı bir güç olarak tanımlamaktadır. Jean-Jacques Rousseau devletin, bireylerin özgür iradeleriyle oluşturduğu bir sözleşme temelinde kurulduğunu ileri sürmüştür. Max Weber ise devleti belli bir toprak parçası üzerinde kurulan ve şiddet kullanma hakkına sahip bir oluşum olarak tanımlamıştır. Görüldüğü üzere bu tanımlamalarda devlet, “sınıfsal bir uzlaşma”, “şiddet hakkına sahip yasal bir güç” ya da “sosyal bir sözleşme”nin eseri olarak ifade edilmektedir. Ancak bu soruya en kapsamlı ve bilimsel cevabı Marksist devlet teorisi vermektedir. Marx ve Engels’te devlet, toplumsal bir uzlaşma sonucu değil, tam tersine egemen sınıfların çıkarlarını koruyan bir araç olarak, sınıf uzlaşmazlığının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Çok özetle söylenirse, binlerce yıl gezgin bir hayat süren avcı-toplayıcı insanlar, gelişim aşamalarının bir evresinde, yaklaşık olarak 12 bin yıl önce, yerleşik hayata geçerken, evcilleştirdikleri hayvanları hem besin kaynağı olarak kullandılar hem de onların gücünden yararlanarak basit tarım teknikleri geliştirdiler. Sulama kanalları açarak toprağı işlediler ve daha fazla besin elde ettiler. Başlangıçta küçük küçük köylerde toplanan insanlar, giderek daha büyük köylerde ve kasabalarda daha kalabalık topluluklar halinde bir araya gelirken tarıma dayalı uygarlıklar ortaya çıkmaya başladı. Çiftçi toplulukların elinde ürün bollaştıkça hem nüfus arttı hem de artık/fazla ürün birikmeye başladı. Toplumsal yaşam geliştikçe farklı iş ve meslekler ortaya çıktı. Artık herkesin çiftçi ya da çoban olmasına gerek yoktu. Bu gelişme çanak-çömlekçiler, duvarcılar, tüccarlar vb. gibi farklı iş ve meslek sahibi kalabalık kesimlerin yaşadığı tarihin ilk kentleri olan büyük yerleşkelerin ortaya çıkmasına yol açtı. Başlangıçta belki bir köyün, bir kasabanın seçilmiş veya bir topluluğun doğal önderi olan kişiler, üretim araçlarındaki gelişmenin teşvik ettiği mülkiyet olgusunun da koşullamasıyla biriken artık ürüne el koymaya başladı. Süreç içinde güç sahibi bir seçkin ve mülk sahibi sınıf ortaya çıktı. İşte tam bu aşamada seçkinlerle halk arasında biriken artık ürünün paylaşımında ortaya çıkan uzlaşmazlıkların sonucu olarak, seçkinler “devlet” denilen bir örgütlenmeyle çeşitli halk kesimlerini zor yoluyla baskı altına aldılar ve kendilerine tabi kıldılar. Günümüzden 5-6 bin yıl önce Mezopotamya’da, Nil vadisinde, biraz daha geç tarihlerde İndüs vadisi, Anadolu, Maveraünnehir gibi Orta Asya’nın ve Uzak Asya’nın verimli bölgelerinde tarihin ilk kentleri ortaya çıkmaya başladı. Bu kentler, önceleri her biri bir kent devleti olarak örgütlenirken süreç içinde birleşerek tarihin ilk büyük devletlerine/imparatorluklarına dönüştüler.

Türk kavimleri ise tarihsel olarak göçebe ve yarı-göçebe bir yaşam tarzına sahip oldukları için kalıcı yerleşim yerleri kurmaktan ziyade çoğunlukla mevsimsel olarak yer değiştirmişlerdir. Orta Asya’da tarihin ilk dönemlerinde Türklere ait kentlerin varlığını belirlemek oldukça zordur. Bununla birlikte Orta Asya’nın kültür bölgelerinden biri olan Anav, Türklerin atalarıyla ilişkilendirilmektedir. Anav MÖ 4000’li yıllara tarihlenen Türkmenistan’da Aşkabad yakınlarında olan bir kültür bölgesidir. Bu bağlamla Türklerde devlet düşüncesi ve örgütlenmesi Orta Asya’da çoğunlukla hayvancılıkla uğraşan, göçebe ve yarı-göçebe bir yaşam süren Türkî topluluklardan biri olan Hun adlı halkın, MÖ 3. yüzyılda Mete Han’ın öncülüğünde kurduğu, başkenti Ötüken olan Hun İmparatorluğu üzerinden anlatılmaktadır. Türklerin ataları olarak kabul edilen Hunlarla birlikte tarih sahnesine çıkan Türk kavimleri, MÖ III. yüzyıldan başlayarak yaklaşık olarak 500 yüzyıl boyunca Orta Asya’nın büyük bölümüne hâkim oldular.

Türk adıyla ortaya çıkan ve başkenti Ötüken olan Göktürk Kağanlığı ile başkenti Karabalasagun olan Uygur Kağanlığı, ilk Türk devletleri, Ötüken ve Karabalasagun Türklerin en erken dönemlerinde yerleştikleri kentler olarak kabul edilmektedir. Bu devletlerde halkın bir kısmı tarım ve ticaretle geçinirken büyük çoğunluk at, sığır, koyun sürüleri yetiştirmekte ve genel olarak göçebe ve yarı-göçebe bir yaşam tarzına sahiptiler. Bu devletler; aralarında kan bağı olan ailelerin toplamından oluşan ‘Boy’ adı verilen kabileler (aşiretler) federasyonun toplamından meydana gelen ve esas itibariyle ataerkil topluluklardı. Her kabilenin hayvanlarını otlatacağı (il/yurt) kendisine ait bir toprağı vardı. Devletin başında otoritesini Gök Tengri’den alan ve kutsal bir gücü temsil eden hükümdar (kağan/kaan/ idikut[1]) vardı. Kağan, belli zamanlarda eşi (hatun), boy beyleri, askeri komutanlar ve aksakallılar denilen toplumun ileri gelen yaşlılarının da yer aldığı “Kurultay” denilen toplantılar düzenler ve savaş, dış ilişkiler, devlet düzeni gibi önemli birtakım işler burada görüşülüp karara bağlanırdı.

Kurultay toplantılarında olsun, ‘toy’ adı verilen yıllık büyük şenliklerde olsun, her boy beyi ve ileri gelenlerinin kağanın sağında ve solunda oturacakları yerleri ve toyda kesilen hayvanların hangi kısmının hangi boya verileceği töre hukukuna göre belirlenmişti. Yani boylar arasında asalet ve büyüklük küçüklük bakımından bir hiyerarşi vardı. Tüm kurallar “töre”(toplumda devlet düzenini sağlayan yazılı olmayan bir nev’i sözlü hukuk) gereğince uygulanmaktaydı. Benzer şekilde boyu oluşturan halk içinde keskin çizgiler olmamakla birlikte sınıfsal bir farklılaşma da vardı. Toplumsal yapıda devletin başında gücü ve otoriteyi temsil eden kağanın yanı sıra, aile fertleri, askeri komutanlar, boy beyleri, aksakallılar gibi yönetici bir üst sınıf bulunurken daha alt katmanında ise ‘Kara Budun’ denilen halk olmak üzere belli başlı iki kesim vardı. Tarihçi Bahaeddin Ögel, tam anlamıyla toplumsal bir katman oluşturmamakla beraber başta savaş esirleri olmak üzere bazı suçlular, borçlu kişiler veya ailelerin köle ve cariye olarak ev hizmetlerinde, bağ-bahçe, çiftçilik ve çobanlıkta gibi çeşitli işlerde çalıştırıldığını belirtmektedir.[2] Geleneksel Türk tarihçiliği ise tersini ileri sürmektedir. Buna göre eski Türk kavimlerinin hayvan sürülerinin dışında bir zenginliği olmadığı, “yerleşik hayatın gerektirdiği üretim ve artık ürün” birikiminin oluşmadığı ve dolayısıyla bir efendi-köle ilişkisinin de ortaya çıkmadığı; dolayısıyla Türk devlet geleneğinde sınıfsal bir ayrışmanın olmadığı ileri sürülmektedir.

Bahaeddin Ögel ve İbrahim Kafesoğlu gibi Türkçü/İslamcı tarihçilerde ifadesini bulan Türk devlet geleneği ve devlet anlayışına göre Türk toplumunun temeli ailedir. İkincisi Gök Tengri tarafından “bilgelik, alplik şöhret, güç, kudret, fazilet” gibi üstün niteliklerle donatılan kağandır. Kağan töreye göre geleneği sürdürür, ordu kurar, topraklar fetheder, devleti düzenler ve yönetir. Böylece aile, boy, il, kağan, töre, kut vb. öğeler Türk devlet yapısının ve geleneğinin ana ilkeleri olarak kutsanır. Ögel; Türk tarihinin, Türk kültürünün ve Türk devlet geleneğinin Orta Asya’dan Avrasya’ya yayıldığını, bu geleneğin Selçuklulardan Osmanlılara ve oradan da Türkiye Cumhuriyeti’ne ulaştığını öne sürer. Bu bağlamla oluşturulan ve kendilerini İslam’ın koruyucusu olarak kabul eden Büyük Selçuklular ile Haçlılara karşı kendilerini İslam’ın kılıcı olarak gören Anadolu Selçuklu sultanları ve İslam’ı yaymak ve devleti “ebed müdded” (sonsuza kadar) yaşatmakla görevli olduklarını söyleyen Osmanlının “halife” sultanları, bir takım İslami öğelerle harmanlanan ve “biat kültürü” ile kağan, sultan, halife, reis, başkan gibi unvanlarla kutsanan yöneticiler baş tacı edilmiştir. Mitolojik efsanelerle süslenen bu ecdat-ata kültünden hareketle oluşturdukları “kutsal aile”, “kutsal devlet”, “devlet baba”, “reis”, “başkan” kültürü ile yoğrulan “tekçi” düşünce ile günümüzde özellikle geri bilinçli ve yoksul halk kesimlerini Türk-İslam sentezi çemberinde tutarak rıza üretilir.

Türklerdeki bu eski devlet geleneği-yapısı üzerinde duran Akdağ ardından Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan yıkılışına yüzyıllara yayılan süreç üzerinde durur. Osmanlı İmparatorluğunda toprak düzeni, mülkiyet biçimi ve devlet-halk ilişkisini inceleyerek kimi milliyetçi ve burjuva aydınların, “Osmanlı devletinin toprak rejiminin (mirî sistem) klasik (Avrupa) feodalizmden farklı olduğunu, ‘reaya’nın Batı’daki ‘serf’ten farklı olarak toprakla birlikte feodal beyin alınan ve satılan köleleri değil, sultanın mülkü olan toprakla birlikte devletin koruması altında olan çiftçiler olduğu; Osmanlıda Batı’daki bir ‘serf-senyör’ ilişkisinin görülmediğinden hareketle Osmanlı toprak düzeninin Asya tipi bir üretim tarzında (ATÜT)[3] olduğunu” ileri süren görüşleri eleştirir. Akdağ, Osmanlı’da kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmediği, dolayısıyla Türkiye’deki dönüşümlerin kendi iç dinamikleriyle değil sadece dış dinamikler dolayısıyla ve bir takım reformlarla gerçekleştirildiği iddialarına da karşı çıkar. Osmanlı’nın mirî arazi rejiminin kabile/aşiret mülkü, vakıf arazileri, devlet mülkü, babadan oğula geçen raiyyet çiftlikleri ile özellikle otonom Kürt Beylerinin sahip olduğu topraklar vb. iç içe geçmiş kendine özgün özellikleri olan toprak düzenine sahip olduğunu belirtir. İmparatorluğun 17-18. yüzyıllarda duraklama ve giderek gerilemeye başladığı süreçte iç karışıklıklara paralel olarak yerel otoritelerin[4] ortaya çıkmasıyla toprak mülkiyetinde farklı rejimlerin oluştuğunu gösterir.

Akdağ’a göre; bu uzun süreçte liman kentleri başta olmak üzere özellikle Anadolu’nun batısında ticaret burjuvazisi de gelişmeye başlamış, batı Avrupa’daki gelişmelerden de etkilenerek Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki azınlıklar ulusal bağımsızlıkçı hareketlere yönelmişler ve İmparatorluğu çöküşe ve yıkıma sürükleyen sorun ve etkenler giderek artmıştır.  

Akdağ, bu gelişmeleri işaret ederek 1908 burjuva Jön Türk devrimini gündeme getiren etkenleri irdeler. Müslüman Türk ticaret burjuvazini geliştirme ve önünü açma yönündeki politikasına dikkat çeker. Bu süreçte işçilerin de en çok yoğunlaştıkları bölgelerde, özellikle İstanbul, İzmir gibi liman kentlerinde çeşitli eylemlerle taleplerini elde etmeye çalışırlar.  Yazar, 1921 yılında yapılan sanayi sayımını kaynak göstererek ülkede demiryolu, tersaneler, limanlar, tütün tekeli, telefon, dokuma vb. alanlarda faaliyet yürüten toplam 33 bin 58 işletmenin bulunduğunu ve bu işletmelerde toplamda 76 bin 216 işçinin çalıştığını belirtir.

İmparatorluğun yıkılış sürecini, Birinci Dünya Savaşı yıllarını, Türk kurtuluş savaşını irdeledikten sonra yazar, konuyu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu yıllarına getirir. İşgal karşıtı mücadele yılları ve sonrasında sosyalist S. B. ile girilen ilişkileri ve Batılı emperyalistlerin baskısını da irdeleyen Akdağ’ın; kitabın “Anasır-ı İslam’dan, Anasır-ı Türk’e geçiş: Ekonomide devletçilik, politikada baskı yoğunlaşması” başlığı altında Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının sosyo-ekonomik politikalarını incelerken yaptığı saptamalara göre yeni yönetim, Şubat 1923’te İzmir’de topladığı İktisat Kongresi’yle ülkenin hangi yöne gideceğini belirlerken, ticaret ve sanayi burjuvazisiyle büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını esas almıştır. M. Kemal, kongreye çiftçi, tüccar, sanayici, ‘amele’ gibi farklı kesimleri temsilen katılan delegelere yaptığı açılış konuşmasında “farklı kesimlerden gelenlerin hiçbirinin diğerinin ‘muarzı/karşıtı’ olmadığını” ifade etmiş; “Türkiye’yi esir ülkesi yapmayacaklarını, ancak ‘çok say (iş, emek) ve sermayeye ihtiyaç olduğunu, siyasi bağımsızlık ilkesine bağlı kalarak yabancı sermaye ile ilişkilerin geliştirileceğini söylemiştir.

Akdağ, bu dönemden başlanarak izlenen ekonomi politikaları geniş şekilde irdelerken politik alandaki yansımaları üzerinde de durmaktadır. Devletçi ekonomik uygulamaları ve özel sektör işletmeciliğini, aralarındaki ilişkilere de dikkat çekerek irdeleyen Akdağ, M. Kemal yönetiminin muhalif parti ve hareketlere, Kürtlere ve işçi-emekçi hareketine karşı baskı ve yasak politikasını örnekleriyle ortaya koyar. 1 Mayıs 1920 tarihinde meclis açış konuşmasında Vekiller heyetine, “efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim: Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir.” diye seslenen M. Kemal’in, Türkiye Cumhuriyeti’ni bir süreç içinde “anasır-ı İslamiye” den “anasır-ı Türk’e” taşıyacak politikalar izlediğini söyler.

Dönemin önemli bir özelliğinin “Türk milleti”ni tarihsel temellere oturtmak olduğunu belirten Akdağ, bu kapsamda Türk tarih Tezi ve Güneş Dil teorisi girişimlerinin gündeme geldiğine, buna Kürtlerin istemlerinin reddi politikasının ve mübadele anlaşmalarının eşlik ettiğine dikkat çeker. Bu dönemde Lozan Barış Antlaşması’na ek olarak yapılan sözleşme gereğince Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan “nüfus mübadelesi” ile Anadolu’dan 1 milyon 200 bin Ortodoks Rum, Yunanistan’dan da 500 bin Müslüman karşılıklı olarak zorunlu göçe tabi tutulurken, yanı sıra Balkan ülkelerinden Kafkasya’dan daha önce göçüp gelmiş Türk nüfusla birlikte ülkenin demografik yapısı bir hayli değiştirilmiştir. Bu politika kapsamında belirlenen 1924 Anayasası’nda “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.” (Türk denilir anlamında) diye yazıldı.1925 yılında patlak veren Şeyh Sait ayaklanması gerekçe edilerek çıkarılan “Takrir-i Sükûn Kanunu” ile her türlü muhalefet bastırılırken, hemen ardından yürürlüğe konulan “Şark Islahat Planı” ile demografik yapıyı değiştirecek nüfus hareketlerine girişildi. Bu bağlamda 1934’te çıkarılan “İskan Kanunu” ile Türk olmayan unsurun Türk harsı (kültürü) içinde eritilmesi hedeflenmekteydi.

Akdağ; Osmanlı döneminden beri “asi”liğiyle devlet için bir “çıban başı” olarak tanımlanan Dersim’de 1935’te çıkarılan “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanun” ile Dersim’in “ıslahı ve sukünetleştirilmesi” amacıyla bölgeye yapılacak bir askeri harekâtın ortamı hazırlandığını; 1937/38’de düzenlenen “Sel Seferleriyle” gerçekleştirilen “tedip ve tenkil” harekâtıyla büyük bir kitle katliamının gerçekleştirildiğini ve binlerce kişinin Anadolu’nun farklı bölgelerine dağıtıldığını; Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde çarşı-pazarda bile Türkçeden başka bir dilin konuşulması yasaklanarak Türkleştirme politikalarına hız verildiğine de işaret eder.

Bu politika doğrultusunda baskılar artırılmış, Kürt, Rum, Ermeni ve diğer azınlık unsurlara yönelik inkâr ve asimilasyon sistematik şekilde sürdürülmüş ve Türk milliyetçi akımları, kendilerine açılan alan üzerinden giderek güç kazanmıştır. 1937’de toplanan II. Türk Tarih Kongresi’nde dünya bilim çevrelerine Orta Asya’nın Türklerin ve tüm insanlığın beşiği olduğu ve “Türklerin dünya kültür ve medeniyetinin yaratıcısı olduğu” ilan ediliyor; Türk tarihi insanlık tarihiyle özdeş gösterilerek Orta Asya’nın insan soyunun çoğalıp dağıldığı ana merkez olduğunu ispatlamaya çalışıyordu.

Akdağ; Sovyetler Birliği’nin desteğiyle sanayi ve tarımda meydana gelen gelişmelerle Cumhuriyet döneminde ilk kalkınma adımlarının atıldığını, devletçilik politikasıyla belli ölçüde ekonomik büyümenin sağlandığını, İkinci Paylaşım Savaşından sonra ABD’nin devreye soktuğu Marshall Planı’nı ile 1948’de alınan dış yardımla ülkenin yeni bir yola girdiğini söyler. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti 1951’de ABD’nin Kore’de yürüttüğü savaşa asker göndermiş, 1952’de “Hür Dünya’nın bir parçası” olarak SSCB’ye karşı oluşturulan NATO’daki yerini almıştır.

“Her mahallede bir milyoner yaratma”, “Türkiye’yi Küçük Amerika yapma” iddiasıyla halk kitlelerinin desteğini alan Demokrat Parti, iktidarını sağlamlaştırdığını düşünerek sermaye ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını daha yoğun baskı eşliğinde dayatmaya girişmiş, kendisine karşı muhalefeti bastırmak için basın-yayın, örgütlenme, grev ve toplu sözleşme talepleri ve girişimlerini şiddetle bastırıp yasaklamaya yönelmiştir. DP, işçi sınıfına, kent-kır emekçilerine, ilerici demokrat aydınlara, üniversite gençliğine karşı baskı ve saldırıyla cevap verirken başta CHP başta olmak üzere her türlü muhalefeti de yıldırmaya çalışmış, 27 Mayıs askeri darbesi de bu ortamda gündeme gelmiştir.

Akdağ, kitabın bundan sonraki bölümünde 27 Mayıs sonrası gelişmeleri, DP’nin devamı olan Amerikancı Adalet Partisi (AP)nin kurulması ve işbaşına gelerek izlediği politikaları irdeler. 1965’te iktidara gelen Süleyman Demirel döneminde “ithal ikameci” ve “karma ekonomi politikaya” geçilmiş, iç pazara ve tüketime ağırlık verilerek palazlanmıştır. Kapitalist gelişmenin hız kazandığı 1945 sonrası yirmi yıllık süreç sonunda sermaye birikimleri artan büyük işletmeler çeşitli sektörlerdeki faaliyetlerini “holding” şeklinde örgütlemeye başlamışlar; Demirel hükümetlerinin uyguladığı “karma ekonomik politika” büyük sermaye gruplarının kârlarını arttırmasını sağlarken işçi sınıfı da nicel olarak büyümüş, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadele yeni biçimler almış ve 15-16 Haziran büyük işçi direnişiyle daha ileri bir noktaya varmıştır.

Dönem gelişmelerini ayrıntılı şekilde ele alan Akdağ, gelişen işçi-emekçi hareketiyle zamandaş olarak 68 Gençlik Hareketi’ni ortaya çıkaran uluslararası ve ülke koşullarını da işaret ederek on binlerce gencin mücadeleye atılmasıyla birlikte gelişmelerin yeni çatışma biçimlerini gündeme getirdiğini belirtir. Buna göre hakim sınıflar bu gelişmeleri, “sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” endişesiyle karşılamıştır. Akdağ, “Dalgakıran Darbe” olarak adlandırdığı 12 Mart 1971 darbesi ile ordunun “kılıç çekerek” işçi sınıfı ve gençliğin antiemperyalist ve antifaşist mücadelesine karşı durduğuna dikkat çeker. Ancak askeri cuntanın artan siyasal baskına rağmen ekonomik ve sosyal sorunların giderek derinleşmesi ile işçi sınıfı mücadele yükselmeye devam etmiş, bu mücadele ancak 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle bastırılabilmiştir.

1983’te yapılan seçimlerde işbaşına gelen ANAP’ın Turgut Özal iktidarı dönemi dünya piyasalarıyla bütünleşme ve özelleştirme gibi uygulamalarla karakterize olmuştur. Ülke pazarının tümüyle uluslararası sermayenin yağmasına açıldığını ifade eden Akdağ; 1990’lı yıllardaki ekonomik yağma ve siyasal krizlerin sonucunda, ABD’nin ‘ılımlı İslam’ projesi kapsamında desteklenen siyasal İslamcı AKP’nin iktidara geldiğini belirtmiştir. AKP’nin 20 yılı aşkın bir süredir devam eden iktidarında ülke ekonomisinin daha da dışa bağımlı hale geldiğini, uluslararası sermaye ile iş birliği içinde olan yerli sermaye gruplarının tam anlamıyla ekonomiye hâkim olduklarını ifade edilmiştir.

 

Devletin Dönüşümü

Kitabın II. bölümünün I. kısmında “Devlet Sorunu ve Devlette Dönüşüm Tartışmaları” üzerinde durulmaktadır. Akdağ; AKP ve Erdoğan’ın “devletin dönüşümü” sorununu “ecdat bağı” ve “kutsal devlet” söylemi ile rıza üreterek halkın önemli bir bölümünün nasıl şoven milliyetçi ve İslamcı politikalara yedeklenmeye çalışıldığı üzerinde durmaktadır.

Bu bölümde “T.C’nin kapitalist gelişmenin doğal seyri içinde değil, ‘asker-sivil-bürokrat’ bir azınlık tarafından geniş halk kesimlerine toplumsal bir rıza ile değil tersine zorla dayatılarak kurulduğu; burjuvazinin değil ama bürokrat bir zümrenin devleti olduğu” şeklinde formüle edilen görüşler de irdeleniyor. Akdağ, çok sayıda ‘sol liberal’ ve ‘sağcı milliyetçi’ yazar tarafından dile getirilen “Ulus-devletin kurucu kadroları”nın güçlerini ‘bürokratik devlet geleneğinden’ aldıkları; Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘bürokratik elitlerin’ otoriter yönetimi olarak şekillendiği yönündeki görüşleri eleştirmektedir.

“Devletin Otoriter Dönüşümü”ne dair görüşleri de ele alan Akdağ; Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Avrupa Halk Cumhuriyetleri’nin de peş peşe değişimini bir “milât” olarak kabul eden başta “post Marksist” yazar ve teorisyenlerin yaklaşımını eleştiri konusu yapar. Bu bölümde sermayenin dünya ölçeğinde hakim hale gelmesi ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler sonucu, dünyanın artık “küresel bir köy” haline geldiği ve “ulus devlet”lerin etkinliği ve rolünün son bulduğu iddiaları eleştirilerek reddedilir.

Ardından Akdağ, “otoriterleşme” görüşü üzerinde durur. 2000’lerin başında mali sermaye ve tekellerin devlet aygıtıyla gelişen ilişkisi veri alınarak “devletin otoriter bir dönüşüme uğradığı” iddiası ortaya atılmış ve 1980’lerde ABD ve İngiltere’de uygulanmaya başlayan “neoliberal ekonomik” politikalarla birlikte siyasal rejimin yeni bir biçimi olarak devletin otoriter bir yapıya dönüştüğü ileri sürülmüştü. Buna göre Türkiye’de de AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte bir yanda “neoliberal ve muhafazakâr” yeni bir rejimin temelleri atılırken diğer tarafta buna koşut olarak yeni birikim olanağı elde eden farklı sermaye grupları arasındaki güç kaymasıyla devlet yönetimi, içsel yapısında otoriter bir dönüşüm geçirmiştir. Birden çok egemen sınıf fraksiyonuna dayanan kapitalist devletin “kendi içinde” taşıdığı çelişkiler, iktidar aygıtının ele geçirilmesine yönelik sermaye fraksiyonları arası kavga buna gerekçe gösteriliyordu.

Türkiye ve dünyanın çeşitli ülkelerinde devletin “otoriter, popülist, otokratik, faşizan” gibi dönüşümlerin meydana geldiği tarihsel bir konjonktürden geçtiği; Erdoğan, Putin, Orban, Modi, Bolsonaro, Trump gibi otoriter/otokrat liderlerin seçimle iş başına geldikleri halde liberal demokrasiyi tahrip eden/yıkan aktörler olarak ortaya çıktığı, böylece demokratikleşmeden otoriterleşmeye; barıştan savaşa, istikrardan krize doğru evrilen bir sürece girildiği vb. görüşleri değerlendiren Akdağ, bu gibi görüşlerin temel özelliğinin ekonomi-siyaset, devlet-toplumsal sınıflar ilişkisi, devlet kurumlarının iç çelişkilerindeki farklı yönlerinin bir biriyle olan bağlantılarını belirsizleştirerek devletteki dönüşümün finansal sermayenin bir “opsiyonu”na ve bir “çıktısı”na indirgendiğini söyler. Otoriterleşme tezlerinde demokratik burjuva devlet biçiminin otoriterlikten uzak olduğu zannı yaratıldığını, oysa bunun doğru olmadığını belirten Akdağ, burjuva devletinin her biçimiyle işçi sınıfı ve emekçi halkın hakları için giriştikleri eylem ve direnişlerine karşı otoriter koruyucu bir güç olarak hareket ettiğini söyler.

Kavramsal olarak otoriterizmin baskı politikalarının yoğunlaşmasını ifade ettiğine vurgu yapan Akdağ, “devletin olduğu her yerde her zaman otoriterlik vardır ve olacaktır. Çünkü O (devlet) bir zor ve baskı aygıtı olarak ortaya çıkmıştır” diyerek “liberal devlet”in anti-otoriter devlet olmadığı, burjuva devletin proletaryanın ve çalışan halkın kendi hakları için direniş ve eylemlerine karşı mücadelenin ulaştığı seviyeye de bağlı olarak her zaman şiddet aygıtlarını harekete geçirerek değişik biçimlerle otoriterliğini sürdürdüğüne işaret eder.

Akdağ, çalışmasını bitirirken “Türkiye’de burjuva demokratik bir devrimin gerçekleşmemiş olması, feodal/yarı feodal üretim ilişkilerinin Prusya tarzında uzunca bir süreç içinde çözülmüş olmasından hareketle “demokratikleşmenin işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesi sonucu değil de sosyal-siyasal ve kültürel bir takım yeniliklerin yukarıdan asker-sivil bürokrasi tarafından yapıldığı, bunun da toplumun geniş kesiminde “otoriter yönetimleri” kabullenme ve devlete bağlılık anlayışını beslediğini vb. şeklinde ortaya atılan görüşleri eleştirerek; “Han-Hakan-Sultan Otoritesi”nin eski Türk ve Osmanlı devlet iktidarının da mutlak merkezi özelliği olduğunu; İmparatorluğun yıkıma doğru gittiği süreçte geride bıraktığı ağır mirasın yükü altında ve yıkıcı bir Dünya Savaşı sonunda kurulan Cumhuriyet’in de bir takım millî ve İslamî kodlara dayanarak şekillendiğini; “milli devlet”, “ kutsal devlet”, “baba devlet” anlayışının az yada çok toplumda hep bir karşılığının olduğu gerçeğini göz ardı etmeden yeni Türk devletinde de devam ettiğini ifade eder. Aksi yöndeki  yaklaşımların toplumsal gelişmenin sınıf mücadelesiyle tek yanlı bağ kurarak emekçi kesimlerin burjuva-toprak sahipleri diktatörlüğüne karşı mücadelesini küçümsediğine, uluslararası alandaki emek-sermaye çelişkisini göz ardı ederek, kullanılabilen bir takım demokratik hakların hep yukarıdan verildiği ve burjuvazinin inayetiyle kullanılabildiği, dolayısıyla işçi ve emekçi kitlelerin toplumsal gelişmedeki rolünü küçümsediğine itiraz eden Akdağ, öncesi de olmakla birlikte özellikle 1920’lerden itibaren Türkiye’de sosyal ekonomik ve politik talepler için mücadele örneklerinin hiç eksik olmadığını, demokratik hakların kazanılması, kullanılması ve geliştirilmesinin ilerici işçi ve emekçilerle, kadın, gençlik ve devrimci-demokrat, sosyalist parti ve örgütlerin büyük bedeller ödemek pahasına yürüttükleri mücadelenin ürünü olduğuna vurgu yapar.

Öteden beri devlete sadakat ve bağlılık, otoriteye tabi olma, boyun eğme şeklinde oluşturulan biat kültürünün “Türk devlet geleneğinin” bir gereği ve Yeni Türk Devleti’nin şekillenmesinde de bir “Kurucu Ata, Kurucu Önder” kültü ile “mutlak bir otorite” olarak konumlandırıldığına işaret eden Akdağ; günümüz Türkiye’sinde her ne kadar M. Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nın önderi ve Cumhuriyet’in kurucusu olarak kabul edilse de tüm yetkiyi elinde toplayan Tayyip Erdoğan’ın şahsında “han, hakan, sultan” gibi eskinin kadir-i mutlak saltanat unvanları “yeni” Türkiye’de “reise/başkan”a dönüşerek devam etmektedir demektedir.

Sonuç olarak “Türk Devlet Siyaseti ve Tartışmaları” kitabı, Orta Asya’dan başlayan Türk devlet geleneğine ve güncel siyasi tartışmalara sınıfsal bir perspektifle tarihi bir çerçeve çizerek katkıda bulunmaktadır. Çalışmanın her bir başlığı kendi başına birer akademik çalışma gerektirecek kadar geniş kapsamlıdır. Sınıf perspektifi ile günümüzdeki siyasi tartışmalarda yol göstermesi açısından da ayrıca önemli bir çalışmadır.

[1] İdikut ya da kut/tanrı/gök tengri tarafından görevlendirilen ve bu nedenle kendisine mutlak itaat edilmesi gereken otorite.

[2] Ögel, B. (1968) “Türklerin İçtimai Teşkilatı”, DTCF Ders Notları.

[3] Kimi tarihçiler Marx’ın 1850’lerde esasen Avrupa dışındaki toplumların sosyo-ekonomik yapısını incelemek ve anlamak için ortaya attığı Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) kavramını, Doğu toplumlarını tanımlayan toptancı bir değerlendirmenin temeli yaptılar. Türkiye’de 1960’larda öncülüğünü Selahattin Hilav, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu ve Kemal Tahir gibi bir kısım yazar feodalizm, sömürge, yarı-sömürge, az gelişmişlik, bağımlılık gibi kavramları hep bu teori çerçevesinde ele alıp tartıştılar. Divitçioğlu’na göre “Toplumsal üretim yeryüzünde iki farklı yolla gelişmiştir. Birincisi; Avrupa tipi klasik tarz olup feodalizmden kapitalizme geçiş yoludur. Avrupa’da toprak beyleri denetimleri altındaki toprağın sahibidir ve hükümdarın yetkilerini paylaşırlar ve kendi kendilerini yönetirler. İkincisi ise Asya toplumlarının (Çin. Hint. Osmanlı vb.) gelişme yoludur. Asya toplumlarında merkezi otorite çok güçlü olup ülke toprakları hükümdarın (devletin) mülküdür. Ancak hükümdar toprakların kullanım hakkını belli bir süre ve şartla devreder. Toprağın mülkiyeti miras yoluyla devredilmediği için bir sermaye birikimi de olmamıştır.” Buradan ilerleyen Divitçioğlu, “Osmanlı toplumunda sınıflar vardı ama sömürü yoktu. Çünkü toprak devletin mülkü olup yaratılan artık ürün de devlete aittir” diyerek noktayı koymuştur. Artık ürün var, sınıflar var ama sömürü yok! ATÜT’e örnek olarak gösterilen ülkelerin toplumsal gerçekliği bağlamında çeşitli çevrelerde çokça sorgulanıp tartışıldığı ve genel olarak reddedildiği söylemeliyiz.

[4] 16. yüzyılın son çeyreğinden itibaren başlayarak bozulan ve 17-18.yüzyıllarda giderek derinleşen ekonomiyi düzelmek için baş vurulan ‘avarız’ gibi olağanüstü hal vergileri, mala el koyma, akçenin ‘tağşiş’ edilmesi; bir yanda artan baskılar vb. sorunlar nedeniyle ‘Celali İsyanları’ olarak adlandırılan iç ayaklanmalara, ‘tımar sistemi’nin bozacak olan ‘iltizam sisteminin’ devreye sokulması (mirî arazi vergisinin belli bir süreliğine ‘mültezim’ denilen bir kişiye satılması) gibi devletin sosyo-ekonomik düzeninde ortaya çıkan bozulmaya paralel olarak siyasi, mali, askeri değişimler beraberinde taşrada – ki çoğunlukla asker ve ulema kökenliydiler- sermaye sahibi zengin tüccarların ve birtakım köklü ailelerin oluşturduğu ‘Âyan’ adı verilen güç sahibi yerel otoritelerin ortaya çıktı ve süreç içinde devlet otoritesine ortak olmaya başladılar.