Yusuf Akdağ
Devlet Bahçeli’nin “Bin yıllık kardeşlik ruhu”ndan da söz ederek “iç cephe birliği”ne ihtiyaç vurgusuyla PKK’nin dağıtılması çağrısında bulunması; Abdullah Öcalan’ın bu çağrıya olumlu yanıt vermesi, takiben DEM Parti ile Erdoğan-Bahçeli görüşmeleri ve Öcalan ve PKK’nin açıklamaları etrafında süren tartışmalar Kürt ulusal sorunu bağlantılı “yeni bir süreç” beklentisine güç verdi. “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”nun oluşturulması ise, bu beklentiyi güçlendiren somut veri olarak gösterildi.
- Öcalan, Devlet Bahçeli’nin DEM Parti heyetine çağrısını[1] “tarihi bir dönüm noktasında” gündeme gelmiş “Hem tutarlı hem de demokratik çözüm içeriği olan bir barış çağrısı” olarak gördüğünü belirterek “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”yla, yanıtladı. PKK’nin kongre toplayarak silah bırakma ve kendini lağvetme kararı almasını isteyen Öcalan, “aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu” ve “reel sosyalizmin etkisi” altında “ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler” ekseninde belirledikleri politikanın gelinen aşamada “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olmadığını” söylüyordu. 19 Haziran 1925 tarihli görüntülü mesajında da Öcalan, “Varlık inkarına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisine son verilmiş” olmasını, “Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir” şeklinde gerekçelendiriyor; “Yapılan, silahlı mücadele aşamasından demokratik siyaset ve hukuk aşamasına gönüllüce geçiştir” diyordu.
Abdullah Öcalan, “PKK’deki açmaza çözüm bulma” gerekliliğine de işaret ederek örgütün lağvını “sıçrama yapma”-“eşik atlama” ihtiyacıyla gerekçelendirmekteydi. Çağrısında yer alan “demokratik toplum”un neliği-nasıllığı üzerine ‘Manifesto’sunda geniş açıklamalar yapan Öcalan, programatik hazırlık çalışmalarının “devlet denetiminde” sürdürüldüğünü belirterek durumu şöyle özetliyordu: “Böyle bir rotaya girdi, bu da bana göre sağlıklı bir yöntemdir. Bu yöntem temelinde başlangıcı biraz daha boyutlandırdık ve devlet denetiminde bu toplantımızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum bunun yoğun çabası içindeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşme, Türkiye cumhuriyetiyle özellikle. Diğer devletlerle ise Irak, İran, Suriye devletleri için de benzer süreçler devreye girecektir. Türkiye’nin inisiyatifinde olması da bana göre hem aklın gereği hem gerçekliğin ifadesi oluyor. Öyle olması gerekiyor, öyle oluyor.”[2]
Öcalan, çağrısının başarıya ulaşması durumunda “Sadece Kürt, Kürdistan için değil, bölge için de önemli başarılara yol açacağı” iddiasındadır. “Sonuçları” diyor, “Suriye, İran ve Irak’a da yansıyacak ve Türkiye Cumhuriyeti de ‘hem kendisini yenileme, demokrasiyle taçlanma hem de bölgede öncülük yapma şansı’” bulacak! Çağrısına uygun hareket edilmesi durumunda “Bölge konfederalizmi”nin “mutlak bir gereklilik” haline geleceği ileri süren Öcalan, Türkiye Cumhuriyeti devletiyle bütünleşmenin aklın gereği olacağını söylüyor.
Öcalan, yeni bir alternatif sistem teorisi geliştirdiği iddiasındadır ve görüşlerini gelecek için “kurucu perspektif” olarak gösteriyor. Bunu yaparken Marksist-Leninist teoriye ve kurucularına karşı haksız ve doğru olmayan suçlamalarda bulunuyor ya da projesel kurgusunu bu suçlamalar üzerinden oluşturuyor. Öcalan’ın ‘Manifestosu’nda ve çağrısında ileri sürdüğü görüşlerin yaygınca tartışıldığı bir ortamda, gündeme getirildikleri dönem gelişmeleri ve bağlamlarıyla birlikte yeniden irdelenmesine ihtiyaç vardır. Ancak bunun için önce “yeni süreç” çağrılarını etkenleri ve içerikleriyle göz önüne getirmek gerekir.
‘Yeni Süreç’ Bağlantılı Çağrıların Etkenleri
Erdoğan, 1 Ekim 2024’te yaptığı TBMM’yi açış konuşmasında, İsrail’in “Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacak” diyerek “iç cephenin güçlendirilmesi” çağrısında bulundu. Dış tehdit vurgulu çağrıda İsrail ve ABD’nin Kürt sorununu istismar politikasına dikkat çekiliyordu. İsrail, ABD, Fransa, İngiltere ve Almanya gibi “dış güçler”in Kürt sorununu, bu sorunla doğrudan muhatap bölge ülkeleri yönetimlerine karşı baskı-tehdit araçlarından biri olarak kullanma politikası yeni değildi. Ancak bu baskı ve bağlı girişimler Suriye’deki savaş dolayısıyla daha belirgin biçimde aktüeldi. Irak ve ardından Suriye pratiği, İran’a yönelik kuşatma, Rusya’yı daha dar alanlara doğru sıkıştırma, Çin’in, “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” bölgelerine yönelik hamlelerinin önünü kesme, İsrail’in sürdürdüğü saldırganlığa engel oluşturacak güçlerin etkisizleştirilmesi politikası örtüsüz ve daha agresif biçimlerle sürdürülmekteydi. Erdoğan’ın “BOP”nin eş başkanlığını kabul etmesi, Kürt sorunu bağlantılı pürüzlere rağmen ABD yönetimiyle işbirliği politikasını sürdürmesi, NATO’nun Doğu’ya doğru sınır-yetki alanını genişletmesine destek vermesi, Esat yönetimi düşürülerek Colani ve çetesinin Suriye’de devlet aygıtının tepesine yerleştirilmesi gibi, ABD ve Batılı emperyalistlerin stratejik çıkarlarıyla bağlanan politikalarına rağmen, Özerk Kürt bölgesinin varlığı, ABD’nin SDG’ye koruma sağlaması ve İsrail’in Kürt mücadelesini destekler görünen açıklamaları sorun oluşturucuydu ve bir dış tehdit algısını güçlendirici işlev görüyordu.
Dünya ve bölgede önemli değişimlerin yaşanmakta olduğunu belirterek Türkiye’nin bu gelişme-değişme girdabına kapılmamasına yönelik temennilerde bulunan Devlet Bahçeli’nin Öcalan’a çağrısı bu dönemde gündeme geldi. Bahçeli, açık adres vermemekle birlikte Kürt sorununun emperyalist-Siyonist stratejiyle bağlı gelişmeler kapsamında Türk devleti aleyhine kullanılmasına işaret ediyor, buna karşı önlem kapsamında gündeme gelen çağrıların dikkate alınmaması ve uzatılan “barış eli”nin tutulmaması durumunda “teröristlerin ve siyasal uzantılarının imha edilme”si kararlılığını vurguluyordu. Hiçbir şarta bağlanmaksızın silah bırakılmalı ve örgüt lağvedilmeliydi!
Dış tehdide işaretle “iç cephe birliği” çağrısının diğer önemli etkeni, iktidarın, politikaları nedeniyle karşı karşıya geldiği tepkilerin giderek artması ve yaygınlaşmasıydı. Erdoğan yönetimi sorunu bölge politikaları yönünde istismar ediyor ve iktidarına yönelik muhalefeti etkisizleştirmenin aracı olarak kullanma politikası izliyordu. CHP-DEM Parti ilişkilerini sabote etme, CHP’yi “uyumlu muhalefet sınırlarında tutma”, Kürt siyasetini beklentiye sürükleyerek etkili muhalefet çizgisinden uzaklaştırma, iktidarın konumunu güçlendirecek yasal-anayasal düzenlemeler için güç toplama ve Erdoğan’ın başkanlık tahtında kalışına- destek sağlama; buradan alınan güçle işçi sınıfı ve diğer emekçilerin tepkisini bastırma vb.ne ihtiyaç duyuluyordu. Çağrı, yeni yüz yılı “Türkiye yüzyılı yapma” iddiasına bağlanmaktaydı.
AKP Diyarbakır İl Kongresi’ndeki konuşmasında da Erdoğan, yürütülen çalışmaların tek amacının “terör örgütünün kendini feshetmesi, silahların kayıtsız şartsız teslim edilmesi, örgütün siyaset üzerindeki vesayetinin tamamen kaldırılması, bölücü örgütün baskısı dolayısıyla bir Türkiye partisi olma vasfını kazanamayan siyasi yapıya bu yönde kendini geliştirme fırsatı verilmesi, bölgede artan çatışmalar karşısında iç cephemizin güçlendirilmesi” olduğunu tekrarladı.[3] İktidar politikası ve çağrılarının hedefi, “Terörsüz Türkiye” olarak işaret edilmekteydi.
“Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”, uluslararası ve bölgesel gelişmelerle bağlı “dış tehditler”in Öcalan ve Kürt hareketince de dikkate alındığının göstergesi oldu. 27 Şubat 2025 günü DEM Parti’nin “İmralı Heyeti” tarafından İstanbul’da okunarak kamuoyuna açıklanan Öcalan çağrısını takiben yaşanan gelişmeler ve çağrının etkenleriyle içeriği üzerine destekleyici veya tam karşıdan saldırıyı içeren açıklamalar, ‘amaçsal farklılık’larına rağmen, “yeni bir çözüm süreci” beklentisini güçlendirici işlev gördü. PKK, KCK ve DEM Parti yönetimleri adına yapılan açıklamalarda da iktidar sözcülerinin ‘dış tehdit’ işaretine paralel vurgular vardı. Bölgesel ve uluslararası gelişmelere, özel olarak da Suriye ve İran’daki olayların ‘akış yönü’ne işaret edilerek Kürt sorununa ilişkin politikanın değişmesi gerektiği belirtiliyor, “silahların devre dışı bırakılması ve barışçıl çözümün tehlikeye atılmaması” için “demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınması”; “demokratik entegrasyon koşullarının sağlanması” ve Öcalan’a “özgür çalışma koşullarının sağlanması” isteniyordu. Çağrılar, DEM Parti ve PKK’nin siyasal-ideolojik ve örgütsel etkisi alanında yer alan geniş kitle içinde ise beklenti-kuşku-umut karışımı bir siyasal duyarlılıkla karşılandı.
Çağrılar yönündeki ilk gelişme silah bırakmanın ilk etabı oldu. Heyetler gitti-geldi-görüştü-yeniden gitti-yeniden geldi ve sonuçta “hukuki açıdan yapılabileceklerin belirlenmesi için” bir Meclis Komisyonu oluşturuldu. Bu “yeni adım”la birlikte beklentiler daha da güçlendi.
Artık barış kavramı vurgulu “yeni bir süreç” merkezli konuşuluyor. Karşı çıkanlar olduğu gibi, ihtiyatla yaklaşıp koşullu destek veren burjuva partileri de bulunuyor. Türkiye’nin bir Kürt sorunu olmadığını iman eden şoven milliyetçi çevrelerle sermaye basınında görevli kontrgerilla tetikçileri, tam karşıda konumlanmış müfrezeler halinde bir tepki hareketi örgütlemeye çalışıyorlar. İYİ Parti ve Zafer Partisi yönetimleri, bazı emekli generaller ve şovenist yazarlar bu çizgide konumlanmış durumda. CHP yönetimi ise, “on binlerce cana mal olan, ağır ekonomik ve toplumsal tahribat yaratan terörün ilelebet sonlanması” için “çağrının gereklerinin muhatapları tarafından yerine getirilmesi”ni ve “Eşit yurttaşlık temelinde herkesin barış içinde yaşadığı Türkiye’nin hep birlikte inşa edilmesi”ni istediğini açıkladı ve Meclis Komisyonu’na da üye verdi.[4]
Öcalan’ın Perspektif Metni Hangi Politikayı İçeriyor?
“52 yıl 1 ay 4 gün önce ‘Kürdistan Sömürgedir’ diyerek yola çıktım” diyen Abdullah Öcalan, gelinen yerde Kürt ve Kürdistan gerçekliğinin kabul edildiğini ileri sürmekte, bunun da “yeni bir perspektif ihtiyacı”nı doğurduğunu söylüyor.
“Bizim yeni dönem perspektifimiz demokratik ulus, eko-ekonomi ve komünalizm temelinde toplumun yeniden inşasıdır” diyor Öcalan ve ulus devlet fikri ve hedefini ters yüz edip yerine “demokratik ulus” kavramını ikame ettiğini söylüyor. “Biz –diyor Öcalan- Modernitenin sacayakları olan ulus-devlet yerine demokratik ulus, kapitalizm yerine komün-komünalite, endüstriyalizm yerine eko-ekonomi analizlerini geliştirdik. Bu üç alan analizinin ilişkiselliğinden oluşturduğumuz özgürlükçü toplum sistemimizi Demokratik Modernite olarak tanımladık, yazılı hale getirdik ve önemli toplumsal bir karşılık bulduğunu gördük.” “Demokratik toplum bu dönemin siyasi programıdır. Devleti hedeflemez. Demokratik toplumun siyaseti demokratik siyasettir. Komünün kendisi de demokratik komündür. Bunların birbirinden ayrılması doğru olmaz. Komün toplumu demokratiktir. Güncel topluma demokratik toplum demek gerekir. Demokratik sosyalizm de demokratik toplumculuk anlamına gelir. Devletin nasıl bir tarihi varsa komünün de bir tarihi vardır… Halkların özgür yaşamı komünle mümkündür.”[5]
Öcalan’ın “yeni perspektif” metni, ideolojik argümanları ve tarihsel sürece ilişkin politikaları yönünden sorunludur. Ekonomik sosyal olgular ve toplumsal ilişkiler onun metninde “zihniyet”e bağlı ve tek yanlı olarak indirgenmiştir. Kırk yılı aşkın süre önce “Sömürge Kürdistan’ın bağımsızlığı” iddiasıyla gerilla harbi başlatan, ‘90’lı yıllarda ulusal devlet kuruculuğu görüşünden vazgeçen, sonraki yıllarda Murray Boockhin’den devralarak özerk beledi yönetimlerin konfederal birliğiyle komünal toplum kurulumu projesine geçiş yapan Öcalan, 2025’in ilk yarısında ilan ettiği “yeni dönem perspektifi”nde, bu istem ve hedeflerin artık tarihsel toplum sosyolojisine aykırı düştüğünü söylüyor. Stratejik önem atfettiği politika değişimini “ülkede kimlik inkarının çözülüşü” ve “ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler”le de gerekçelendiren Öcalan’ı doğrulayacak ve destekleyecek bir değişim ve gelişme oysa henüz söz konusu değildir. “Demokratik siyaset alanının açılması”na ilişkin beklentiler devlet yönetimi cephesinden “Terörsüz Türkiye!” hedefiyle bağlanmış hukuki-yasal bazı düzenlemelerle yanıtlanacak gibidir. Ancak, devlet yöneticileri “Kürt sorunu diye bir sorun yoktur” söylemini sürdürüyorlar. Ulusal kimlik inkârı devam ediyor. Kürtlerin ulusal varlığı ve kolektif ulusal hakları tanınmıyor. Kayyımlar işbaşında, halkın seçtiği belediye yöneticilerinden bazıları zindandadır. Sorun terörle özdeş gösteriliyor ve bu da Kürt mücadelesinde yer alanların yanı sıra Kürt halk kitleleri açısından endişe nedenidir. “Gerilla harbi”nin ön saflarında yer almakla kalmayıp siyasal-ideolojik misyon üstlenmiş olanlardan bazıları bu kaygıyı açığa vurdular. “İç cephenin güçlendirilmesi” çağrı ve politikası, devlet iktidarının ihtiyaçlarıyla bağlıdır
Öcalan ise, “1000 yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve Kürtler”in “hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için” ittifak içinde kalmayı zorunlu gördüklerini belirtiyor, “kapitalist modernitenin 200 yıldır bu ittifakı parçalamayı esas gaye edindiğini” ileri sürerek, “günümüzde esas görev”in bu “tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde yeniden düzenlemek” olduğunu söylüyor.
Abdullah Öcalan’ın, Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında izlenen politikanın yanlışlığını işaret etmek üzere Kürt mirleri-beylerinin Selçuklu Sultanı Alparslan’la Bizans’a, Yavuz ile İdrisi Bitlisi’nin Şah İsmail ve Şiilere-Alevilere karşı ittifakını örnek göstererek önerdiği “Türk-Kürt tarihsel ittifakı”nın yenilenmesidir.
Bu ittifaklar oysa, Kürt halk kitlelerinin başı üzerinden gerçekleştirilmiştir. Öcalan, sınıfsızlık anlayışı ve iddiasını da içeren ittifak önerisini -Erdoğan’ın buna Arapları da katması işin özünü değiştirmez- aksine, “iç cephenin güçlendirilmesi” çağrısına yanıt kapsamında gündeme getirmiştir. Sorun, “bir çözüm olasılığı”nın heba edilemez olarak görülmesi; PKK, DEM Parti ya da başkası olsun Kürt politik hareketi adına Erdoğan-Bahçeli yönetimiyle “pazarlık yapılması” değildir. Sonu olmayan savaş yoktur. Soru ve sorun, çağrı ve sonuçlarının halk kitleleri yararına değişime yol açıp -açmayacağıdır. Bu ise, diğer unsurları saklı tutulmak kaydıyla PKK gibi örgütlerin ortaya çıkışına yol açan neden ve etkenlerin mevcut durumda işlevli olmaya devam edip etmediğiyle koşulludur.
Nitekim Öcalan, sömürülen ve ezilen halk kitlelerini zapturapt altında tutan, Kürtlerin ulusal demokratik talepleri ve haklarını tanımayan devletle bütünleşmekten de söz etmektedir. Emperyalizm bağlantılı tekelci burjuvazinin çıkarlarını öncelikli alan politikalarıyla Türk burjuva ulus devletiyle “bütünleşme” sağlanarak kurulacağı iddia edilen “demokratik ulus-demokratik toplum”, bu durumda ancak burjuva karakterde bir toplum olabilecektir. “Demokratik toplum” projesinin gidip bağlandığı yerdir bu!
Öcalan’ın ‘Manifesto’su Kapitalizme İçseldir
Öcalan’ın “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak” başlığı taşıyan 27 Nisan 2025 tarihli “perspektif metin”de ileri sürdüğü görüşler, kendisi ve örgütün önde gelenleri tarafından “yeni bir manifesto” olarak nitelendi. “Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu” adıyla kitaplaştırılan ve Öcalan’ın “Demokratik Modernite” olarak adlandırdığı toplum tasarımında ileri sürdüğü görüşler, ‘90’lı yılların başından itibaren “ekolojik demokratik toplum” ve “konfederal komünalizm” formülasyonları aracıyla açıklanan görüşlerinin özüyle yinelenmesinden ibarettir. Abdullah Öcalan, anarşist teorisyenlerle postmodern liberal demokrat yazarların görüşlerinin bir karmaşasını Marksizm-Leninizm’e karşı güncele taşıyor.
“Reel sosyalizmin çöküşü”nün bunalıma düşürecek şekilde ağır etkisinde kaldığını söyleyerek yeni bir ideolojik-politik yoğunlaşmaya yöneldiğini söyleyen Öcalan, komünist ve işçi hareketinin tekelci burjuvazinin ve uluslararası sermayenin saldırılarıyla geriye atılmasını veri alarak ulaştığı sonuçları, materyalist tarih görüşünü ve Marksist-Leninist teoriyi “sorgulama” vesilesi kıldığını söyleyen Öcalan’ın, modern revizyonist -bürokrat burjuva yönetimlerin ekonomik-sosyal politikalarını sosyalist teori ve pratiği “test etmesi” kataloğu olarak kullanırken vardığı sonuç, sınıf mücadelesi teorisinin ve bağlı olarak burjuva diktatörlüğünün devrimle yıkılarak proletaryanın kendi devlet iktidarını kurmasının “yanlışlığı”dır!
Bu yöntem günümüze dek çok sayıda politikacı, yazar ve teorisyen tarafından sürdürülegeldi. Marx ve Engels’in kapitalizm analizini determinist-ekonomist ilan edenler, ulusal sorunun çözümüne dair görüşlerini yanlış ya da eksik bulanlar; doğanın ve yaşam alanlarının artan şekilde tahribine karşı teorik irdelemelerini ve kadın sorununa getirdikleri açıklamaları yetersiz görenler, bu geniş zaman içinde işçi sınıfı hareketi ve sosyalist örgütlenmelerin düzeyi ile de bağlı olarak saldırılarını ya daha fazla yoğunlaştırdılar ya da bir ölçüde geri çekilmek zorunda kaldılar. Marksizm-Leninizm’e karşı reddiyelerin başlıca özelliği, kapitalist toplumun yirmi ve yirmi birinci yüzyıl gerçekliğinde işçi sınıfının varlık ve mücadele koşullarının yanı sıra tarihsel devrimci misyonunun da teknolojik gelişme ve toplumsal çeşitlilik nedenli olarak ortadan kalktığıydı. Marx’ın -diyorlardı tarih tezi ve sınıf teorisi geçersizleşmiştir!
Abdullah Öcalan o geleneği sürdürüyor: “Marx -diyor Öcalan- alt yapı üst yapı ve sınıf temelli bir analizle sınırlı kaldı. Baş ayak derken Hegel’in bile gerisine düştü. Engels biraz tamamlamaya çalıştı. ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’, ‘Doğanın Diyalektiği’, ‘Tarihte Zorun Rolü’ konularına eğildi ama yetmedi. Lenin politika ve devlet analizi alanlarında tamamlamaya çalıştı o da tam başaramadı. Mao bu teoriyi sömürgelerin kurtuluş mücadelelerine uyarlamaya çalıştı, sınırlı kaldı. Bütünlüklü bir sistem analizi ve alternatif çözüm geliştirebilirdi, eksik kaldı.”
Öcalan bu “eksik”, “sınırlı” ve “yanlış” teorinin kendisi tarafından aşıldığı iddiasındadır. Yerine de değil gerçekte karşısında olmak üzere ikame etmek istediği alternatif projesi “Demokratik Modernite”dir. “Ulus devlet yerine demokratik ulus, kapitalizm yerine komün komünalite, endüstriyalizm yerine eko ekonomi”yi ikame etme iddiasıyla projesini “özgürlükçü toplum sistemi” olarak niteliyor. Projesinin alt başlıkları da var: “Örneğin komünalitenin önemli bir parçası kadın özgürlüğüdür. Yanı sıra politika, etik (ahlak) vb. sıralanabilir. Bütün bunları kapsamlı biçimde ele alacağız, işleyeceğiz. Bu sistemin bütünlüğünü Demokratik Modernite olarak tanımlamak doyurucudur” diye, kendini onaylayarak kesinliyor.
Tarihin, “bir devlet ve komün çatışmasından ibaret” olduğu iddiasındaki Öcalan, “Tarihsel materyalizm -diyor- sınıf savaşı yerine ‘komünü’ ikame etmeli”dir. “Sınıf çatışmasına dayalı tarihsel materyalizm ve sosyalizm tanımı yerine, devlet ve komün ikilemine dayalı bir tarihsel materyalizm ve sosyalizm alternatifi” daha doğrudur! Ona göre, “Marksizmin bu sınıf ayrımına dayalı çatışma teorisi reel sosyalizmin çöküşünün ana nedenidir. Eleştirmeye bile gerek yoktur. Ama nedenlerinin başında bu sınıf ayrımına dayalı sosyolojiyi inşa etmeye çalışması gelir.”[6]
“Komünün devlet karşısında ifade bulması”nı istediklerini belirten Öcalan, “ulus devletçilik dilini terk ediyoruz, ulus devletçiliğe dayalı kavramları terk ediyor, komüne dayalı etik ve politik kavramları esas alıyoruz. Ahlaki politik toplum dedik ama bu özgürleşen komünün adıdır. Etik ve politik bir şeydir, hukuki bile değil. Hukuk var işte, gelişecektir, belediye kanunu. Yasada ifade bulmasını isteyeceğimiz bir şart ve ilkemiz olacak. Bunun daha bilimsel ifadesi komün özgürlüğüdür. Biz komünalist olacağız bundan sonra. Sınıf kavramı yerine komünü yerleştirmek çok daha çarpıcı, çok daha bilimsel. Belediyeler hala komündür. Bizde de kom var” demektedir.
Öcalan’ın ‘manifesto’sundaki görüşler, başlıca politik argümanları ve ideolojik gerekçeleriyle tek yanlı bakış açısının ürünüdür. Onun düşüncesinde Proudhon ve Kropotkin’den Faocault, Hardt-Negri, Boockhin-Wallerstein, Laclau ve A. Badiou’ya çok sayıda Marksizm karşıtı ve eleştirmeni ideoloğun görüş ve iddiaları, eklektik şekilde bir aradadır. Marksizm’e ve modern materyalizme karşı söyleminde bir araya getirilen retçi görüşler liberal demokratizm, postmodernizm, eskil anarşizm karışımı ‘çeşitlilik’ göstermektedir. Nedensellik, gerekirlilik ve olasılık diyalektiği Öcalan’ın bakış açısında tek yanlı olarak indirgenmiştir.
Ana başlıklarıyla görmeye çalışalım.
- Öcalan Belirsizliklerle Malul Felsefi Düalizmi Savunuyor
Marx’ın sınıflı toplum tarihine ve tarihi önemdeki değişimlerde belirleyici işlev gören çelişki ve çatışmalara ilişkin görüşlerini sorun-çelişki-mücadele diyalektiğini muğlaklaştıran bir yaklaşımla ele alan Öcalan, materyalist dünya-toplum anlayışını tek yanlı yoruma tabi tutuyor. Marx’ın “en temel hatası”nın toplumsal gelişme yasalarından söz etmesi olduğunu ileri süren Öcalan, Marx’ı Darwin’in biyolojik evrim görüşünü benimsemekle suçlarken zihinsel yaratıcı güce baş vuruyor ve doğada da toplumda da yasaların değil “eğilimler”in olduğuna hükmediyor. Çünkü diyor Öcalan, “insan zihninde katı yasalar yoktur, eğilimler ve düşünceler vardır.”[7] Zihin böylece belirleyici oluyor! Ona göre, düşünce de zaten “madde ötesidir”! “Fotoğrafı çekilemez, ispatlanamaz.” Oradan kuantum teorisine geçiş yapıyor ve enerjinin parçaya, parçanın enerjiye durmadan dönüşmesinden söz ederek çeşitlilik görüşüne dayanak göstermeye çalışıyor.[8]
Doğa bilimleri ve felsefi görüşlerin senteziyle vardığını söylediği sonuçlar bahsinde Hegel-Marx kıyaslamasına da başvuran Öcalan, demek ki diyor, “Materyalizm ya da idealizm diye dondurmak doğru değildir. Bu ikilem yanlışa götürür, götürüyor.”
Materyalist dünya-toplum görüşünü Marksist sınıf teorisi merkezli indirgemeye çalışırken Öcalan, düalist anlayışla hareket ediyor. Materyalist felsefi görüş varlık-düşünce ilişkisine, varlığı öncel alarak getirdiği açıklamayla idealizmden ayrışır. Modern materyalist dünya görüşünde ve Marx’ın kuramında tarihin yapıcı öznesi insandır. İnsanal tarih insanla başlar ve sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte sınıf mücadelelerine sahne olur. Engels’in düzeltici notu değil sadece, Marx’ın tüm külliyatında bu görüş temel hareket noktası olarak yer alır. Doğa tarihinden farklı olarak insan tarihi bu bakımdan ne sınıfların oluşumuyla başlar ne de sınıfsız toplumla birlikte sona erer. Sınıf mücadeleleri tarihi vurgusu, sömüren-sömürülen sınıfların varlık koşullarını veri alır ve bu ayrımla bağlı çelişki ve çatışmanın evrimini işaret eder.
Diyalektik ve idealist felsefi görüşler arasında birinden birinin “mutlak doğru olduğu” şeklinde belirleme yapılamayacağını ileri sürerek belirlenemezlik benzeri karışık görüşler açıklayan Öcalan, Marx’ın varlık-düşünme (düşünce) ilişkisinde, nesnel varlığı öncel almasına, “mutlak doğrunun olamayacağı” gerekçesiyle mesafe koyup karşı çıkıyor. Orada durmuyor, ama idealist felsefi anlayışların doğru olabileceği imasını da dışlamıyor. “Mutlak doğru” önermesi veya iddiası, Marksistler tarafından reddedilmiştir ve diyalektik materyalizmin temel mantığını kavrayan herkes bunu bilir.
Öcalan’ın anlatısında diyalektik mistisizme bürünmüştür. Doğa ve insan toplumu tarihine, toplumsal ilişkilere, varlık-düşünce bağlamına, kadın-erkek cinsleri arası ilişki ve çelişkiye, sınıfların ortaya çıkışı-oluşumu ve mücadelesine ve bunun sonuçlarına dair vargıları tek yanlılıkla maluldür. Karşıtların bir aradalığı ve mücadelesi, birbirleri dolayımında varlık göstermeleri ve işlevli olmaları; örneğin kapitalizmin olduğu yerde proletaryanın varlığının kaçınılmazlığı türünden olgusal gerçeklikler onun düşüncesinde belirsizleşirler. Varlığı öncel aldığına dair açıklamalarına karşın düşüncesini belirleyici göstermekte, önemli olanın zihniyet olduğunu söylemekte, Kürt halkına zihinsel ve ahlaki devrimi önermektedir.
- Marx’ı Küçümseme mi, Anlamama mı?
Abdullah Öcalan, Marx’ın eserinin “altyapı-üstyapı ve sınıf temelli bir analizle sınırlı” kaldığı iddiasındadır. “Marksist ekonomi-politik fena halde burjuva ekonomidir” diyen Öcalan’a göre, “Marksistler proleterlerin yeniden fethedilmiş köle olduğunu görmemişler” ve ‘özgür işçi’ safsatasına düşmüşlerdir.”
Öcalan, Marx’ın sermaye analizini, “tüm sorunların kaynağı kastik yapı”yı örtmeye yönelik, çelişkileri açığa vurma adına “tarihsel gerçeği örtbas etme” göstergesi sayar, “ben bu kanıdayım” der ve işi bitirir! O, Marx’ın kapitalist toplumsal sistemin çelişkilerini üretim tarzının karakteristik temel özellikleri aracıyla göstermesini “politikadan soyutlayarak anlatma” olarak göstermekte ve bu tek yanlı indirgemeci yorumdan hareketle “ezilenlere yapılan bir kötülük” olarak nitelemektedir.[9] Öcalan’a göre Marx, “kapitalizmi bilimselleştir”miş, teknik ve bilimsel gelişmeleri burjuvaziyle ilişkilendirmiş, “özelde de ‘sınıfı’, ‘artık değeri’ bilim diyerek” hem de bilimsellik adına ve İngiliz ekonomi politiğinin tuzağına düşerek “bir korsanı bir katili bir nevi örtbas” etmiştir![10] Marx’ın kapitalist gelişmeyi tarihsel bakımdan “ilerici, büyük gelişme” göstererek kapitalizmin ekonomiyi, tekniği geliştirdiğini söyleyerek yanlış yaptığı iddiasındaki Öcalan’a göre, o, bunu yapacağına “katile katil demeli”ymiş!
Dememiş mi diye sormaya gerek yok.
Marx diyor Öcalan, sadece “kapitalist toplum” diye bir kavram üretti; “ekonomik altyapı“, “ideolojik üstyapı” diye bölümledi. Bu şekilde “kapitalizmi allayıp-pullayıp ilerici bir aşama olarak önümüze koydu.” Ona göre, kapitalist toplum demek bile yanlıştır. “Bunu da Marx başımıza bela etti” diyor. “Şimdi bakıyorum da -diyor- aslında tarihsel toplum kapitalizm tarafından yok edilmiştir. Yok edilen şeye nasıl kapitalist diyor? Bu da Marksizmin çözümsüzlüğünün ve çöküşünün en önemli nedeni. Gerek soykırım, gerek savaşlar, gerek çevre felaketleri, gerek kanser gibi kentler kapitalizmle ilişkilidir.”[11] Marx’ın analizini tek yanlı indirgemeci bir mantıkla yorumlama çabasında olan Öcalan, Marx, diyor “kapitalizmi kötüledi, bir sürü canavarlık atfetti ama sonuçta ‘ileri bir çağdır’ dedi.” O diyor, “Kapitalizm en ileri toplumsal aşamadır, hatta bu aşama yaşanmadan sosyalizm olmaz” diyen kişidir.[12]
Bunu diyor, ama ardından da “Marx çok ciddi bir karşı koyuşu gerçekleştirdi aslında. Kapital’e bu gözle bakmak gerekiyor” de diyor.[13] Okur, kimin kafasının karışık olduğu konusunda bir yargıda bulunacaktır.
“Marx’ın hatası -diyor Öcalan- modernite ile kapitalizmi karıştırmasıdır. Ona göre modernite eşittir kapitalizmdir. Marx’taki en temel yetmezlik, kafa karışıklığı, ikisinin arasında ayrım yapamamasıdır.”[14]
Bu iddialar formel mantık ürünüdür: Kapitalizm ile modernite arasında varsayıldığı iddia edilen eşitlik ilişkisi Marx’ın hiçbir cümlesinde yer almadığı gibi, bu ima da edilmemiştir. Kölelikten ve serflik düzeninden farklı olarak kapitalizmde üretim araçlarının, üretici güçlerin konumu-işlevi, üretimin toplumsallaşmasıyla bağlı olarak insan ilişkilerindeki değişim tarihsel bakımdan bir ilerlemedir. Öcalan bunu, kapitalizm kaynaklı kötülükleri veri alarak yok sayıyor.
Marksist ekonomi politiğin “fena halde burjuva ekonomisi” olduğu iddia ve yargısı, Kapital’in kapitalist üretim tarzı ve üretim ilişkilerinin analiziyle burjuva ekonomi politiğin eleştirisini içeren bir eser olduğunu bilen herkes açısından boşluğa düşer. Kapital’in hazırlığının “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” ismi taşıdığı da Marksizm okurlarının bilgisi dahilindedir. İkinci olarak Marx, bu analizinde, emek gücünün sömürülmesiyle artı-değer üretiminin nasıl gerçekleştirildiğini açıklığa kavuşturmuştur. İşçi ile kapitalist arasında ücret-kâr mücadelesine yol açan, kapitalistin işçiye daha fazla artı-değer ürettirme dürtüsü-güdüsü-çabasıdır. Proletaryanın anti kapitalist mücadelesinin hedefi aynı zamanda ücret köleliği sistemine son vermektir. Bu iki sınıfın birbirinin varlığı dolayısıyla var olmaları, ilişkinin doğası (zıtların birliği ve mücadelesi) gereğidir. Üçüncüsü, Marx’ın, kapitalist-burjuva toplumu analize meta ve üretimiyle başlaması, üretim tarzıyla üretici güçler arası ilişkilerin niteliğini açığa çıkarması, bu ilişkinin en gelişmiş biçiminin aydınlatılmasıyla daha geri biçimlerinin de anlaşılır hale geleceğini göstermesi metodik ve bilimsel olarak doğru olandır. Marx bu analiz aracıyla kendisi de pazarda alınıp satılan bir meta işlevi gören emek gücünün kapitalist kullanımına açıklık getirdi. Marx’ın emek gücünü satma özgürlüğüne sahip işçiden söz etmesini ya bilerek ya da farkına varmaksızın yanlış yorumlayan Öcalan, bu bir yana onun modern köle olduğuna işaret eden vurguları olmasına rağmen, Marx’ı, proleterin özgür olduğunu söylemekle de suçlar.
Marx’ın analizinin kapitalizme yaradığını iddia eden Öcalan, kapitalist piyasada en üsttekilerin sömürü ve rant ekonomisinden en fazla yararlananlar olmasını, yani kapitalist piyasayı onların kontrol etmesini gerekçe göstererek ve farklı kategorilerden burjuva-küçük burjuva kesimlerin olmasını işaretle kapitalist üretim ilişkilerinin genel karakteristiğini atlamaktadır. Kapitalist üretim kâr için üretimdir. Üretilenler pazara sürülür ve piyasa oluşumu kaçınılmazdır. Kapitalizmde bölüşüm aldatıdan ibarettir. Ödeme yapmayan tüketemez. Bu durum üretilenin tüketime sürülmesiyle bir piyasanın oluşması sosyalizmin iktisadi toplumsal yapısından nitelik olarak farklıdır ve Öcalan bunu geçiştirir.
Kapital ciltlerini yeterince inceleyemediğini de belirten Öcalan’ın Marx-Engels tarafından tekellerin ortaya çıkışıyla birlikte kapitalist ekonomik sistemde yeni bir döneme yol alındığını (anonim şirketlerin kuruluşu, tekellerin oluşumu, tröstler vb.) işaret etmiş olmalarını gözetmeksizin yargılamaya giriştiği varsayılabilir. Ama bu yine de doğru olmaz. O, çünkü, dönüp dolaşıp sözü sınıf mücadelesi görüşüne getirerek bu görüşü mahkûm etmeye çalışır. Ona göre Marx, “sınıf tanımını da tarihsel gerçekliğe oturtamamıştır.” Mesela nedir bu “artık değer“, “ücret, rant” vb.? Bunlar İngiliz ekonomi politiğinin icatları. “Burada sorun yapılan, gaspı, tecavüzü, sömürüyü bilimsel kavramlarla meşrulaştırmadır” demektedir.[15]
Nedir peki Öcalan’ın artı-değer, ücret, rant açıklaması? Sormak ve aramak gerekmez, çünkü yoktur. Yoktur ama o, yine de “Marx’ın da açtığı yol kapitale yaradı. Yani Kapital, kapitale yaradı. Kapital gerçekten kapital oldu. Hem de Marx’ın sözüm ona komünizm ütopyası üzerinden” diye, mutlakçı kestirmelerde bulunmaktan kaçınmaz.
- Sınıf Sömürüsünü Örten Kadın Merkezli Tarih Görüşü
“Marx sınıflarla başlatır tarihi. Oysa sorunsallığın başlangıcı sınıfla değil, kadın toplumsallığı etrafında gelişir. Bilebildiğimiz kadarıyla bu sorunsallık da uygarlıkla sonuçlanır” diye yazan Öcalan, toplumsal formasyonların “kadının köleliği etrafında” şekillendiği iddiasındadır. Marx -diyor- bunu sınıfsallaşmaya bağlar, oysa buna hiç gerek yoktur. Kadının “etrafında bir bitki toplumu, bir besin artırımı” olanağı ortaya çıkmış ve erkeğin “buna göz dik(mesi)”yle, yani hem besine hem de kadına el koymasıyla tarihsel hikâye başlamıştır!
Öcalan’a göre tarih “eril-dişil cinsler arası çatışma”dan ibarettir. O, “300 milyon yıl öncesine” tarihleyerek anaerkillikten ataerkilliğe geçişin maddi dayanaklarını kendisinin açıklığa kavuşturduğu iddiasındadır. Ona göre sosyalist teori oluşturucuları kadını eve kapatmış ve “mülkleştirmiş”ler![16]; Engels ve Marx konu üzerine “yetersiz bir şeyler” söylemiş, Stalin eşini “eve kapatarak öldürmekten beter etmiş”, kendisi ise öldürmeyip kaçmasını sağlamış ve bu kişisel deneyim aracıyla “kadın özgürlük sorunsallığını” açıklığa kavuşturmuştur![17]
Öcalan’ın “tarihsel hikâyenin başlangıcı” olarak gösterdiği ve özel bir jargonla “sorunsallık” dediği çelişki, insanın yabanıllık-barbarlık dönemlerinden yerleşikliğe geçiş sürecindeki iki cinsin türsel ve yaşamsal gereksinmelere ilişkin rol ayrımına dairdir.
İnsan türü-soyu için genel anlamda ve ilk denebilecek sorunların yerleşikliğe geçişi ve türünün devamı için üreme eylemindeki rolleriyle bağlı olarak ortaya çıkması ve kadın-erkek ilişkilerinin erkeğin baskı kurucu özne olarak öne çıkmasına doğru evrilmesi, iki cins arası “sorunsallığın başlangıcı” olarak alınabilir. “Analık hukukunun yıkılışı, kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi oldu” diye yazan Engels, bu gelişmeyle birlikte evde bile yönetimin -belirli sayıdaki kimselerin, aile başkanının kabaca otoritesi altında “bir aile kurarak örgütlenmesi” dolayımında- erkeğin eline geçtiğini söyler. Köleler de bu aile yapısına katılmışlardır. En parlak örneği Roma ailesinde görülen bu tip aileyi işaretle Marx, “sonraları toplum ve devlet içinde geniş ölçüde gelişen bütün çelişkiler, minyatür halinde, modern ailenin içinde vardır” diye yazar.[18]
Marx ve Engels erkek egemenliği üzerine kurulu tek eşli aile yapısında “bir cinsin öbürü tarafından uyruk altına alınması”nın gerçekleştiğini söylediler.[19] Engels, “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişil cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir. Karı-koca evliliği büyük bir tarihsel ilerlemedir; ama aynı zamanda, kölelik ve özel mülkiyetin yanı sıra, günümüze kadar uzanan ve bazılarının gönenç ve gelişmesi, bazılarının da acı ve gerilemesiyle elde edildiğine göre, o her ilerlemenin aynı zamanda görece bir gerileme olduğu çağı açar. Karı-koca evliliği, uygarlaşmış toplumun hücre biçimidir; biz, bu biçim üzerinde, dolu dizgin gelişen uzlaşmaz karşıtlık ve çelişkilerin iç yüzünü inceleyebiliriz” diye yazdı.[20]
Öyleyse diyor Engels, “karı-koca ailesinde, -erkek ile kadın arasındaki çatışmayı, erkeğin salt egemenliği aracıyla kendini gösterdiği biçimde açıkça ortaya çıkardığı durumlarda- sınıflara bölünmüş toplumun, uygarlığın başlarından beri, çözebilme ya da üstesinden gelebilme başarısını gösteremeden içinde devinip durduğu karşıtlık ve çelişkilerin (aile çapında-ç.n.) indirgenmiş bir imgesine sahip bulunuyoruz.”[21]
Öcalan, kadın sorununa ilişkin açıklamalarında, tarihsel toplumsal temel önemdeki değişimlerin sınıfsal karakteristiği ve dayanaklarını örtmekte; soruna ilişkin Marksist irdelemeleri ise ya önemsiz göstermekte ya da inkârdan gelmektedir. İnanna, Enkidu ve Gılgamış üzerine destanlardan bolca söz etmeler bir yana bırakıldığında, Öcalan’ın kadın sorununa ilişkin anlatısında Marx ve Engels’in sorunu ortaya koyuşlarından daha ileri olduğu iddia edilebilir hiçbir şey yoktur. O, Marx, Engels’in insanın tarih sahnesine çıkışından itibaren geçtiği toplumsal süreçlerin ayrıntılı irdelenmesiyle ortaya koydukları düşüncelerden yararlandığı ve fakat kadın cinsinin kurtuluşu üzerine özel ve özgün bir görüş de geliştirememiş olduğu halde, Marx, Engels ve Lenin’in kadın sorununda -ve aslında diğer konularda da- “pek de önemli olmayan” şeyler yazdıklarını ileri sürebiliyor.
“Savaşı esas alan yani ganimeti esas alan toplum erkek ağırlıklı toplumdur. Onun işi gücü artık değerdir” genellemesiyle Öcalan, gerici savaşlarla ilerici savaşların farkını örttüğü gibi erkek cinsini total olarak artı-değer sömürüsünü gerçekleştirme suçuyla da yüklü kılıyor.
Doğu mitik anlatılarını bilimsel kanıtlar yerine ikame eden bir yaklaşımla tüm insanlık tarihini kadın-erkek cinsiyet temelli çelişki zemininde açıklamaya çalışan Öcalan, işçilerin iş güçlerini satan emekçi kitlesi olarak ortaya çıkmakla kalmayıp tekil işçi konumunu aşmalarını dayatan kapitalist sömürü ilişkileri tarafından birleşik harekete zorlanmalarıyla birlikte bir sınıf halinde taleplerini savunmaya yönelmelerini ve Çartist hareketten günümüze devam eden iktisadi ve politik mücadelelerini görmek istemiyor.
Abdullah Öcalan kadın-erkek ilişkilerini tarih boyunca tüm öteki formasyon ve kategorilerin etrafında şekillendiği tarih oluşturucu unsur göstererek, sınıfların ortaya çıkışına yol açan üretim araçları sahipliğiyle onlardan yoksunluğun anlamını yadsıyor. Oysa kadın-erkek eşitsizliğinin toplumsal cinsiyetçi anlayışları beslemesiyle üretim araçlarının özel mülk haline gelmesinin yol açtığı sonuçlar arasında koparılamaz bir ilişki olmakla birlikte, sınıflı toplumları karakterize eden belirleyici özellik sınıf farklılaşması ve çatışmasıdır. Öcalan’ın toplum tanımı ve irdelemesinde, üretimin tarzıyla bağlı çelişkiler ya yer almaz ya da örtüktür. Üretimin toplumsallaşmasıyla kolektiviteyi özdeş gösteren anlam birlikleri kuran Öcalan’ın analizinde üretimin kapitalist toplumsallaşmasıyla sosyalist kolektivite arasındaki temel farklılık silikleşir.
Kadın-erkek çelişkisi/çatışması sömüren-sömürülen sınıf(lar) çelişkisi ve çatışması yerine ikame edilemez. Bu çelişkinin alternatifi değildir. Köle erkeğin köle kadını, erkek işçinin kadın işçiyi sömürmesi iddiasına oturtulan teoriler, iki cinsten kölenin köle sahiplerinin, işçilerin kendi patronlarının sömürüsüne tabi olmaları gerçeği karşısında açmaza düşerler.
- Sınıflar Mücadelesine Dayanaksız Reddiye
Öcalan’ın “Manifesto”sunda, Marksizm “eleştirisi”ne yoğunlaşması, bunun da “Türklerle Kürtlerin tarihsel ittifakları”na işaretle günümüzde bu ittifakın tekrarlanması önerisiyle bir arada yapılıyor olması, işçi ve emekçiler açısından dikkat çekici olmalıdır. “Dikkat edelim -diyor Öcalan- öyle bildiğimiz sınıf yok, klandan sınıf doğmaz. Köleye de sınıf demek saçmadır. Marx da bu hatayı işliyor. İşçi denilen de aslında bir köledir. Hani bu köle hiçbir devrim yapmış mıdır? Yapmamıştır. Marx buna bir devrim bahşetmek ister; işçi sınıfı uyanacak, sayısı büyüyecek ve bir devrim yapacak… Yok böyle bir devrim. Devrimi yapanların çoğu da burjuvaziden gelen ailelerin çocukları. … Yani işçi sınıfının, sınıf olarak örgütlenip yaptığı tek bir devrim yok. Bu bir ütopya, bir hayali görüş; gerçeği de yok.”[22]
Tarihe Kürt kavmi, klanı-aşireti ekseninde açıklama getirmeye özel gayret gösteren Öcalan, Marx’ın tarih görüşünü önemsiz göstermek üzere “Ben böyle büyük bir keşif de yapmadım. Marx buna bilimsel keşif diyor, bunlar hikâye” diye azımsayıcı ifadelerle “işçi sınıfının oluşumu, işçi sınıfının gelişimi öyle harikalar yarattı, bilim falan filan”, bu “basit bir şeydir” diye hüküm bildiriyor.[23]
“Tarih Sınıflar Savaşı Değil, Devlet ve Komün Savaşıdır” tespitiyle “sınıfsal teoriyi ciddi bir dönüşüme uğratacak yeni bir perspektif” geliştirdiğini ileri süren Öcalan bunu “bir düşünce devrimi” olarak niteliyor. Ona göre, “sınıf savaşı teorisi, teori ve pratiğiyle tamamen başarısızlığa uğramıştır.”[24] Kanıtı, sosyalizmin uluslararası burjuvazi ve modern revizyonist saldırıyla yenilgiye uğratılmış olmasıdır.
Öcalan hem işçi olmak, “kölelikten daha beter bir yaşama mahkûm olmaktır” der[25] hem de işçi sınıfını sınıf olarak yok göstererek tarihsel bakımdan toplumsal değişimin öznesi olamayacağını ileri sürer. O, gerçi bazı fabrikaların hâlâ var olduğundan da söz eder ve bir yerde de daha önce ileri sürdüklerine aykırı düşecek şekilde “sınıf savaşı tespiti yanlış değil ama izah etmekten uzaktır” der.[26] Ancak Marx’ın sınıf mücadelesi görüşü yanlıştır diye hüküm verirken, günümüz dünyasının dışından konuşuyor gibidir. İşçilerin 1830’lu yıllardan bu yana çeşitli ülkelerde giriştikleri mücadeleyi, 1848 devrimlerini, Paris Komünü’nü, Alman ve Sovyet devrimlerindeki konumlarını görmezden gelir. İşçiler uyanacak da devrim yapacak, yok öyle bir şey, diyor ve ekliyor: “Bu bir ütopya, bir hayali görüş…”
Öcalan, bu kesin ve keskin vargı veya yargısının liberal solcularla burjuvazinin organik yazarlarının on yıllardır sürdürdükleri propagandadan ayrışan özelliğinin ne olduğunu açıklamaz. Sınıf mücadelesini, Marx ve Marksistler tarafından dışarıdan imal edilerek topluma dayatılmış ve aynı nedenle de sosyalizmin “çöküşünün ana nedeni” olmuş bir şey olarak gösteren Öcalan’ın insanın tarihsel toplumsal gelişme “serüveni”nine ilişkin anlatısında toplumsal formasyonlar, üretim tarzları, üretim ilişkileri, sınıfların oluşumu ve ilişkileri belirsizleşmekle kalmaz, karmaşık bir labirentte dönüp dolaşıp “kastik köleliğe” bağlanır.
Marksizmi “sınıf ayrımına dayalı sosyolojiyi inşa etmeye çalışma” ile suçlayan Öcalan’ın Marksist-Leninist sınıf teorisi karşıtı iddialarının herhangi orijinalliği yoktur. O reddiye(ler) onlarca anti Marksist tarafından, her birinin ötekinden devralarak sürdürdüğü bir devamlılık içinde yazılageldi. Burjuvazi ve ideologlarıyla sermaye politikacılarının dolaysız retçi tutumu bir yana, günümüzde Marx’ın var görüp gösterdiği proletaryanın olmadığını, dolayısıyla da proletarya-burjuvazi arası sınıf mücadelesiyle tarihin ileriye doğru değişiminin olanaksız olduğunu ileri süren çok sayıda “sosyalist” yazar ve “demokratik toplum”cu liberal sol teorisyen bulunuyor.
Marx, kâr için artı değer sömürüsüne dayanan kapitalist üretim sistemini analiz ederek toplumun proletarya ve burjuvazi şeklinde başlıca iki temel sınıf halinde bölündüğünü olgusal dayanaklarıyla ortaya koydu. Kapitalist gelişme sürecinde, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle birlikte daha fazla ivme kazanmış şekilde bütün öteki sınıflarla ara tabakalar bu iki sınıfa doğru itiliyor ve bir kısmı kaçınılmazlıkla tasfiye olurken proletaryanın safları giderek büyüyor. Tarihsel toplumsal gelişme bunu kanıtladı. Sınıf inkârcı kurgulara rağmen günümüzde dünya nüfusunun yarısına yakını emek gücünü kapitalistlere satarak yaşam gereksinmelerini temin etmeye çalışan ücretli emekçilerden oluşuyor. Buna rağmen Marx’ın analizini ve vardığı sonuçları reddedenler, teorisinin geçerliliğini yitirdiğini söyleyenler ya da “biraz zorlama gibi” görenlerin bulunuyor olması, toplumsal konumları ve üstlendikleri misyondan bağışık değildir. Evet diyor Öcalan, “hala öyle bir sanayi devrimine dayalı işçileşme, burjuvalaşma” var ama bu binlerce yıllık beş bin yıllık bir gelişmenin sonucudur!
Öcalan, sanki Marx ya da öncesi burjuva sosyologları ve ekonomistleri, burjuvazi ve proletaryanın tarihsel gelişmenin belirli bir çağında, tarihin yeni bir uğrağında değil de birdenbire zuhur ettiğini söylemişler gibi göstererek konuşuyor ve yorumluyor. Engels, ‘ilkel dönemi dışındaki’ notunu düşerek Marx’ın ‘şimdiye kadar ki tüm tarih sınıf mücadeleleri tarihidir’ sözünü aktarırken ve Marx, sınıfların varlığı ve mücadelesini keşfeden ben değilim, benim yaptığım bu mücadelenin kaçınılmaz olarak proletaryanın sınıf savaşı ve egemenliği aracıyla sınıfsız toplumun doğuşuna doğru gelişeceğini bulgulayarak göstermektir derken bir ikame ihtiyacı duymadı. İşaret ettikleri tarihsel olgusal gerçeklikler ve bağlı olarak toplumsal hareketin evrimiydi.
Abdullah Öcalan, “sosyalizmin çöküşü”nü sınıf mücadelesi anlayışına ve sosyalist merkezi iktidarın varlığına bağlayan Wallerstein, Laclau ve Mouffe gibi liberal sol teorisyenlerin görüşlerini devralmıştır. Bu görüşleri savunanlara göre “sınıfçılık” ve “klasik devrim” anlayışı terkedilmeli, iktidarın sınıf merkezli yoğunlaşması anlayışından vazgeçilmeli, “çoğul demokratik alanların özerk yeniden kurulmasına dayalı yapılanma radikal şekilde hayata geçirilmeli”ydi. Öcalan, “sistematiği”ni bu anlayışın belirleyiciliğinde oluşturmuştur.
Sosyalist sınıf devletine karşı görüşleri savunanların göz ardı ettikleri ya da hatta bilerek kararttıkları, işçi sınıfı öncülüğündeki devrim ile birlikte sosyalizm-kapitalizm mücadelesinin daha sert daha keskin yaşanacağı gerçekliğidir. Bu kaçınılmaz çatışma, proletaryanın devrimle zafere ulaştığı ülke ya da ülkelerde sosyalizmin inşası sürerken, kapitalist dünya güçlerinin ve düşman devletlerin kuşatması altında yaşaması için kendini savunma güçlerine sahip olmasını gerekli kılar. İşçi sınıfı başta olmak üzere halkın silahlı örgütlenmesi bunun temel dayanağını oluşturur. Halk ordusu-halk milisi savunma gücü olarak varlık göstermediğinde sosyalizmin yaşatılması ve sınıfsız topluma yol almak olanaksız olacaktır. Devrimin zafere ulaştığı ülkede sosyalizmin varlığını sürdürmesi dünya devrimi mücadelesine de dayanak oluşturacaktır.
Öcalan’ın sınıflar sorununu tarihten kovmaya soyunmasının nedenlerinden biri de kapitalizmin Kürtlerin yaşam alanlarında gösterdiği gelişmeyle bağlı olarak ilkel üretim araçlarından da koparak emek gücünü satma zorunluluğuyla yüz yüze kalan milyonlarca emekçinin, kendilerinin bağımsız sınıf hareketinin unsurları olarak hareket etmesi durumunda “demokratik toplum” projesinin işlevsiz kalma olasılığıdır. Bu olasılık güçlüdür çünkü, tek yanlı alınmayacaksa eğer, “yeni toplum sosyolojisi”nde Kürt emekçilerinin sadece Kürt kentlerinde değil onlardan çok daha fazlasıyla Türkiye’nin büyük sanayi kentlerinde yerleşik ve işçi-işsiz konumundan kadın ve erkek oluşlarıyla bağlı sorunlarını aşan sosyal-ekonomik, politik ve kültürel yeni sorunlarla yüz yüze kalmaları olgusal gerçeklikler arasındadır. Ve böylesi koşullarda; emekçiler kapitalistler ve burjuva devletiyle bu sorunlar dolayısıyla karşı karşıya duruyorken, onlara sınıf mücadelesinin gereksizliğinden söz etmenin kapitalizm yararına olacağı kanıt gerektirmeyecek denli açıktır.
- Devlet Sorunu Üzerine Proudhoncu Görüşler
Abdullah Öcalan, “ulus devlet yerine demokratik ulus” ve “devleti hedeflemeyen” demokratik toplum kurgusuyla alternatif bir sistem oluşturma iddiasındadır. Ona göre “Tarih bir sınıf savaşımı tarihi değil, bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir”tir.
Öcalan, komünal döneme doğru paralellikler kurarak projesindeki toplumu sınıf mücadelesine dayanmayan ve devleti hedeflemeyen komün toplumu olarak tarif ediyor ve ardından da “güncel topluma demokratik toplum demek gerekir” diyor. “Klan toplumsallıktır, toplumsallık da komün demektir” diyen Öcalan’a göre “demokratik sosyalizm de demokratik toplumculuk anlamına gelir”. Ve zaten toplum da “aslında komünal bir olaydır.”
Her şey ne kadar da net, kesin ve kendi deyişiyle basit!
Sosyalist teori oluşturucuları, maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi de demek olan toplumsal gelişmenin tarihsel sürecinde ortaya çıkan olgusal gerçeklikleri veri alarak üretim araçlarının özel ellerde toplanmasıyla sömüren-sömürülen sınıfların varlığı arasındaki ilişkiyi ortaya koydular. Bağlı olarak yaşanan mücadeleye ve devlet aygıtı ya da makinesinin bu mücadeledeki işlevine açıklık getirdiler. Devlet, sınıfların ortaya çıkmasıyla tarihin gündemine gelmişti. Egemen sınıfın kendi egemenliğini tesis etme aracı-aygıtı-makinesiydi. Toplumun başlıca iki temel sınıf halinde bölündüğü kapitalizmin burjuva devlet iktidarı işçi sınıfı tarafından bir devrimle yıkılmaksızın sömürüye son vermenin yolu açılamazdı. Devrimle iktidar olan proletaryanın devleti, devrim düşmanlarını bastırmak için gerekli ve geçici bir araçtı. Sınıfsız komünist topluma ancak devletten devletsizliğe bir süreçte ve proletaryanın devlet egemenliğinin giderek kendini gereksizleştirecek şekilde sönmesiyle varılabilirdi.
Öcalan sınıf farklılıklarının maddi temellerini ve yol açtığı mücadeleyi yok sayıyor. Bu mücadelenin iktidar çatışması boyutunda yaşanmasını; bir devrimle iktidar olan proletaryanın, iktidarının araçlarını kullanarak üretim araçlarının kolektif mülkiyetini gerçekleştirmeye girişmesini sınıf ayrımına dayalı sosyoloji inşası olarak niteliyor. Bu gerçekten de daha önce tanık olunmamış bir bakış açısı olmalı! Öcalan, Marx ve Engels’in çağlar boyu insan soyuna kurtuluş rehberi olan eserini, Komünist Manifesto’yu – ‘bir bildiri’ sıfatıyla azımsıyor. Burjuva ulus devlet ile kapitalist gelişme arasındaki tarihsel ilişkiye dair devrimci Marksist analizi; devletin tarihin gündemine gelişine maddi dayanak oluşturan olgusal kategorilerin ortaya konmasını, sınıfların ve devletin toplumsal gelişmenin tarihsel sürecinde ortaya çıkışını ve yine bu gelişmenin devamında ortadan kalkmaya -sönüplenip yok olmaya- mahkûm olduklarını açıklığa kavuşturan Marx’ın analizlerini hafifsemeyi, kendi söyleminin gücü olarak gösterme çabasındadır. Tarihi komün-devlet çatışmasından ibaret gösteren Öcalan, devleti de ezel-ebed bir forma oturtmuş olur.
Komünsel mücadeleyi tüm tarihsel süreç boyunca sürmüş gösteren Öcalan, “Demokratik Toplum” sistemine ilişkin açıklamalarını Marx’ın suçlanması zeminine oturtmaya çalışır. Ona göre, “sosyalizmin ne bir kitabı ne bir devlet analizi var, bunun üzerine bir eser bile yazılmamış”tır.[27] “Marx’ın ulus devlete dair dişe dokunur bir analizi” yoktur. Anlatımı içinde Öcalan bu iddiasını daha da keskinleştirir: “Marx’ın ulus-devlete ilişkin tek bir cümlesi bile yok.”[28] Öcalan’a bakılırsa, sonradan bu eksik analizinin farkına varan Marx, ömrü yetse ve devlet üzerine yazabilseydi de doğru yazamazdı! Çünkü diyor o, Marx’ta ulus devleti çözümleme perspektifi eksiktir!
Marx ve Engels’in eserlerini saklı tutarak söyleyelim, Lenin’in Devlet ve Devrim kitabı bile Öcalan’ın nezdinde yazılmış bir eser özelliği göstermiyor! Ona göre, “Marx’ın burjuvaziye benzeyen bir proletarya diktatörlüğü var. Lenin’de maalesef o ‘sosyalist devlet’ olur ve bu Stalin’de uygulamasını bulur. Lenin’in ve Mao’nun kafası karışıktır. Demokrasiyi başaramazlar.”[29]
Marx’ın Paris Komünü üzerine irdelemelerini, sınıf teorisinden vazgeçiş ve komün kavramı bağlantısıyla Komün düşüncesine yönelişin kanıtı olarak göstermeye çalışan Öcalan, Marx’ın, “ömrünün son yıllarında Paris Komünü dolayısıyla” ve öngörülerinin büyük darbe aldığını görüp içsel kırılmasının farkına vararak Kapital’i bıraktığı iddiasında bulunurken, dayanaktan yoksundur.
Marx-Engels’in devlet sorununa ilişkin görüşlerinin Paris Komünü deneyimi dolayısıyla daha da belirgin şekilde netleştirilip geliştirildiği doğru olmakla birlikte, 1844 El yazmaları ve 18. Brumaire’inde, Fransa’da İç Savaş ve Gotha ve Erfurt Programları’na kenar notlarında siyasal savaşım, devlet ve devletin gelecekteki ‘akıbeti’ne ilişkin görüşleri yer alır. Kapital’i salt ekonomik analiz kitabı sayan anlayışlar ise, niyet sorunu bir yana bırakılırsa eğer, ancak yüzeysel bir bakış açısının ürünü olabilir.
Marksist Leninistler proletarya devletini devletten devletsizliğe geçiş aracı-biçimi olarak görürler. Paris Komünü’nün sözcüğün tam anlamında devlet olmadığını söylemelerinin nedeni buydu. Marx ve Engels ve onları takiben Lenin, komün karşılığı olarak ve fakat proletaryanın sınıf iktidarını işaretle “topluluk” kavramının kullanılmasından yanaydılar. August Bebel’e Mektubunda Engels, Biz -demişti-, programda “devlet sözcüğünün yerine her yerde ‘topluluk’, ‘komün’ sözcüğünün konmasını önermekteyiz.”[30]
Abdullah Öcalan, Marksizm-Leninizme karşı anarşist teorinin kurucularını referans alırken onların proletarya karşıtı küçük burjuva argümanlarını, bir yüzyıldan fazla zaman sonra “yol açıcı” göstermeye çalışıyor. Sadece bu da değil; “sınıf yerine devlet-komün ikilemini geliştiriyoruz” diyen Öcalan, Proudhon ve Kropotkin gibi anarşist teorisyenlerin görüşlerini dayanak alırken, bu görüşü diyor, “İlk defa ben geliştiriyorum; bu benim katkımdır.”[31] Ardından da Zerdüşt’ten Budha ve Lao Tse’ye dini yorumları, dini kabilelerin yaşam biçimlerini örnek göstermeye girişiyor.
Proudhon, Bakunin ve Kropotkin proletaryaya karşı güvensizdiler. Proudhon’un görüşleri karmaşık ve belirsizliklerle örülüydü. “Komün”, Proudhon için de aile gibi “yerel birlik” statüsündeydi. Bu birlik kendisini yönetecek, hatta yasalarını dahi yapacaktı! Bu teori küçük topluluk geleneğinden ve Rus obsinası’ndan esinlenmekteydi. Kropotkin’in esin kaynağı, Ortaçağ köy topluluklarının birlikte iş yapmasıydı. Federalizm de komünal konfederalizm de Proudhon ve Kropotkin’in teorisine içerilmiş görüşler arasındaydı.
Demek oluyor ki, onların görüşlerinin daha karmaşık biçimiyle yeniden gündeme getirilmesi, yeni bir teorinin geliştirildiğini göstermez. Proletaryanın devrimci sınıf iktidarı ve onun ‘topluluk’ (komün), sovyet türü emekçi dayanakları aracıyla inşa etmeye girişeceği yeni toplumsal sisteme alternatif gösterilen heterojen bileşimli demokratik toplum, sömürü ilişkilerinden bağışık değildir ve olmayacaktır. Kurulacağı söylenen demokratik topluma, burjuva devletiyle bütünleşerek yol alınacağı yönündeki belirlemeler, ilişkinin bu karakteristiğini açık ediyor. Burjuva devlet aygıtının varlığı koşullarında ise, “otonom”, “özerk”, “komünal” oluşumlar, kendi dışlarındaki dünyaya kapalı varlık gösteremezler. Sınıf mücadelesi ve proletarya devrimi teorisine alternatif gösterilen “demokratik ulus” ve “komünalite” görüşü, aynı nedenlerle burjuva devlet düzeninin kapsama alanını aşacak nesnel ve öznel dayanaklardan yoksundur.
“Belediyeler hala komündür” derken Öcalan’ın mevcut belediyeleri mi, gelecekte öngördüğü belediyesel toplumsallığı mı kastettiği belirsiz kalmakla birlikte onun belediyelere dayalı ve sınıf farklılığı gütmeyeceğini belirttiği (bu tüm sınıflardan insanları kucaklayacağı anlamına da gelir) “demokratik komünalite”yi sosyalizm olarak göstermeye çalıştığı açıktır. Ancak, özerkliğin ve “kültüralist” sistemlerin tarihsel toplum sosyolojisiyle bağdaşmaz hale geldiği de ileri sürülmektedir ki, bu bir çelişki göstergesidir. Öcalan’ın, farklı sınıflardan kadın ve erkeklerin bir arada toplumsallaşacağı belediye komünlerinde bu “sorunsal”lığın nasıl çözüleceği de belirsizdir.
Onun “demokratik toplum” projesinde, tüm sınıf ve tabakalardan insan gurupları aynı kategoride gösterilir; klan-kabile “toplumsallığı” ile kapitalist toplumu biçimlendiren ilişkilerin karakteristik temel özellikleri örtbas edilerek bu biçimlenmelerin tarihsel farklılığı silinir. Aşiretin “komünler birliği”, kabilenin “komün” olarak alınabileceği ileri sürülürken Kürt toplumu koşullarında dahi çözülüşe uğrayan biçimlenmeler, içinde farklı çıkarlara ve önceliklere sahip insan gruplarının bir arada olacağı oluşumlar, dayanak olarak gösterilir.
Tarihin komün-devlet çatışması ekseninde ilerlediği “tezi”, feodal toplum koşullarında kapitalizmin ve burjuvazinin doğumuna ve burjuvazinin egemen sınıf olarak örgütlenmek için toplumun diğer ezilenlerini de yanına çekerek savaşımına açıklık getirmez. İşçilerin kapitalistlere ve burjuva devletine karşı parçalı ya da birleşik sınıfsal mücadelesi de bu iddiayı açmaza alır. Öcalan, komün-devlet ikilemini tarihin merkezine oturturken bu ilişkinin komünün konumu yönünden yol açtığı ya da açması kaçınılmazlık gösteren sonuçları yok sayıyor. Güncel toplumla ilişkilendirildiğinde de devleti yıkmayı değil “sivil toplumcu”-otonomcu anlayışla etkisizleştirilebileceğini varsayıyor. Kapitalist toplumun sınıf gerçekliğiyle bağlı çatışmaların “devlet-komün” ikiliği içinde nasıl ortadan kalktığı sorusu onun “alternatif teorisi”nde yanıtsızdır. Bunlar çünkü böylesi bir “ikilik” içinde ortadan kalkmazlar.
Öcalan, proletarya devletini burjuva ulus devletle özdeş gösterirken devletin, sınıf mücadelesinin ürünü ve aracı olma işlevini de karartmış olur. “Demokratik toplum”u gerçekleştirecek özne ise Öcalan’ın projesinde, total toplumdur. Kimi zaman demokratik ulus kiminde komünal toplumdan söz edilmekte, belediyeler komün olarak tarif edilerek konfederalizm projesinin odağına yerleştirilmekte; sömürüye dayanan toplumsal ilişkilerin nasıl ve hangi araçlar kullanılarak yok edileceği ya da yok edilip-edilmeyeceği, “Kürtler anti kapitalist olmalı” denerek geçiştirilmektedir.
“Ulus devlet fikri ve hedefi”nden vazgeçen ve sınıf mücadelesine sahne olmayacağını varsaydığı “demokratik ulus”un devletleşmeyecek “demokratik toplum” modeliyle -bunu bazen “güncel toplum” olarak da adlandırıyor- özgürleşeceğini ileri süren Öcalan’ın devlet anlayışı, burjuva ulus devletlerin kapitalist işlevine takılıp kalmaktadır.[32] Öcalan’ın sınıflardan arınmış demokratik toplum-demokratik ulus kurgusu, nesnel gerçeklerin ilgasına dayalıdır. Ulusun varlığından söz edildiği sürece -ki var ve demokratik olacağı söyleniyor-, sınıfların varlığı, yadsımakla ortadan kalkmaz. Yadsıyıcı zihniyet nesnel gerçeği ortadan kaldırmaz. Farklı çıkarlara, önceliklere, güdülere sahip toplumsal sınıf, grup ve kişilerin var olma biçim ve ilişkileriyle “demokratik” olacağı ileri sürülen bir toplumda yer almaları ise, olsa olsa kapitalist-burjuva bir arada oluşu işaret eder.
- Modernizm Karşıtlığı Yolundan ‘Kom’a Doğru!
Sanayi toplumunun tarihte yol açtığı değişimin “kapitalist modernite” genellemesiyle ve salt yıkıcılık olarak resmedildiği Öcalan projesinde varılan yer anti endüstriyalizmdir. “Biz moderniteyi Mahşerin Üç Atlısı üzerinden tanımlıyoruz: Kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizm” diyen Öcalan’a göre Marksizm “sadece kapitalizme karşı sosyalist analiz ve mücadele”yi gündeme almış, ancak o da geliştirilememiştir! Çünkü diye iddia ediyor Öcalan, “bir bildiriyle, komünist manifesto ile sınırlı kaldı. Endüstriyalizm olduğu gibi benimsendi, göklere çıkarıldı. Bu stratejik bir eksiklik büyük hatadır.”[33]
Ona göre, “Marx’ta endüstriyalizm çözümlemesi, eleştirisi de yok düzeyindedir. Sadece anti kapitalizm üzerinden bir sosyalizm analizi var. Eksiklikler barındırıyor. Geliştirilememiştir. Bu sosyalist teorinin moderniteyi analizde bir başvuru kaynağı olma kapasitesi çok sınırlıdır. Hatta onun bir parçasıdır modernite sınırları içinde kalır.”[34]
Kanıtlanamayan bu iddialar tek yanlı görüş açısının ürünüdür: Öcalan, Aydınlanmacı görüşlerin insanlığın tarihsel ilerlemesi bakımından teşkil ettiği önemi hafife almakta, moderniteyi tek yanlı ve salt kötülük karakteriyle pragmatist görüşleri doğrultusunda yorumlamakta; sanayi toplumunu, ulaşım ve iletişim araçlarının gelişimini, teknolojik ilerlemeyi, tüm bunların burjuvazi ve emperyalist gericilik tarafından kullanılış amaç ve biçimleriyle değerlendirip vahşet nedeni saymakta; klan-aşiret-kabile toplumuna övgülerle geleceğin daha ileri toplumuna değil geçmişin yoksunluklarıyla örülü dar yaşam biçimlerine göndermelerde bulunup övgüler dizmektedir.
Kapitalist gelişme, burjuva devrimleri ve Aydınlanmacı görüşler oysa total olarak ve tek yanlı indirgemelerle, sadece kötülüğün -Öcalan’ın dinsel menkıbelerden aldığı sözcükle söylenirse ‘mahşer’in- göstergesi sayılamazlar. Modern sanayi gelişimiyle, sadece sömürüyü katmerleştirmedi, sadece ‘doğa tüketici faaliyet’-çevre tahribatı, savaş ve işgal gibi yıkıcı unsurlarıyla sınırlı bir tarihsel sürece evrilme ifadesi olmadı. Üretimin toplumsallaşması aracıyla insanlığın kurtuluşu için maddi toplumsal temeller de kaçınılmaz şekilde bu süreçte ortaya çıkıp olgunlaştı. Ulus devlet kapitalist gelişmenin ve burjuva devriminin ürünü olarak tarih sahnesine gelirken sadece burjuva-kapitalist rekabetin ve sınıf baskısının aleti olmadı, feodal parçalanmışlığa son verip modern sınıfların oluşumunun maddi koşullarıyla olgunlaşmasının da etkeni oldu.
Marx, kapitalizm analiziyle kapitalist üretim ilişkilerinin insan soyunun modern köleleştirilmesinin sistemi olduğunu ortaya koydu ve aşılmasının yol ve araçlarına da işaret etti. Kapitalist üretim daha fazla kâr hedefiyle bağlı olarak yıkıcı, tahrip edicidir. Mali sermaye ve tekeller, pazar ve etki alanları için doğada yıkıcılıktan geri durmaz, toplumları felâketlere sürüklemekten kaçınmazlar. Rekabetin yol açtığı savaşların, teknolojik gelişmelerin daha fazla kâr için tahrip edici kullanılmasına son verilmesi ancak kapitalist özel mülkiyet sistemine son verilmesiyle mümkün olabilir. Marksistler doğanın ve canlıların yaşam alanlarının kapitalist kâr güdüsüyle tahribine karşı mücadeleyi insanın doğal türsel gereksinmelerinin karşılanması ihtiyacını gözeterek sürdürdüler. Sosyalizmin teori ve pratiğinde burjuva pozitivizmine, burjuva sınıfın egemenlik aracı olarak devlet aygıtına ve artı değer üretimiyle sermayenin genişleyen yeniden üretiminin gerçekleştirilmesi için emek gücünün sömürülmesi olgusuna karşı mücadelenin yer almadığı iddiası ancak ve ancak gerçeklerin ilgası pahasına ileri sürülebilir.
Öcalan’ın Marksizmin tüm temel teorik önerme ve belirlemelerini reddederek geliştirdiği “Demokratik konfederalizm ve komünalizm” programı Proudhon’dan M. Bookchin ve A. Badiou’ya Marx karşıtlarının görüşlerinden derlenmiştir. Sosyalist teorik-pratik birikimi “reel sosyalizm” etiketiyle mahkûm etmeye çalışan Öcalan’ın kurgusu tek yanlılıklarla örülüdür. Bu kurguda “eko ekonomi”nin teknolojisiz, sanayisiz mi olacağı sorusu yanıtsızdır. Öcalan burjuva uygarlığına ve devlete karşıt sözler söylemesine rağmen, ileri sürdüğü görüşler, kapitalizmi aşma özelliği göstermez. Kapitalizm, artı değer üretimi için emek gücü sömürüsüne dayanan bir sistemdir. Bu sistemde üretim araçları kapitalistlerin özel mülkiyetindedir. Bu araçlar toplumun kolektif mülkiyetine dönüştürülmeksizin ve emek gücü sömürüsüne son verilmeksizin kapitalist sömürü ilişkilerinin dışına çıkılamaz. Öcalan, klandan, komünden-komünaliteden söz eder, ama “manifesto”sunda emek gücü sömürüsüne son verme gibi bir amaç ya da hedefe yer vermez.
Öcalan’ın “endüstriyel kapitalist canavara karşı geliştirilmesi gereken” alternatifi, “aileyi geçindirecek küçük komünün ekonomisidir”. Çevreyi kirletmeyecek, ailenin geçimini sağlayacak bir ekonomi; “mutfağı çalıştırma, idare etme sanatı”.[35] Ailenin geçimini sağlayacak mutfak idaresinin örneğin elektrik üretimi, motorlu araç kullanımı, tramvay benzeri araçların geliştirilmesi, gıda-giyim-barınma ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlayacak malzeme üretiminin günümüzdeki kirletici canavarca araçları kullanılmaksızın nasıl sağlanacağı bu projede açık edilmiyor.
“Demokratik Modernite”, Öcalan’ın anlatımına göre, demokratik ulus formunda ve kapitalizm sınırları dahilinde faaliyet yürüten belediyeler aracıyla gerçekleştirilecek “ekolojik komünal toplumsallık”tan ibarettir. Bu içeriğiyle onun “manifesto”su, kapitalizm ile “demokratik” entegrasyon sınırlarında kalmaktadır.
[1] MHP’nin Meclis grup toplantısında konuşan Devlet bahçeli, “Kürt sorunu var demek sorun bekleyenlerin yıkım bekleyenlerin ortak propagandasıdır. Türkiye asimilasyon politikasına tenezzül etmemiştir” diyor, ardından da “Terörist başı işin içinde olmazsa bir şey olmaz diyenlere de sesleniyorum. Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayeti gösterirse umut hakkının kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılmasının önü de ardına kadar açılsın. Adres İmralı’dan DEM’e uzansın.” çağrısında bulunuyordu. DW (2024) “Bahçeli’den Öcalan’a TBMM çağrısı”, https://www.dw.com/tr/bah%C3%A7eliden-%C3%B6calana-tbmm-%C3%A7a%C4%9Fr%C4%B1s%C4%B1/a-70565160
[2] Kısadalga (2025) “Öcalan’ın PKK kongresine gönderdiği mektup sızdı: ‘Perspektif’te Bahçeli için neler yazdı?”, https://kisadalga.net/haber/gundem/ocalanin-pkk-kongresine-gonderdigi-mektup-sizdi-perspektifte-bahceli-icin-neler-yazdi-127469
[3] BBC Türkçe (2025) “Erdoğan Diyarbakır’da: Önümüzde yeni bir fırsat penceresi daha açılmıştır”, https://www.bbc.com/turkce/articles/c15zgeppy5wo
[4] Anka Haber (2025) “Özgür Özel: “Terörsüz Türkiye’ye evet diyorum. Büyük bir sabırla, ihtiyatla, ihtimamla sürece samimiyetle destek vermeyi önemli görüyorum”, https://ankahaber.net/haber/detay/ozgur_ozel_terorsuz_turkiyeye_evet_diyorum_buyuk_bir_sabirla_ihtiyatla_ihtimamla_surece_samimiyetle_destek_vermeyi_onemli_goruyorum_238828
[5] Medyascope (2025) “İşte Abdullah Öcalan’ın PKK’ye gönderdiği mektup”, https://medyascope.tv/2025/06/04/abdullah-ocalanin-pkkye-gonderdigi-mektup-dogrusunu-biz-ortaya-koyacagiz/
[6] Öcalan, A. (2025) Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu, sf. 21.
[7] Öcalan, age, sf. 46 ve 50.
[8] Öcalan, age, sf. 51-52.
[9] Öcalan, age, sf. 87-88.
[10] Öcalan, age, sf. 89.
[11] Öcalan, age, sf. 95-96.
[12] Öcalan, age, sf. 69.
[13] Öcalan, age, sf. 94.
[14] Öcalan, age, sf. 92.
[15] Öcalan, age, sf. 87.
[16] Marx’ın yaşadığı dönem koşullarını, Marksistlerin karşı karşıya olduğu zorlukları, Marx’ın, ailesiyle birlikte ağır yoksulluk koşulları nedeniyle çektiği acıları görmezden gelip, onu eşi ve çocuklarına ilişkin endişeleri nedeniyle ‘vurmaya çalışan Öcalan, “karısıyla yaşamak için elbisesini satıyor. ‘Bu kitabı yazayım da gelir getirsin bu evliliği kurtarayım’ diyor. Böyle Marksizm mi olur?” bağlamıyla hüküm kesiyor. (age, sf. 20)
Marx’ın burjuva düşmanları bu türden bir “eleştiri”ye ne denli ihtiyaç duymuştur, bilinmez, ama, Marx’ın eserinin tarihsel anlam ve işlevine karşı ideolojik-politik “eleştiri”(!) adına, Kapital’in para ve aile kaygısıyla yazıldığını ima etme yoluyla bile olsa ileri sürmek, ‘ahlak-vicdan’ kavramları etrafında söz kuran biri için en hafif deyişle ayıplanacak bir tutumdur.
[17] Öcalan, age, sf. 17.
[18] Marx, K. ve F. Engels (1992) Seçme Yapıtlar, Cilt 3, çev. K. Somer, Birinci Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf.284-285.
[19] Marx ve Engels, age, sf.291.
[20] Marx ve Engels, age, sf.292.
[21] Marx ve Engels, age, sf.294.
[22] Öcalan, age, sf. 66.
[23] Öcalan, age, sf. 22.
[24] Öcalan, age, sf.60.
[25] Öcalan, age, sf. 45.
[26] Öcalan, age, sf. 88.
[27] Öcalan, age, sf. 69-70.
[28] Öcalan, age, sf. 91.
[29] Öcalan, age, sf. 69.
[30] Marx, K. ve Engels, F. (1989) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M. Kabagil, Üçüncü Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 57.
[31] Öcalan, age, sf. 77.
[32] Ulusal tam hak eşitliği temelinde birden fazla ulusun aynı devletin sınırları içinde birlikte yaşaması mümkündür. Sosyalistler, böylesi bir çözümü sömürülen ve ezilenlerin birliği ve devrimci hedefleri bakımından yararlı görür ve desteklerler. Kapitalizm koşullarında ayrımcı politikaları potansiyel olarak içermesine rağmen bu durumda sorun siyasal demokrasi çerçevesinde çözülmüş olur. Tarihsel toplum sosyolojisindeki değişimden de söz eden Öcalan’ın “varlığın kabulü” iddiası bu tür bir çözümü işaret ediyor görünmektedir. Ancak Türkiye’de Kürt ulusal varlığının ve dolayısıyla da ulusal haklarının kabul edildiğini gösterir bir değişim henüz yoktur.
[33] Öcalan, age, sf. 23.
[34] Öcalan, age, sf. 24.
[35] Öcalan, age, sf. 98.