Nuray Sancar
Giriş
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde (İzBB) çalışan 23 bin işçinin 29 Mayıs-4 Haziran 2025 arasında gerçekleştirdiği grev; sendikanın durumu, iktidar ve ana muhalefet partisi arasındaki rekabetin grev sürerken kent halkı üzerindeki etkileri, ‘patron’un bizzat dahil olduğu grev kırıcılık ve nihayet, işçilerin kazanım ve kayıpları bakımından son birkaç yıldaki grevler tablosu içinde alınacak derslerin yoğunluğu ile öne çıkmıştır.
İzmir grevi farklı illerde 15 bin kişinin katıldığı 2015’teki metal fırtınasının tarihsel ağırlığı bir yana bırakılırsa, aynı anda aynı kentte harekete geçirdiği işçi sınıfı kitlesiyle, son yıllarda artan, bazen bir silsile halinde devam eden işçi eylemleri arasında özgün bir yer tutar. 2021 yılından itibaren çoğalan ve ücret artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, örgütsüz işyerlerinde sendikalaşmak, işten atmaları durdurmak, atılanların geri alınmasını sağlamak gibi gerekçelerle patlayan işçi eylem ve grevleri Maliye Bakanı’nın adıyla, Şimşek Programı olarak da anılan Orta Vadeli Kalkınma Planı’nın (OVP) iç tüketimi kısıp ihracatı artırmayı hedefleyen, bunun yanı sıra sermaye birikiminin olanaklarını genişletmek için tekellere ve yabancı sermayeye sayısız iltimaslar sağlayan içeriği tarafından da tetiklenmiştir.
Emperyalist fonlayıcılar, IMF gibi uluslararası tefeci kurumlarla danışıklı dövüşlü hazırlanan mali programın işçi sınıfı ve emekçiler için doğal ve kaçınılmaz sonuçlarına karşı Cumhur İttifakı iktidarının tavizsiz uyguladığı yöntemler; inzibati tedbirlerle grevleri bastırmak, Cumhurbaşkanının bir sözüyle grevleri yasaklamak, işten atmaların gerekçelerini belirleyen kanun maddelerini çeşitlendirmek oldu. Asgari ücretin ve memur maaşlarının uzaktan kumandalı TÜİK’in belirlediği enflasyon düzeyine göre belirlenmesi, nedense resmi rakamlarda sürekli iyileşen, ancak gerçek yaşamda geçinme maliyetini çarşıda pazarda kirada ölçen halk için istikrarlı biçimde tırmanan zamlara karşı korunmasız kalmak anlamına geliyordu.
Nitekim 2024 yılının sonunda TÜİK’in açıkladığı enflasyon yüzde 44 düzeyine çekilmişti. Haziran 2025’te ise TÜİK’in uygun gördüğü yıllık enflasyon yüzde 35,05, aylık enflasyon ise yüzde 1,37 olmuştu. Gerçek enflasyon ise bunun iki katından fazlaydı. İzmir’de kiralar[1] hızla tırmanmış, iki asgari ücret çalışanının bulunduğu ailelerin ödemekte zorlanacağı bir seviyeye çıkmıştı. Yine TÜİK’in açıkladığı eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirine göre İzmir’de yoksulluk sınırı 91 bin 118 TL’yi bulmuştu. Kentte yaşayan yoksul sayısı 764 bindi. Türkiye’de ise medyan gelirin yüzde 60’ına göre yoksulluk sınırı 81 bin 742 görünüyordu. Yoksul sayısı 17 milyon 821 bin kişi olarak ölçülmüştü.[2] Yani TÜİK’e göre Türkiye nüfusunun yüzde 21,2’si yoksuldu.[3] İstatistik kurumunun, raporlarını hazırlarken birçok değişkeni göz ardı ettiği, keyfi veriler seçtiği malumken yoksulluk sınırı altında yaşayan nüfusun açıklananın çok üstünde olduğunu tahmin etmek zor değil. Asgari ücret ve giderek asgariye yaklaşan diğer ücretler TÜİK’in bile kabul ettiği sınırın çok altındayken, işçi ve emekçilerin hiç değilse yoksulluk sınırına ulaşmak için harcadığı çaba ek iş yapmak, fazla mesaiye kalmak, işten atılmamak için uğraşmak ve bıçak kemiğe dayandığında da greve çıkmak oluyordu. Ancak yoksulluk sınırı birçok aile için asgari ücretin kat kat üstünde olduğundan sınır ücret, işçilerin kendileri tarafından bile teklif edilemez oluyordu. Artık bir fiziksel ve ruhsal şiddete dönüşmüş olan yoksulluğu biraz daha katlanılabilir kılacak düzeydeki ücret zammı geniş kesime de makul gelmekteydi. Bu ruh hali iktidar tarafından hem fiili ve cebri tedbirlerle hem de propaganda aygıtları tarafından yürütülen ‘algı’ oluşturma faaliyetiyle körüklenmekteydi. İzBB grevi sırasında bu propagandanın nasıl yeniden üretildiğine ve maniple edici gücünün sonuçlarına birazdan geleceğiz.
İzBB işçilerinin grevi başladığında kentte DYO, Temel Conta, Digel Tekstil, TPI işçileri de grevdeydi. Bazıları hiçbir uzlaşma sağlanamadığı, Temel Conta’da olduğu gibi patronun işçilerle görüşmeye bile yanaşmadığı için aylarca sürmekteydi. Bu grevlerden bazıları hâlâ devam ediyor. Uzlaşmaya yanaşmayarak işçilerin direncini kırmaya çalışan, onları açlıkla sınayan kapitalist sınıf, her grevde şu veya bu reiter şiddetinde açılan emek ve sermaye cephesinden skor kazanmak için bütün güçlerini kullanmaktalar, kullanıyorlar.
Bu Arada İzmir Sermayesi ve Cemil Tugay Faktörü
Türkiye’nin üçüncü büyük kenti, liman sayesinde bir ticari aktarma merkezi olmasına rağmen İzmir, sermaye birikimi, dolaşımı, finans merkezlerinin yığılımı bakımından İstanbul’un gerisinde, irice bir taşra kenti olma konumunda kaldı. AKP’li yıllarda ama en çok son on yılda, kentin çehresi sınıfsal yarılmayı da göz göre göre derinleştirerek değişiyor. Çehre burada bir metafor değildir; ticaret, finans, depolama işlevlerinin yoğunlaştığı Alsancak limanının yakın ve görece uzak çevresi dönüşümden geçiyor. Eski gecekondu bölgesi Bayraklı’ya kaydırılan kent aksı çevre düzenlemeleriyle birlikte şehri bu yeni ağırlık merkezine göre şekillendiriyor; alt yapıların hazırlandığı, ulaşım ve taşımanın, lüks konutların, idari binaların yerleştirildiği bölge Bostanlı’dan Urla’ya kadar olan körfez haritasının dönüşümünü de içermekte. Çünkü İzmir serbest bölge olarak planlandı. Bu, uluslararası sermayeye yüzde yüz kurumlar vergisi, aynı oranda gelir vergisi, muhtasar ve KDV, serbest gümrük vergisi vb.’den muaf olarak kentin arazi ve imkanlarının açılması anlamına gelir. Serbest bölgede konuşlanacak şirketler serbest kâr transferi yapabilir, ucuz enerjiden yararlanabilir. Gaziemir’de kurulu serbest bölgenin yanı sıra Menemen havzasında da ikinci bir bölgenin açılacağı bizzat iktidar tarafından duyuruldu. Bilim, Sanayi ve Teknoloji eski Bakanı Faruk Özlü, İzmir Teknoloji Üssü Tanıtım Toplantısı’nda (2018) kentin sahip olduğu sanayi ve teknoloji potansiyelinin bütün unsurlarıyla birlikte harekete geçeceğini söylüyor, üssün, Türkiye’nin teknoloji geliştirme kapasitesinin artırılmasına hizmet edeceğini ileri sürüyordu. Bakanlık görevine geldikten sonra İzmir için iki hayali olduğunu anlatan Özlü şöyle demişti: “Birisi teknoloji üssüydü, öbürü de Singapur gibi İzmir’e bir mega endüstri bölgesi yapmak.” Bakana göre 3 bin hektar alana sahip yüksek teknolojili üretimin yapıldığı, devletin arazinin kullanım hakkını verdiği, altyapısını hazırladığı, sanayicinin sadece kazmayı vurup fabrikasını kurduğu, hatta fabrikasını bile devletin hazırladığı bir yapılanma olacaktı. Urla’da yaklaşık 9,5 milyon metrekare arazi üzerinde inşa edilecek olan İzmir Teknoloji Üssü, her şeyin yer aldığı bir ekosistem olacaktı. Bu ekosistemde, global büyük yatırımcılar, “lider Türk şirketleri” büyük ve orta ölçekli firmalar, laboratuvarlar, prototip atölyeleri ve sosyal donatılar yer alacak; Teknoloji Üssü’nde toplamda farklı ölçeklerde 800 şirketin faaliyet göstermesi, uzun vadede doğrudan ve dolaylı etkileriyle beraber 40 binden fazla istihdam sağlanması, 15-20 milyar lira GSYİH oluşturulması planlanıyordu.
İzmir’e biçilen vizyon, uluslararası sermayenin üretim ve dolaşım haritasında yükselen bir yıldız olmasıydı. Sermaye için karşılıksız ‘devlet arazilerini’ teslim eden iktidar temsilcisinin Singapur hayali için kent çoktan beri bir şantiye haline gelmiş, kent merkezi “hamili kart yakınımdır” müteahhitlerine de peşkeş çekilmiştir. Körfezin dibine, hemen yakınındaki semtlerin hava sirkülasyonunu kesen gökdelenlerin dikilmesi, hep aynıüç beş firmanın konut ve işyerleri dikmesi Singapur hayalinin plansız, kaptı kaçtı zihniyetiyle birleşmesinden doğan ucubeliğin örnekleri olarak göze çarpar. Aynı bakan Türkiye’deki serbest bölge, mega endüstri bölgeleri inşasındaki sorunları sıralarken şöyle diyordu: “… hem kıyıya yakın ve büyük çaplı liman kapasitesine sahip hem akarsu havzası olan, hem havaalanı, demiryolu, otoyol yapımına uygun, hem de büyük çaplı enerji üretim kaynaklarına yakın coğrafi lokasyon bulmak gerekiyor. Bu tür coğrafi lokasyonlar bulunsa bile, nehir boyları ve kıyılar alüvyonlu topraklar ve bataklık alanı ve bazıları da (Karasu’da olduğu gibi) deprem fay hattı olduğu için, drenaj, dolgu vb. dahil altyapı maliyetlerini çok yükseltiyor. En sonu bu tür coğrafi alanlar, ekolojik, biyoçeşitlilik, endemik türler, tarım ve balıkçılık için en zengin alanlar olduğu için, Mega Endüstri Bölgelerinin yol açacağı büyük çaplı eko-yıkıma karşı çevre örgütleri ve yerel halkın ciddi direnişleriyle karşılaşıyor” diye yakınıyordu.[4]
Saray iktidarı halkın birikimlerini, ortak alanlarını, geçim kaynaklarını endemik türleri yok etmek ve el koymak pahasına Singapur modelini inşa etmeye çalışsa da uluslararası ve yerli tekellere bedavadan sunabileceği hizmetlerin maddi külfetini karşılama zorluğundan kimi yerlerde bu plan gerçekten hayal olmayı aşamadı. Ne var ki İzmir’de işleyen bir sistem önemli ölçüde oluştu.
İzmir aynı zamanda Akhisar, Manisa, Kemalpaşa’da kurulu organize sanayi komplekslerinin de ulaşım ve ticaret merkezidir. Toplam 13 organize sanayi bölgesi ve 2 serbest ticaret bölgesi ile bir sanayi kentine dönüşen İzmir navlun açısından Türkiye’nin birincil ihracat limanı haline gelmiş durumda. 2030 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi ile Büyük Ölçekli Sanayi Yatırımları Tanıtım Toplantısı’nda yaptığı konuşmada “İçinde bulunulan küresel konjonktürün, öngörülebilir ve bağımsız kalkınma modellerinin ön plana çıktığı yeni bir dönemde tüm stratejilerini buna göre belirlediklerini” söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan “Stratejik yatırımlar için teknolojik, sosyal, çevresel, altyapısı tümüyle hazır, lojistik bağlantıları güçlü mega endüstriyel parklar inşa edeceğiz” diyordu.[5] Bu mega endüstrinin mekanlarından biri de İzmir’di.
Sermaye iktidarlarının ve temsilcilerinin dillerinden düşürmediği yeşil dönüşümün karşılığı bugün İzmir için maden çıkarmak için kullanılan aşırı ölçüde suyun kullanılmasının sonucu olarak barajların kuruması ve halkın susuz kalması, nedense iktidarın İzmir için planladığı kapitalist kalkınma haritasını takip eden yaz yangınları, şehrin belli bölgelerinin aynı kapitalistler tarafından kurulan güneş enerjisi panelleriyle donatılmasıdır.[6]
Yerli ve yabancı kapitalistlere Singapur modeli sunma hayalinin işçi sınıfına düşen karşılığı elbette, işletmelerin ödemediği vergileri, muafiyeti, destekleri, ucuza aldıkları enerjiyi kendi cebinden ödeyeceği Bangladeş sisteminde yaşamak olacaktır. Saray iktidarının sözcüleri serbest bölgelerin mega parkların ne kadar ‘artı istihdam’ yaratacağını müjdelerken işçi sınıfına göz kırpıyor; projeler parlatılırken kalkınmadan alabilecekleri hayali payları dağıtıyor, sınıfın gündüz rüyası görmesini de bekliyor. Üstelik daha fazla kâr elde etmek için kurulan serbest bölgelere ‘STK’ların ve halkın da katkısını veya desteğini bekliyor. Kapitalist sınıfın çeşitli STK’larıyla sayısız toplantılar yapılmıştı.
İzmir proletaryası ise iç göçler ve ara sınıfların yıkımı ile birlikte genişlemekte; toplam toplumsal artı değer üretimindeki yeri listenin üstüne doğru ilerlemektedir. Erdoğan’ın, eski bakanın söz ettiği teknolojik kent hayalini somutladığı serbest bölgede üretilen teknolojik tabloya uygun kadrolar yetiştirmek için açılacak kolejler ile de yeni kafa emeği ve niteliklendirilmiş, donanımlı kol emeği kitlesi oluşturmak istenmektedir.[7]
Peki bu gelişmelerin İzBB grevindeki işçilerle “dolaysız” ilişkisi nedir?
Bugün belediye işçilerinin muhatabı olan kişi İzBB’nin son yerel seçimlerde CHP’den seçilen Cemil Tugay, serbest bölge dinamiğini benimseyen, bulunduğu mevkiyi ve yetkilerini saray iktidarının sermayeyi geliştirmek için kurduğu hayallere ve tasarruflarına uygun olarak kullanan ve bunu İzmir halkının yararınaymış gibi gösteren bir bürokrattan fazlası değildir.
Bilindiği gibi, İzBB Başkanı olan Cemil Tugay İzBB Başkanı olmadan önce Karşıyaka Belediye Başkanıydı. Tugay’ın Karşıyaka Belediye Başkanlığı oldukça şaibeli oldu; Karşıyaka’da sonradan kurulan bir yerleşim bölgesi olan Mavişehir’i Cengiz Holding’e satmıştı. Stratejik planlama uzmanı Ali Rıza Avcan verdiği bir röportajda şöyle anlattı: “Mavişehir bir kent suçu diyarı, mekanı. Burada değişik tarihlerde işlenmiş birçok suç var. Birbirine zincirleme. Bu suçun içinde olan kimler? Öncelikle merkezi yönetim olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, valilik, TOKİ. Yerel yönetim olarak da İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Karşıyaka Belediyesi.” Karşıyaka Belediyesi, Mavişehir’in üzerine kurulu olduğu üç parselin dolambaçlı yollarla birleştirilerek Cengiz’e satılmasında, sahilin imara açılmasında suç ortağı durumundaydı. Aynı röportajın devamında Avcan, Tugay’ın işlediği kent suçlarını sıralamaya devam ediyor: “İktidarın Alsancak, Yeşilyurt ve Tepecik gibi hastanelerini kapatarak İzmir’deki bütün hastaları yönlendirmek istediği Bayraklı tepelerindeki Şehir Hastanesi isimli özel ticarethanenin ulaşımı için dünyanın en pahalı ulaşım türü olan Monoray yapacağını söyleyerek AKP’nin değirmenine su taşımak. İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait olmayan Konak Pier‘i, Maliye Hazinesi ile Denizcilik İşletmeleri’nden satın alıp belediyeye kazandırmak yerine Konak Pier ile Pasaport iskelesi arasında yapılacak bir marinanın AVM’si olarak kullanılmasını fikrini İzmir Ticaret Odası’na teklif edip bu değerli kamusal mekânı peşkeş çekmekte beis görmemek.”[8]
Cemil Tugay yerel seçimlerden hemen önce gündeme gelen Mavişehir olayıyla ilgili olarak ise “Belediyenin kaynağa ihtiyacı vardı, borçları kapatmak durumundaydım ve esasen de acemi olduğum bir dönemdi”[9] diye savunma yaptı. Oysa bu peşkeş sayesinde belediye kaynakları daha da erimişti.
Cemil Tugay tam da AKP’li Bilim Sanayi ve Teknoloji Eski Bakanı ve sonradan Düzce Belediye Başkanı olacak Faruk Özlü’nün işaret ettiği biçimde hareket etmişti. Bakan şöyle demişti: “Yerel yönetim ve merkezi yönetim çatışırsa İzmir bundan istifade edemez. Diyalog olduğu zaman herkes yumuşuyor. Meydan okuduğunuz zaman başka bir şey, diyalogla gittiğiniz zaman başka bir şey çıkıyor ortaya. Siyaset böyle bir şey. Seçim zamanı iki ay, üç ay. Bittikten sonra kapatacaksınız konuyu, işinize bakacaksınız.”[10]
Cemil Tugay da işine baktı. İzmir’i kalkındıracak her yatırımı destekleyeceğini söylüyordu. Böylece İzmir serbest bölgesinde yatırım alanlarının tahsisi ve desteği konusunda Büyükşehir belediyesine düşen her şeyi yapmaktaydı. İzmir halkı onu sık sık kentin kaynaklarının ve işgücünün sömürülmesini amaçlayan ve adına Sivil Toplum Kuruluşları denen sermaye örgütleri ile, ticaret ve sanayi odalarıyla, yerli yabancı işletme müdürleriyle tartışır, hasbıhal eyler, sırt sıvazlarken gördü. Karşıyaka’daki gösterdiği cahil cesaretinden kendini eğiterek mezun olmuş, İzBB Başkanlığı sırasında da bu eğitim sürecinden ikinci doktorasını almıştı!
Cemil Tugay Gaziemir’deki Ege Serbest Bölge Kurucu ve İşleticisi AŞ (ESBAŞ) bölgesinde faaliyet gösteren ve otomotiv endüstrisinde öncü konumda bulunan İtalyan Eldor Şirketi’nin fabrikasını ziyaret ettiğinde, Eldor yöneticileri Tugay’a İzmir’i neden tercih ettiklerini sıralarken, “Lojistik açıdan elverişli, genç nüfusun, organize sanayi bölgelerinin, üniversitelerin varlığının kendileri için büyük önem taşıdığını” vurguladılar ve “İzmir’deki makinelerle teknoloji üretiyoruz. Kendi makinalarımızı ve aletlerimizi de üretiyoruz. Buradan çıkan ürünler ABD’ye, Çin’e ve birçok ülkeye gönderiliyor” diye eklediler.[11]
Anlaşılıyor ki İtalyan firma İzmir’de düşük maliyetle mal üretip bol kârlı ihracat yapmaktaydı. Bu firmaların önüne her imkân serilmiş, sendikasız örgütsüz işçi toplulukları vaat edilmiş, kamunun ve belediyenin tüm olanakları seferber edilmişti. İzmir musluğunun başındaki Cemil Tugay iktidar projelerinin yerel partneri haline gelmişti.
Tugay’ın bu türden ziyaretlerine belediyenin sitesinde ve yerel medyada bolca yer verilmiştir. Kapitalist sınıfın örgütleri ve patronların bizzat kendileri ayaklarına kadar gelip hâl hatır ve ihtiyaç soran belediye başkanının profilini parlatarak sermaye kardeşliğinin suç ortaklığı çeperini onun nezdinde geliştirmeye devam ettiler.
Cemil Tugay’ın sermayedar dostu yüzü ile kapitalist kimliği kendisine karşı grev yapan işçilere karşı takındığı tavırda açıkça görülecekti. Ama ondan önce, daha İzBB Başkanı olmadan serbest bölgedeki Hugo Boss’u ziyaret edip firma patronlarıyla fotoğraf çektirdiğinde aynı bölgede 8 Mart öncesinde basın açıklaması yapan işçilere bakmamış, yanlarına yaklaşmamıştır. TEKSİF Genel Başkan Danışmanı Makum Alagöz bir söyleşisinde “oysa –diyor– sendikamızın Hugo Boss’la yıllardan beri bir mücadelesi var. Binlerce işçi anayasal hakkını kullandığı için tazminatsız işten atıldı.” Alagöz ayrıca işçileri grevde olan Digel patronunun, Çalışma Bakanı Işıkhan’ın olduğu bir ortamda Türk-İş Genel Başkanı Ergun Atalay’la telefon görüşmesinde “sendika yok diye buraya geldim, yoksa Fas’a giderim” diye tehdit ettiğini de aktarıyor[12] ve devam ediyor: “Baktığımızda tek unsur Digel olarak gözüküyor ama ne yazık ki mevcut hükümetin koruma anlayışı, serbest bölge adı altında yabancı sermayeye sahip çıkması, desteklemesi durumu var. Bu açıkça görünüyor.”
Cemil Tugay ile İzmir sermayedarları arasında bir çıkar ortaklığı kurulduğu görülüyor. Dolayısıyla İzBB işçileri kapitalist refleksleri gelişmiş, sermaye örgütleri lideri gibi ortalıkta dolanan, taraflı bir zatla uğraşmak ve karşı karşıya gelmek zorunda kaldılar. Cemil Tugay bir milim esnemediği işçi düşmanı tavrını grev boyunca gösterdi ve serbest bölge kapitalistlerinin ücret politikasını gözeterek diretti ve her seferinde işçilere hakaret, tehdit savurarak, eylemleri halkın ve medyanın önünde karalayarak kapitalist ‘dayanışma’ nosyonunda aşama atladı.
Ve Grev Patladığında…
Cemil Tugay’dan önceki İzBB Başkanı Tunç Soyer’in son demlerinde Belediye İş’in örgütlü olduğu İzdoğa, İzbeton, İzulaş, İzsu gibi belediye şirketlerinde çalışan işçiler yüzde 67’lik bir artış ve her altı ayda bir enflasyon artı 3 puan kazanımla TİS sürecini kapattılar.
Seçimlere çok kısa bir zaman kalmış olmasının da belediyenin bu takdirinde payı vardı. Soyer’den sonra İzBB Başkanı seçilen Cemil Tugay, Genel İş’in örgütlü olduğu belediye şirketlerinin TİS görüşmeleri başladığında Belediye-İş’in önceki dönem Tunç Soyer’le imzaladığı sözleşmenin emsal teşkil etmesinden, müktesep hak yaratmasından, “eşit işe eşit ücret” talebinin öne çıkmasından son derece rahatsızdı. Bu yüzden Tunç Soyer’i sürekli suçladığı televizyon programlarına katıldı, işçi talepleri hakkında abartılı beyanlarda bulunarak hem işçileri yıldırmaya hem de İzmir halkını etkilemeye çalıştı. Belediye-İş’in sözleşmesi hakkında şöyle diyordu: “Her 6 ayda bir de enflasyon artı 3 puan artışı verdi. Bu artışlarla bugün arkadaşlarımızın net olarak eline geçen rakamlar 90-100 bin lira civarına geldi. Bunun adı sorumsuzluktur. İşçi dostu olmakla bir alakası yoktur.”[13]
Zaten Tugay ayağının tozuyla hem yargıya başvurarak enflasyon farkı zammının geri alınması için harekete geçmiş hem de 360 işçiyi işten atmıştı. İşçilerin direnişi sonucu, eylül ayında alınacak enflasyon farkını yılbaşına ertelemek ve sonraki TİS sürecinde sözleşmenin kimi maddelerini tartışmaya açmak koşuluyla atılanları geri almak zorunda kalan “patron” “bazen sinirleniyorum kusura bakmayın” mealinde laflar söyleyerek gerilimi yumuşatmaya da çalışmıştı.[14]
2024’ünde geçen yılın kasım ayında İzmir’in Buca, Bornova, Narlıdere, Çiğli ilçe belediyelerinde DİSK’e bağlı Genel-İş, işçilere danışmadan toplu sözleşmeleri imzalamış, bu da işçiler arasında bir tepkiye yol açmıştı. Mayıs sonunda başlayacak olan grevin tetikleyici etkenlerinden biri de buydu. Diğeri ise, doğal olarak, Mayıs-Haziran grevindeki, Belediye-İş üyesi işçilerin kazanımlarını da talep etmekteydiler. Dolayısıyla grevin motivasyonu büyük ölçüde “eşit işe eşit ücret” oldu. Tugay’ın tam da korktuğu gibi.
Genel-İş’in işçilerden gizli saklı ilçe belediyeleriyle imzaladığı sözleşmenin anısı çok sıcaktı ve işçiler sendikacılara güven sorunu yaşıyorlardı. Sendika temsilcilerinin sık sık patrona yönelik, blöf olarak kullandıkları grev yaparız açıklamalarına inanmadıkları gibi, “satılmaktan” da korkmaktaydılar. Bu yüzden işin başa düştüğünü iyi biliyorlardı. 29 Mayıs’ta başlatılan grev büyük ölçüde kendiliğinden gelişti ve işyerlerinden akıp gelen kitle karşısında ne yapacağını bilemeyen, tereddütlü sendika temsilcileri de akan selin önünde sürüklenmek zorunda kaldı. Grevi bir ihtimal olarak portföyünde tutan Genel İş temsilcileri işçiler arasında yükselen tansiyonu ölçememiş, grev için herhangi bir hazırlık yapmamış, işçileri esasen örgütsüz bırakmışlardı. Ortada ne bir grev komitesi vardı ne de herhangi bir saldırıya karşı gereken taktik planlar.
İşçiler fuar alanını, kent meydanlarını doldururken sendika yöneticileri toplantı üstüne toplantı yapmakla meşgul oldular. İzBB patronu Cemil Tugay bu kararsızlık anından çok iyi faydalanacaktı. İşçilerin gücünü zayıflatmak ve saflarında kararsızlık yaymakla işe başlayarak, sendika ile önce işçileri sonra halkı karşı karşıya getirmeye; televizyon ve yerel basına demeçler vererek halkın politik ve kültürel hassasiyetlerini tırmandırmaya, işçilerin saflarında bölünme yaratmaya çalıştı ve nihayet bir grup adamıyla çöp toplarken görüntülendiği şahsi grev kırıcılığıyla eylemin olumsuz sonuçlanması için kendince taktikler üretti. Nihayet basın yoluyla İzmir halkına seslenerek “halkın parasını yedirmeyiz” mealinde sözler de söyledi. Yandaş medya ise biriken çöp tepelerini görüntülemekten, işçilere mikrofon tutmazken patronu ekranlarına çıkartmaktan sınıfsal bir haz almaktaydılar. İşçiler ise Tugay’ın sözlerini sosyal medyada yanıtlamaya çalıştılar ne var ki karşılarında alarma geçirilen, “endişeli” bir halk vardı.
Burada bir parantez açarak yıllardır seküler-milliyetçi refleksle şekillenmiş, CHP’nin kalesi olarak bilinen İzmir halkını etkisi altına alarak kolektif kent kemliğinin kurucu unsuru olarak yeniden üretilen politika ve söylemlere değinmek gerekir. İzmirlilik kimliği Türklük, cumhuriyetçilik, laiklik, CHP’lilik gibi parametreler üzerinden üretilmiştir.
Bu kimlik, öteden beri iktidara yerleşen milliyetçi-sağ partilerin, İzmir’e kasıtlı olarak uyguladığı kaynak kısıtlamasına, sübvansiyonlarının kesilmesine paralel olarak kimlik eksenli savunma duvarlarının örülmesinin de nedenidir. Kültürel ve siyasal kodlarla şekillenen, kendine övgünün eşlik ettiği bir varoluş biçimini eksen alarak dış düşmanlar yaratmış bir kentlilik algısının üretildiği kentlerin başında yer alır. İzmir güya laikliğin ve özgürlüğün kalesidir, düşman bu kaleyi yıkmak isterken kalenin içindekiler de daimi olarak istihkam kurmak zorunda hissederler.
Bu ruh halindeki kentte grevin CHP’li bir belediyeyi, belediyenin hizmet sunumunu zora soktuğu ve ayrıca Cumhur iktidarına malzeme verdiği rivayetleri doğal olarak prim buldu. 19 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesine yapılan operasyonla Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve ardından devam eden CHP’li belediyelere yönelik saldırılar işçi eylemini ‘kale’nin duvarında içerden açılan bir gedik olarak yaftalayabildi. İşçiler neredeyse hainlikle suçlanmaktaydı.[15] Bu refleksin iktisadi ve siyasi alt metnini Cemil Tugay ve ekibi yazmaktaydı.
İkincisi; Belediye işçilerinin yan gelip yattığı dedikodusu eşliğinde grevdekilerin şımardığı, neredeyse bir doktor maaşı istedikleri, asgari ücret 22 bin TL iken sıradan bir temizlik işçisinin bu kadar çok talepte bulunmasının kabul edilemez olduğu propagandası rağbet gördü. İşçi ücretlerinin artışının kendilerini proletaryaya yaklaştıracağını düşünen ve toplumsal statüsü giderek erirken hala yukarı doğru tırmanma şansı olduğunu sanan ara katmanlar meşaleyi en önde taşıyanlar arasındaydılar. Statü kaybına duydukları korkuyla işçilerin yani “alt tabaka”nın talep ettiği ücretle fiziksel olarak kendi statülerinin yakınına gelmesinden ürperti duyan da onlardı. Nasıl olur da bir “çöpçüyle” eşitlenme ihtimalleri olabilirdi veya statüleri tehdit edilebilirdi?
Üçüncüsü; parti retoriğine uygun olarak en çok hak hukuk adalet lafını eden kesimin içinde “belediyeyi Dersimliler, Kürtler” doldurmuş asparagasına da sarılanlar vardı. Böylece hangi din, dil, milliyetten olursa olsun herkesin dilediği yerde çalışma hakkı olduğu gibi bir insan hakkı normuna, eşit işe eşit ücret adaletine sırt çevrilmekteydi. Halbuki İzBB çalışanları arasında Dersimlilerin oranı yüzde 2 kadardı.
Bu rezil propagandaların etki alanı İzmir ile sınırlı kalmadı, söylemler sosyal medyada yayıldıkça memleket çapında da yankılanır oldu. İşçiler ellerinden geldiği ölçüde bu hücuma yanıt vermeye çalıştılar ancak medyanın aynı söylemleri parlatıp yeniden üreten gücü karşısında o kadar şanslı değillerdi.
Grev karşıtlığı sırasında yalan dolan rivayetler yayan, İzmirlilerin ideolojik ve kültürel kodlu ‘hassasiyetlerini’ köpürten Cemil Tugay kentlileri de cephesine dahil etmeye çalışmış ve verili söylemler üzerinden İzmir halkını ajite etmeye çalışmıştı. Dolayısıyla grevdeki işçi, kent burjuvazisinin ve iktidarın çıkarlarını İzmir halkının çıkarlarına tercüme ederek gizleyen bir yeniden inşa motifine dönüştü. Cemil Tugay “Eşit işe eşit ücret anlayışı elbette haklıdır ve doğrudur. Ancak yapılmış bir sorumsuzluğu, başka bir sorumsuzlukla daha büyük bir sorun haline getirme ve belediyeyi altından kalkamayacağı bir yükün altına sokmaya hiç birimizin hakkı olmadığını düşünüyorum” diye konuşuyor ve sureti haktan görünmeyi de ihmal etmiyordu.
Bu arada grev için herhangi bir hazırlık yapmamış olsa da önüne çıkan sorunları çözme gayreti gösteremeyen, işçiyi yönetemeyen, sürekli tereddüt halindeki sendikacılar Tugay merkezli söylemleri püskürtemedi. Çoğunun patronun partisine oy verdiği işçilerin sınıfsal çıkarlarını korumakta aciz kaldı. İzmir halkına grevin önemiyle işçilerin haklı isteklerini anlatma ve ücret kıyaslamalarından çıkarılan gerici sonuçlarla ilgili aydınlatma çabası içine girilmedi. Sendika temsilcilerinin bu yeteneksizlikleri patronun işçilerle sendika arasına nifak sokması için de geniş imkanlar yarattı.
Yani 23 bin işçi, belediyeyi zor duruma sokan, yetmiyormuş gibi iktidarın eline belediyeyi yıpratmak için koz veren, çöpler toplanmadığı için kenti pislik içinde bırakan, ulaşım sorunu doğuran kadirbilmezler konumuna sokuldu. Grev sırasında halk destekli bu hücum doğrusu işçileri bir hayli yıpratacaktı: Bir ESHOT işçisi şöyle diyordu:
“Sevilmediğimizi biliyorduk ESHOT şoförleri olarak. Sanki toplu taşımaya, suya, elektriğe biz zam yapıyormuşuz gibi. Bunu bile bize mal etmeleri gerçekten manidar. Biz eşit işe, eşit ücret isterken bizim gibi İZULAŞ şoförleri ile aynı maaşı almak istedik. Çünkü aynı kurumda aynı işi yapıyoruz. Bunu bir türlü halkımıza anlatamamakla beraber, bir kesim de ‘Yaptıkları iş ne, bu kadar parayı nasıl hak ediyorlar?’ diyerek, ‘Lokavt ilan et başkan’ sözleriyle İzBB’nin yanında oldular. Lokavt ilan edildiği zaman kayyım atanacağına, kayyımın da CHP’den olacaklarına mı inandılar? Ya da hiç araştırmadan, kulaktan duyma ‘Lokavt ilan et başkan’ mı dediler bilmiyorum. ‘Ben gelip 50 bine çalışırım’ diyerek üstü kapalı kendilerince pazarlık yaptıklarını, hazır olduklarını söylüyorlar… Üstümüzdeki baskı, hatta ailelerimizin üstündeki baskıyı anlatmaya çalışsak inanın kelimeler kifayetsiz kalır. Her gün grev alanına giderken yolda yanından geçtiğimiz vatandaşlar devamlı ağza alınmayacak laflar etti, gerçekten çok üzücüydü ama bilmiyorlardı ki biz ekmeğimizin peşindeyiz. Milletimizi açlık sınırının altında, 22 bin liraya, sefalete mahkum edenler biz değiliz. Biz açlık sınırında maaş almak yerine yoksulluk sınırı bile olmayan 61 bin lira istedik, bunun çabasını gösterdik. Biz yıl sonunda sokaklara düştük, vergi adaleti dedik ama neden kimse yanımızda olmadı? Biz halk için sokaktayken neden kimse kendi sesini duyurmak için bizimle değildi? Biz yoksulluk sınırında bir ücret için sokağa çıktığımızda ise belediye düşmanı olduk. Dört bin ESHOT çalışanını, 23 bin işçinin günah keçisi olarak vatandaşın önüne attılar. Sosyal medyada diyor ki biri; ‘Bu millet, o ESHOT şoförlerine şiddet uygulamalı, onlar asgari ücret alanı mağdur ettiyse…’ Nasıl bir düşünce içerisindeler anlam veremiyorum. Biz sadece ekmeğimizi büyütmek için bir yola çıktık, terörist ilan edildik. Ağır suçlamalar gerçekten kalbimizi acıttı.”[16]
İşçileri Cemil Tugay’ın “çok fazla istiyorlar” dedikodularına yanıt vermek ve onu yalanlamak için bordro göstermek zorunda bırakan süreç, ESHOT işçisinin dediği gibi kalp acıları, dışlanmalar ve hakaretler altında süren eylemdeki direncin kırılmasının etkenlerinden biridir.
Oysaki kapitalistlerin ve iktidarının, ücret ve maaşları yoksulluk sınırının çok altına çekerek asgari ücrette eşitleme eğilimine karşı mücadele ortaklığı ve dayanışma gerçekleşmediği sürece prim kazanan ne yapılandırılmış İzmirlilik ne CHP olacaktır ne de başını kuma gömmek suretiyle Belediye korunabilecektir.
Yıllarca Kürt bölgelerinde kaçak elektrik kullanılmasını dillerine dolayan, dolanmasını teşvik eden şoven kalemşorların etkisindeki kentlilik bilincinin içi, bugün bizzat belediyenin ve iktidarın onayıyla ucuz elektrik kullandırılan kalker ocağı işletenler, madenciler ve sanayicilerin emekçilere ödettiği faturayı gözden gizleyen, sınıfsal tercihlerin yuvalandığı yer olmuştur. Araplara ev satıyorlar muhalefetine sıkışan sosyal demokrat-milliyetçi retorik de bugün koca bir kentin arazilerinin, zeytinliklerinin, tarlalarının, kent merkezinin peşkeş çekildiği bir noktaya gelinmiş olmasına göz kapatan bir ağırlıktadır. Barajların dolmamasının sebeplerinden biri olan iklim değişiklikleri bir yana -ki o da kar hırsıyla doğanın tahrip edilmesinin uzun vadeli sonuçlarından biridir- maden ve taş ocağı şirketlerinin, serbest bölgedeki kapitalist firmaların harcadığı tonlarca suyun yarattığı kıtlığa karşı “kısa süreli duş alın” ukalalığının da bir adım ötesine sıçrayarak, yaz ortasında tatil merkezi Çeşme’ye günlerce su dağıtımı yapamayan belediyenin mim koyduğu burjuva propaganda, kentlilere menkul, sahte bir “imtiyazlılık” hali aşılamakla meşguldür ki işçi grevine karşı kurulan ideolojik barikatın gerisinde kâr hırsını değil işçinin “ancak bu kadarla yaşayabilirim” talebini tartıya vuracak bir alıklık aşılamasından medet ummuştur.
Bütün bu ideolojik manevralar neoliberal siyasetin Türkiye’deki uzantısı olan 23 yıllık iktidarın kenti ve doğasını uluslararası sermaye birikiminin gözde alanlarından biri haline getirmek uğuruna -bir çok başka bölgede olduğu gibi- atılan adımları gözden gizlemek için yapıldı.
Bunda İzmirlilerin oy verdiği; işçi, sınıf, emekçi gibi kelimeleri ağzına almayan partilerin rolü de vardır. Yoksulluktan bahsederken bu yoksulluğun kökeni ve çaresi konusunda bir tek laf etmeyen siyasal donanım son yılların bu en büyük grev hareketinde İzmir meydanlarını boşaltmak için kullanılan bir tehdide dönüştü.
İzBBişçileri böylece bu süreçte oy verdikleri partinin belediye başkanıyla nasıl bir sınıfsal karşıtlık içinde olduklarını deneyimle görmüş oldular. Cemil Tugay onlardan biri değildi. Partili kimliğin kapsayıcı, ortaklaştırıcı, emekçi ve yoksul yandaşı söylemi işçi sınıfının eşit işe eşit ücret talebiyle bir anda dağılabiliyor, söylemlerin örttüğü gerçek sınıfsal çelişkiler ortaya çıkabiliyordu. İşçiler İzmir’de Cemil Tugay şahsında kapitalistlere karşı bir sınıf mücadelesi örneği vermişlerdi.
İşçilerin grevden kazancı; yalnız bırakılsalar da talepleri uğruna birlik olmayı ve mücadele azmini bulabilmeleri oldu. Alacakları ücret zammıkonusunu ise Belediye ve kamuoyu baskısı yüzde 29civarına sabitledi.
Sınıfa Karşı Sınıf
İzBB grevi burjuva ile işçi kardeştir mitini yerle bir ettiği ilk grev değildir. Urfa’da uluslararası fason üretim zinciri içindeki Özak direnişinde patronun hizmetine koşan jandarma, AKP’li bürokratlar, bölge kapitalistleri, müftü ve sair yerel (ve ulusal) zevat bir avuç işçi karşısına sermaye-iktidar barikatı kurmuşlar ve grevin kırılması için epey uğraşmışlardı. Özak işçilerinin kazanımla çıkması bölgedeki irili ufaklı işletmelerde bir yangına dönüşebilirdi ve bu kıvılcımı parladığı yerde söndürmek için güçbirliği yaptılar.
İkinci vaka, İzBB işçilerinin TİS sürecinin ortalarında Ankara Altındağ Belediyesi Başkanı Veysel Tiryaki’nin işçilerin kazanımı olan yüzde 30’luk artışı geri çekmesi, 52 günlük ikramiyenin 36 güne indirilmesi, yemek ve yol yardımlarının azaltılması, eğitim desteklerinin ise tamamen kaldırılması üzerine başlayan Hak-İş Konfederasyonuna bağlı Hizmet-İş Sendikası üyesi işçilerin direnişe geçmesidir. Veysel Tiryaki işçilerin sendikadan çıkması yönünde baskı yaparak (25 işçi dışındakiler sendikadan istifa ettirildiler), grev çadırını sökmeye gelerek, grev pankartını indirerek ve daha birçok yıldırıcı tedbir uygulayarak direnişi söndürmeye çalışmıştı. Bir de grevdekilerin işçi olmadığı safsatasını yaymaya çalışıyordu.[17]Bunun örtük anlamı grev yapan işçilerin milli birlik ve beraberliğe kasteden teröristler olmasıydı. Sonunda AKP’li Veysel Tiryaki, belediye işçilerinin şubat ayından beri devam eden grevinin Ankara 4. İş Mahkemesi’nin, Hizmet-İş Sendikası’nın belediyedeki yetkisini iptal kararıyla sona erdiğini bildirdi. Ve noktayı şöyle koydu: “Altındağ Belediyesi olarak sürecin en başından bu yana hem personelimizin emeğini hem de vatandaşlarımızın hizmet alma hakkını koruma sorumluluğuyla hareket ettik. Haklılığımız yargı tarafından da onaylanmış, adaletin tecellisiyle birlikte kamuoyunu yanıltmaya yönelik tüm iddialar geçersiz kılınmıştır… Bir kısım çevrelerce, belediyemiz ile çalışanlarımız arasında kriz yaşandığı, işçilerimizin grevde olduğu ve belediye hizmetlerinin aksadığı şeklinde algı operasyonları yürütülmek istenmiştir. Oysa belediyemizde görev yapan hiçbir işçimiz bu haksız grev kararına katılmamış, belediye hizmetlerimiz ise aksatılmadan, aynı özveriyle sürdürülmüştür.”[18]
Zamandaş iki grevde;İzBB ve Altındağ Belediyesi grevinde işçiler destekledikleri, iş propagandaya geldiğinde “kardeşlik” nutku atan politikacıların sermayenin hizmetinde nasıl bir kara kuvvete dönüşebildiklerini deneyimlemiş oldular. Gerçekte işçiler grev anında iki partinin oluşturduğu kutup noktalarında değil ikisini de kapsayan sermaye politikalarının karşısında birikmekteydi.
Görünen o ki, kazanılmış hakları bile ayağının altına alan, hak hukuk tanımayan, mevkisini kullanarak halkı etkilemeye çalışan yerel-yüksek bürokrasi tek adam rejiminin açık işbirlikçileri olarak işçilerin karşısına dizilmişlerdi. Şimşek’in Türkiye kapitalizmine yön çizen programı ile işçilerin insanca yaşam talebi parti nosyonlarını birleştirmekteydi. Yüzeysel propagandanın içeriği de grevdeki işçinin belediyelerin sunduğu hizmeti aksatmasıydı.
Burjuva propagandayla şekillenmiş işçi ve emekçinin ortalama bilinci, işçilerin ücret ve sosyal haklar mücadelesinin nüfusun genelinin refahı açısından ne kadar belirleyici olduğunun farkına varmaz. Gerçekte kapitalist sistemde patrona, genel anlamda burjuvaziye veya onun şirketleşmiş devletine satılan emek gücünün değerinin, günümüzde eninde sonunda, asgari düzeye yaklaşması için politik kararlar alınıyor ve bunun sonuçları bütün emekçi sınıflarda görülüyor.
Türkiye sermayesinin yol haritası emek gücünün en kısıtlı harcamalarla yeniden üretilmesi yönünde ilerlerken kapitalistler et yerine patatesle beslenen, en kötü koşullarda yaşayan işçinin ücretini, kendi kurumlarının ilan ettiği “yoksulluk sınırının” altında tutmaya devam ediyor. İşçinin işgücünü bir meta olarak satın alırken onun en ucuzunu tercih ediyor. Bu gerçekte toplam toplumsal artı değer üretiminin her safhasında kullanılan emeğin karşılığının her düzeyde geriye çekilmesi ile sonuçlanıyor.
Ancak bu emek gücü metasının değişim değerini kapitaliste pahalıya mal etmek de işçinin önlenemez bir içgüdüsü. Grevler, direnişler bu bakımdan sadece ilgili işçileri ilgilendiren birer aksiyondan daha fazlasını oluşturuyor. İşçinin yaşam maliyetini karşılamak için verdiği mücadeledeki her kazanım genelin kazanımı olacaktır. Bunu bölgedeki diğer kapitalistlerle iş birliği yapan Özak patronu, İzBB’nin başkanı, Altındağ’daki iktidar uzantısı burjuva belediye başkanı da gayet iyi bilmektedir. Grev hakkının açık saldırılar ve ideolojiksaptırmalarla işlemez hale getirilmeye çalışılması daha kanaatkâr, daha azla yetinen ve yaşamsal faaliyetini daha niteliksiz koşullarda sürdürebilen bir “canlı türü” olarak emekçi sınıfları yeniden inşa yöntemidir. Grev ve örgütlenme hakkı için mücadele ise bu hedefe taş koyar.
Ne var ki tek adam yönetiminin grev yasaklamaları, başlamış grevlere yönelik tehditler, sendika yasak ve yasaları işçi sınıfını sermayedarların karşısında güçsüz bırakmak için uygulanan yöntemlerin çok azıdır. Bu bakımdan milli güvenlik gerekçesiyle yasaklanan Birleşik Metal-İş grevinin, yasağa rağmen sürdürülmesinde olduğu gibi, baskılara rağmen sürdürülen her grev aynı zamanda demokrasi mücadelesinin de bir parçasıdır; başta işçi sınıfının sendikal hakları olmak üzere, örgütlenme özgürlüğü, güvenceli ve güvenli iş, ifade özgürlüğü, kazanılmış hakların teminat altına alınması, eşit işe eşit ücret vb. haklar için verilen mücadelenin de temelinde yatar.
Belediye grevlerinde işçileri halkın düşmanı gibi gösteren belediye başkanları bu basit ilişkiyi çarpıtarak kendilerini “halka hizmet” tutkunları olarak sivriltmeye çalıştılar. Onlara göre işçi halkın bir parçası değildi, eşitlik ve insanca yaşam hakkını savunmak halkın çıkarlarını tehdit etmekteydi. İzmir Belediye işçilerinin halk tarafından yalnız bırakılması için harcanan maddi ve manevi çaba, Türkiye’nin iki sermaye partisinin rekabetinin kızıştığı ortamı da veri aldı.İşçiler İzmir’deiktidar partisinin ilgisine değilideolojik ve ekonomik şiddetine mazhar oldu.
Ne var ki işçi sınıfının yalnızlığı genel nüfusun, diğer emekçi katmanların da yalnızlığı anlamına gelir.
“Doktorlar bile o kadar almıyor” diyerek doktorlar adına konuşan kesimler dahi, işçi sınıfına reva görülen yaşam düzeyi ile artık çoğu işçi sınıfına katılmış doktorların da artık üst kategoriye yerleşmediğini, işçi sınıfı aşağı çekildikçe onların statülerinin de eski yerinden oynatıldığını, ayrıca her emekçinin yaşam koşulunun, hangi partiden olurlarsa olsunlar aynı şekilde gerilediğini görüyor, biliyor ancak aradaki bağıntıyı kurmakta zorlanıyorlar. Çünkü araya burjuva yalanlar, çarpıtmalar, ideolojik anlam kaydırmalar giriyor. Grevdeki işçiler ise kapitalistler ile politikacıların gerçek yüzünü, bu iki kimliğin birleştiği belediye başkanının şahsında deneyimlediler. Tıpkı Birleşik Metal işçileri, Özak ve Altındağ işçilerinde olduğu gibi. Doğal olarak bu daha başlangıç…
İşçi sınıfının kararlı, tereddütsüz, örgütlü ve ama sendika bürokrasisini aşarak yaptıkları her grev ve elde ettikleri her kazanım, diğer toplumsal tabakaların da çıkarlarını teminat altına alacak demokrasi mücadelesinin kar küreyicisi olarak işlev görür. Toplumsal dönüşümün öznesi işçi sınıfıdır. Ona bugün bu ayrıcalıklı rolü sağlayacak ola önce sınıf bilinci ve genellikle kararsız ve tereddütlü diğer toplumsal kesimler üzerinde oluşturacağı etkidir. İzmir burjuvazisinin yancısı konumundaki belediye başkanı ve ekibi tam da bu etkinin akış yollarını kesmekle uğraştılar.
Ama gün olur devran döner.
[1] 30 Temmuz 2025 itibarıyla İzmir’deki kiralarla ilgili haber: Gerçek İzmir (2025) “İzmir’de En Düşük ve En Yüksek Kira Fiyatları Hangi İlçede?”, https://www.gercekizmir.com/haber/Izmirde-en-yuksek-ve-en-dusuk-kira-fiyatlari-hangi-ilcede-Iste-liste/175802
[2] Bianet (2025)“İzmir Barometresi: Özgür ama yoksul bir şehir”, https://bianet.org/haber/izmir-barometresi-ozgur-ama-yoksul-bir-sehir-304724
[3] Gerçek İzmir (2025)“TÜİK Verileri Açıkladı İzmir’in Yoksul Sayısı 764 bin”, https://www.gercekizmir.com/haber/TUIK-verileri-acikladi-Izmir-in-yoksul-sayisi-764-bin/163655#:~:text=%C4%B0zmir’de%20medyan%20gelirin%20y%C3%BCzde,y%C3%BCzde%2010%2C1%20olarak%20a%C3%A7%C4%B1kland%C4%B1
[4] Mega Endüstri bölgeleri için bkz. Filizler, F. (2025)“Mega Endüstri Bölgeleri: Kapitalizmin Mekansal Yeniden Yapılanması ve Sınıf Mücadelesi”, Kompleks.org, https://kompleks.org/fasikul/kuresel-fabrika-yerel-duzen/bolum-1/mega-endustri-bolgeleri-kapitalizmin-mekansal-yeniden-yapilanmasi-ve-sinif-mucadelesi/
[5] ISO (2025) “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Katılımıyla 2030 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi ile Büyük Ölçekli Sanayi Yatırımları Tanıtım Toplantısı Yapıldı”, https://www.iso.org.tr/haberler/diger-haberler/cumhurbaskani-recep-tayyip-erdoganin-katilimiyla%C2%A02030-sanayi-ve-teknoloji-stratejisi-ile-buyuk-olcekli-sanayi-yatirimlari-tanitim-toplantisi-yapildi/
[6] Gaziemir serbest bölgesinde kurulu Hugo Boss bir tekstil şirketidir ama aynı zamanda güneş enerjisi panelleri de üretir.
[7] Duyar, Z. (2025) “Stratejik yatırımlar ‘mega endüstriyel parklar’ ve ‘endüstri şehirleri’ ile güçlenecek”, https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/stratejik-yatirimlar-mega-endustriyel-parklar-ve-endustri-sehirleri-ile-guclenecek/3528054
[8] İnanmışık, A. (2024)“CHP’nin adayı Cemil Tugay’ın üzerini örttükleri: Mavişehir Cengiz’e böyle peşkeş çekildi”, https://haber.sol.org.tr/haber/chpnin-adayi-cemil-tugayin-uzerini-orttukleri-mavisehir-cengize-boyle-peskes-cekildi-391235
[9] Sol (2024) “Cemil Tugay’dan Cengiz Holding’e arazi satışı açıklaması: Acemi olduğum bir dönemdi”, https://haber.sol.org.tr/haber/cemil-tugaydan-cengiz-holdinge-arazi-satisi-aciklamasi-acemi-oldugum-bir-donemdi-389886
[10]Irmak, İ. (2024)“Singapur Modeli ile İzmir ihracatta uçar”, https://www.haberhurriyeti.com/makale/22707485/ibrahim-irmak/singapur-modeli-ile-izmir-ihracatta-ucar
[11] İzBB (2025) “İzmir’i kalkındıracak her yatırıma destek olacağız”, https://www.izmir.bel.tr/tr/Haberler/izmir-i-kalkindiracak-her-yatirima-destek-olacagiz/53658/156
[12] İz Gazete (2025) “Digel işçileri 208 gündür direnişte: Baskı, mobbing ve tacizi teşhir edeceğiz”,https://www.izgazete.net/digel-iscileri-208-gundur-direniste-baski-mobbing-ve-tacizi-teshir-edecegiz
[13] Habertürk (2025)“İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tugay’dan, Tunç Soyer’e ‘TİS’ tepkisi”, https://www.haberturk.com/baskan-tugay-dan-eski-baskan-soyer-e-tepki-3791773?page=2
[14] Belediye-İş üyesi işçilerin geri alınması belediye başkanının geri adımı gibi görünse de bir yıl önce imzalanmış toplu sözleşme zammının uygulamasının altı ay ötelenmesi karşılığında oldu. İzBB’ye bağlı diğer şirketlerde bazı işçilere iş vermeme, şirket merkezinde ‘havuza alma’ yöntemiyle işten atılmamış gibi gösterme vb. yöntemlerde uygulandı, böylece işçilerin iş akitleri askıya asılı kaldı. Bu revizyon için patron sendikacılarla da anlaştı. Dolayısıyla sendika bürokrasisi sermayedarlarla uzlaşma konusunda bir beis görmedi.
[15] İzmir Emek Partisi’nin düzenlediği grev değerlendirme toplantısında bir işçi şöyle demekteydi: “Grevdeki işçiyi halası, annesi vesaire arıyor ve grevden çekilmesi yönünde baskı yapıyorlardı.”
[16] Evrensel (2025) “Sefalete mahkum eden bizlermiş gibi”, https://www.evrensel.net/haber/556466/sefalete-mahkum-eden-bizlermis-gibi
[17] Sol (2025) “AKP’li Altındağ Belediyesi’nde işçiler grevde: ‘Ceza gibi koşullar sunuluyor’”, https://haber.sol.org.tr/haber/akpli-altindag-belediyesinde-isciler-grevde-ceza-gibi-kosullar-sunuluyor-397690; Cumhuriyet (2025) “Altındağ Belediyesi işçileri 66 gündür grev çadırında”, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/altindag-belediyesi-iscileri-66-gundur-grev-cadirinda-2402739
[18] Sözcü (2025) “Altındağ Belediyesi’ndeki grev mahkeme kararıyla durduruldu”, https://www.sozcu.com.tr/altindag-belediyesi-ndeki-grev-mahkeme-karariyla-durduruldu-p185040