Yücel Özdemir

Son 10-15 yıllık zaman diliminde dünya çapında yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri gelişmeler, ülkeden ülkeye farklılık arz etmekle birlikte, politik açıdan genel olarak güç ilişkilerinde kısmi değişikliklere yol açtı. Bunun bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında batılı kapitalist ülkelerde kurulan, Soğuk Savaş’ın bitiminden 1990’lı yılların sonuna kadar önemli ölçüde devam eden siyasi dengelere, daha sonra yeni aşırı sağcı, popülist, ırkçı parti ve aktörler dahil oldu.

Ortaya çıkan bu “yeni” aşırı sağcı partilerin kullandığı ya da üzerinden yükseldikleri iki önemli oldu var: Birincisi yerleşik düzene/müesses nizama (establishment) tepki, ikincisi kutuplaştırma (polarizasyon). Devlet yönetiminin hep aynı zümre tarafından kontrol edildiğini, bütün kararların ve uygulamaların bu elitler tarafından alındığını ifade eden yeni sağ hareketler, geniş kesimler arasında mevcut yerleşik düzene tepkiyi, ekonomik sosyal sorunları da suistimal ederek bir şekilde yedekleyebiliyorlar. Sorunların temel kaynağı olan kapitalist düzenle sermaye arasındaki bağlantıyı ya hiç göstermiyorlar ya da kendilerini bunun dışında tutuyorlar. Bunu yaparken muhafazakâr değerleri, ırkçılığı, milliyetçiliği, mülteci ve göçmen düşmanlığını kendisini “ev sahibi” gören geniş emekçi kesimler arasında köpürterek toplumsal bölünmeyi, kutuplaştırmayı derinleştiriyorlar. Her olay ve gelişmeyi bu kutuplaşmanın sürekli canlı kalması için kullanıyorlar.

Ekonomik-sosyal sorunları kapitalist sisteme değil, yanlış kişi ya da kesimlerin iktidarda olmasına bağlıyorlar. Bu nedenle “esthablisment” dışından geldiklerini iddia ederek, geniş kesimleri yedeklemeyi başaran bu sağ popülist, milliyetçi, ırkçı ve faşistlerin müesses nizamın tekelci sermayenin çıkarların esas alan ekonomi politikalarından temelde farklı bir politika izlemedikleri ve izlemeyecekleri gerçeği bilinmesine rağmen, tepki ya da protesto maksadıyla oy vermenin anlamsızlığı özellikle işçi sınıfı ve yoksul emekçilere iyi anlatılmadığı sürece, gidişatın kısa sürede tersine dönmesi zor görünüyor.

Avrupa’nın değişik ülkelerinde özellikle 2000’li yılların başında itibaren boy gösteren, ancak Avusturya Özgürlükçü Parti (FPÖ) ve Fransa’da Ulusal Cephe (FN) dışında kıta genelinde ilk etapta çok fazla varlık gösteremeyen bu akımlar, özellikle 2008-2009’daki ekonomi krizle birlikte kıta genelinde başlayan gelecek korkusu ve endişesi, gömen ve mülteci düşmanlığı üzerinden öne çıkan milliyetçi söylemle hızla güç kazanmaya başladılar. 2017’de ABD’de “Establishment”in dışından geldiğini ileri süren milyarder Donald Trump’ın başkan seçilmesiyle süreç yeniden hız kazandı. Trump’ın 2024’ün sonunda ikinci kez başkanlık seçimlerini kazanması ise bu kesimlerin bir kısmının meşru bir zemine çekilerek iktidar ortağı olacakları anlaşılıyor. Elbette bu her ülkede aynı şekilde yaşanmıyor. Ortak özellikler ise giderek artıyor.

Dahası bu tablo sadece ekonomik krizin ya borç krizinin ve mülteci akının etkili olduğu Güney Avrupa ve Orta Avrupa ülkeleriyle de sınırlı değil. Kuzey Avrupa ülkelerinde de boy gösterdi. İsveç Demokratları (Sverigedemokraterna, SD) 2022’de aldıkları yüzde 20,2 ile Muhafazakar Parti’nin kurduğu hükümete dışarıdan destek verirken, Finlandiya’da aşırı sağcı Fin Partisi (Perussuomalaiset, PS) 2023’te aldığı yüzde 20,1 ile koalisyon ortağı oldu. Danimarka’da uzun bir süre hükümete dışarıdan destek veren muhafazakar Halk Parti’nin güç kaybetmesine paralel olarak aşırı sağcı Danimarka Demokratları (Danmarksdemokraterne) kuruldu (2022) ve göçmen karşıtı söylemleriyle hızla yükseldi. Katıldığı ilk seçimlerde yüzde 8,1 oy aldı. Norveç’te ise İlerleme Partisi (Fremskrittspartiet, FrP) 2021 seçimlerinde aldığı yüzde 11,6 oy ile muhafazakar hükümetle iş birliği yapıyor. Dolayısıyla, bir zamanlar kapitalist sistemde “refah”, “demokrasi” ve “özgürlüğün” olabileceğine örnek gösterilen Kuzey Avrupa ülkeleri de gelişmelerden nasibini aldı.

Bu yazıda asıl olarak, aşırı sağın yükselişiyle ekonomik-sosyal sorunlar arasındaki bağlantı ve sermayenin izlediği politikalar bağlamında Avrupa’nın en büyük ülkesi Almanya’daki gelişmeler ele alınacaktır.

Aşırı sağcı, ırkçı Almanya için Alternatif (AfD) partisi sistem partilerinin politikalarına yaptığı “sert muhalefet” nedeniyle sürekli güç kazanan bir parti haline gelmiş bulunuyor. 23 Şubat 2025’de yapılan erken seçimlerde oylarını 2021’deki genel geçimlere kıyasla artırarak yüzde 10,4’ten yüzde 20,8’e çıkardı. Yani tam iki katına. Bu durum doğal olarak bu partiyle nasıl mücadele ya da baş edilmesi gerektiği konusundaki tartışmaları yeniden alevlendirdi. Trump’ın “Önce Amerika” (Amerika first) sloganının Almancası olan “Deutschland zuerst” (Önce Almanya) ya da “Unser Land zuerst” (Önce bizim ülkemiz) sloganlarını kullanan AfD’nin pek çok konu ve sorun karşısındaki ilk tutumu milliyetçilik ve ırkçılık oluyor. Hem program ve seçim kampanyalarının hem de yöneticilerinin konuşmalarının temel dayanağı bu yaklaşım.

Federal Almanya Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1949’dan bu yana sistemin “ana partileri” olarak kabul gören Hristiyan Demokrat Birlik (CDU/CSU) ve Sosyal Demokrat Parti’deki (SPD) çözülmenin başladığı dönemler, aynı zamanda AfD’nin de bir “seçenek” olarak ortaya çıkmasının koşullarını yarattı. 1998-2005 yılları arasında emekçilerin sosyal kazanımlarının tırpanlandığı sosyal demokrat Gerhard Schröder dönemi ve 2005-2021 yılları arasındaki, tam 16 yıl süren, liberal-muhafazakâr Angela Merkel döneminde izlenen ekonomik-sosyal politikalar aşırı sağın toplumsal zeminini oluşturdu. Son dört yıllık Olaf Scholz dönemi ise ekonomik sorunlarla birleşen dış politikadaki militarist yayılmacı çizginin etkisiyle AfD zirve yaptı.

İkinci Dünya Savaşının bitmesinden bu yana iktidarın Hristiyan Demokratlarla sosyal demokratlar arasında tahterevalli misali sürekli gidip geldiği Almanya’da burjuvazi temel dayanağı durumundaki partileri gözden çıkarmış değil. Onları desteklemeye, mümkünse yeniden güç toplamalarını sağlamaya devam ediyor. Ancak, değişen koşullar nedeniyle aşırı sağcı, ırkçı AfD’ye de kapıları tamamen kapatmıyor. Daha önce AfD ile doğrudan temas ya da diyalog bir tabu olarak görülürken, son yıllarda normalleştirme eğilimleri artıyor. Zira dünyanın içinden geçtiği süreç, Trump’ın yeniden iktidara gelmesi, AfD’nin kalıcı bir partiye dönüşmesi, aynı zamanda zaten sistemin parçası olan bu partiyi de muhtemel koalisyon denklemlerine dahil etme ifade edilmeye başlandı.

Bu konuda İtalya’daki gelişmeler örnek gösteriliyor. Eylül 2022’de yapılan genel seçimlerden birinci çıkan Fratelli de İtalia (İtalya’nın Kardeşleri) ve lideri Giorgia Meloni, İtalya burjuvazisinin içerideki ve dışarıdaki programına bağlı kalarak normalleştirilmişti ve hükümetin birinci partisi olarak iktidarda. Önceden Avrupa’nın pek çok ülkesinde “tehlikeli” olarak gören Meloni, oturduğu başbakanlık koltuğunda bu normalleşmeyi kullanarak bir taraftan gücünü korumaya çalışırken, diğer tarafta ise otoriter bir sistemin inşa edilmesine de devam ediyor.

 

Neoliberal-Milliyetçi-Muhafazakâr-Irkçı Koalisyonu

Resmi kayıtlara göre 6 Şubat 2013’te kurulan AfD, 2008/9 krizinin devamı olan “Euro krizi” sırasında Güney Avrupa ülkelerinin içine düştüğü aşırı borçlanma ve buna bağlı geniş kesimler içinde başlayan gelecek korkusu ve endişesi nedeniyle yaşanan tepkiler üzerinden kurulmuştu. Partinin en tanınmış destekçilerinden Alman İşverenler Birliği (BDI) eski Başkanı ve Henkel tekelinin sahibi Olaf Henkel idi ve 2013’te AfD’den Avrupa Parlamentosu milletvekili seçilmişti.

Euro karşıtlığından yola çıkarak Euro’nun Kuzey-Güney olarak ikiye bölünmesini ya da Almanya’nın Euro bölgesinden ayrılmasını savunan AfD, borç krizi içinde olan Güney Avrupa ülkeleri ile ekonomisi iyi olan Kuzey Avrupa ülkelerinin ayrı para birimi kullanması gerektiğini de savunuyordu. AfD’nin kurucusu ve eski başkanı Prof. Dr. Bernd Lucke bu konudaki görüşlerini bir grup akademisyenle birlikte 2005’deki genel seçimlerden önce, “Hamburg Çağrısı” (Hamburger Appell) adı altında yayınlamıştı.

Bu nedenle AfD ilk olarak Euro karşıtı kampanyalarla dikkat çekmişti. Buna, Doğu Avrupa ülkelerinden insanların göç etmesi ve sığınmacılara karşı söylemlerini de ekleyince, zamanla mevcut Hristiyan Demokrat (CDU/CSU) partilerin sağına yerleşen ve giderek kalıcılaşan bir partiye dönüştü. Kurulduktan 8 ay sonra, Eylül 2013’te, katıldığı ilk genel seçimlerde yüzde 5 barajını az bir oyla kaçırarak, yüzde 4,7 ile parlamento dışında kaldı. 2017’deki seçimlerde ise yüzde 12,6 alarak federal meclise güçlü girmeyi başardı.
Federal Parlamento ve Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde elde ettiği başarılar daha sonra Doğu Almanya’daki eyaletlerde sürdü.

Ancak, parti Temmuz 2015’te iç tartışmalar nedeniyle ikiye bölündü. Partinin ilk kurucuları olan daha “ulusal burjuva” çizgideki akademisyenler ve Olaf Henkel, partinin “radikal milliyetçi” çizgiye çekilmesine karşı çıktılar. Essen’de yapılan kongrede bu kanat seçimleri kaybederken partiden de ayrılmaya karar verdi. Bu dönemde gerçekten de eski-yeni pek çok Neonazi, yeni örgütlenen AfD’nin içine girerek çalışmaya, birleşmeye, etkili olmaya başlamıştı.

Otto Brener Vakfı için “Radikalleşti ve kalıcılaştı” (Radikalisiert und etabliert) başlığı altında bir rapor hazırlayan Prof. Wolfgang Schroeder ve Bernhard Weßels yaşanan değişim konusunda şu değerlendirmeyi yapıyorlar:

AfD’nin siyasi çizgisinin merkezinde, özellikle ‘halk’ ile ‘establishment’ ve Alman olan ile ‘Alman olmayan’ nüfus arasında kutuplaştırma yer alıyor. Burada ‘Alman’ kavramı etnik-milliyetçi bir şekilde ele alınıyor. Dolayısıyla sonradan Alman vatandaşlığına sahip olanlar bile ‘Alman değil’ olarak sınıflandırıyor. Başlangıçta asıl siyasi motivasyon Euro/Avro eleştiriciliği (Euro-Skepsis) olan parti, sonraki yıllarda giderek daha sağa kaydı. Bunun en önemli nedenlerinden başında, Euro konusunun gündemden düşmesiydi. 2014’ten itibaren anti-İslamcı Pegida tartışmalarının ortaya çıkışı ve 2015’teki sözde mülteci krizi izlenen politikalar geliyor. AfD giderek daha fazla sağ popülist bir siyaset stratejisi benimsedi ve böylece seçmen potansiyelini genişletti.[1]

2013’ten bu yana olanlara bakıldığında, AfD, Alman sermayesinin ulusal ve uluslararası çıkarlarını gözeterek artık ilk yıllardaki gibi Avrupa Birliği (AB) karşıtlığı ve eleştiriciliği yapmıyor. Hatta 2025’te yapılan erken seçim programında AB’den ayrılmaya (Dexit) yer vermedi. Ocak ayında Riesa’da yapılan parti kongresinde karar altına alınan programda, faşist anlayışı özetleyen göçmenleri sınır dışı etmeyi amaçlayan “remigration” (tersine göç) talep edilirken, “Dexit”e kullanılmadı. Seçim programının ikinci bölümünde, daha önce Almanya’nın AB’den ayrılmasını öngören görüşler revize edilerek, “Avrupa’da siyaset, demokrasiden uzaklaşıyor. AB, politikaları demokratik denetimden uzak bürokratlar tarafından şekillendirilen bir yapıya dönüşmüştür. Avrupa devletlerinin yeniden özgürlük ve demokrasinin fenerleri olabilmesi için, AB’nin köklü bir reformdan geçmesi gerekmektedir”[2] deniliyor.  Yine daha önce radikal şekilde reddedilen Euro için bir halk oylaması öneriliyor. Eski Deutsche Mark’a dönme kararı halka bırakılıyor.

Genel yaklaşım AB’den çıkma yerine AB’nin Alman sermayesinin çıkarlarını gözeterek şekillendirilmesi şeklinde özetlenebilir. Bütün bunların başarılı olmaması durumunda “Almanya’nın AB’den ayrılması ya da Avrupa Birliği’nin demokratik yollarla feshedilmesi ve Avrupa Ekonomik Topluluğunun yeniden kurulması” talep ediliyor. Yani kurulduğunda ilk yıllarda sıkça dile getirilen AB’den ayrılma “son seçenek”e kadar gerilemiş durumda.

AB konusundaki “görüş değişikliği” kimilerinin ileri sürdüğü gibi “seçim taktiği” değildir. Bu değişiklik sadece, umumi hoşnutsuzluğu toplayan bir parti olmakla yetinmeyip, iktidar olmasını mümkün kılacak kısmi siyaset değişimidir. Başka bir değişle AfD, iktidara giden yolun, mali sermayenin çıkarlarına bağlı olarak AB politikasından geçtiğinin farkında. Güncellediği Avrupa politikası, Avrupa’nın ve dünyanın koşullarının, gelecekte AB’nin reformdan geçirilmesini kaçınılmaz kılacak bir değişime yol açacağı öngörüsünden hareket ediyor. Bu değişim elbette mümkündür, ancak sürecin tam o noktaya varıp varmayacağı ve Alman sermayesinin AB’deki reform hedefinin AfD’nin öngördüğü doğrultuda olup olmayacağı henüz muğlaktır. AfD, değişikle Alman mali sermayesine AB konusunda esnek ve uyumlu olacağının mesajını veriyor. Bu konuda giderek müesses nizamın parçası haline geliyor.

Hal böyle olunca AfD için geriye en verimli konu olarak göçmenler ve mülteciler kalıyor.  Düzenin yerleşik partileri ve medyası tarafından göçmenler ve mültecilere karşı sürdürülen propaganda da AfD’nin işini alabildiğine kolaylaştırmaktadır. AfD ile aynı şeyleri tekrarlayan bu kesimler, istedikleri sonuçları alamayınca milliyetçilikte adeta AfD’nin bir kopyası haline geldiler.

AfD’nin güç toplamasının hızlanmasında “kutuplaştırma” politikasına bağlı olarak 2015’te yaşanan “mülteci krizi” adeta bir dönemeç oldu. Suriye Savaşı nedeniyle Türkiye ve Balkanlar üzerinden Almanya’ya doğru yola çıkan mültecilerin Almanya’ya ulaşması için dönemin Almanya Başbakanı Angela Merkel “Wir schaffen das” (Başarabiliriz) diyerek kapıları açmıştı. Bu durum, uzun yıllar CDU üyesi olarak devletin çeşitli kademelerinde görev yapan, sonra da AfD’nin Federal Parlamento Meclis Grubu Başkanı olan Alexander Gauland tarafından, “Yeniden yükselişimizi elbette öncelikle mülteci krizine borçluyuz. Bu krizin bizim için bir hediye olduğunu söyleyebilirim. Çok yardımcı oldu” şeklinde yorumlanmıştı.

Yaklaşık bir milyon Suriyeli mültecinin kabul edildiği bu “kriz”in ardından 2017’de yapılan genel seçimlerde AfD ülke genelinde yüzde 12,6 alarak federal meclise girerek artık 16 eyaletin 14’ünde de temsil edilen bir parti olmuştu. Mülteci ve göçmenlerin az olduğu Doğu Almanya’da yaratılan korku üzerinden güç kazanma Batı Almanya’daki eyaletlere göre çok daha hızlı oldu. İlk dönemlerde halk arasında yaygın bir mülteci düşmanlığı yoktu, aksine 8 milyondan fazla insanın katıldığı mültecilerle muazzam dayanışma/yardımlaşmaya dönemi yaşandı. “Willkommenkultur” diye de adlandırılan bu süreçte, kısa sürede çok sayıda mültecinin çok yönlü ihtiyacını karşılayacak bir sosyal altyapı hazır değildi. Okullar başta olmak üzere değişik alanlarda uzun süreden biri yaşanan altyapı yetersizliği, AfD tarafından demagojik şekilde mülteci düşmanlığına çevrildi. Merkel hükümetinin bu konudaki başarısızlığı ayyuka çıktıkça da ikna ve etki gücünü artırdı. Bu dönemde Merkel, sorunu yaratan başbakan olarak doğrudan hedef haline getirildi.

 

Sermaye Partisi Olduğu Daha Belirginleşti
AfD, sürekli “muhafazakâr liberal” kimliğe yaptığı vurguyla bağlı olarak, ekonomiye yaklaşım itibariyle Alman olsun olmasın, Almanya’da faaliyet sürdüren bütün sermaye gruplarına daha fazla sömürü ve daha fazla vergi muafiyeti istiyor. Örneğin Riesa’daki kongrede kabul edilen seçim programın daha sekizinci sayfasında partinin “sosyal piyasa ekonomisi” savunduğu ilan ediliyor. Programın dokuzuncu sayfasında “Kurumlar vergisi uluslararası standartlara göre çok yüksek” denilerek bunun düşürüleceği vaat ediliyor. Bir neoliberal tez olan “Devletin piyasaya müdahalesini en aza indirme” onuncu sayfada yer alıyor. Keza sermayenin ucuz enerji ihtiyacı için nükleer santrallerin yeniden açılması, karbondioksit vergisinin kaldırılması gibi taleplerine de yer veriyor. Asgari ücretin artırılması programda yok. Çalışanlardan alınacak düşük vergilerle insanca yaşamaları öneriliyor. Emeklilikteki yoksulluğa karşı ise Avusturya modeli[3] öneriliyor.

AfD, aynı programda mücadeleyle kazanılan işsizlik ödeneğine savaş açıyor. Kendi isteğiyle işten ayrılanların İşsizlik Sigortası’ndan yardım almaları söz konusu değil. İşveren tarafından işten atılanlar içinse “Prensip olarak, işsizlik yardımına hak kazanma ancak üç yıl tam çalıştıktan sonra mümkün olmalı. İşsizlik desteği başlangıçta altı ay ile sınırlı. Her iki ay için bir yıl daha prim ödendiğinde, hak kazanma süresi bir ay artar. Ek olarak 50 yaşın üzerindeki çalışanlar, işveren tarafından işten atıldıklarında işsizlik ödeneği almaya hak kazanmalıdır,” deniliyor.[4]

Zenginlere yapılan bir diğer kıyak da emlak ve miras vergisini kaldırmak. Bu vergilerin kaldırılması durumunda zenginlerin daha zengin, yoksulların daha yoksul olması bir de bu yolla teşvik edilecek. Savaş örgütü NATO’dan ayrılma ifade edilmezken, NATO içinde Almanya’nın çıkarlarına öncelik verilmesi isteniyor.

Partilerin programlarındaki ekonomi ve vergi konulu vaatleri üzerinden Leibniz-Zentrum für Europäische Wirtschaftsforschung (Leibniz Avrupa Ekonomik Araştırmalar Merkezi – ZEW) tarafından yapılan hesaplamada “ekonomik sorunlarla boğuşan Almanların sesi” gibi görünen bu ırkçı partinin aslında diğer partilerden daha radikal şekilde sermayeyi koruduğu seçim programındaki vergiler konusundaki önerileriyle ortaya konuldu. Irkçı parti, yıllık brüt geliri 1 ila 30 bin euro arasında olanların durumunda ciddi bir iyileştirme vaat etmiyor. Ancak yıllık brüt geliri 100 bin euronun üzerinden olanlara vergi muafiyetleriyle yüzde 6,7 ila 7,7 arasında daha fazla gelir vaat ediyor. Ayda brüt 20 bin euro kazanan haneler yılda fazladan 20 bin euro gelire sahip olabilirler. Böylece yıllık geliri 200 bin ila 2 milyon arasında olanlara en fazla AfD’nin vergilendirme planı kazandırıyor.

Program doğal olarak Alman sermayesinin önemli bir kesimi ve dünyanın en zengin insanı Elon Musk gibi uluslararası sermaye temsilcileri için oldukça cazip. Bu nedenledir ki; küçük ve orta ölçekli Alman sermaye gruplarının bir kesimi içerisinde AfD’ye yönelik yaklaşımda 23 Şubat seçimleri öncesinden başlayarak kısmen bir değişim olduğunu söylemek mümkün. Bu değişimin temsilciliğini ise Die Welt, Bild, Welt am Sonntag, Welt TV gibi medya organlarını çatısı altında toplayan Axel Springer yayınevi yapıyor.

AfD’yi kendisine ait sosyal medya kanalı X üzerinden “Almanya’nın son umudu” ilan eden Musk’a, “kendisini ifade etmesi adına” bir yazı yazdırıldı söz konusu medya grubu tarafından. Musk yazıda, neden AfD’nin Almanya için “son umut” olduğunu şu beş maddeyle açıkladı: “Sermaye için daha fazla özgürlük, göç ve ulusal kimlik, enerjide bağımsızlık ve nükleer enerjiden yana olması, politik gerçekçilik, yatırımcılık ve gelecek öngörüsü ve aşırı sağcı olmaması.

Bu gerekçelerle bir partiye yapılan doğrudan desteğin Welt am Sonntag gazetesinde yayınlanması, yazı kurulunda tartışmalara yol açsa da sonucu değiştirmedi. Çünkü son sözü uzun süredir Musk ile yakın ilişki içinde olan Axel Springer menajeri Mathias Döpfner söyledi. Musk ayrıca, 9 Ocak günü de seçim kampanyasına destek vermek üzere X üzerinden AfD Başbakan adayı Alice Weidel ile bir görüşme yapmış ve bunu canlı olarak yayınlamıştı.

Alman sermayesinin belli kesimlerinin açık ya da gizli şekilde AfD ile bağlantılı olduğu da bir gerçek. Örneğin cirosu 2021 yılında 7 milyar euroya ulaşan Müllermilch’in sahibi 83 yaşındaki Theo Müller’in aşırı sağa yakınlığı 1980’li yıllardan beri biliniyor. Cannes’de lüks restoranda AfD Eş Başkanı Alice Weidel ile bir araya gelen Müller, Weidel’den AfD’nin programı ve kişisel görüşleri hakkında bilgi aldığını Handelsblatt gazetesine anlattı. Weidel hakkında, “Kendisinin Nazi ideolojisiyle uzaktan yakından bir ilgisi yok” görüşünü savunan Müller, AfD’ye şimdiye kadar bağışta bulunmadığını, görüşmenin özel olduğunu, ileride de Weidel ile görüşeceğini ifade etti. Bu buluşmanın ardından Handelsblatt gazetesi, AfD hakkında görüşlerini almak için 40 şirketin yönetim kurulu başkanlarına bir soru kataloğu gönderdi. Gazetenin yazdığına göre, bu şirketlerden beşi tüm soruları yanıtladı, sadece ikisi AfD’ye karşı görüş bildirdi. Ülkenin büyük aile şirketlerinden hiçbiri sorulara yanıt vermedi. Bu sermayenin ticari kaygılarla açık tutum almaktan sakındığı olarak okunabilir. Dış ticaretten ve dış yatırımdan beslenen Alman sermayesi ise, aşırı sağın güç toplamasının ülkenin imajını zedeleyebileceği gerekçesiyle bu partiye karşı. 2024’ün başında başta VW, Bosch, Mercedes olmak üzere pek çok tekel, işçilerin aşırı sağa karşı çıkmasına destek vermiş ve bazı eylemlere tekellerin yöneticileri de katılmıştı. Süddeutsche Zeitung gazetesine bir demeç veren kimya şirketi Evonik Yönetim Kurulu Başkanı Christian Kullmann, AfD’ye karşı tavır almış, şirketlere de açık ve samimi tavır almaları için çağrıda bulunmuştu.

Denilebilir ki; küresel pazarlarda iş yapan, dış yatırımlar ya da uluslararası sermayenin parçası olan Alman tekelci burjuvazisi, şartlar elverdikçe eski sistem partilerinden hemen vazgeçme niyetinde değil.

 

2025 Genel Seçimlerinin Gösterdikleri

Ekonomideki kötü gidişatın ve hayat pahalılığının baş sorumlusu olarak görünen ve toplamda yüzde 19,4 oy kaybeden hükümet ortakları SPD, Yeşiller ve FDP’yi cezalandırma, toplumda artan kutuplaşma, Ukrayna savaşı, ABD’den gelen politik destek, Magdeburg, Aschaffenburg, Münih gibi kentlerde yaşanan terör saldırıları ve sermayenin bütün partileri ve basını tarafından göçmenler ve mültecilere karşı sürdürülen düşmanlık üzerinden, AfD, 23 Şubat’ta yapılan erken genel seçimlerde tarihi rekor sayılabilecek, yüzde 20,8 oy alarak meclise 152 milletvekili gönderdi. Anketler oy oranını yüzde 22-24 bandında gösteriyordu. Seçim sonrası anketlerde bu oranlar yeniden görülmeye başlandı. Bu, Hitler faşizminin yıkılışından bu yana ilk kez aşırı sağcı, ırkçı bir partinin mecliste bu denli güçlü temsil edilmesi anlamına geliyor.

2024’ün sonbaharında Doğu Almanya’da bulunan Saksonya, Thüringen ve Brandenburg eyaletlerinde yapılan seçimlerde yüzde 30 civarında oy alan AfD’nin genel seçimlerde büyük bir sıçrama yapacağı anketlerde görünüyordu. Zira ülkedeki gelecek korkusu ve endişesi, işbaşındaki SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümetinin iç ve dış politikadaki başarısızlıkları AfD’nin güç kazanmasının koşullarını oluşturmuştu. Bu nedenle 2021’de alınan yüzde 10,4’lük oyun yüzde 20,8’e yükselmesi çok da sürpriz olmadı.

Seçimlerden sonra yapılan anketlerde “Oy vermenizde hangi konular belirleyici oldu?” sorusuna verilen yanıtlarda “iç güvenlik” ve “sosyal güvenlik” konuları yüzde 18’er oranla birinci sıraya yerleşmişti. “İç güvenlik”ten kastedilen asıl olarak son aylarda ülke içerisinde gerçekleşen terör saldırılarına karşı önlemlerin alınması. Belirtmek gerekiyor ki, genel seçimlerden önce peş peşe yaşanan terör saldırıları, seçimlerden sonra adeta bıçak keser gibi kesildi. Devlet içindeki bazı istihbarat ve güvenlik birimlerinin AfD’nin yükselişine yardımcı olmak üzere terör saldırılarının arkasında olup olmadığı bugün açısından sadece bir soru işareti. Ancak, seçimler öncesinde terör saldırılarının artması bir tesadüf olmasa gerek.

Bu iki konuyu yüzde 15 ile “göç” ve “ekonomideki büyüme” takip etti. Artan hayat pahalılığı ise kısmen arka plana düştü. “İç güvenlik” ve “göç” konularını diğer partiler de AfD’yi aratmayacak tarzda kullanarak suistimal etti. AfD’nin oyunu bu denli arttırmasının önemli nedenlerinden birisi de buydu.

Yapılan analizlere göre, halkın büyük bir bölümü ekonomik durumunun geçtiğimiz döneme göre çok daha fazla kötüleştiğini belirtirken, hükümet partilerine tepki nedeniyle oylarını AfD’ye verdi. Bunlar arasında işçilerin oranı geçmiş döneme göre bir hayli yükselmiş durumda. Seçim çıkış anketlerine göre bir dönemler işçilerin en fazla oy verdiği parti olan SPD güç kaybettikçe aşırı sağ parti güçlenmeye başladı. Katıldığı 2013’teki ilk seçimlerde işçilerden sadece yüzde 6 oy alabilen AfD, bu oranı Eylül 2021’deki seçimlerde yüzde 21’e, Şubat 2025’te yapılan seçimlerde ise yüzde 38’e çıkardı. Bu da AfD’nin yükselişinin arkasında Alman işçi ve emekçiler arasında artan gelecek kaygısının payının büyük olduğunu gösteriyor. 2013’te işçilerin yüzde 27’sinin oyunu alan SPD’nin aldığı oy Şubat 2025’teki seçimlerde yüzde 12’ye kadar düştü.

Haziran 2024’te yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 15,9 oyla ikinci parti olan AfD’ye oy verenler açısından o zaman da benzer bir tablo söz konusu idi. Alman Sendikalar Birliği (DGB) tarafından yayımlanan verilere göre, AP seçimlerinde aşırı sağ parti AfD’ye oy verenlerin yüzde 18,5’i sendika üyesi idi. Sendika üyeleri oranının aldığı oyun ortalamanın üzerinde olması dikkat çekici. Sendikalar üzerinde büyük bir etkisi olan sözde sosyal demokrat SPD’nin aynı seçimlerde sendika üyelerinden aldığı oy yüzde 18,1 idi. SPD’nin ülke genelindeki oyu da 13,9 idi. Sendika üyeleri arasında muhafazakâr CDU/CSU’ya oy verenlerin oranı ise yüzde 24,8 idi. Toplamda, sendika üyelerinin en fazla sağ partilere oy verdiği görülüyor.

AP seçimleriyle ilgili bir diğer önemli veriyi de “infratest dimap” adlı araştırma şirketi yayımladı. “AfD kimden oy alıyor?” sorusuna verilen yanıtta yüzde 33 ile işçiler açık arayla önde. Üstelik bu oran 2019 seçimlerine göre yüzde 10 artmıştı. AfD’nin oy aldığı diğer meslek gruplarında memurlar yüzde 15, serbest çalışanlar yüzde 17, emekliler yüzde 11 görünüyordu.

Aynı verilerde SPD’nin işçilerden aldığı oy oranı yüzde 12, muhafazakâr Birlik partileri (CDU/CSU) yüzde 24, Sol Parti (Die Linke) yüzde 3, Yeşiller yüzde 6, Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) yüzde 6 idi. Şubat 2025 seçimleriyle kıyaslandığında yaklaşık altı aylık bir süre zarfında gerçekleşen yüzde 5’lik artış, işçiler arasında geleneksel sermaye partilerinden koparak AfD’ye yönelmenin ne denli hızlı olduğu konusunda da bir fikir veriyor.

2025 genel seçimlerinde belirleyici bir diğer etken ise gençliğin tercihi oldu. Önceki seçimlerde daha çok Yeşiller ve bu seçimlerde barajın altında kalan liberal FDP oy veren gençlerin bu seçimlerdeki birinci tercihi Sol Parti oldu. Özellikle CDU/CSU’nun AfD ve BSW ile birlikte göçmen düşmanı yasayı 31 Ocak 2025’te meclisten geçirmek istemesinden sonra, bütün kentlerde ağırlığını gençlerin oluşturduğu büyük antifaşist gösteriler başladı. Bu dönemde Sol Parti’nin oyları yükselişe geçti. Gençler sadece gösterilere katılmakla yetinmediler, aynı zamanda aşırı sağ tehdidine karşı bizzat Sol Parti’nin kampanyasında aktif rol olmaya başladılar. Bu sayede Sol Parti’nin oyu kısa sürede arttı ve yüzde 8,8 ile meclise girdi. 7 seçim bölgesinde doğrudan aday kazanmayı da başardı. Seçim çıkış anketlerine göre 18-24 yaşları arasındaki seçmenlerin yüzde 25’i Sol Partiye, yüzde 20’si ise AfD’ye oy verdi. Daha önceki seçimlerde gençlerden en fazla oy alan Yeşiller yüzde 12, FDP yüzde 6 alabildi.

Sol Parti’nin (Die Linke) kısa sürede yaptığı sıçramanın bir diğer nedeni de göç ve mültecileri değil sosyal konuları öne çıkarmasıydı. Hayat pahalılığı, yüksek kiralar, düşük ücretler gündeme getirildi. SPD’deki çözülme ve aşırı sağın sermaye yanlısı tutumu göz önünde bulundurulduğuna, Sol Parti artan sosyal sorunlar nedeniyle oy oranlarını arttırabilir. Ancak ideolojik çizgisi, sistemin parçası olma yönünde sarf ettiği büyük çaba, eyaletlerde koalisyon ortağı olması gibi faktörler Sol Parti’yi bir “protesto” partisi olma kimliğinden epey bir süredir uzaklaştırmış(tı). Bu nedenlerden ötürü 2021’deki seçimlerde yüzde 5 barajının altında kalmıştı. Ancak 2025’in başından mayıs ayının ortasına kadar 55 bin yeni üye kazanması, bu partinin arayış içinde olan, özellikle de Batı Almanya’daki genç kesimler için, bir adres olup olmayacağı önümüzdeki süreç gösterecek.

Aşırı sağcı, ırkçı partinin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en yüksek oyu alması kendi başına önemli bir sorun. Güç kazanmasının bir diğer nedeni daha önce sandık başına gitmeyen seçmen grubundan en fazla oy alan parti olması. 23 Şubat’taki seçimler AfD’nin “protesto oylarının” adresi olduğunu gösterdi. Seçim sonrasında yayınlanan anketlere göre, AfD’nin aldığı 10 milyon 327 bin 148 oyun yaklaşık 1,8 milyonu daha önce sandık başına gitmeyen seçmenlerin idi. Seçimlere katılım oranının yüksek olması asıl olarak AfD’ye yaradı.

Seçimlerin gösterdiği bir diğer önemli gerçek ise AfD’nin Doğu Almanya’daki eyaletlerde giderek rakipsiz hale gelmesi. Bu eyaletlerdeki seçim bölgelerinin neredeyse tümünü bu parti kazandı. Ülke genelindeki oyu yüzde 20,8 iken Doğu Almanya’daki eyaletlerde aldığı ortalama oy yüzde 32 olarak kayıtlara geçti. Doğu Almanya’da AfD’ye rakip olması beklenen Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) seçimlerde aldığı yüzde 4,97 oyla meclis dışında kalırken, Doğu Almanya’daki eyaletlerdeki ortalama oyu neredeyse iki katı idi: 9,3.

Ortaya çıkan sonuçların ardından Friedrich Merz’in başbakanlığında kurulan CDU/CSU-SPD koalisyonu da var olan sorunları çözemeyecek. Tam tersine derinleşmesine hizmet edecek adımlar atmayı planladığını koalisyon sözleşmesinde gösterdi. Seçimden ağır yenilgiyle çıkan SPD’nin oy kaybetmeye devam edeceği anlaşılıyor. Sermayenin istediği temelde askeri harcamalar, militarist dış politika hız kazanacak. Bu nedenle önümüzdeki dönemde çelişkiler, öncesine göre çok daha hızlı bir şekilde derinleşmeye devam edecek. AfD halen “protesto partisi” olma özelliğini korumaya devam ettiği için, özellikle de muhafazakâr CDU/CSU’dan kopuşların adresi olmaya devam edebilir.

Son seçimlerde AfD, CDU’dan bir milyon, barajı geçemeyen neoliberal FDP’den yaklaşık 900 bin, SPD’den 720 bin, Sol Parti’den 110 bin, Yeşiller’den 100 bin oy aldı. AfD bir tek BSW’ye 60 bin oy kaptırdı. Seçimlerde sürpriz bir çıkış yapan Sol Parti ise daha önce sandık başına gitmeyen seçmenlerden yaklaşık 300 bin oy alırken, en çok oyu 700 bin ile Yeşiller’den, 560 bin SPD’den, 100 bin FDP’den, 70 bin CDU’dan aldı. Bu verilerin kendisi Sol Parti’nin işçilerin ve “protesto oylarını” almaktan uzak olduğunu da gösteriyor. Daha çok göç ve mülteciler konusunda “hümanist” çizgiyi terk eden Yeşiller ve SPD’den oy aldığı görülüyor.

AfD’nin henüz bir “protesto partisi” olduğunu gösteren bir diğer veri ise üye sayısı. 2013-2019 yılları arasında üye sayısını 17 bin 687’den 34 bine çıkararak büyüme kaydetmiş olsa da, 2021 sonu itibarıyla bu sayı 30 bine düşmüş, 2023’te ise 39 bin 596‘ya yükselmiştir. Buna rağmen AfD, mecliste temsil edilen partiler arasında en az üyeye sahip olanı. Keza AfD, tipik “Sağ popülist erkek partisi” olarak da tanımlanabilir. Üyeler arasında kadın oranı sadece yüzde 17.

 

 

AfD’nin Güç Kazandığı Zemin Yok Edilmeli

AfD’nin taleplerinin yasa tasarısı haline getirilmesi, meclis çatısı altında AfD ile nasıl baş edileceği tartışması AfD’nin güç toplamasının nedenlerinden birisi. AfD tartışma sürecinde “mağduru” oynayarak daha fazla güç toplamanın çabası içerisine girdi ve girmeye devam edecek. Öyle anlaşılıyor ki; meclis çalışmaya başladığında AfD’liler bunu çok daha fazla gündeme getirip, diğer partiler tarafından mağdur edildiklerini anlatmaya devam edecekler.

Elbette AfD’nin güç toplamasının asıl nedeni “mağduru oynaması” değildir. Spahn ve diğerlerinin yanıldıkları ya da çarpıttıkları temel nokta burası. Asıl neden ülkede var olan ekonomik sosyal sorunlar ve diğer düzen partilerinin sorunları çözecek bir anlayışa, programa sahip olmaması; dahası AfD’nin beslendiği milliyetçi, aşırı sağ söylemin diğer sermaye partileri ve ana akım medya tarafından olduğu gibi kullanılıyor olmasıdır. Seçim sonrasında yapılan anketlerde oy tercihlerinde sosyal güvenlik, gelecek kaygısı, hayat pahalılığı gibi konuların belirleyici olduğu görüldü. Göçmenler ve mülteci düşmanlığı da bunlara bağlı olarak prim yaptı. Bu nedenle ekonomik sosyal sorunların sorumlusu partilerin AfD’den yakınmasının tutarlı bir tarafı bulunmadığı gibi, AfD’nin güç toplamasını engelleyebilmeleri de pek mümkün görünmüyor. Hristiyan Demokratların koalisyonun büyük ortağı olması ve hükümet sözleşmesinde de görüldüğü gibi sorunların derinleşmeye devam edeceği gerçeği de önümüzdeki dönem açısından AfD’nin işini kolaylaştırıyor.

Bunun farkında olan CDU/CSU’nun aşırı muhafazakâr kanadı AfD’nin normalleştirilerek, bir taraftan güçten düşürme, diğer yerelden ve eyaletlerden başlayarak bir “partner” haline getirmenin hesaplarını yapıyor. “Bild” gazetesinin temsil ettiği Alman sermayesinin bir kanadı uzun süredir AfD’nin “ülkenin bir gerçeği” olduğunu propaganda ederek normalleştirilmesini istiyor. Bir kanadı ise normalleştirilmeden zayıflatılmasını istiyor. Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın (BfV) hazırladığı ve AfD’yi “kesin aşırı sağcı” raporu bu kesimlerin izlediği politikanın bir yansıması olarak okunabilir.

AfD’nin emekçilere karşı sermayenin çıkarlarını savunma bakımından diğer partiler gibi gerçekten sistem için normal bir parti olduğu söylenebilir. Onu farklı kılan ise özellikle mülteciler ve göçmenler konusunda yaptığı radikal ırkçı çıkışlardır ve “protesto” partisi olmasıdır. İçerisinde azımsanmayacak sayıda faşist olması da bir diğer özelliğidir.

Meclis çatısı altından başlayarak AfD’nin sadece göçmenlerin değil aynı zamanda Alman işçi ve emekçilerin düşmanı olduğu ortaya çıkarılıp teşhir edilmedikçe, halk arasında ırkçılığa karşı mücadele anlayış geliştirilmediği sürece tartışmaların tümü ırkçı partinin işine yaramaya devam edecek gibi görünüyor.

Bütün bunlardan ötürü olup bitenleri bir kez daha gözden geçirip, ona göre geniş kesimleri etkileyen bir söylem ve eyleme ihtiyaç var. Bu ihtiyaç, AfD ile yüzeysel değil, programatik, ideolojik, siyasi bir mücadeleyi gerektiriyor. Bu ırkçı partiye oy veren milyonlarca işçi, emekçi ve genç, ancak AfD’nin sermaye için yeni bir alternatife dönüştüğü gerçeği anlatılabildiği takdirde kazanılabilir. Sorunların asıl sorumlusunun göç ve göçmenler değil, kapitalizm ve onu ayakta tutun sermaye ve partileri olduğu gerçeğinin üzeri, yoğun bir propagandayla örtüldüğü için bu parti gerçek yüzünü de gizleyebiliyor.

 

Sonuç Yerine

Almanya örneğinde görülebileceği gibi, kapitalist-emperyalist sistemde derinleşen emekle sermaye arasındaki çelişkiler ve sorunlar, eski düzen partilerinin geniş halk kitleleri arasında güven kaybına yol açmıştır. Alabildiğince yıpranan ve kısmen çözülme süreci yaşayan bu partilerin önemli bir bölümü daha fazla milliyetçi, şoven, göçmen ve mülteci düşmanı bir çizgiye kayarak, sözde aşırı sağın yükselişini engellemeye çalışıyor.[5] Ancak bunu başarabilmiş değiller. Emperyalist rekabet, pazar paylaşım mücadelesi, savaş ve silahlanma konusunda sermayenin ihtiyaçları, yeniden toparlanmalarının kısa sürede zor olduğunu da gösteriyor. Çünkü sermayenin ihtiyaçları daha fazla emekçi düşmanı politikalar hayata geçirmelerini gerektiriyor. Geleneksel düzen partilerinin yıpranmışlığı, kitlelerin bu partilerden kopuşu gelinen aşamada aşırı sağ, popülist partilerde somutlaşan yeni siyasal aktörleri ortaya çıkarmıştır. Bu yeni düzen partilerinin izlediği ekonomi politikaları alabildiğince neoliberal olduğu için sermaye için sorundan çok, yeni imkanlar anlamına da geliyor. Görünen tek sorun ise bu partilerin bir kısmı emperyalist kamplaşmada Rusya ve Çin’e daha yakın görünüyor olmaları. Ancak bu “yakınlık” izafidir ve bu ülkelerin uydusu konumunda değillerdir. Keza yakınlığın hepsi için aynı düzeyde olduğunu söylemek de mümkün değil. Fratelli de İtalia ABD, AB ve NATO çizgisine bağlı. ABD’de Trump’ın ikinci kez seçilmesiyle birlikte güç toplama süreci hız kazanırken, ABD eksenine yaklaşma da artırmıştır. Trump ve ekibinin bu partiler üzerinden Avrupa’yı ABD çıkarlarına göre yeniden dizayn etme de yakın dönemin olacakları arasında yer alıyor.

Aşırı sağın yükselişinin sermaye açısından çok büyük bir sorun teşkil etmediği, ülkelerin özgünlüklerine bağlı olarak, söylenebilir. Tarihsel nedenlerde ötürü önemli farklılık ve özgünlüğün Almanya’da olduğu anlaşılıyor. Düzenin eski partileri ayakta kalıp, birlikte meclislerde çoğunluk sağladıkları sürece, aşırı sağın iktidar ya da ortağı yapılmaması şimdilik ana eğilimi olarak görünüyor. Bu eğilimin temel kaygısı aşırı sağın daha fazla güç toplamasının Alman sermayesinin uluslararası çıkarlarını zedeleyebileceği yönünde. Ancak bu değişmez değil. Ortaya çıkan eğilimler, gerektiğinde ve koşullar oluştuğunda aşırı sağın yönetim düzeyinde olmasına da mutlak olarak karşı değiller. Benzer bir eğilimin Fransa’da da olduğu söylenebilir.

Dolayısıyla günümüzde iktidar ya da iktidar ortağı olan aşırı sağcı partilerin bir kısmının birkaç yıl içinde geleneksel düzen partilerine dönüşerek güç kaybetmelerinin koşulları olgunlaşıyor. Bu partilerin bazıları bulundukları noktadan daha faşist bir çiziye kayabilir, bir kısmından ise daha faşist örgütler çıkabilir.

Düzen partilerinden kopan ve aşırı sağcı partilere yedeklenen işçilerin ve emekçilerin yeniden kazanılması, kapitalizme karşı mücadele birliklerinde örgütlenmesi süreci tersine çevirebilir. Ne var ki; emekçi sınıfların dikkatini çekecek, devrimci parti ve örgütlerin sayısı henüz çok sınırlı. Tarihin bu makus talihini değiştirmek ancak yeni güçlü devrimci ve komünist partiler inşa etmekle mümkün. Ülkelerin tarihsel özgünlüklerine uygun geniş tabanlı antifaşist, ırkçılık karşıtı cepheler, var olan ekonomik sosyal sorunlara çözümleri önüne koyarak ilerleyebilir. Sosyal sorunlarla aşırı sağın, ırkçılığın, milliyetçiliğin yükselişi arasındaki doğrudan bağ görüldükçe ve aşırı sağın eksi düzen partilerinin alternatifi olmadığı ortaya konuldukça, antifaşist cephenin antikapitalist karakteri geniş kitleler için daha ilgi çekici hale gelebilir. Bu durum doğal olarak kendisini siyasi bir mecra olarak ifade etmenin koşullarını yaratacak. İşçi sınıfının ekonomik sosyal sorunlarının merkeze alınması durumunda, bugün seçeneksizlikten yönünü aşırı sağa çeviren işçiler, emekçiler hızla kazanılabilir.

Dünyanın içinde girdiği ekonomik-siyasi sarmal, emperyalist-kapitalist sistemin artan çelişkileri, buna bağlı olarak işçi sınıfının düzen partilerinden kopma eğilimi arayışı, yeni görevler ve imkanlar kapitalizme karşı mücadelede yeni olanaklar sunuyor. Bu olanaklar doğru değerlendirildiğinde yeniden güçlü komünist işçi partileri ortaya çıkabilir.

[1] Schroeder, W. und Weßels, B. (2023) “Radikalisiert und etabliert,” www.otto-brenner-stiftung.de/afd-radikalisiert-und-etabliert/

[2] AfD 2025 Seçim Programı (Programm für Deutschland), afd.de/wp-content/uploads/2025/02/AfD_Bundestagswahlprogramm2025_web.pdf

[3] Avusturya emeklilik sistemi, emekli maaşlarını halihazırda çalışmakta olanların katkılarıyla finanse eden bir sistemidir. Katkı oranı 1988’den beri %22,8 olup, işveren ve çalışanların her biri bir pay ödemektedir. Almanya’dan yüksek bir oran. Standart emeklilik yaşı 65 olmakla birlikte, kadınlar 2023 yılına kadar 60 yaşında emekli olabilmekteydi. Maaşlar da Almanya’dan yüksek. Bekarlar için 1.656,05 Avro’ya ve 40 yıllık sigortalı çiftler için 2.235,34 Avro’ya yükseltilen bir asgari emekli maaşı bulunmaktadır.

[4] Afd 2025 Seçim Programı, sf. 22.

[5] Bu kayışın tek nedeni elbette aşırı sağın yükselişini engellemek değildir. Siyasi ve ideolojik olarak temsil ettikleri sınıfın çıkarları da bunu gerektiriyor. Küresel rekabette ulusal pazarın ve çıkarların savunulmasını amaçlıyorlar.