Mustafa Yalçıner
Son süreç Bahçeli’nin 1 Ekim’deki TBMM açılışında DEM Parti sıralarına giderek başkan ve yöneticilerinin ellerini sıkmasıyla başladı. Ardından yine Bahçeli’nin Öcalan’a çağrısı geldi. “Umut hakkı”nı da söz konusu eden Bahçeli çağrısında, Öcalan’dan Meclis’e gelip konuşarak PKK’nin silah bırakması ve kendisini feshetmesini istedi.
Israrla çağrısının arkasında durdu ve her grup konuşmasında tekrarladığı çağrısında sadece küçük geri adımlar attı, ama çağrısı gerekçesini ve özünü korudu. Bahçeli, “milli birlik ve kardeşlik” ihtiyacına vurgu yapıyor, “1000 yıllık kardeşlik”ten söz ediyor, bunun yolunun örgütün kendisini feshetmesi, yönetici ve militanlarının silah bırakarak “Türk adaletine teslim olması ve haklarında verilecek hükmü beklemeleri” olduğunu bildiriyordu. “Terörle pazarlık yapılmaz” diyerek tartışmalara kapıyı kapatmaktaydı. Pazarlık yoktu, PKK teslim olacak, yoksa zor kullanılacaktı.
Uzunca bir süre, özellikle burjuva muhalif çevrelerde Bahçeli’nin Erdoğan’dan habersiz bir “çıkış” yaptığı ve Erdoğan’ın farklı görüşte olduğu savunuldu. Kanıt olarak, Erdoğan’ın konuşmaması ama sadece Bahçeli’nin açıklamalar yapması gösterildi. Oysa sürecin başlarında sözcülüğünü Bahçeli üstlenirken Erdoğan’ın sessiz kalması, görüş ve yaklaşım farklılığının değil, ama ittifak içindeki görev bölüşümü ve resmi olarak karar ve imza yetkilisi olması nedeniyle olası bir olumsuz gelişme karşısında kontrolü elde tutma ihtiyacının ürünüydü.
Bahçeli’nin çağrısı öncesinde 30 Ağustos’ta Erdoğan “yapmamız gereken iç cephemizi sağlam tutmaktır” demiş, “Ortadoğu’da haritalar kanla yeniden çizilirken, İsrail, savaşı Lübnan’a taşırken iç cephemizi güçlendirmemiz gerek”tiğinden söz etmişti. Bahçeli’nin, çağrısıyla yapmaya çalıştığı “iç cepheyi güçlendirme” çabasından başka bir şey değildi. Ama Erdoğan’la Bahçeli arasında farklılık ve “Cumhur” içinde çatlak beklentisiyle muhalif medyada sakız gibi, bir değil iki değil, programlar boyunca çokça çiğnendi. “Cumhur’da çatlak” beklentisinde olanları, Erdoğan’ın aynı Ekim ayı içinde yaptığı “Cumhur İttifakı tarafından açılan tarihi fırsat penceresinin kişisel hesaplara kurban edilmemesini ümit ediyoruz. Siyaset kurumu Meclis, sivil toplum, basın, akademi ve topyekûn millet olarak hep beraber terörün ve şiddetin olmadığı bir Türkiye’yi inşa edelim istiyoruz” içerikli Bahçeli’ye destek açıklaması da durduramadı.
Erdoğan’dan ilk kapsamlı açıklama Ocak başlarındaki AKP Diyarbakır İl Kongresi’nde geldi: “Son dönemde gerçekleştirilen çalışmaların tek bir amacı vardır, terör örgütünün kendini feshetmesi, silahların kayıtsız şartsız teslim edilmesi, örgütün siyaset üzerindeki vesayetinin tamamen kaldırılması, bölücü örgütün baskısı dolayısıyla bir Türkiye partisi olma vasfını kazanamayan siyasi yapıya bu yönde kendini geliştirme fırsatı verilmesi, bölgede artan çatışmalar karşısında iç cephemizin güçlendirilmesi.” Erdoğan’ın az sonraki Mersin Kongresi’ndeki konuşması ise “Cumhur’da çatlak” yorumlarına son noktayı koydu: “Cumhur İttifakı ortağımız Sayın Bahçeli’nin gündeme getirmesiyle başlayan gelişmeler nihai aşamasına yaklaşmaktadır. Bölücü terör belası bertaraf edilecektir.”
Bahçeli’nin Erdoğan’la koordinasyon halinde ısrarla yaptığı çağrılar meyvesini vermezlik etmedi. Kürt ulusal hareketi; gerek DEM Parti, gerekse Öcalan ve onun üzerinden PKK çağrıyı önemsedi ve bir fırsat olarak gördü.
El sıkışıldı ama rivayet muhtelif
Şüphesiz DEM Parti, Öcalan ve PKK ya da genellenerek Kürt ulusal hareketiyle “Cumhur” partileri, AKP, MHP ve Erdoğan’la Bahçeli milliyetçilik ortak paydasına sahip olsalar bile, ezilen ve ezen milletleri temsil etmeleriyle karşıt pozisyon, görüş ve eğilimlere sahipler ve on yıllardır süren çatışmanın tarafları. Çağrının da Kürt ulusal hareketiyle sözcü ve temsilcileri açısından Erdoğan’la Bahçeli’den farklı anlam ve içeriğiyle, farklı bağlamda ve kuşkusuz farklı amaçlarla ele alınıp değerlendirilmesinden doğalı olamazdı. Öyle oldu. Birkaçı dışında her konuda görüşler farklıydı.
Süreç dendi, ama sürecin tarafların üzerinde fikir birliği ettiği ortak bir adı bile bulunamadı. Süreç uzun süre adsız kaldı ya da adına sadece “süreç” dendi. Bahçeli’yle Erdoğan’a göre “Terörsüz Türkiye”, Kürt ulusal hareketine göreyse “barış” ve “demokratikleşme” süreciydi. Nitekim Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı “fesih” içerikli çağrının başlığı “Barış ve Demokratik Toplum”. Kürtlerin ulusal varlığıyla haklarını tanımayan Bahçeli ve Erdoğan’la Saray iktidarı Kürt ulusal hareketinin kendisine biat etmesini arzularken ulusal hareket ulusal hak eşitliğine ulaşma amacında.
Çağrı iktidarın ülkede ve bölgede yaşadığı sıkışmışlıktan
Peki “iç cephenin tahkim edilmesi” ve ona hizmet etmesi amacıyla gündeme getirilen bu “süreç”e olan ihtiyaç nereden doğdu?
Ortağı Bahçeli ve partisiyle ittifak halinde hüküm süren Erdoğan ve Saray iktidarının hem ülke içinde hem de uluslararası alanda ve özellikle bölgede küçümsenemeyecek sıkışma ve açmazlar yaşadığı aşikâr.
Ülkede açmaz dorukta
Bu sıkışma ve açmazlar tek bir alana özgü de değil ve ekonomik, mali ve siyasal alanları kapsıyor. Türkiye ekonomisi bir kriz içinde olmamakla birlikte geçtiğimiz çeyreklerde sanayi üretiminde hatta iki kez üst üste yaşadığı negatif büyümeyi de kapsayarak inişli çıkışlı istikrarsız bir gelişme sürdürüyor. Yatırım için gerekli sermayeye olan ihtiyaç hem özel hem kamu yatırımları açısından giderek büyüdü ve dış borçla yerli ve yabancı krediye daha güç ulaşılabilir oldu. İzlenen düşük faiz politikasının çıkmaza girmesinin ardından M. Şimşek’le yükseltilen ve son birkaç gözden geçirmede yatırımların canlandırılması amacıyla yeniden düşürülmeye başlanan faizlerin indirilmesi tutumu sürdürülemedi. Kamu harcamaları olağanüstü kısılmasına karşın Sarayınkiler başta olmak üzere vazgeçilmeyen sefahat ve lüks düşkünlüğünün yanı sıra zimmet ve yolsuzlukların üzerine binen dövizlerin yükselişini belirli bir noktada tutabilmeye yönelik hazine harcamaları ekonominin iki yakasının bir araya getirilebilmesine olanak tanımıyor. Enflasyon bir miktar düşse bile, Şimşek’in hazinenin başına geçip toplumun alt sınıflarına yönelik sıkı para politikası izlemeye başladığı dönemle aynı düzeyde. Öte yandan büyük sermayeye tanınan teşvik, vergi indirimi ve aflarıysa sürüyor; emekten sermayeye, alt sınıflardan üst sınıflara gelir transferi dizginlerinden boşanmış halde, ancak buna rağmen sadece yabancı sermayenin değil yerli sermayenin de yurt dışına akışı ya da kaçışı önlenemiyor. Henüz bir borç krizinden söz edilemese ve iç ve dış borçlar döndürülebilse bile, çevrim giderek zorlaşıyor ve maliyeti yükseliyor. Yeni yatırımlar bir yana eski borçların ödenmesine yönelik bulunabilen yeni borçların faizleri her geçen gün yükseliyor. Bir mali krizden de söz edilemese bile, unsurları giderek birikiyor. Döviz ve MB’ndaki döviz rezervleri açısından da durum benzer. Henüz bir döviz krizi yaşanmıyor, ancak döviz ve altın fiyatlarının durmaksızın yükselişi önlenemiyor.
Öte yandan Türkiye hayat pahalılığının en yüksek seyrettiği ülkeler arasında. Lüks olanlar bir yana zorunlu tüketim harcamaları, gıda, ulaşım ve kira türünden giderler İngiltere ve İsviçre gibi ülkeleri aratmıyor. Beslenme ve barınma yurt dışından tatile giden ve Euro ya da pound olarak kazandıklarını harcayanlar bakımından bile pahalı bulunuyor. Et, süt, peynir, yumurta gibi zorunlu tüketim maddesi kapsamında sayılması gereken ürünlerin İstanbul fiyatları Londra ve Zürih fiyatlarının üzerinde, kimilerinde iki katına yakın.
Öncesinden devralınıp Şimşek imzalı Orta Vadeli Programla izlenen ucuz işgücüyle ihracata dayalı ekonomi politikası işçi ve emekçilerin ülkenin toplam gelirinden aldığı payın ciddi ölçülerle düşmesine götürdü. Şimşek’in sözde rasyonelleştirdiği Erdoğan’ın mali ve ekonomik politikalarından da beslenen yüksek enflasyon düşmekte olan gerçek ücret ve gelirlerin dibe vurmasına neden oldu. Üç yıl içinde GSYİH içinde emeğin payı 5 puan azaldı. Bugün ortalama ücret halini almış olan asgari ücret iki ay içinde açlık sınırının altında kaldı. Kamu toplu sözleşmelerinde ücretlerine –gerçeği açıklananın iki katıyken– resmi enflasyonun 20 puan altında zam dayatılan işçiler, çoğu yasaklanıp polis ve jandarma saldırısına uğrayan zorlu grevlerle ücretlerine ancak istisnai olarak enflasyonun üzerinde zam alabildi. Ortalama emeklilik aylıkları ise daha da vahim. Ocak 2025’te 12.500 TL’den 14.469 TL’ye yükseltilen en düşük emeklilik aylığı emeklilerin büyük bölümünün geliri durumunda ve örneğin İstanbul’da 20 bin TL’nin altında en izbe ve rutubetlisinden kiralık ev bulmak olanaksızken beslenmeye bile yetmiyor! Büyük ölçekli kapitalist tarım bir yana çiftçilik ve hayvancılık kötürümleşti, maliyetini kurtarmadığı için çoğu köylü ekim yapmaz/yapamaz oldu.
Banka ve tekeller yüksek kârlar elde ederken, herkes artık Erdoğan’ın “kaynak yok” diyerek işçi ve emekçilerle emeklilere hiç değilse enflasyon oranında zamla bile vermediği parayı vergi indirim ve afları, teşvikler ve “yap-işlet” modeliyle ihale ettiği köprü ve havaalanlarının işletmecilerine hazine garantileriyle bol bol dağıttığını biliyor ve bu nedenle Erdoğan iktidarı hoşnutsuzluk ve tepkileri tavan yapan sömürülen yığınların hedefinde. Sıkışıklık yaşayan Cumhur ittifakı partileri durmaksızın destek ve oy kaybediyor ve bunu işaret etmeyen anket yok.
İBB Başkanı E. İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve tutuklanmasına tepkilerin gösterdiği Saray iktidarına karşı yükselen hoşnutsuzluk iktidarın dayanakları ve sebeplenenleriyle ideolojik olarak destekleyicilerinden oluşan ve giderek darlaşan bir kesim dışında bütün halk sınıf ve katmanlarının tepkisini mayalandırmadan edemedi. Halkın hoşnutsuzluk ve tepkisi yaşam ve çalışma koşullarının ciddi ölçülerle kötüleşmesinden temelleniyor, ancak kaynağı tüm yükü sırtlarına bindirilen ekonominin sıkıntı ve açmazlarından ibaret değil. Halkın her hoşnutsuzluğunun önce görmezden gelinip ardından bastırılmasına, her tepkisinin zorla yanıtlanmasına yönelik iktidarın tutumu, grev ve gösterilerin yasaklanıp dağıtılmaya çalışılması, her hak arayışının karşısında devlet gücünü bulması, hiçbir talebin karşılanmaması ama ya dikkate alınmaması ya da hatta aşağılamayla karşılık bulması, örgütlenme, ifade, gösteri, basın vb. özgürlüklerinin kulak ardı edilip en küçük bir tweetin bile “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla dava konusu edilmesi, deprem, yangınlar, İliç’teki türünden iş cinayetleri karşısındaki umursamaz yaklaşımlar halkın tepkilerini tırmandıran siyasal koşulları oluşturdu.
Saraçhane gösterilerinde simgelenen ama birkaç kent dışında tüm ülkeye yayılan kitleselliğiyle toplumsal muhalefetin yükselişine götüren bu hoşnutsuzluk kuşkusuz en başta Erdoğan, ekibi ve ortağı Bahçeli tarafından gözlenmekteydi.
Ve üstelik Erdoğan-Bahçeli ortaklığına dayalı Saray iktidarı iki on yılı aşkın süredir ilk kez giderek sertleşen burjuva muhalefetin yükselişiyle de tehdit edilmekteydi.
Yüz yüze olduğu zorlukları aşarak iktidarını sürdürmenin tek yolu olarak –gerçekte sertleşen ulusal ve uluslararası koşullarda çıkarları doğrultusunda ekonomi politikası ve doğrudan politik alana ilişkin hızlı çözümler oluşturulup kararlar alınmasını giderek daha çok zorunlu sayan tekellerin ihtiyaçlarının ifadesi olan– yasaklar ve zorbalığın dozunun gittikçe arttığı siyasal merkezileşme ve otoriterleşme güzergahında ileri adımlar atmakta olan Saray iktidarı faşist bir diktatörlük inşa etmeye yönelmişti.
Faşizmin kurumsallaştırılması elbette asıl olarak işçiler başta olmak üzere halk kitleleri ve toplumsal muhalefetin bastırılmasına yöneliktir, ancak tek adamın kişiliğinde parti-devlet birliğini ve tek parti diktatörlüğünün kurumsallaştırılmasını da kapsayarak “majestelerinin muhalefeti” çizgisini aşma içerikli burjuva muhalefetin de varlığına kasteden içeriklidir. İktidarın devletin faşistleştirilmesi yoluyla sürdürülmesi yöneliminde gerçekte iktidara payanda olurken göstermelik muhalefet rolünü üstlenmenin ötesini amaçlayan burjuva muhalefete de yer yoktur ve iktidar alternatifi oluşturmaya yönelen CHP Saray iktidarı tarafından hedef alınmıştır. Belediyelerine kayyım atanarak başlanan ve anketlerin Erdoğan’ı alt edeceğinde ortaklaştığı CHP’nin cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu tutuklanarak ilerlenen süreç yargı eliyle yürütülmektedir ve İBB’ye kayyım atanarak rant olanaklarının ele geçirilmesinin yanında kongresinde yolsuzluk gerekçesiyle kayyım atanacak CHP’nin de “uysal muhalefet” çizgisine çekilmesini amaçlıyordu. Toplumsal muhalefetin Saray iktidarının hesaplamadığı güç ve yaygınlıkta yükselişiyle en azından şimdilik akim kalan bu hesap varlık-yokluk noktasına sıkıştırılmakta olan CHP’yi yine Saray iktidarının hesaplayamadığı ölçüde radikalleştirerek –şüphesiz denetimi altına almayı hedeflediği– toplumsal muhalefetle birleşmeye yöneltti.
Sarayın hesabı şimdilik tutmadı; ama hem önceki eş başkanları ve çok sayıda yönetici ve üyesi zaten cezaevlerinde tutulan ve kayyım politikasıyla yönetimindeki bir dizi belediyeye el konup başkanları tutuklanarak muhalif saflarda mücadele etmeyi sürdürmesi halinde “başına gelecekler” konusunda uyarılan özel olarak DEM Parti ve Öcalan’la genel olarak Kürt ulusal hareketine –umut hakkından da söz edilerek– Kürt sorununun çözümünün bir adımı olabileceği beklentisi yaratması öngörülerek PKK’nin silahsızlanması ve feshi çağrısı yapılması, hem de Kılıçdaroğlu döneminde olduğu gibi muhalefetini sokağa taşımayacağı ve halka dayatılan açlık sınırının altındaki gelirlerle yoksulluk ve yasakların sözünü etse bile hele muhalefetini toplumsal muhalefetle senkronize etme girişiminde bulunmayacağı öngörülerek CHP’nin Erdoğan karşısında iktidar olma heves ve mücadelesinin püskürtülmesi amacına yönelik tutuklamalar ve kayyımlarla sindirilip terbiye edilmesi ve olmazsa denetim altına alınması içerikli önlemler –ikisi de iktidarın iç cepheyi tahkim ederek iktidarının devamını sağlama tutumunun ifadeleri olarak uygulamaya kondu. Kürt ulusal hareketi iktidara muhalefet etme ve özel olarak son yıllardaki CHP’yle çeşitli biçimlerde ittifak kurma tutumundan caydırılıp Erdoğan’a ömür boyu başkanlık hakkı tanımayı da kapsayacak bir anayasa yapımına “olur” vererek iktidarla birlikte davranmaya ikna edilirken, CHP’nin de ya boyun eğerek ya da zor kullanılarak “uysal” muhalifliğe rıza vermesi sağlanacak ve böylelikle “iç cephe tahkim edilerek” ülkede “milli birlik ve beraberlik” tesis edilecekti– hesap buydu! İç cephe, muhalefetin de tek adam iktidarı etrafında birleşmesiyle tahkim edilecek, milli birlik ve beraberlik Cumhur İttifakı etrafında toplanılarak sağlanacaktı. Hesapladıklarının iki ayağından biri bile tutsa yeter sayılacak ve iktidar seçimli ya da seçimsiz sürdürülebilecekti.
Üstelik hesap içinde hesap da vardı: Kürt ulusal hareketi tek adam iktidarına önemli zorluklar çıkarıyor ve hele muhalif saflarda yer tutup birinci parti çıktığı 2024 yerel seçimlerinin ardından olağan bir seçimde Erdoğan’ı alt edecek adayıyla iktidar alternatifi durumundaki CHP muhalefetiyle farklı biçimlerde ittifak kurduğunda bu zorluklar büyümekle kalmıyor, Saray açısından varlık-yokluk sorunu oluşuyordu. Dolayısıyla Öcalan’a çıkarılan çağrının, kayyım ve tutuklamalar türünden baskılarla bunaltılmasına uğraşılmış Kürt hareketi tarafından kendisine sunulan bir “çıkış yolu” değeri taşıdığı şeklinde anlaşılarak, muhalif safları terk etmesi, en azından tarafsızlaşması ve muhalefetin bölünmesi öngörülüyordu. Ulusal hareketin, Kürt sorununda çözüm olmasa bile iyileşme vaat edilmiş gibi yapılıp pazarlıklara çekilerek hiç değilse tarafsız davranmaya mecbur edilmesi, bir adım sonrasında yeni bir Anayasayı bu pazarlıklar üzerinden “birlikte” yapmak üzere yedeklenmesi ve muhalefetin bölünmesiyle iktidar “gemisinin” sular bir miktar dalgalanmış olsa bile eskisi gibi seyretmesi hesaplanıyordu.
Ancak iki ayağı ya da bileşeniyle de evdeki hesap çarşıya uymamış görünüyor. Üstelik hiçbir zaman hesaba katılmamış olan halk ayağa kalktı ve bütün oyunları bozan toplumsal muhalefet gündeme oturdu.
CHP’nin muhalefetine ne boyun eğdirilebildi ne de başına bir kayyım atanarak uysallaştırılması gerçekleştirilebildi. Üzerindeki baskı eksilmiş değil, ancak en azından toplumsal muhalefet bastırılamadan iktidarın CHP’yi alternatif olmaktan çıkarmayı başarması zor görünüyor.
19 Mart’la birlikte yükselişe geçen toplumsal muhalefet içinde açıktan ve tüm gövdesiyle yer almasının önü alınabilmiş olsa bile, Kürt ulusal hareketininse Saray iktidarının hesaplarının ötesinde kendi hesapları var ve o da her siyasal hareket gibi kendi yolunu doğrultmanın mücadelesini veriyor. Erdoğan-Bahçeli hesabının Kürt ulusal hareketiyle ilgili olarak da tutması –bazı sağcı ve solcu Türk milliyetçileri Bahçeli’nin hemen ardından ve iktidarın hesaplarından hareketle, sanki bu hesaplar tutmuşçasına– hiç vakit kaybetmeden Kürt hareketini suçlamaya girişmiş olsa da, hiç kolay değil.
Evet, Bahçeli –tabii ki Erdoğan’ın onayıyla ve devlet adına öncesinde Öcalan’la yürütülmeye başlanmış tartışma ve pazarlıkların belirli bir döneminde– yaptığı çağrıyla PKK’nin silah bırakıp kendisini feshederek teslim olmasını istedi ve Öcalan’ın bu yöndeki çağrısı doğrultusunda PKK 5-7 Mayıs tarihlerinde topladığı iki günlük Kongresinin ertesinde 12 Mayıs’ta silahlı mücadeleyi durdurduğunu ve kendisini feshettiğini açıkladı. Gerekçe ve dayanakları değişik olmakla birlikte buraya kadar bir fikir birliği ve üzerinde uzlaşılmış bir uygulama var. Ancak rivayetin muhtelif olduğu ve tarafların farklı gerekçe ve nedenlerle bu uzlaşmaya vardıkları ve örneğin Kürt ulusal hareketinin Bahçeli-Erdoğan ikilisiyle bir birlik oluşturup ittifak kurmadığı herhalde ortada.
Erdoğan şimdiden hülyaya daldı
Henüz silah bırakılmadan Erdoğan’ın gözleri önünde dolarlar uçuşmaya başladı. Silah bırakılmamıştı, ama bırakılır bırakılmaz bölge kalkındırılacak ya da yeni kazançların zemini olacaktı. 14 Mayıs’taki grup konuşmasında “Terörün vesayetinden kurtulan” bölgede “daha etkin hizmetler üretme imkanına kavuşacağız” diyen Erdoğan hiç vakit kaybetmeden “… uluslararası girişimcileri, kazan-kazan anlayışıyla, ülkemizin ekonomik bakımdan bakir bölgelerine yatırım yapmaya çağır”maya başladı. “Yeni bir dönemin başladığını” belirten Erdoğan yeni tatlı kârlar beklentisiyle bölgeyi kapitalizme açma azminde. “Terör” dolayısıyla kullanılamayan kaynakları “harekete geçirmeye zaten başlamıştık. Petrol başta olmak üzere, tüm madenlerimizi süratle milletimizin emrine amade kılacağız. Tekstilden makineye, sanayinin tüm alanlarında yeni tesislerin inşasını teşvik edecek, destek vereceğiz. Tarihi ve tabii güzellikleriyle eşsiz hazinelere sahip bölgemizi, turizmin en gözde destinasyonu haline getireceğiz. Güneydoğumuzun mümbit topraklarını, sulamadan tohuma her alanda verimli tarım projeleriyle buluşturup, gıda sektöründeki küresel liderliğimizi pekiştireceğiz” diyor. Aynı konuşmasında vali ve kaymakamların yetkilerinin artırılarak yerel yönetimlerinin asıl karar vericileri kılınmasıyla kayyımların da istisna haline geleceği “müjdesini” veren Erdoğan gelişecek kapitalizmin getirilerinin garanti altına alınabilmesi için tek adam yönetimini güçlendirecek gerekli siyasal önlemleri de ihmal etmiyor. “İç cephenin güçlendirilmesi” bu yönüyle de son derece önem taşımaktaydı.
Çağrının ikinci nedeni iktidarın bölgede yaşadığı sıkışma
Burada, Bahçeli’yi ve şüphesiz adına hareket ettiği devleti söz konusu çağrıyı yapmaya yönelten ikinci temel etkene ya da ulusal nedenlerinin yanında iç cepheyi tahkim etmenin uluslararası ve bölgesel nedenlerine eğilmek şart.
Devlet ülke içinde PKK ile mücadele konusunda hayli mesafe aldı ve özellikle İHA ve SİHA’ların yoğun olarak çatışmalarda kullanılmasıyla birlikte PKK’nin önce ülke içinde ve ardından giderek Kuzey Irak’ta mevzilendiği alanlarda hareket olanakları ciddi ölçülerle sınırlandı ve örgüt giderek güneye, Kandil’e doğru çekilmek durumunda kaldı. Devlet açısından askeri açıdan eskiden olduğu ölçüde tehdit olmaktan uzaklaştı.
Ancak tek adam iktidarın sözcüleriyle başta ordu olmak üzere devlet kurumları tarafından “eşittir PKK” şeklinde değerlendirilen ve kendisinden PKK ile arasına bir tire işareti konarak söz edilen PYD ve onun yönlendirici bileşeni olduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Esad iktidarı döneminde IŞİD saldırıları karşısında kendilerini savunarak Suriye’nin kuzeyinde üç kanton halinde örgütlenmişti. Bu kantonlardan Afrin Türk Ordusu tarafından askeri harekatla ele geçirilmiş, fakat SDG Suriye Kürtleriyle ülkenin kuzey ve kuzeydoğudaki Arapların birlik örgütü olarak Şam ve Halep’te bazı mahallelerle Mümbiç’i denetiminde tutarken Fırat’ın doğusunda Tışrin Barajı dahil enerji üretim merkezleriyle tahıl üretim bölgelerinin büyük bölümünde egemenliğini pekiştirmişti. Egemenliği altındaki topraklarda çok sayıda askeri üs kuran ABD’nin Suriye’deki dayanağı durumunda olan SDG ABD tarafından destekleniyordu ve dolayısıyla Türkiye, ABD’nin kendisine karşı kullanmakta olduğu “yumuşak karnı”nı oluşturan Kürt sorunundan, Kürtlerin yalnızca Türkiye’deki değil Suriye’deki varlığı açısından da kurtulma çabasındaydı.
“İç cephenin tahkim edilmesi”, bu yönüyle, Türkiye’nin çıkarlarının Suriye üzerinden tehdit altında oluşu karşısında “dışa karşı”, bölgesel düzeyde cephe tahkimini de kapsamaktaydı. Üstelik “tahkim”in bu yönünün, Öcalan’a çıkarılan çağrı bakımından küçümsenebilir türden olmadığı gibi, hatta birinci dereceden öneme sahip olduğu da söylenebilir. “İç cephenin tahkimi” açısından Kürt halkının desteğine ve %10 dolayında oyuna sahip Meclis’teki partisiyle Kürt ulusal hareketinin muhalefet saflarından koparılması önemli olduğu kadar Suriye’de başkaları tarafından kullanılması önlenerek tehdit olmaktan çıkarılması öngörülen Kürtlerle hele sağlanacak bir ittifak ve kazandıracakları üzerine hülyalara dalınacak kadar büyük öneme sahiptir.
Bahçeli, Öcalan çağrısını, Saray iktidarının ülke içindeki açmazlarının yanı sıra Suriye Kürtlerinin öneminden de hareketle Esad’ın devrilmesinin öngünlerinde yaptı.
İsrail Gazze’ye yönelik başlattığı saldırısını Lübnan’da Hizbullah’ı hedef alarak sürdürüyor, İran’ın Suriye’deki hedeflerini vuruyor, doludizgin ilerliyordu. Erdoğan, 1 Ekim’deki Meclis açış konuşmasında İsrail’in “Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacak” diyerek abartsa bile bu ülkenin Suriye’ye ulaşan ilerleyişinden özellikle Kürtlerle ilişkisi açısından tedirgindi. Yine de Amerikan yönlendirmesinde bu ülkeyle Suriye’ye yönelik koordineli hareket etti. Esad’ın devrilmesi HTŞ’nin iktidar koltuğuna oturması dolayısıyla Türkiye’ye bir nefes aldıracaktı, ancak İsrail’in kısa sürede Şam kapılarına dayanması ve Fransa’nın Lübnan ve Suriye’ye müdahale etmeye başlaması Erdoğan iktidarına Kürt sorununun aciliyetini hatırlatmaktaydı. Bahçeli’nin çağrısı Suriye’deki rejim değişikliğini önceledi; istihbarî bilgiler gelişmelerin yönüyle ilgili kestirimlerde bulunmayı olanaklı kılmış, ABD’nin yanı sıra İsrail ve Fransa’nın da Türkiye’nin “yumuşak karnı” olarak değerlendirerek Suriye’deki Kürt varlığını destekleyen tutumlar geliştirmeleri öngörülerek, Türkiye, Bahçeli aracılığıyla ön almaya çalışmıştı.
Nasıl gelişmiş olursa olsun, Suriye’deki Kürt özerkliğinin Türkiye’ye yönelik olarak rakiplerce kullanılabilecek bir tehdit olmaktan çıkarılması, bölgedeki gelişmeler karşısında iç cephenin tahkim edilmesi ihtiyacı ve bu amaçla Öcalan’a çağrı çıkarılmasının temel bir hareket ettiricisidir.
Emperyalizm, bölge gericiliği ve ezilen Kürt ulusu
Geçmeden bir parantez açarak emperyalistler ve bölge gericilikleriyle Kürt sorunu arasındaki ilişkiye değinmeliyiz.
Bazı mahallelerinde toplandıkları Şam, Halep, Humus gibi kentlerin yanı sıra asıl olarak Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınır boylarında Afrin, Kobane, Haseke, Kamışlı gibi kentler ve köylerinde yerleşik olan Kürtler, 2011’e gelinceye kadar Esad ve öncesi dönemde siyasal varlıkları kabul edilmek bir yana vatandaş dahi sayılmamış ve nüfus olarak bölünmüş oldukları diğer devletlere benzer şekilde hak eşitliğinden yoksun ve Arap milliyetçiliğinin baskısı altında ezilen bir ulus olarak, üstelik kimliksiz yaşayageldiler. İç savaş başlarında kendilerini savunma kaygısıyla yöneldikleri örgütlenmenin kantonlar düzeyine ulaşması ve IŞİD karşısındaki direnişlerinin dünyanın gündemine oturup desteğini almasının ardından IŞİD saldırıları karşısında hava desteğiyle yine havadan silah ve gıda yardımı sağlayan ABD ile geliştirdikleri ilişkiler giderek kalıcılaşıp bu ülkenin askeri üsler kurarak bölgeye yerleşmesine vardı. Ve ABD “desteğini” almış, giderek örgütlenmesini geliştirerek küçümsenemeyecek miktar ve nitelikte silahlı birliklere sahip olan bu gücü bölgeye ilgi duyan hiçbir ülke görmezden gelemedi.
Tabii ki ABD, Fransa, İsrail ya da bir başka emperyalist ya da bölge gericiliğinin Kürtlerin ulusal hak eşitliği talebiyle ilişkisi yalnızca istismar ve bu taleplerle Kürt sorununu Türkiye’ye karşı kullanarak kendi gerici çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışmaktan ibarettir ve Suriye’deki Kürt ulusal varlığı bu emperyalist ve gericiler açısından kendi çıkarlarına alet edebilmenin ötesinde olumlu bir anlam taşımamaktadır. Kimileri Rojava Kürdistanı ve Kürt özerk bölge topraklarını Suriye’deki dayanakları olarak kullanırken, kimileri 100 bin kişilik –az-çok düzenli ve milis– silahlı gücünü kendi amaçları doğrultusunda kullanma peşindedir, kimileriyse Türkiye ve HTŞ egemenliğini Kürtler aracılığıyla dengeleme yaklaşımındadır. Rojava Kürtleri ve PYD ise onlardan Türkiye ve HTŞ’nin kendilerine yönelik baskılarını dengelemek ve geçmişte Türkiye’nin askeri harekatları türünden “operasyonlara” hedef olmaktan kaçınabilmek için yararlanma çabasındadır. Bununsa Kürtler açısından ciddi risk ve açmazlar taşıyıp büyük tehlikelere kapı aralayacağı tarihin bir dersidir. Rojava’da bugüne kadar olduğu gibi, emperyalistler ve gericilerin çıkarlarıyla ezilen ulusların, burada Kürtlerin çıkarları dönemsel olarak çakışabilir ve bu çakışma belirli kazanımlara da olanak sağlayabilir, ancak çıkarların farklılaşmasının yol açabilecekleri kadar yalnızca uzun vadede değil kısa vadede de yaratacağı bağımlılık ilişkileri kaçınılması gereken türdendir.
Emperyalistler ve bölge gericiliklerinin dünya ve bölgeye ilişkin olarak farklılaşabilecek gelişmeler bağlamında çıkarlarının farklılaşmasına bağlı olarak ya da hatta kendi ülkelerindeki iç politikaya ilişkin belirli gelişmeler, örneğin hükümet değişiklikleri nedeniyle politika ve stratejilerinde olmasa bile taktiklerinde oynama ve değişmeler şüphesiz olanaklıdır. Ve Rojava’da kantonlar olarak örgütlü Kürtlerin başlıca zaafı, özellikle Türkiye karşısında kendilerini savunma güçlerinin yetersizliği dolayısıyla, geleceklerinde, politika ve tutumları farklılaşabilecek Amerikan emperyalizmi ve İsrail gibi bölge gericiliklerinin desteğine önemli paylar biçiyor oluşlarıdır. Emperyalistler ve bölge gericilikleri çıkarları gerektirdiğinde her an desteklerini çekebilir ve hatta örneğin Türkiye ile anlaşarak tam tersi davranış içine girebilir. ABD’nin Rusya karşısında üç yıl boyunca desteklediği Ukrayna’yı bir an bile düşünmeden sırtından hançerleyip ortada bırakması emperyalistlerin desteğinin niteliği, zamanında İran Şahı’nın Irak’la anlaşarak uzun süredir üs vererek desteklediği Barzani’yi desteğini çekerek ortada bırakması bölge gericiliklerinin desteklerinin niteliğini göstermeleri bakımından bilinen örneklerdir. Üstelik günümüz açısından hem Türkiye ve hem de SDG’ye destek veren ve tercihi bu ikisini bir “orta” noktada uzlaştırmak olan ABD’nin her ne olursa olsun Türkiye’ye karşı SDG’yi desteklemesi beklenemez ve bu desteğe güvenilerek gelecek kurgulanamaz. Kendi gücünü ve özel taleplerine ilişkin beklentilerini abartmazsa Ortadoğu’nun yeniden dizaynında Türkiye’nin ABD’ye sunacağı olanaklar küçümsenemez ve bunun farkında olan Trump’ın ABD yönlendirmesinde Türkiye ile İsrail’i yan yana getirip bloklaştırma çabasında olduğu bilinmektedir. Eğer tercih durumunda kalırsa, ABD’nin tutumunu belirleyecek Türkiye ile SDG’nin ABD için değerleri açısından artı ve eksilerinin somut koşullarda birbirlerine göre ağırlığı olacaktır.
Çağrı karşısında Kürt hareketinin tutumu
Saray iktidarı ve Bahçeliyle Erdoğan kadar Kürt ulusal hareketi ve en başta A. Öcalan’ın da PKK’nin özellikle son yıllardaki zorluklarının yanı sıra Ortadoğu’nun yeniden dizaynı sürecinde Türkiye’nin yüz yüze olduğu zorluk ve hatta açmazların farkında olduğu tartışmasızdır.
Öcalan ve Kürt ulusal hareketi askeri açıdan PKK’nin gittikçe daha da darlaşan bir alana sıkışmakta olduğunu ve hareket yeteneğinin büyük ölçüde sınırlandığını, giderek silahlı mücadeleyi sürdürmekte zorlandığını görmekteydi. Üstelik birinci “barış süreci”nde Türkiye’yi barışmaya iten ABD yıllar öncesinden PKK’yi “terör örgütü” saymakta ve askeri harekatlarında Türkiye’nin elini serbest bırakmaktaydı. PKK’nin Süleymaniye dışında belirli bir ilişki sürdürebildiği kimse hemen hemen kalmamıştı. En başta Öcalan bu durumuyla bölgenin yeniden dizaynında önemli enerji kaynakları ve yeni gündeme gelen “Kalkınma Yolu” da içinde nakil yollarının yer aldığı topraklarda artık silahlı bir örgüt olarak PKK’ye yer olmadığının farkındaydı.
Bu nedenle Bahçeli’nin çağrısını manevra yapabilme amacıyla değerlendirmek Öcalan’ın işine geldi. Hem de bugüne gelinceye kadar Kürt sorununun en sert karşıtı olan ve birinci “barış süreci”ne cepheden karşı tutum alan faşist partiden çağrı gelmesini, manevra yapabilmek açısından Öcalan fazlasıyla olumlu bulmuş olmalıdır. Çağrının Bahçeli’den gelmesi, Türk milliyetçilerinden gelebilecek karşı koyuşları en aza indirecekti.
Öcalan’a göre, Rojava’daki özerk yapılanma, mücadele yeteneği önemli ölçüde zayıflayan ve bir silahlı güç olarak varlığını sürdürmesinin önünde ciddi güçlükler biriken PKK ve silahlarıyla kıyaslanamaz ölçüde önemliydi ve Rojava için PKK’nin silahsızlanması benimsenebilirdi. Bahçeli ve Saray iktidarıyla PKK’nin silah bırakması ve kendisini feshetmesi üzerinde uzlaşan Öcalan ve Kürt ulusal hareketinin farklı olan hesabı, bu silahsızlanmanın Türkiye’deki Kürt sorunuyla fazlasıyla iç içe geçmiş olan Rojava açısından bir olanağa dönüştürülmesiydi: PKK’nin silahsızlanması ve kendisini feshi üzerinden Türkiye’nin genel olarak Kürtler ve özellikle Suriye Kürtlerine yönelik baskısını sınırlama ve KCK sistemi içinde yer alan PYD ve onun bir bileşeni olduğu SDG’nin Suriye’de belirli bir statü elde etmesi.
Nitekim kısa süre içinde Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Brian Hughes’ın “önemli bir gelişme” olarak tanımladığı çağrının “Türk müttefiklerimizin, ABD’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki IŞİD karşıtı ortakları konusundaki endişelerini hafifletmeye yardımcı olacağını umuyoruz” şeklinde değerlendirilmesi bu hesabın dayanaksız olmadığını gösteriyor.
Üstelik, yasal örgütlenmelerinin binlerce yönetici ve üyesi cezaevinde olan, çok sayıda belediyesine kayyım atanan Kürt ulusal hareketinin ülke içinde de bir nefes almaya ihtiyacı vardı. Sonuç vermeyecek ve barışa ulaştırmayacak olsa bile sürdürülmekte olan görüşmelerin belirli bir rahatlama sağlayacak olması doğaldı. Halkın yeterince ikna olmaması, hareketsizleşme ve demokrasi mücadelesi erteleme türünden bedelleri oluyordu, olacaktı, ama geçici olsa bile bir rahatlama da sağlanmıştı.
Süreç ve uzlaşılanlar…
“Pazarlık yok!” prensibinde anlaşılmış görünüyor. İktidarca “pazarlık yapılıyor” görüntüsünün Türk milliyetçi çevrelerle onların etkilerini hissettirdiği kitleler üzerinde olumsuz etkileri olacağı düşünülüyor ve bu, ilerleme sağlamak isteyen Kürt ulusal hareketinin de işine gelmiyor olmalıdır.
2013-15 Birinci “Barış süreci”nden bilindiği ve Ö. Özel’in olasılıkla fazla geriye giderek açıkladığı gibi, Öcalan’la MİT ve belki daha başka devlet görevlileri aracılığıyla görüşmelerin herhalde Bahçeli ve Öcalan’ın açıklamalarının epey öncesinde başladığından kuşku duyulamaz. Bu görüşmelerde belirli bir yol haritası ve yanı sıra bir dizi konularda anlaşmaya varılmış olması beklenir. Belirli noktalarda fikir birliğine varılmış olsa bile “pazarlık yok!” görüntüsü verilmesinin bunlardan biri olması doğaldır.
Verilmek istenen “pazarlık yok” görüntüsünün yanı sıra çağrının masayı devirerek ilk “barış süreci”ni olumsuz sonuçlandırması, durum ortadayken “ben Kürt sorununu çözdüm” demesi ve son yirmi küsur yılda Kürt halkının yaşadıklarının sorumlusu olması nedeniyle sicili iyi olmayan Erdoğan değil ama bugüne kadar çözüme en sert karşı tutum alan Bahçeli tarafından yapılmasından beklenen sonuç alınmış görünmüyor. Çağrıyı Bahçeli yapmış olsa ve –ortalıkta tersine açıklamalar dolaşırken– pazarlık yapılmadığı ve yapılmayacağı ileri sürülse de Türk milliyetçisi çevrelerle onlardan etkilenenler ikna edilmişe benzemiyor. Türk kökenli geniş çevrede coşku olmasa bile ilk “barış süreci”ndeki kadar bile bir istekliliğe rastlanmıyor olması bunu işaret ediyor. Üstelik bu kez, “süreç”e ciddi bir destek verdiği söylenemeyecek Kürt halkında da oluşan bir şey alınmadan sadece verildiği algısı dolayısıyla ilk “süreç”teki türden bir heyecan ve coşku yok, Öcalan’ın açıklaması Diyarbakır ve Van’da kalabalık mitinglerde okunduğunda katılanlar dinleyip olumlu bir tepki vermeden hızla dağıldı. Düzenlenen halk toplantıları da Kürt halk kitlelerinde bir tutum değişikliğine yol açamadı.
Üzerinde anlaşmaya varılmış ikinci konunun –yine birinci barış sürecinde olduğu gibi– uzlaşılan konularda kamuoyuna ancak iktidarın onay vereceği kadarıyla açıklamalar yapılması, ama sürecin şeffaf yürütülmemesidir. Bu, rızalarının sağlanması için kitlelerin hazırlanması açısından bir yere kadar anlaşılır olsa da, Kürt ulusal hareketinin birinci süreçten çıkardığı derslerden biri olan şeffaflık ihtiyacıyla karşıtlık oluşturmakta ve iktidara verdiği sözlerden kolaylıkla dönebilme olanağı sağlamaktadır.
Ancak Kürt ulusal hareketinin, önde gelen PKK militanlarının belirli üçüncü ülkelerden birinde ikamet etmelerinin sağlanması, PKK tutuklu ve hükümlülerinin belirli ceza indirimlerinden yararlandırılması, Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi ve anlaşıldığı kadarıyla anadilinde eğitim ve belki birkaç kültürel talebin kayda geçirilmesi türünden bir dizi elde edeceklerinin yanında, asıl olarak silah bırakarak ulusal hak ve demokratikleşme mücadelesini siyasal araçlarla sürdürmeyi onayladığı görüntüsü egemendir. Gerek Öcalan’ın çağrısı gerekse DEM Parti sözcülerinin demeç ve açıklamalarından anlaşılan budur. Kürt ulusal hareketi görece barışçıl ortamın kolaylaştıracağı koşullarda mücadele ederek sağlayacağı kazanımları hedefleyerek, ulusal hak eşitliğini siyasal mücadelesinin başarısına bağlamış görünmekte ve kısa vadeli asıl kazanımının Rojava ve PYD ile SDG’nin kabul edilebilir koşullarda yaşamını sürdürmesinin garanti edilmesinde görmektedir.
Rojava’nın selameti yanında şeffaflıktan verilen taviz önemli sayılmamaktadır.
Öte yandan görüşmelerin, tarafların Kürt ulusal hareketiyle Saray iktidarı olmaktan çıkarılıp genişletilerek muhalefet partilerinin de katılımı ve Meclis’in konuyla ilgili gelişmelerinin kararlaştırıcısı olmasıyla sürdürülmesinin kabul edilmesi herhalde olumlu bir gelişme sayılmalıdır. Her ne kadar Meclis çoğunluğu Cumhur ittifakının elinde ve Saray belirleyici olacak olsa da, farklı ses ve bakış açılarıyla farklı yaklaşım ve tutumların katkısı Kürt sorununa genişleyecek tartışmaların gelişmesi ve sonucu açısından olumludur. İktidarın bu sorun üzerinden de muhalefeti kendine bağlamaya ve kendi etrafında toplanmaya yönelik baskılamaya çalışması ve örneğin kendi Anayasa değişikliğini dayatması şüphesiz muhalefeti zorlayacak, ancak yine de Saray sorunla ilgili tek söz söyleyici olmaktan çıkacaktır.
Öcalan’ın çağrısının gösterdiği dönüşümler
Herhalde Öcalan’ın PKK’ye yaptığı silah bırakma ve kendisini fesih çağrısında kullandığı argümanlara yer vermezsek yazı eksik kalacaktır.
Öcalan’ın tanık olduğu tüm hile, tuzak ve oyunlarının deneyinden geçtiği Ortadoğu’nun siyasal mücadeleler arenasında yetişmiş usta bir politikacı olduğu kuşkusuz. Öte yandan Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlıklı çağrısının ilk iki paragrafı PKK’yi kuran Öcalan’la fesih çağrısı yapan Öcalan’ın farkını, yaşadığı ideolojik ve politik dönüşümü gözler önüne sererken, varmak istediği hedefe ulaşmak için gerçekleri isteğine göre yorumlayabildiğini de ortaya koymaktadır.
Kurduğu PKK gibi, Öcalan’ın ideolojik politik şekillenmesi de geçen yüzyılın son çeyreğinde ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalizmden etkilendiği dönemde gerçekleşmiştir. Ancak asıl etkilendiği ve PKK’nin de “ağır etkisinde kaldığını” söylediği, sosyalizmden çok Kruşçev’le birlikte modern revizyonizme dönüşmüş “reel sosyalizm” olarak tanımladığı gericileşmiş SSCB’dir. Yerini aldığı sosyalizmin ardından, sözünü ettiği “reel sosyalizmin çöküşü” ekseninde dünyanın geçirdiği değişim PKK ile birlikte Öcalan’ın da yaşadığı ideolojik-politik dönüşümü koşullamıştır. Dün sosyalizmden söz eden Öcalan, değişen dünya koşullarında savunucuları azalan ve değerinden kaybettiğini varsaymaya başladığı Marksizmin eleştirmenlerinden ve en çok liberal solcu Wallerstein’le eko-anarşist M. Bookchin’den etkilenip giderek Marksizm ve sosyalizmi suçlamaya yöneldi. Hala kapitalizme karşı olduğunu söylemekte ve demokratikleştirerek sosyalizm olmaktan çıkardığı bir sosyalizmden söz etmektedir; ancak gerçekte kapitalizmin sosyalizm dışında aradığı alternatifini yine kapitalizmin sınırları içinde ve onun doğayla barışık demokratikleştirilmesinde, “demokratik modernite”de bulmuştur. Çözüm, herkese yer olacak “demokratik ulus”tadır ve ona göre en iyisi, ekolojik konfederalist yapılanmadır!
Bookchin gibilerinden etkilenerek geliştirdiği görüşleriyle Öcalan “demokratik ulus”, “demokratik modernite” ve “ekolojik konfederalizm” lehine ulusal bağımsızlıktan PKK’ye yaptığı fesih çağrısının çok öncesinde vaz geçmiş; çağrısında yükselen kapitalizmin olağan ulusal örgütlenme biçimlerine dayanaklık etmediğini, ama “aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu” saydığı “ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler” türünden yapıların “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olama”dığını iddia etme noktasına gelmiştir. Nitekim bağımsızlık yerine bölgede Kürt nüfusun yaşadığı ülkelerde kurulu ulus devletlerle, onların üniter yapıları içinde konfederal birlikler halinde varlığını sürdürme yaklaşımını şimdi değil çağrısının yıllar öncesinden bu yana savunmaktadır.
“Dört parçada birleşik bağımsız Kürdistan” hedefinden bölgesel özerkliğin bile gereksizliği ve konfederalizm noktasına gelinmesinde Öcalan’ın üzerinde durmadığı bir önemli gerçek de rol oynamış olmalıdır. PKK kurulduğu dönemde feodal zorbalığını yoğun baskısı koşullarında gelişen kapitalizmin uyandırdığı ulusallığın başlıca yoksul köylüleri mücadeleye çektiği ve PKK’nin damgasını vurduğu Kürt ulusal hareketinin büyük çoğunluğuyla feodal zulme karşı silaha sarılan yoksul köylü gençlerden oluştuğu bir gerçekti. Süreç içinde ulusal hareket daha çok şehirli, legal ve kitlesel bir karakter kazanarak ülkenin üçüncü büyük kitle partisine dayanaklık etti. Ulusal bilinçte bir gerileme olmasa bile etkin olduğu koşullar farklılaştı. Ve bir yandan da gelişmekte olan kapitalizm Kürt coğrafyasında sınıf farklılıklarını su yüzeyine çıkarmakla kalmadı, ama geliştirdi. Artık, Antep, Maraş, Urfa, Malatya gibi kentler fabrikaları ve yoğun Kürt işçi nüfuslarıyla anılıyor. İstanbul, İzmir, Adana, Mersin gibi büyük kentlerin işçilerinin azımsanmayacak bir bölümüyse Kürt. Dolayısıyla artık Kürtler sınıf mücadelesiyle de tanışıyorlar, tanıştılar. Ve Öcalan en önemlisi ulusal hareketi böleceği düşüncesiyle savunmasını hazırladığı dönemden başlayarak sınıf mücadelesine ve işçi sınıfına karşı dışlayıcı tutum aldı.
Öcalan’a göre, PKK “Kürt realitesinin inkarı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı oluşan zeminde doğmuştur” ve bu “zemin” emperyalist kapitalizme değil ama yalnızca 20. yüzyıla özgüdür. Sözlerinden bugün artık Kürt realitesinin inkar edilmediği sonucu çıkmaktadır. Nitekim Öcalan PKK’nin feshini, “1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü” ile “ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmelerin” PKK’nin varoluşunu anlamsızlaştırmasına dayandırmaktadır.
Türkiye’de kimlik inkarının çözüldüğünü herhalde ileri sürülemez, bu gerçeğe aykırılık oluşturur. Bırakalım başkalarını ve inkarın nesnel temellerinin –tekellerle pekiştirilmiş kapitalizmin egemenliği ve tekelci kapitalizmin işgücünün sömürüsünün yanı sıra ezilen halklar ve uluslarla zenginliklerinin yağmalamasına dayanması– varlığını sürdürmesini, Öcalan’ın aracılar üzerinden masaya oturup anlaşmaya çaba gösterdiği Bahçeli’yle Erdoğan’ın ikisi de ulusal haklarıyla Kürt ulusu ve Kürt sorununun varlığını inkar etmekte, “Kürt kardeşim” derken biat etmiş Kürdü kastetmektedir. “PKK’nin anlam yoksunluğuna” ikinci kanıt olarak ileri sürülen “ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler” ise çok sayıda gazeteciyle sadece 19 Mart’tan bu yana üç bin kişinin gözaltına alınıp beş yüzünün tutuklandığı Türkiye’nin gerçekleriyle zıtlık halindedir. Günümüz Türkiye’sinde Erdoğan’la Bahçeli ve yakın çevreleri dışında herhalde hiç kimse ifade özgürlüğünde olumlu gelişmelere tanık olduğumuzu iddia etmeyecektir!
Öcalan’ın çağrısında geleceğe yönelik olaraksa iki önemli yaklaşım üzerinde durulmaya değerdir.
İlki, Türk-Kürt ilişkileri üzerinedir. Öcalan “1000 yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve Kürtler”in, “hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için” “ittifak içinde kalmayı zorunlu gör”düklerini, gericilik ya da düşman yerine kullandığı “kapitalist modernitenin” “200 yıldır bu ittifakı parçalamayı esas gaye edindiğini”, “günümüzde esas görev”in bu “tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde yeniden düzenlemek”, olduğunu söylemektedir. Türklerle Kürtler arasında hak eşitliğine dayalı iyi ilişkiler ve kardeşlik şüphesiz savunulmakla kalınmamalı ama uğruna mücadele edilmelidir. Kardeşlik ve dayanışma demokrasi mücadelesinin görmezden gelinemez şartıdır, sosyalizm mücadelesi içinse Kürt ve Türk işçileri etnik kökenleri önemli olmadan bütün bir sınıf olarak tek bir birleşik sınıf partisinde örgütlenmelidir. Ancak bugün Saray iktidarının temsil ettiği tekellerin egemenliğini hedef alan demokrasi mücadelesinin temel ittifakı olarak işçi sınıfıyla Kürt halkının kardeşçe birliği ve dayanışması bir yana, ittifak ve hele 1000 yıllık ittifaktan söz edildiğinde, “kime karşı” sorusu yanıt bekler.
Kürt kaynakların verdiği iki örnekten ilki, R. Diyojen komutasındaki Bizans ordusuyla Alpaslan komutasındaki Selçuklu ordusu arasındaki Malazgirt Savaşı’nda yaklaşık 10 bin kişilik Kürt birliğinin Selçukluyla birlikte savaştığıdır: Bizans’a karşı Selçukluyla ittifak. İkincisi İdris-i Bitlisi’nin Çaldıran Savaşında Safavilere karşı Osmanlının yanında yer almasıdır. Örnek verilmez, ancak Abdülhamid’in Kürtlerden kurulu Hamidiye Alaylarının da sözü edilebilir. Peki, şimdi Kürtler Türklerle kime ya da kimlere karşı ittifak yapacaklar? “Kazan-kazan” olarak formüle edilerek bu ittifakın hem Türklere hem de Kürtlere kazandıracakları üzerinde duruluyor. Kime karşı ittifak ne kazandıracaktır Kürtlere –bu yanıtlanması zorunlu bir sorudur! Günümüzde böyle bir ittifakın olanaklı görülebilecek tek alanı Ortadoğu ve Kürtlerin Türkiye tarafından bölgedeki yayılmasında kullanılması olabilir. Değilse, nedir?
Öte yandan, Kürt işçi ve emekçilerinin, Erdoğan tarafından “ülkemizin ekonomik olarak bakir alanlarına yatırım yapmaya” çağrılan “uluslararası girişimciler”le “kazan-kazan” anlayışıyla ve Kürt burjuvazisinin de katılımıyla “yerli-milli” burjuvazinin birliği ya da ittifakının hamiliğine terk edilmesi olmamalıdır bu “ittifak”!
Çağrının geleceğe ilişkin ikinci önemsenmesi gereken yaklaşımı, “toplumun demokratikleşmesi” ve “Cumhuriyetin demokrasiyle taçlandırılması” olarak konan hedeflere ulaşılmasında tutulması gerektiği ileri sürülen yol ve yönteme ilişkin. “Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur” diyen Öcalan bugünkü kapitalist sistemin değişmezliğini benimserken, genel olarak ve hem de Saray iktidarı koşullarında günümüzde “demokratik uzlaşma temel yöntemdir” demektedir. Bu Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir mücadele konusu olarak görülmediği, ama ancak uzlaşmaya dayanabileceği anlamındadır ki, kabul edilebilir değildir.
PKK Kongresini talimatlandırdığı amaca ise katılmak olanaksızdır: “… devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın”! Kürtler eşit haklara sahip olma şartıyla tabii ki toplumla bütünleşsinler. Bu açıdan söylenecek şey yoktur. Ama “devletle bütünleşme” ne demektir? Kürt halkının devletle bütünleşmeye değil, onu demokratikleştirmek üzere mücadeleye ihtiyacı var!
Sonrası ya da geleceğe ilişkin perspektif
Gerekçeleri tartışılabilir, ancak silahların susmasına şüphesiz ki kimse itiraz edemez. Bir ulusal örgütün kendisini feshetmesiyse tabii ki kendi bileceği iştir, buna da kimsenin söyleyeceği söz olamaz. Öcalan’ın gerekçelendirmeleri eleştirilebilir, ama gerekçesinin şu ya da olması silahların susmasının eleştirilmesini gerektirmez. Silahı yüceltip kutsallaştırarak silahlı mücadelenin her koşulda temel olduğunu savunan ve mücadele biçimlerinin halkın mücadelesinin gelişmesi içinde şekillenmek yerine masa başlarında kararlaştırılabileceğine inanlar dışında ve hele Marksizm adına koşullarıyla ilgilenmeden silah bırakılmasına itiraz yöneltilemez.
Marksistler ezilen ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin etme haklarına şartsız saygı gösterirler. Savundukları ulusal hak eşitliği ve bütün ulusların eşit haklara sahip olduklarıdır. Ezilen ulusların kaderlerini tayin haklarını ayrılmayıp ezen ulusla birlikte aynı devlet içinde kalma yönünde kullanmaları da yine kendi bilecekleri iştir.
PKK’nin silah bırakması ve ulusal kaderi tayin hakkının birlik yönünde kullanılması, DEM eş başkan ve sözcülerinin de ilk tepki olarak söyledikleri gibi, inkar gerekçesi olarak hak talepleri ve mücadelelerinin önüne dikilen “terör” suçlamasını geçersizleştirecek ve hak mücadelesini kolaylaştıracaktır.
İşçi sınıfı, sosyalizm davası ve mücadelesi açısından da, bu, aynı suçlamanın ortadan kalkışıyla sermaye ve gericilikçe özellikle kışkırtılan Türk-Kürt bölünmesinin yanı sıra karşılıklı olarak şiddet aletlerinin kullanıldığı ulusal kavganın (ulusal mücadele ve bastırma operasyonları) baskılayarak ikinci plana itilmesindeki rolü nedeniyle sınıf mücadelesinin gelişmesini engelleyici etkisi açısından da bir rahatlama sağlayacağı için olumlu bir gelişmedir.
Öte yandan silahların susması kuşkusuz ulusal hak eşitsizliklerinin ortadan kalktığı ya da otomatik olarak kalkacağı anlamına gelmiyor. Ulusal özgürlük, toplumsal özgürlük gibi, henüz uğruna mücadele edilmesi gereken bir hedef olarak kalmaktadır ve silahların susması ulusal özgürlük ya da ulusal taleplerin geçersizleşmesi veya elde edilmiş olmaları demek değil. Tersine, silahların susması, mücadelenin başka araçlarla devam edecek olması demektir. Nasıl ki savaş politikanın silah kullanılarak devam etmesiyse, silahların susması da silahın yerini politik araçların alacağı politik mücadelenin devam edeceği anlamındadır.
Kürt sorununun çözümü ve ulusal hak eşitliği için mücadele, ülkenin demokratikleşmesi mücadelesinin önemli bir parçasıdır.
Orijinalite oradadır ki, ülkenin demokratikleşmesi mücadelesinin hedefi durumunda olan Saray iktidarı, ülke içi ve bölgedeki sıkışmışlığı dolayısıyla Bahçeli’nin çağrısıyla bu son süreci gündeme getirmiştir. Amacının ulusal hak eşitliği olmadığından kuşku duyulamaz. İnkarcıdır ve amacı hak tanımak değil, tersine “Terörsüz Türkiye” adını taktığı bu süreç aracılığıyla kendisine biat etmesini sağlayarak Kürt halkını iktidarını sürdürmenin bir payandası haline getirmektir. Kürt halkını ikna etmek açısından Saray iktidarının vermek zorunda olduğu –ceza indirimleri, bir dizi tahliye ve anadil ve varlığının tanındığının kanıtı olarak “Kürt” sözcüğünün kayda geçirilmesi gibi olası bazı haklar türünden– belirli tavizlerden de yararlanarak ulusal hak mücadelesini, ülkenin genel demokratikleştirilmesi mücadelesinin bir parçası olarak yürütmede ısrar herhalde yapılacak şey olmalıdır.
19 Mart süreci ve ardından yükselen toplumsal muhalefetin, ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesinin önemli bir parçası olan ulusal hak mücadelesinin ilerletilmesi ve Kürt sorununun demokratik çözümü açısından bir dayanak ve fırsat olduğu kuşkusuzdur. Kürt halkına bugüne kadar olduğunun en ilerisinde destek vermekte olan CHP’nin bu tutumu küçümsenmemelidir ve herhalde Kürt ulusal hareketince de küçümsenmeyecektir. Toplumsal muhalefetin birliği, mümkün olan en geniş dayanaklara sahip olması ve ulusal eşitlik talebini de kapsayarak gelişmesi ülkenin demokratikleştirilmesinin bugünkü tek yoludur. Faşist bir diktatörlük kurma yolunda son adımlarını atmakta olan tek adam yönetiminin iktidarının devamını sağlamaya yönelik olarak yaratmaya çalıştığı beklentiler Türkiye’nin demokratikleştirilmesi mücadelesini önleyemez, önlememelidir.









