Nuray Sancar

Uluslararası Göç Örgütü (IOM) 2020 yılına ait raporunda, Kovid-19 salgınına bağlı kısıtlamalara rağmen şiddet ve çatışma bölgelerinden göç etmek zorunda kalanların rekor düzeye yükseldiğini açıkladı. Örgütün hazırladığı rapora göre 2020’de 26 milyon kişinin mülteci kaydı yapıldı, 55 milyon kişi de kendi ülkelerinde yer değiştirdi. Somali, Etiyopya (1,7 milyon) ve Güney Sudan (2 milyon) yerlerinden edilenlerin sayısının en fazla olduğu ülkeler arasında yer alıyor. Suriye beşinci. En çok göç alan ülkelerin başını Almanya’nın çektiği (ülkede 2020 itibarıyla 16 milyon göçmen yaşıyor) listede Türkiye 12. sırada. 2020 itibarıyla Türkiye’deki göçmen sayısı 6 milyonu aşmış durumda. Bu yıl içinde 4 milyon Suriyelinin göç rotası da Türkiye oldu.[1]

Raporda rakam olarak geçen göçmen/mültecilerin bir ülkeden diğerine göçerken yaşadıkları trajedi, basın ve medya aracılığıyla bütün dünyanın gözünün önünde gerçekleşiyor. Tıklım tıklım teknelerle Akdeniz’in güneyinden kuzeyine ulaşmaya çalışırken bir kısmının öldüğü, korsan polis örgütü Frontex’in acımasız geri itişleri yüzünden bir bölümünün sulara gömüldüğü, kara yoluyla göçenlerin kimi ülkelerde polis copu ve biber gazıyla kovalandığı, TIR içinde yol alırken havasızlıktan boğulmayanların şanslı sayıldığı, göç simsarları tarafından dolandırılmadan hedef ülkeye varmanın mucize olduğu bu yoğun insan hareketliliğinin bilançosunu gösteren raporlar elbette kesin ve net tespitler içeremiyor. İç savaşlar, emperyalist rekabet ve paylaşım kavgaları, ilhak ve işgaller, diktatörlüklerdeki ağır sınıf saldırıları ve katmerlenen kapitalist sömürünün daha kaç milyon yoksulu harekete geçirdiğini, geçirmek üzere olduğunu, ne kadarının kayıtsız-kağıtsız ve gizlice başka bir ülkede yaşadığını, kaç mültecinin mezarsız kaldığını ‘saymak’ o kadar kolay değil.

Göç rotasındaki ülkeler, sınırlarına dayanmış bu büyük insan akınından ucuz, şekilsiz; emek mücadelelerinin ve örgütlerinin disiplininden geçmemiş bir emek gücü ihtiyacını karşılayacak biçimde filtreleyerek yararlanıyorlar, ama geriye kalan, tolere edilemeyecek kadar yoğun ve vasıfsız işgücünü sınırın ötesinde tutabilmek için her şey, en uç sınırlarda deneniyor.

Bu yöntemler arasında en dramatik olanı, 1989’da Doğu Avrupa ülkelerini Batı’dan ayıran Berlin Duvarının yıkılmasını şenlik ve karnaval havasında kutlayan Avrupa’nın bir duvarlar kıtası haline gelmesi oldu. İspanya, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan, Fransa, Avusturya, Slovenya, Estonya ve Makedonya sınırları, belli bölgelerinde duvarlarla korunuyor.[2] Tel örgülerin, dikenli tellerin, betonarme yüksekliklerin, çelik zırhlamaların veya tenekeden derme çatma duvarların caydırıcılığından medet ummak, sadece Avrupa kıtasına özgü değil. Filistin yerleşimlerini günden güne daraltan İsrail’in ördüğü “Duvar” Avrupa dışındaki bariyerlerin en önemlilerindendir, ama bunun dışında Ortadoğu, Asya ve Afrika’da da çok sayıda bariyer ve barikat kurulmuştur ve sayıları da artmaktadır.

İhtilaflı Keşmir bölgesini ablukaya alan Pakistan, Bangladeş sınırına; Özbekistan, Kırgızistan ve Afganistan sınırına, Türkmenistan Özbekistan’a, Botsvana Zimbabve sınırına, İran Pakistan sınırına, İspanya Fas geçişine, Suudi Arabistan Yemen ve Irak sınırına, Tunus Libya’ya, Kenya Somali’ye vb. ördüğü duvarlarla sınır geçişlerini değişik tarihlerden itibaren korumaya aldılar.

Bu bölgelerde ‘terör geçişlerine’, ‘göçmen akımına karşı’, ‘güvenlik’ gibi gerekçelerle oluşturulan duvarlar, silahlı güçlerle pekiştirilemeyen, siyasi ve doğal sınırların çevrelemeye yetmediği “ulus-devlet mülkünü devlet dışı, ulus aşırı, süreklilik gösteren gayrı resmi güçler ve aktörler”den korumayı amaçlamaktadır.[3] Ve kuşkusuz yoksul ve çatışmalı ortamın mağduru olan insanlar bunların başında geliyor.

Duvar, uluslararası ilişkiler hukuku ve iç hukuk düzenleriyle şekillenmiş AB ülkelerinin bu yoğunlaşmış insan akımının önünü keserken, kendilerini inkar, kamuoylarını ikna etmeden aşamayacakları şiddet sınırının da bekçisidir. Bu ülkeler, söylemde demokratik değerlerin sahipliğine, 1789’dan mirasına ekli insan hakları müktesebatını içeren Kopenhag kriterlerine halel getirmiyormuş gibi görünmeye devam ederek, Ortaçağ’dan uyarlanmış bu barbar güvenlik kalkanıyla ‘düşman’a set çekiyorlar.  

ABD’nin Meksika sınırına yaptığı ve Trump’ın bedelini Meksika devletinden talep ettiği duvar, bu güvenlik kalkanları arasındaki en sansasyonel olanıdır. Bir gazetede “Binlerce Türk ABD’ye İltica Etti”[4] manşetinin altında yer alan fotoğrafta görüldüğü üzere, sınırdaki çifte bariyer arasında yürüyen veya tırmanarak duvarın tepesinde birikmiş insanlar bu barbarlığın da aşılabilir olduğunu gösterir. Duvarın eleme gücünü yenip ABD topraklarına ayak basabilen mülteciler duvarın arka tarafındaki güvenlik kuvvetleri, göç mafyası, silahlı ve karanlık caydırıcılar tarafından elenmezlerse rejimin yapmacık misafirperverliğiyle karşılanacak,[5] ama bir kısmı orada da elenmeye devam edecektir. Bütün bu eleme sistemlerine rağmen ‘hayal ülke’ye varabilenlerin büyük çoğunluğu vizesiz, kayıtsız, güvencesiz ve sigortasız en kötü işlerde çalışmak için milyonlarca benzeriyle yarışa girecektir.

Ağır yaşama ve geçim koşullarından, ölümle hayat arasında kalmaktan, hapisten, şiddetten kaçan, her şeyini kaybetmiş halde, sadece yaşayabilmek veya karnını doyurabilmek için daha gelişmiş bir ülkeye doğru zorlu yolculuğu sağ salim tamamlayarak hedef ülkeye varmış mülteciler ve göçmenler açısından yaşamsal tehditler sona ermiş değildir. Onları Akdeniz’de istiap haddi aşılmış tekne içinde, Niğde’de bir TIR’dan boşaltılırken[6], Van sınırına doğru akın akın yürürlerken, sınır boylarında kitleler halinde bekleşirken yayınlayan medyanın da yardımıyla, gelenler; içerideki, sözde düzenli hayatı bozuşturmak üzere, sadece ülkenin sınırlarını ve onları koruyan hukuki, fiziki duvarları delip aşan değil, aynı zamanda nizamı bozmaya, ‘ulusun birlik ve bütünlüğünü’ yıkmaya amade tehlikeli bir “güruh” olarak kodlanır.

O zaman ülkeye ikinci kez sınır çizen dışarıdaki duvarların yanında bir iç duvar daha yükselir. Bu, bir zamanlar deri rengi farklı insanlara karşı geliştirilen biyolojik içerikli ırkçılıktı. Sonra bunun yerine milliyetçi ırkçılık, kültürel ırkçılık gibi daha medeni terbiye biçimleri geçti. Sağ ve aşırı sağ partiler, sosyal demokratlar, medya, basın, siyaset, sözde aklıselimin sesi üniversiteler, bağımsız görünen akademisyenler, kimi sivil toplum örgütleri vb. ile pompalanan bu modern ırkçılık türü; ibret menkıbeleri, sansasyonel haberler, söylentiler, linç ve holiganlıkla her gün yeniden inşa edilen bu görünmez ama varlığını daima hissettiren duvar hep sağlam tutuldu. Göçmen ile yerli, ilk göçenle sonradan göçen, Batıdan göçen ile Ortadoğu’dan göçen arasında hiyerarşik tabakalaşmalar oluştu.

Milliyetçi-kültürel ırkçılık proleterleşmiş veya yeniden proleterleşmiş göçmenlerle yerli proleterler arasında sınır çizerek birleşik bir sınıf oluşumunu engellediği gibi, ayrıcalıklarını kaybetmekten ve proleterleşmekten korkan ara sınıfları da düzene bağlamaya yarıyordu. Her iki taraftaki, her tabakadaki nüfusu terbiye eden ve her seferinde, ayrıcalıkla ya da korkuyla düzene bağlayan bir eleme sistemi bu tür duvarlara ihtiyaç duymaktaydı.

***

Kaynak ülkedeki hukuki ve manevi bağlarından ayrılıp yeni ülkelerinde bambaşka değişkenlerle şekillenmiş toplumsal ilişkilerin, yasal düzeneğin, ‘mülteci/göçmen’ cemaatlerine biçilen roller ile beklentilerin, sınırlamalar ile kısıtlamaların oluşturduğu bir statüye sığdırılmaya çalışılan, bu her dilden-ulustan ve dinden korunaksız topluluklar hem yerel nüfusun hem de kendilerinin nesneleştirildiği bir toplumsal mühendislik çalışmasının hedefidirler.

Göçmenler/mültecilerin varlığı devletlerin ve çeşitli nüanslardaki düzen partilerinin, partileşmemiş hareketlerin, neo faşist oluşumların her gün bir vesileyle yeniden üretilmesinden sorumlu hissettikleri milli birliğin son zamanlardaki en önemli siyasi kozu haline geldi. Yabancı düşmanlığı, ırkçılık, kültürel ırkçılık, milliyetçilik ve cinsiyetçiliğin değişik miktarlardaki karışımından oluşan politikaların sürdürücüsü kurumlar için göçmen nüfus, yalıtılması, ayıklanması, en iyi ihtimalle entegre edilmesi gereken, yerli topluma zararlı bir dışsallıktır. Dışarıdan siyasi sınırları, fiziki duvarları, Frontex’i ile içeriden evrak şartı, mülteci kabul koşulları vb. ile korunan, içeride ise yasanın teyit ettiği devletin şiddet tekelinin bekçilik yaptığı milli bütünlük ve nizam, bu dışsallaştırmanın sürekliliğine de bağlıdır ve en önemli ideolojik zamkı ise ırkçılık ve milliyetçiliktir. Bu tür bir ırkçı-milliyetçilik, bugün kapitalizmin ürettiği temel ve yeni eşitsizliklerin yol açtığı kitle reaksiyonunu “refah toplumu” dönemindeki gibi, bölüşüm sistemindeki ayarlamalarla dindirme eğiliminde olmayan, kendisini buna zorlayan bir halk hareketi de olmadığı için olmak da istemeyen devletlerin koltuk değneği sayılır.

Ne var ki aslında böyle bir milli birlik hiçbir zaman olamamıştır. Bütün ulusal topluluklar kendi içinde sınıfsal, etnik, dini, mezhepsel, cinsiyetçi kategorilere ayrıştıklarından milli birliğin kendisi de bir realiteden çok bir vaat, her milliyetçi hareketin ‘kızıl elması’dır. Bu elmadan ulus-devlet çok iyi yararlanır. Göçmen topluluklarını kültürel ve ahlaki olarak düşük vasıfta standartlaştıran etiketler, (asalak, geri, suçlu, ahlaksız, kültürsüz) yerli nüfusun sınıf bölünmelerinin üstünü örter, farklı etnik kökenleriyle işçi sınıfının bütünleşmesini sürekli erteler. İnsanların eşit olamadığı sınıflı bir alemdeki pratik eşitsizliği haklılaştırıp doğallaştırmanın referansı olmak, ne kadar kötü nitelik varsa onunla şekillenen göçmen vasıfsızlığına düşer.

Kapitalizmin geçen yüzyıldaki evresinde birçok ülkede yasaklanmış olmasına rağmen gündelik hayatta ırk ayrımcılığı ve ırkçılık hep oldu. Eski sömürgelerin siyasal bağımsızlıklarının tanınmasından sonraki kalkınma politikaları kapsamında buralardaki ucuz işgücünün bir bölümünü kendi ülkelerinde istihdam etme eğilimine giren emperyalist devletler Afrika’dan, Asya’dan, Ortadoğu’dan işgücü taşıdılar. Daha önce ikinci sınıf insan muamelesi yapılanların durumu, bu yeni tarihsel dönemde de çok az değişti.

Teni farklı renkte, dini, kültürü ayrı insanların vasıfsızlığı ‘ırklarının’ doğal bir salgısı olarak görülmeye devam edildi. Bu yüzden de vasıfsız emek istihdamının olağan kadrosu olarak işaretlendiler. En kötü işler, eğitim ve nitelik gerektirmeyen faaliyetler, kötü okullar, düşük ücret bu aşağılanmış emekçilerin kaderi olarak görülüyordu. Sömürgelerden taşınanlar, eski köleler kendi kendini yönetme yeteneğinden yoksun halkların unsurları olarak tanıtıldılar. Batının iktisadi gelişmesine kaynaklık eden seçkin ulus niteliğine, becerisine, ahlaki değerlerine de sahip değillerdi. Dolayısıyla ancak bu türden işlerde çalışabilir, ayrıcalıklı ‘beyaz ulus’a ancak hizmet edebilirler, azla yetinirlerdi.

Böylece yabancı proleterler üzerinden emek gücü maliyeti olabildiğince aşağı çekildi. Kötü beslenmeleri, kötü barınma koşullarında yaşamalarının yanı sıra toplumların ortak manevi birikimine de ulaşamıyorlardı. Toplumun diğer kesimleriyle kaynaşmalarını engelleyen kentsel düzenlemeler, polis baskısı, linç ve saldırılar ile birlikte kendilerine ayrılan yerlere sıkıştılar. Sonuçta emekçi kesimler etnik, millet ve kültür hapishanesine tıkılmış katmanlar halinde bölünebiliyordu.

Irk ayrımcılığına karşı mücadeleler ten rengi (biyolojik) ırkçılığını önemli ölçüde geriletmişti. Özellikle 1960’larda ve 1970’li yıllardaki kriz döneminde gelişmiş kapitalist ülkelere akan göçmenlerin kaynak ülke dağılımında da farklılaşmalar oldu. Dünyanın her kıtasından, her renkte ve milliyette insan, zorunlu nedenlerle yer değiştirirken, bu yeni göç dalgalarındaki profil, sınıf hareketi, ırkçılık karşıtı, ‘medeni haklar’, barış, sendikal ve kadın kurtuluş hareketlerinin kısmen terbiye ettiği ve ‘demokratik olmaya zorladığı’ kapitalizmin daha örtük, yeniden yapılandırılmış ve yenilenmiş bir ırkçılığıyla muhatap oldu. Bu, göçmenlerin din, milliyet, kültür, yaşam tarzı, gelenek ve ahlaki prensiplerine yönelik küçümsemeyle beslenen bir dışlayarak içerme siyasetiydi.

***

İşçi ve emekçi sınıfların saflarındaki farklı özellikler ve kimliklerin nizamın aksamadan işleyebilmesi için tasnif edilmesi, tabakalaştırılması, kültürlere maddi değerler atfedilmesi kapitalizmin çeşitlilikleri yönetme taktiği olarak gelişmiştir. Bu süreçte milliyet, din ve cinsiyet sınıfın bütünleşme eğilimini kesintisiz olarak dağıtmaya ayarlı bir güvenlik anahtarı olarak kullanılır.

Göçmenleri paryalaştıran, kadın ve erkek cinsini ‘doğal’ atfedilmiş bir eşitsizliğe mahkum eden, ama cinsiyetin her biri için de tabakalaşmaları kışkırtan düzen, hep ve tartışılmaz bir biçimde nitelikli olduğuna, bunu da kendi kültürüne, dinine ve milliyetine borçlu olduğuna inanmaya hazır yerli proleterden, atanmış bir aristokrasi imal eder. Suç işlemeye teşne, başarısız ve liyakatsiz göçmen topluluklarının kültürel davranış kalıplarını kendince tanımlayarak yerli nüfusunkiler arasına sınır çizen yönetme ilkesi bu ayrılığın nesnel bağlamlarını da üretmekten geri durmaz.

Çünkü göçmenlerin ve mültecilerin sosyal devlet birikiminden yararlandıkları (asalaklık), uyuşturucu trafiği, çeteleşme, fuhuş ve insan ticaretine bulaşarak kolay yoldan geçim sağladıkları (olağan suçlular), sürekli kavga ve çatışmalara girdikleri (uyumsuz ve kanunsuz), özellikle Müslüman Ortadoğuluların 2000’li yıllardan itibaren cihatçılara katılmaya yatkın olduğu (potansiyel terörist) toptancı bir propagandadır, ama bunları çarpıtılarak besleyen nesnel gerçekler de vardır.   

Birincisi; emperyalist ülkelerin dünya pazarlarının yeniden paylaşımı ve sermaye dolaşımını yeniden düzenlemek için gerçekleştirdikleri işgal ve saldırılar, emekçi sınıfları yoksullaştıran neoliberal programlar ve sürekli savaşlar göçün kaynak ülkelerindeki yıkımı hızlandırdığı gibi, göç alan ülkelerdeki Müslüman nüfus arasında cihadist tepkileri de artırdı. Göç edilmiş ülkelerden Ortadoğu’ya çok sayıda savaşçı gitti. Avrupa’daki bombalı saldırıları düzenleyenler arasında ebeveynlerinin ülkesini hiç görmemiş, Avrupa’da doğmuş büyümüş Müslümanlar da vardı.

Diğer yandan; kendi etnik cemaatlerine kapanmaya zorlanan topluluklar işsizlik ve yoksulluktan nasibini en çok alan, toplumsal hizmetlerden en az yararlanan kesimlerdir. Bu yoksunluğun doğurduğu ve ama akacak bir mücadele kanalı bulamayan tepki günlük suç istatistiğini artıran çatışmalara yönelir. Bu enerji yeraltı suç trafiği tarafından da emilir. ‘Suçlu sınıflar’ retoriğini besleyen ortamı yaratan, aslında, emperyalist ülkelerin dışarıdaki paylaşım içerideki tek taraflı sınıf savaşlarıdır.

İkincisi; Doğu Avrupa’daki çözülmenin ardından bazı ülkelerin AB’ye katılmasıyla birlikte, serbest dolaşımdaki ucuz ve kalifiye işgücü yedeği çoğalan Batılı ülkelerde işçi sınıfının tabakalaşması derinleşti. Yeni gelen her grupla birlikte daha az ücretle çalışmaya hazır en alt tabakanın sirkülasyonu hızlanırken, işsizler hanesine katılanların sayısı arttı. Resmi olarak çalışabilme hakkına sahip olmakla birlikte emek sürecinin dışında kalanlar ile gayrı resmi emek potansiyeli arasında statü olarak fark kalmadığı gibi, yasadışı ticaretin yararlandığı bir insan gücü pazarı da oluştu.

Üçüncüsü; çeşitli nedenlerle ülkesini terk eden vasıflı emekçiler niteliklerine uygun istihdam garantisine sahip değildir. Uygun iş bulabilenler ya da eğitilmiş, vasıflı işgücü ihtiyacını ucuz emekle gidermek isteyen devletlerin bunlara alan açtığı ülkelere gelenler kısmen şanslıdır. Bunun dışında kalanlar sıradan işlere yönelir. Böylece, aynı etnik ve kültür kökeninden olan diğerleriyle aralarındaki emek katmanlaşmasının kaynak ülkedekinden farklı olduğu bir duruma gelirler. Bu durum, niteliği ne olursa olsun göçmen emeğinin düşük niteliği ile milliyet ve kültürünün örtüştüğü, aralarında neden sonuç ilişkisi olduğu toptancılığını destekler. Ekonomik kategorilerin kültürel kategorilerle tartışılmasına su taşıyan bir malzeme haline gelir. Böylece ‘işgücünün etnikleşmesi’ tespitini yapmak kolaylaşır.

Dördüncüsü; göçmen sirkülasyonu her an üretim sürecine aktarılabilecek yeni ve taze güçler yaratırken, bu emekçi sınıfların çeperinde azımsanmayacak bir lümpen tabaka da ortaya çıkar. Üretken sınıfın disiplin ve düzeninden, kültür ve yaşama alışkanlıklarından kopuk artıkların kendine özgü kültür ve ahlakı göçmen yerleşimlerinde, sokaklarında en çok yüz yüze gelinen kötülüklerin simgesi olarak genele şamil edilmeye hazırdır.

Beşincisi; işçi sınıfı içinde aristokrat bir tabaka yaratmak kapitalist sınıfların bir yönetme tarzıdır. Çünkü böyle bir tabaka sayesinde ücretlendirme sisteminin liyakati esas aldığı iddia edilebilen ve sureti haktan görünen bir düzen oluşur. Böylece eşitsizliğin sorgulanma biçimi sınırlanır. Öte yandan sınıf bir kez daha bölünmüş olur. Göçmen kitlelerinin karşısında işçi sınıfı içindeki aristokrat tabaka yerleşik işçi sınıfı saflarında oluşmuştur.

Gelgelelim kriz zamanlarında veya şimdi içinde yaşadığımız koşullarda olduğu gibi yüksek enflasyonla, kâr oranlarının azalışı ve ekonomik toplam büyümenin azalmasıyla karakterize olan, emekçi sınıfları da yoksullaştıran gelişmeler işçi sınıfının üst tabakalarını da geriye doğru çeker. Neoliberal kapitalizmin tedrici olarak şiddeti artan iktisadi saldırıları altında aristokrat sınıfın beyazlığı da soluklaşmıştır.

Bunalımın yükünün kazanımların asıl sahibi olan sınıfın da sırtına yüklenmeye başlaması, işsizliğin yaygınlaşması, eski statükonun kaybı proleterler arasındaki düzey farkını yavaş yavaş kapatır. Bunun sonucu her zaman ideolojik bir yakınlaşma olmak zorunda değildir. Ya da olması için örgütlü bir mücadele gerekir. Bu olmadığı taktirde, ekonomik krizler ve hak tasfiyeleri nedeniyle irtifa kaybeden sınıfın, başına gelenlerin sorumlusu olarak yabancı işçiyi görmesi daha yaygın görülen bir olgudur. Siyasilerinden medyasına, akademisinden basınına kadar düzenin bütün ideolojik aygıtları da yoksullaşmanın ve krizlerin nedeninin kapitalizm değil esas olarak göçmen işçilere/mültecilere aktarılan birikim olduğunu söylemeye başlarlar. Yerli işçinin elinden işini ve konforunu alanın göçmen işçi olduğunu çeşitli biçimlerde işleyen sayısız hurafe yayılmaya başlar.

Göçmen emek gücü üzerine üretilen ideolojik söylemlerin temelindeki, yeniden yorumlanmış ekonomik ve siyasi nesnellik budur. Göçmen işçileri olabilecek en kötü sonuçları veren bir kuşatmaya maruz bıraktıktan sonra sonuçların nedenlerin yerine geçtiği bir nesnellik oluşturmak ve siyasi söylemi bununla beslemek artık kolaydır. Kapitalizmin yapısal eşitsizliklerinin, bölüşümdeki adaletsizliğin, istihdam sorunlarının bir göçmen sorunu olarak belirmesi, nesnelliğin burjuva sınıf prizmasından geçirilerek takdim edilmesiyle ilişkilidir. Böylece sınıfın etnik ve kültürel tabakalara ayrışmasının, bir kesimin diğerine düşmanlığının körüklenmesi için fırsatlar bitmez. Sadece biçim değiştirir.

Emekçi sınıfların çeşitli bölüntüleri arasında, bir kesimin diğerinin yaşam koşullarına karşı kışkırtılan tepkisinin, antikapitalist bilincin ötelenmesine hizmet etmesi boşuna beklenmez. ‘Yabancıların kültür ve ahlakına’ yönelik kuşkunun ve önyargıların elle tutulur yoğunluğu sınıf bütünleşmesini ister istemez zorlaştıracaktır.

Bu, devlet destekli ayrımcılığın ne kadar başarılı olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Gelgelelim nihai hedefi göçmen emekçileri ortak bir kültür şemsiyesi altında kendi cemaatlerinin burjuvalarıyla aynı etnik beklentilere iteleme, yerli emekçileri ise baştan suçlu ilan edilmiş tabakalara karşı duygudaşlıkta örgütleme taktiği işe yaramaz değildir. Özellikle iktisadi sorunların yoğunlaştığı dönemlerde bu, genel bir örgütleyici, kendiliğinden bilinç haline gelir. Ücretlerin düşmesinden, genel refahın erimesinden, sosyal hakların budanmasından, suç oranının artışından, beyaz işçi sınıfı aristokrasisinin çözülmesinden, orta sınıfın proleterleşme korkusundan hep ve tek sorumlu göçmen işçi sınıfıdır.

Bu durumda düşman, sömürücü sınıfın kurduğu düzen değil, sınıfın içindeki yabancıdır!

Milliyetçiliğin siyasal kodları

Irkçı milliyetçi Alman faşizminin çökertilmesiyle sona eren 2. Dünya Savaşı sonrasında yenilgi faşizmin tamamen ortadan kaldırıldığı anlamına gelmiyordu. Sadece zayıflamıştı. Bu yüzden Nazi partisinin devamı olan veya dava ortaklığı taşıyan partiler aldıkları düşük oylarla eriyerek çözüldüler. Güç kazanmış ama yenilenmiş olarak ortaya çıkmaları için çok zaman geçmedi. 80’li yıllarda birçok ülkede saldırgan Neonazi grupları ile popülist bir sağ söylem geliştiren, birbirlerinden nüanslarla ayrılan radikal sağ partiler ortaya çıktı. Bu gruplar için göçmen düşmanlığı bir veri olmakla birlikte aynı siyaseti değişik versiyonlarıyla sürdüren asıl odaklar merkez sağ veya sol diye adlandırılan partilerdir.

80’ler dünya için önemli bir dönüm noktası sayılır. Yeni proleterleşme dalgalarının ortaya çıktığı ve göçün tetiklendiği, paylaşılacak pazarların arttığı, bunlara bağlı olarak uluslararası tekellerin ve devletlerin, eskisi gibi yürümeyeceği belli olan dünya düzenini yeniden oluşturmak için ideolojik, siyasi ve kültürel yatırımlarda bulunmaya yöneldikleri bir dönemdir bu.

Göç alan ülkelerin emekçi sınıflarındaki, yoksullaşmayı ve sosyal hakların aşamalı olarak budanmaya başlamasını takiben burjuva demokrasisine ve düzenine yönelik güven yitimindeki artış ve bezginlik bu tabloya eklenmelidir. Emek örgütlerinin zayıflaması, sosyalist ve halk demokrasisi ülkelerindeki yozlaşma, yönetimleri kastlaşmış sendikaların durumu bu bezginlik durumunu katlamaktaydı. Bu tarihsel dönemeçte iktisadi, kurumsal, siyasal ve yasal düzenin sermayenin yeni ihtiyaçlarına göre restore edilmeye başlamasının bedellerini dünya işçi sınıfı, süreç içinde ağır ödedi.

Yeni sektörlerin ortaya çıkması ve üretim süreçlerinin parçalanarak ucuz emek cennetlerine taşınması yeni proleterleşmelere zemin hazırlarken, bir yan ürün olarak hem yerli hem de yabancı işçiler arasındaki sınıf dışı tabakaları, lümpenleşmiş kesimleri de çoğaltmaktaydı. Genel toplumsal hoşnutsuzluğun karşısına kendi reçetesiyle çıkan ‘aşırı sağ’, Neonazi hareketler, faşizan partilerin kapsama alanına ilk, bu lümpen tabakalar çekildiler.   

Ortaklaştıkları nokta; “yabancı düşmanlığı”nın yanı sıra burjuva demokrasisinin meşruiyet koşullarına muhalefet, milliyetçi ırkçılıktı. Bunlar “liberal demokrasinin evrensel insan eşitliği, çoğulculuk ve çatışmaların yönetimi, kolektif aktörler (siyasi partiler), temsil gibi temel ilkelerine taban tabana zıttır.[7] Ama sermaye düzenini güçlendirecek yeni bir politik rejim önermektedirler. Tekçi, milliyetçi, ulusal şefin yönettiği bir sistem. Kuşkusuz bu, sermayenin merkezileşme eğilimine, hızlanarak yayılma şartına, bürokrasisi azaltılmış devlet sistemlerine duyduğu ihtiyacın da karşılığıydı. Parlamenter sisteme yönelttikleri eleştiri, kontrolsüz bir dünyada sahipsiz kaldıklarını hisseden kesimler nezdinde zaten ipliği pazara çıkmış parlamentolara yönelik soğumaya siyasi bir yatırımdı.  

Başlangıçta bu tezlerin oy değeri hep marjinal kaldı. Gelgelelim ilerleyen yıllarda bu akım; faşizan partiler ve neonazi hareketler, topluluklar ve dernekler, legal ve illegal kurumlarla beslenmek için geniş bir zemine kavuştu. Neoliberal yıkım politikaları bir kısım emekçiyi haklarını korumak, geri kazanmak veya genişletmek için mücadeleye sevk ederken, bir bölümünü de bu marjinal akımlara doğru itti. Bu itilim marjinalde olanın, burjuva demokrasisine mahsus bir terimle “merkez”e çekilmesini de kolaylaştırdı.  

Faşist partilerin en eskisi olan Le Pen’in partisi Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk sıralarda yarışıyor. Neo faşist partilerin Almanya, Hollanda, Avusturya’da azımsanmayacak bir kitle tabanı var. İki binli yıllarda bazı ülkelerde aşırı sağ partiler yüzde 20 civarında oy aldılar, on yılın sonlarına doğru ABD’nin başkanı ırkçı, yabancı ve kadın düşmanı Trump gibi biri olabildi. Brezilya Bolsonaro’yla yönetildi. Birçok ülkedeki aşırı sağ partiler yüksek oyların sahibi oldu. Ulusal ve yerel düzeylerde ve federal sistemlerde eyalet ve bölge düzeyinde yasama ve bazen de yürütme mevkilerinde yer aldılar. 1980’den beri Avrupa Parlamentosu’nda temsil ediliyorlar.[8] Daha önemlisi Macaristan ve Polonya’da faşizmin sınırını zorlayan rejimler kuruldu. Ukrayna’da olduğu gibi, geçmişte Nazilerle işbirliği yapan devlet yöneticileri ile ulusal figürlerin heykelleri dikilmekte, utanılacak bir tarih, gurur duyulacak bir geçmişe dönüştürülmeye çalışılmaktadır.

Bu partilerin bu denli güçlenmesindeki başlıca neden elbette sosyal yıkımı tetikleyen iktisadi sömürü düzenidir. Toplumsal ilişkileri, tepki ve taleplerle çatışarak, dindirerek veya akacakları ikincil oluklar açmaya çalışarak yönetmeye çalışan kapitalist akıl için, birçok ülkede, ‘aşırı-sağ’ alttan alta teşvik edilen ama direksiyonun, mecbur kalınmadıkça teslim edilmediği bir fraksiyondur. Ama yeri geldiğinde, yani onsuz düzenin kurtarılamadığı noktada son derece elzem bir fraksiyon. O zamana kadar burjuvazinin merkez-sağ veya sol, Hıristiyan muhafazakâr ya da demokrat gibi ana fraksiyonlarına bölünmüş burjuva ‘siyasal liberalizm’inin partileri göçmen sorununu ‘nöbetleşe olarak’ konjonktürel esnemelerle yönetir. Bu bakımdan tek tek fraksiyonların neofaşistler ya da aşırı sağ ile üstü örtük ya da açık ittifak kurmalarında, yan yana durmalarında pek bir sorun görülmez. Çünkü sermayenin uzun vadeli çıkarlarıyla dönemsel ihtiyaçları arasında olabilecek en sorunsuz uyumun peşindeki kapitalist devlet için ucuz emek gücüne duyulan ihtiyaç göçmenlerden kurtulmaya izin vermez, ancak yerli emek gücünü idare edebilecek kadar kullanışlı bir günah keçisi ve yatıştırıcı bir siyaset her zaman ihtiyaçtır. Her gün yeniden kurulması gereken milli birliğin ve özellikle neoliberalizmin tahrip ettiği yerli emekçilerin düzene/rejime kenetlenmesinin genel koşulları arasında göçmenlerin varlığı bulunmaktadır.

Bu bakımdan, Avrupa demokrasisinin ve değerlerinin kurucu ülkesi sayılan Fransa’da Le Pen’in iktidara ramak kala seviyesinden daha ileri gidememesi için iki seçimdir denenen siyasi kombinasyonlar ve bu konudaki halk desteği dikkat çekicidir. Gelgelelim emekçilerin Le Pen yerine rıza ve oy alan Macron gibi yöneticilerin genel düzen idaresi bakımından ondan çok da iyi olduğunu düşünmedikleri sık sık yaptıkları eylemlerden bellidir.

Devlet ‘yardım ve esirgeme mercii değil asli otorite’ olmalı diyen aşırı sağ partiler, göçmenlere sosyal yardım için kaynak ayırmayı da içerdiği için ‘sosyal devlet’ zamanından kalma kırıntılar kapsamındaki yardım ve destek siyasetini eşleştirir ve işçi sınıfını kendi bindiği dalı kesmeye teşvik ederken, iktidardaki, neoliberal reçetelerin icracısı ‘merkez sağ- sol’ ya da ‘üçüncü yol’cu burjuva partiler bu söylemden farklı bir şey yapmadılar.

Böylelikle halkın iktisadi kaygılarına; ekonomik içe kapanma, ‘üçüncü dünya’ya taşınan üretim sektörlerini ülkeye geri getirme, ithal mallara kota ve narh uygulaması, göçmen işgücü yerine milli işgücünün öncelikli istihdamı gibi ‘öze dönüş’ sloganları ve tarihsel referanslarla süslenmiş kültür yüceltmesi, işsiz güçsüz, yoksullaşmış ve güvencesiz kesimlerin dikkatini çekebildi. Bu, Avrupa’da AB’den çıkma, ABD’de içe dönük ekonomi, refahın yerli emekçiler arasında bölüştürülmesini sağlayan ‘kerim devlet’in kurulması olarak beliren ve mitlerle beslenen bir çıkış umuduydu.

En düşük ücretlere talim eden en alttakilerin üst tabakalarda yer alan yerli işçilerin refah ve statü zeminlerinin de iğretileşmesi için örnek teşkil ettiği tezi milliyetçi partilerin peşini bırakmadığı bir argümandır. İşgücünün etnik, cinsiyet, dini, bölgesel, milli ve kültürel yüklemlere göre değer ve kıdem kazandığı ve ‘birinciliğin hep beyaza verildiği’ pratik dünyanın normları yerli emekçi için, göçmenlere nazaran o kadar belirgin değildir. Bu yüzden kendisini daha bütünleşmiş ve ayrıcalıklı hisseder. Bu yüzden düşük ücretli işlerde çalışmayı kabul ederek genel ücret düzeyini aşağı çeken, yerli emekçilerin istihdam koşullarını daraltan, üstelik kültürel ve yetenek olarak bunu hiç hak etmeyen göçmen profili yerli işçi sınıfının üyelerine kendi yetersizliğini hatırlatmaktadır ve ‘kendi yurdunda paryalaşma’nın nedeni olarak göçmene işaret edenler bu duyguyu körüklemektedir.

Zayıflamış bir emek siyasetinin oluşturduğu boşluğa ırkçı milliyetçi siyasetin aday olması, yer yer de bu boşluğu doldurabilmesinin nedeni budur. Gelgelelim tarihsel ve güncel sendikal ve siyasi deneyimler işçi sınıfının politik sezgisini güçlendirdiği ölçüde ırkçı milliyetçilik sınıf mücadelesinde daha ağırlıklı bir konu olmaya da başlamıştır. Fransa’da Le Pen’in partisinin yerel bir şubesi tarafından da teşvik edilen Sarı Yelekliler hareketinin yerel bir hareket olmaktan çıkıp bir metropol hareketine dönüştüğünde kazandığı içerik ve karakter; ABD’de bir polisin bir siyahı öldürmesiyle tetiklenen ırkçılık karşıtı eylemlerin her kesimden halkın katıldığı genel eşitlik mücadelesine dönüşmesi, pandemi öncesindeki kitlesel eylemlerin en dikkat çekicilerinden birinin  ortaya çıktığı Lübnan’da olağan koşullarda çatışma nedeni olan milliyet ve dinlerin taşıyıcısı emekçilerin birliği, aynı koşullarda Irak’taki Şii ve Sünnilerin ekmek isyanları, emek gücünün fragmanlara bölünerek yönetilmesinin bir sınırının olduğunu da göstermiştir.

Bu sınır, işçi sınıfının ortak iktisadi ve siyasi talepleri tarafından eylem içinde çizilir. Irkçı milliyetçi, şoven, cinsiyetçi, ayrımcı, nefret siyaseti gibi burjuva ideolojisinin değişik veçhelerinin işçi sınıfının bütünleşmesinin önüne çektiği, devletler tarafından sürekli inşa edilen ideolojik duvarlarda gedikler açan da budur.

Son on yıldır Suriye’den yönelmiş mülteci akımı, son zamanlarda artan Afganistan ve Ortadoğu kaynaklı göç sonucunda Türkiye’de de bazı farklılıklara rağmen benzer sonuçlarla yaşanmaktadır. Bu yeni işgücü akımının karşısında egemen ideolojik pozisyon böyle kitlesel göçlere alışkın Batı’dakinden çok da farklı değildir. Sürekli tedirginlik altında tutulan ve bu yüzden yerli işçi sınıfının mücadelesiyle birleşmekte zorlanan bu taze işgücü devletin ekonomik planlamalarında önemli bir yere sahiptir.    

Suriyeliler ve ‘Türkler’

Bugün, Mülteciler Derneği’ne göre, Temmuz 2022 itibarıyla Türkiye’de kayıt altına alınmış, geçici koruma statüsünde olan Suriyeli sayısı 3 milyon 651 bin 428’dir.[9] Yine temmuz ayı itibarıyla, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun söylediğine göre Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısı 700 bin civarındadır.[10] 1 milyona ulaştığı da bir başka bilgidir. Ülke sınırları içinde kayıtlı-kayıtsız Suriyeli nüfusuna ilişkin kesin bilgi aslında yoktur.

İç karışıklıkla başlayan, vekil cihadi güçlerin dalaşması ile devam eden, nihayet ana emperyalist ve bölgesel güçlerin sahaya inmesiyle süren savaş boyunca Suriye içindeki her toplumsal sınıftan insan yaşamak için ülkelerini terk etti. Türkiye, sınır komşusu olduğu için, hem bir transit noktası hem de geri dönüş koşulu oluşuncaya kadar mültecilerin barınacakları bir limandı. Avrupa bu can havliyle yapılan göçün nitelikli ve eğitimli işgücünü kendi istihdam ihtiyaçları için kıtaya çekti. Bilindiği üzere, geri kalan nüfusun Avrupa’ya yönelmesini engelleme görevinin havale edildiği Türkiye’ye, pazarlıklar sonucunda milyonlarca euro hibe edildi.

Bugün ‘Suriyeliler’ Türkiye siyaseti için çeşitli beklentilerle çekiştirilen bir siyasi figüre dönüşmüştür. Toplum da bu konuda ağırlıklı olarak ikiye ama genel olarak üçe bölünmüş durumda. Suriyelilerin yasal mülteci statüsüne kavuşturulması, uluslararası bir koruma altına alınması ve haklarının tanınması gibi aklıselim siyasetin sözcüsü partiler, sendikalar ve kitle örgütleri bir yana bırakılırsa asıl olarak iki görüş çarpışmaktadır.

Aşırı sağ MHP’nin ortağı olduğu iktidar partisinin din kardeşliği, yardımseverlik, misafirperverlik vb. ‘Türk soyunun iyi hasletleri’ni överek destek aldığı kendi seçmen kitlesinin karşısında sosyal demokrat etiketli ana muhalefet partisinin, kimi solcu grupların milliyetçi reflekslerle ajite olmuş kitlesi bulunur. Bu tablo Avrupa ülkelerindekinden farklıdır. Aşırı sağ veya faşist partilerin düşman bir tutum gösterdiği göçmenlere karşı bu tür bir gerilimi yaratan, muhalefetteki bloktur.

Siyasi iktidar şimdiye dek Suriyeli göçmen nüfusa karşı bir sınıf pragmatizmi içinde davrandı.

Birincisi; göçmenler AB ile pazarlık ve müzakere, şantaj ve blöf malzemesi olarak son derece kazançlıydı. Oradan gelen euroların ne kadarının göçmen refahı için kullanıldığı bir muammadır ama paralara el konulduğu hissiyatı kamuoyunda gayet güçlüdür.

İkincisi; Türkiye’nin sınırın 30 kilometre ötesine kadar askeri güçlerle yaptığı operasyon planında hem sınır içinde hem de sınırın ötesinde bir nüfus planlaması yapmak da vardır. Elinden gelse bu bölgelerdeki Kürt nüfusu yerinden sürmek veya seyreltmek, sınıra yakın bölgelere iktidar beslemesi ÖSO güçleri için iskana açmak, Arap nüfusun buraya kaydırılmasını teşvik etmek gibi uçları açık bir plandır bu. Kısmen Kuzey Doğu Suriye’de uygulanmaya başlamıştır.   

Üçüncüsü; geçtiğimiz yıl Türkiye’de Çin modeli ekonomik sisteme geçileceğini söyleyen ve sonra bunu Türk modeline dönüştüren Erdoğan’ın yol haritası ucuz işgücü istihdamına, ihracat odaklı üretime, yabancı sermaye yatırımına dayanmaktaydı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden Prof. Dr. Murat Birdal şöyle yazdı: “Erdoğan daha önce Hindistan örneği ile bu isteğini belirtmişti. Buradaki ortak özellik yoksul işgücü üzerinden rekabet gücünü arttırarak büyümeyi sağlamak. Zaten yakın dönemde yükselen enflasyonla eriyen alım gücü buna önemli ölçüde katkı sunuyor. Türkiye de rekabet gücünü büyük ölçüde buradan alıyor. Ancak dünya ekonomisinde ucuzun ucuzu her zaman çıkıyor. Burada dibe doğru bir yarış söz konusu. Ülkeler ücretleri düşürüp dünya ticaretinden daha fazla pay kapmaya çalışıyor ama nihayetinde nüfus yoksullaşıyor. Bu modeller sadece otoriter rejimler altında uygulanabilir. Siz nüfusun yüzde 90’ını yoksullaştıracak bir modeli demokratik bir yönetimle zaten uygulayamazsınız.[11] İşte burada söz edilen dibe doğru yarışın tetikleyicisi de ucuzun ucuzu çalışmaya mecbur kalan Suriyeli göçmen işgücü olabilirdi. Zira Türkiye’nin ucuz emek cenneti olarak yer aldığı gelecek projeksiyonunda asgari ücretin, ücret skalasının üst sınırlarında bir yerde tutulması ve giderek anlamını yitirmesi için, asgari ücretin altındaki ücretlendirmenin de normalleşmesi gerekmektedir ki bu zaten mülteci emekçiye layık görülen bir ilişkidir.

Dördüncüsü ve nihayet; geniş Suriyeli nüfusun mağduriyeti iktidarın Suriye’de desteklediği cihatçı çetelerin mensupları için de bir şemsiye olarak görülüyordu. Bir yandan paramiliter güç rezervi öte yandan birtakım ayrıcalıklarla oy desteklerinin satın alındığı kesimler her bakımdan kullanışlıydı.

Bütün bunlar ve daha fazlası; Erdoğan iktidarının göç ve göçmenlerle kurduğu siyasi, iktisadi ve ‘duygusal’ ilişkilerin niteliği kamuoyunun bilgisi dışında kalmadı. Hep tartışıldı ve tartışılıyor.

Suriyelilerin varlığı ve buna sonradan eklenen Afgan göçünden toplumsal bir huzursuzluk kaynağı yaratmak için yararlanan kesimlerin milliyetçi söylemi genel olarak dünyadaki diğer söylemlerden çok farklı değildir. Bu, türdeş olduğu varsayılan kitlenin kültürsüz, pis, tacizci, durmadan üreyen, boş boş gezen, aylak ve asalak olduğu teşhisi ile; aynı kesimin nargile içip kamu plajlarında denize giren keyif insanları oldukları ve emlak kiralarının ve fiyatlarının artmasından da sorumlu tutulmaları aynı söylem kalıbının tutarsız ifadeleri olarak belirir. Osmanlılar’ın son döneminde İmparatorluktan ayrılan Arap halklarına beslenen ve hala devam eden tarihsel ve resmi husumetin hatırlanan hedefleri haline de gelmişlerdir. Ama tarihsel anekdotlar arasında çelişki bulunması da önemli değildir. Örneğin Kurtuluş Savaşı’nda işgalcilere karşı savaşan halk mitosu, ülkeleri işgal edilmişken savaşmayıp kaçan bugünkü Suriyelilerin korkak, zoru görünce kaçan, ‘vatan millet’ duygusundan yoksun bir topluluk olarak kodlanması için sürüme sokulmuştur.

Gerçekte bu söylemler Suriyeliliğin ne olduğu kadar, Türklük tanımını bunun karşıtında kurmaya da yönelir. Türk olmak bütün negatif değerlerin gelişigüzel yüklendiği Suriyeli olmamaya dönüşür. Daha önce Türk hasletlerinin listesi bu milliyetçi odaklar tarafından özenle çıkarılmıştı. Şimdi sıraya giren Suriyeliler ve bunlara eklenen Afganların yerleştirildiği ‘olağan suçlu’ kategorisi biraz daha farklıdır. Kürtler terörist ve bölücüyken, Suriyeliler tacizci, gürültücü, hırsız ve sahtekarlardı. Bu kadar popüler ifadeler yerine daha rasyonel itirazlar göçmenlerin oluşturduğu demografik tehlike ve tehdide geldi. Muhalif blok entelektüelleri arasında ilgi gören retorikten birisi de buydu.  

Türkiye’de bir kesimin yaşam tarzına karşı eleştiri söylemi oluşturmak egemen ve yerleşik bir siyasi gelenektir. Eleştiri ve olumlama kriterleri buna göre oluşturulur. Suriyeliler de en çok Millet İttifakı seçmenleri tarafından yaşam tarzları üzerinden eleştirilmekte ve hatta aşağılanmaktadırlar. Bu bakış açısı giderek parti farkı gözetmeksizin yaygınlaştı ve Suriyeli mültecilerin, birçok bakımdan, yerli nüfusun birliğine, kültürüne ve alışkanlıklarına bir tehdit olarak görülmesi kolaylaştı.

Ortalama bilinçte Suriyeliler, gelişleriyle birlikte fuhuş, dilencilik, taciz, hırsızlık, aylaklık ve asalaklığın göze görünür hale geldiği bir topluluk olarak kodlanmıştır. Çok ve hızlı üredikleri, kız çocuklarını yaşlı adamlarla para karşılığı evlendirdikleri, kamusal mekanları kötü kullandıkları, bağıra çağıra konuştukları, temiz olmadıkları ve pis koktukları, kamusal alanları, plajları vb. işgal ettikleri, devletin kasasından geçindikleri, vatandaşlık haklarını parayla satın aldıkları, iktidar partisine oy verdikleri, hastanelerde ön sıranın onlara takdim edildiği vb. bir dizi ithamın konusudurlar. Bu söylentiler günlük hayatta dolanmakta, Suriyeli topluluğa yönelik olumsuz hissiyat körüklenmektedir. Bazı durumlarda şiddet içerikli ‘toplumsal olay’ları tetikleyecek kadar güçlü bir histir bu. Ağustos 2021’de Ankara Altındağ’da BBC’nin ifadesiyle “Suriyeli bir grup ve mahalleli arasında” çıktığı bildirilen kavga iki üç gün sürmüş,[12] kalabalık bir grubun düzenlediği yürüyüşün ardından iki mahallede yaşayan Suriyeliler’in evleri ve dükkanları hedef alınmıştı. Olayların sonucunda 76 kişi gözaltına alındı.

Bu türden kavgalar ve dalaşmalar son zamanlarda çok yoğun olmasa da birçok yerde ortaya çıktı. IstanPol için Infakto Araştırma’nın gerçekleştirdiği Suriyelilere Yönelik Tutumlar başlıklı araştırma kapsamında yapılan anketten çıkan sonuçlara göre[13] herhangi bir norm ihlalinde Suriyelilere yönelik toplu şiddet potansiyelinin katılımcılar arasında üçte birden fazla olduğu görülüyor. Hemen toparlanma için taciz ve ikinci olarak hırsızlık/yankesicilik söylentisinin çıkması yeterli olabiliyor.

Taciz ve hırsızlığın öncelikli bir sınır aşımı olarak görülmesinin kuşkusuz bir anlamı var. Taciz ve cinsel şiddet/istismar olaylarının, yaptırımsızlık ve cezasızlık nedeniyle arttığı bir coğrafyada Suriyelinin tacizinin linçle cezalandırılması, tacizin esas olarak ilgili mahaldeki toplumsal ilişkilere yönelik bir saldırı olarak algılanması nedeniyledir. Hırsızlık ise mülkiyetle ilgili her türlü yerli hakkının devredilemez olduğunun içselleştirilmesiyle alakalıdır. Ve esasen ‘Suriyelilere her ay devlet para ödüyor’ şikayetine içerilen ‘bana ait olanı mülteci alıyor’ hissiyatının çarpık ödünlenmesidir.

Mültecileri ‘bize ait olan’a karşı bir tehdit olarak işleyen bütün yeni menkıbeler bir güvenlik sorunuyla birlikte yayılmaktadır. 10 yıldır Türk nüfusla birlikte yaşamakta olan göçmen kitlesi yasal statülerinin tanınmaması nedeniyle de hala ‘gidici’, ‘istenmedikleri halde kalan’lar olarak görülebilmektedir.

Bu araftaki durum yerli nüfusun tedirginliğini ve mülteci nüfusun korkularını ve güvensizliğini artırarak, yerli işçi sınıfı ile Suriyeli yeni proleter arasındaki dayanışmanın ötelenmesini sağlamaktadır. Daha ziyade, daha esnek kontrol altında olan mahalleler ve semtlerde ortaya çıkan nifak işyerlerinde bir çatışmaya dönüşmemiş olsa da bu potansiyel bakidir.

Çünkü en alt sınırlardaki ücretlere en uzun saatlerde çalışmaya mecbur kalan Suriyeliler, ‘bizim olan’ı kaybetmekten korkan yerli işçinin kolay hedefi, sınıf içinde milli birliğin kurucu unsurları olan devlet, düzen partileri, sendikalar için de elverişli bir vesile olabilir. Bu her türden ‘egemenlik’in işçi sınıfı üzerinde kurduğu ideolojik iktidar, ekonomik zorlukların, krizlerin yoğunlaştırdığı gelecek kaygısının öznesi olarak elle tutulur, gözle görülür düşük ücretli yabancıyı koyar. Suriyeli işçi, işçi sınıfı içindeki enternasyonal dayanışma imkanının gündelik ötelenmesinin, başka unsurlarla birlikte (cemaatçilik, tarikatçılık, vb.) yerli-milli Türk işçisini yeniden tanımlamanın aracıdır. Suriyelilik, bir dizi benzerlerinin arasında öncelikli olan bir dikenli tel, bir milliyetçi duvar, sınır çizgisi haline gelir.

Düzen tepkisinin mültecilere/göçmenlere yönelik bir kültür ve ahlak tartışması düzeyinde kalması iktidar açısından kontrol edilebilir bir kitle motivasyonunu garanti eden bir durumdur bir bakıma. Göçmen işgücüne muhtaç ekonomik düzenin çarklarının dönebilmesi için Türkiye’nin az çok deneyimli, örgüt disiplininden geçmiş işçi sınıfının göçmen işçi sınıfıyla birleşebilme olasılığı iktidarın en korktuğudur. Bu bakımdan kültürel milliyetçilik bir kez daha sınıfın birleşme eğiliminin erteleyicisi olarak iş görür.

AKP’li Yasin Aktay şöyle demişti: “Bakın Türklerin Alman ekonomisine yaptığı katkıdan bahsediliyor. Bu yönde çalışmalar var. Beyin niteliğinde Türkler yetişiyor orada. Belki Suriyelilerin de ilk gelenleri sanayi, inşaat alanında çalışanlar olarak kalacaklar ama Suriyelilerin Türkiye’ye yaptığı katkı ile Türkiye Arap dünyası ile arasında çok ciddi bir köprü oluşturacak. Çok önemli bazı yerlerden Suriyelileri bir çekin, Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi göçer…[14]

Bu sözler yatıştırıcı bir rol oynamadı. Ekonomik daralma ile, paylaşılacak pastanın kendileri için küçüldüğünü düşünen yerli emekçiler açısından Afgan ve Suriyeli, ekmek bölüştükleri kardeş değil kendisininkine el koyan düşmandır. Bunların değişmez kaderleri olan kültürleri, bedensel kusurları, cinsel kontrolsüzlükleri kapitalizmin yıkıma uğrattığı, yerlerde süründürdüğü hane ilişkilerinin görünür nedeni olur. Eğitimli, vasıflı sınıfların proleterleşme korkusunun canlı timsali de odur. Manevi ve maddi varlığı mülteci heyulasından korumak için emekçilerin birbirine sığındığı yerde kültürel milliyetçilik şemsiyesini açar.

Eğer yerli ve göçmen emekçiler arasında enternasyonal sınıf kardeşliği bir politik çözüm yolu olarak belirmezse sınıfa karşı açılmış bu çok yönlü ama tek taraflı savaşın gündelik kazananı ucuz emek cenneti yaratma peşindeki iktidar ile, milleti ideolojik olarak yeniden mevzilendirmeye çalışan ‘endişeli’ muhalefetin oluşturduğu egemen güçler olacaktır.
Sonuç olarak şu söylenebilir; kapitalizm şu evrede kitlesel göçleri tetikleyen politikalarıyla, emperyalist işgal ve savaşlarla, baş etmekte zorlandığı bir insan hareketliliğine sebep oldu. Kendi metropollerinde her an patlamaya hazır bir hoşnutsuzluğun Truva Atlarını yerleştirdi. İşçi sınıfının iki yakasını bir araya getirmemek için her türlü önlemi aldı. Gelgelelim el konulan toplam artı değerin büyüklüğü ile bölüşümde artan adaletsizlik arasındaki doğru orantılı büyüme emekçilerin bütün kesimlerini aynı huzursuzlukta birleştirmeye eğilimli. Yerli işçiler için tanımlanmış ayrıcalıklar için de deniz bitti. Göçmen ve yerli emekçiler arasındaki bütünleşme dinamiklerinin hareketi ayrışma telkin edenlerden nesnel olarak daha hızlı. Bütün mesele ise bu sürecin politikleşmesinde/politikleştirilmesinde.

KAYNAKLAR

Aktoprak, E., A. C. Kaya, (2016) 21. Yüzyılda Milliyetçilik: Teori ve Siyaset, Birinci Baskı, Metis Yayınları, İstanbul.

Balibar E. ve I. Wallerstein (2000) Irk Ulus Sınıf, çev. N. Ökten, Üçüncü Basım, Metis Yayınları, İstanbul.

Bora, T. (2006) Medeniyet Kaybı, 2. Baskı, Birikim Kitapları, İstanbul.

Bora T. (2014) Türkiye’nin Linç Rejimi, Birikim Yayınları, İstanbul.

Çatak, B. D (2020) Suriyeliler ile Yerli Halkın Karşılaşmaları, 1. Baskı, Siyasal Yayınevi, Ankara.

Calhoun, C. (2007) Milliyetçilik, Birinci Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Donnan H. ve T. M. Wilson (2002) Sınırlar, Kimlik, Ulus ve Devletin Uçları, çev. Z. Yaş, Ütopya Yayınları, Ankara.

Eriksen T. H. (2002) Etnisite ve Milliyetçilik, Birinci Baskı, Avesta Yayınları, İstanbul.

Taş, M. (1999) Avrupa’da Irkçılık, Göçmenler ve Sağ Partiler, 1. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara.

Vural, H. S. (2005) Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, 1. Baskı, Metis Yayınları, İstanbul.


[1] BBC Türkçe (1 Aralık 2021), “Dünya Göç Raporu: 2020’de rekor sayıda kişi çatışma ve şiddet nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kaldı”,  https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-59490801

[2] Ekim 2021’de 12 AB ülkesi içişleri bakanları bir mektup yazarak Brüksel’den, yapılacak duvarlar için finansman talebinde bulundular. Bu mektupta, “Doğal bir bariyer, etkili bir sınır koruma önlemi gibi görünüyor ve sadece ön saflardaki ülkelerin değil, tüm AB’nin çıkarlarına hizmet ediyor… Bu meşru önlem, Avrupa bütçesinde ek ve yeterli finansmana tabi olmalıdır” ifadeleri yer aldı. Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Margarita Schoinas ve İçişleri Komiseri Elva Johansson’a gönderilen mektupta, sürdürülen “AB sınırları gözetiminin yasadışı geçiş girişimlerini engellemediği” vurgulanıyordu. Bu 12 ülke şunlardı: Avusturya, Bulgaristan, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Yunanistan, Macaristan, Litvanya ve Litvanya, Polonya ve Slovakya.Sözcü (9 Ekim 2021) “12 AB ülkesi, sınıra duvar örmek için Brüksel’den para istiyor”, https://www.sozcu.com.tr/2021/dunya/12-ab-ulkesi-sinira-duvar-ormek-icin-brukselden-para-istiyor-6697006/

[3] Brown, W. (2011) Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik, çev. E. Ayhan, Birinci Basım, Metis Yayınları, sf. 26.

[4] Karar (2022) “Binlerce Türk ABD’ye İltica Etti”, https://www.karar.com/dunya-haberleri/meksika-sinirinda-sasirtan-goruntu-binlerce-turk-abdye-iltica-etti-1677232

[5] ABD Gümrük ve Sınır Koruma Dairesi’nin son verilerine göre, 2020 mali yılının başlangıcından bu yılın temmuz ayına kadar Meksika sınırından ABD’ye geçerek iltica talebinde bulunan Türk vatandaşlarının sayısı 21 bin 965 kişiye yükseldi. Türklerin genelde El Paso sınır kasabası üzerinden ABD’ye giriş yaptığı belirtiliyor. Voice of America (2022) Binlerce Türk Meksika Sınırından ABD’ye Sığındı”, https://doti97h4ev8up.cloudfront.net/a/binlerce-turk-meksika-sinirindan-abdye-sigindi/6674642.html

[6] Habertürk (2021) “Niğde’de TIR’dan inip yerleşim yerlerine dağılan 74 kaçak göçmen yakalandı! Valilik’ten açıklama geldi”, https://www.haberturk.com/nigde-de-tir-dan-inip-yerlesim-yerlerine-dagilan-74-kacak-gocmen-yakalandi-valilik-ten-aciklama-geldi-3136960

[7] Vural, H. S. (2005) Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 225.

[8] Vural, age, sf. 235.

[9] Mülteciler Derneği (2022) “Türkiye’deki Suriyeli Sayısı”, https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/

[10] OdaTv, (2022) “Bakan Soylu açıkladı: Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısı”,

https://www.odatv4.com/guncel/bakan-soylu-acikladi-turkiye-de-dogan-suriyeli-bebek-sayisi-244130

[11] Eser, E. (2021) “Ekonomide Çin Modeli Türkiye’ye Örnek Olur mu?”, DW, https://www.dw.com/tr/ekonomide-%C3%A7in-modeli-t%C3%BCrkiyeye-%C3%B6rnek-olur-mu/a-60013614

[12] BBC Türkçe (2021) “Altındağ’da neler yaşandı, mahalle halkı yaşananlar için ne diyor?”,

https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-58180854

[13] Sivil Sayfalar, (2021) “Suriyelilere Karşı Toplu Şiddet Eğilimi”, https://www.sivilsayfalar.org/2021/12/03/suriyelilere-karsi-toplu-siddet-egilimi/

[14] Cumhuriyet (2021) “Erdoğan’ın danışmanı Aktay: Suriyeliler giderse ülke ekonomisi çöker”, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erdoganin-danismani-aktay-suriyeliler-giderse-ulke-ekonomisi-coker-1855405