Ahmet Cengiz

Yeşil kapitalizm” ifadesi, halk anlatıları ve deyişlerinden alışık olduğumuz benzetmeleri çağrıştırmaktadır. Mesela eski bir Alman deyişinde bir şeyin olmazlığını açıklamak için, ‘keçiden bahçıvan yapmak!’ denilir. Keçinin bahçıvan olduğu bahçede gül kalmaz ve gülsüz bahçede bülbül ötmeyeceği gibi, bahçe de bahçe sayılmaz. Dolayısıyla kapitalizmin yeşili olmaz, fakat yine de oluyorsa, bu ancak kendi doğasına aykırı olma pahasına oluyordur. Böylesi bir durumun arıziliği, mevzubahis olanın bir aykırılığa tekabül etmesi itibarıyla aslında belirlenmiş sayılmalıdır.

Gelgelelim, “yeşil kapitalizm” söylemi artık günümüzün vaka-i adiyelerinden biri sayılmaktadır. Bir efsane olduğundan olsa gerek, bir efsane gibi de yayılmaktadır, zira anlatıldıkça gerçekliği sorgulanır olmaktan çıkmaktadır. An itibarıyla, “yeşil kapitalizm” efsanesi büyük oranda satın alınmış, geriye sadece teknolojik/zamansal sorun ve sorular kalmış gibi!

Efsaneler, ancak efsane oldukları bilindiklerinde usa vurulmaz. Yine de usumuz bu hallerde ilginç bir yönelime girer; gerçek olmadığını bildiği hikayede gizli bir gerçeği arar, hikayenin gerçekliğiyle hikayedeki gerçeği yakalamaya çalışır. Biz de bu yazımızda benzer bir yönelimle, “yeşil kapitalizm” efsanesindeki gerçeği bulmaya çalışacağız.

‘TARİHİ KARARLAR’ VE GÖLGELEDİKLERİ

Yeşil kapitalizm” bir yönüyle, yakın zamana kadar günlük burjuva siyasetinde reddedilen veya hasır altı edilen ekolojik kriz gerçekliğinin kabulüne dayanmaktadır. Her ne kadar burjuvazinin düşünce kuruluşları 70’li yıllardan itibaren çevre tahribatıyla ilgili uyarıcı raporlar kaleme alıyorduysalar da, günlük siyasette bu uyarılar burjuva hükümetlerce pek dikkate alınmıyordu. Gelinen yerde ise, özellikle ileri kapitalist ülkelerde hiçbir burjuva hükümetinin ekolojik krizi kale almama gibi bir lüksü bulunmamaktadır. Kuşkusuz, ekolojik krizin kabulü konusunda -ekonomik nedenler dışında- iki faktör önemli bir rol oynadı: Birincisi, çevre felaketleri ve iklim krizinin belirtileri ve tahripkâr sonuçları büyüdü, ikincisi çevre bilinci ve gidişata tepki gösteren kitlelerin hareketi gelişti.

Bugün hemen hemen tüm ileri kapitalist ülkelerde peş peşe “doğayı korumak”, “iklim krizini çözmek” adına pek çok “ekolojik” tanımlı mali paketler, yasal tedbirler ve politik kararlar açıklanmaktadır. Tokyo, Paris ve Glasgow’daki zirvelerde “tarihi kararlara” imzalar atılmış bulunmaktadır. Söz gelimi, Paris İklim Anlaşması kapsamında, küresel sıcaklık artışının 1,5 derece ile sınırlandırılabilmesi için küresel karbon emisyonlarının 2030’a kadar yüzde 55 azaltılması, 2050’ye kadar ise sıfıra indirilmesi gerekiyor. Glasgow’da yapılan son zirvede yaklaşık 200 devlet, kömür kullanımına son vermeyi ve diğer fosil hammaddelere yapılan yatırımları durdurmayı içeren bir çağrıyı imzaladılar. Sınai ülkeleri bu hedefe 2030’a kadar, gelişmekte olan veya gelişmiş ülke olma eşiğindeki ülkeler ise 2040 yılına kadar ulaşmış olmalılar. Bu tür karar bildirimlerinde öngörülen sürelerin gerçekçiliği bir tarafa, gerçekleşmesi durumunda dahi bu kararların, küresel sıcaklık artışının 1,5 derece ile sınırlandırılması hedefine ulaşmasını sağlayacak bir hıza sahip olmadığı pek çok uzmanca dile getiriliyor. Ne var ki bu gibi eleştiriler, “yeşil kapitalizm” ile pembe tabloların (“yeşil kentler”, “geri dönüşümlü ekonomi”, “yeşil sınai devrim” vb.) çizilmesini engellemiyor!

Ekolojik krizin göz ardı edilemezliği ve bu “tarihi kararlar” ister istemez şu soruyu gündeme getirdi: Kapitalizm, doğadaki canlı yaşamın koşullarını tehdit eden ekolojik krize bir son verebilir mi? Nedensellik mefhumunu içermeyen bu soru, bizzat ekolojik felakete yol açan bir üretim tarzının kendi doğasına aykırı bir yönelime girebilir mi sorusuna varmaktadır aslında. Bu bakımdan, ‘kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkar mı?’ sorusuyla eşanlamlıdır denilebilir.

Tabii ki, belirtilen gerçekliğin kabulü, burjuvazinin ekolojik krizdeki sorumluluğunu da üstlendiği anlamına gelmemektedir! Dolayısıyla, günümüzdeki ekolojik kriz ile hakim üretim tarzı arasındaki bağıntı reddedilemediğinden, kapitalizmin kendisini doğrudan sanık sandalyesine oturtulmasını engelleyecek ideolojik-politik bir hinlik gerekiyordu. Başvurulan klasik, fakat yine de etkisiz olmayan hinlik, toplumsal ilişkilerin doğasallaştırılması idi. Yani, mevcut toplumsal ilişkiyi tarihin belirli bir evresindeki belirli bir toplumun ilişkisi olarak değil de, insanlığın en tabii ve doğal ilişkisi olarak yansıtmak, haliyle de kapitalist üretim tarzının kendisini belirli bir tarihsel üretim tarzı olarak değil de, insanlığın doğal üretim tarzı olarak açıklamak.

Bu ele alışla, ekolojik kriz, fenomen olarak sahip olduğu evrensel niteliğiyle uyumlu bir biçime kavuşturulmuş oluyor. Şöyle ki, ekolojik felaket evrensel bir sorun olarak tüm insanlığın bir sorunuysa, öyleyse sorumluluk üstlenmesi gerekenler de tüm insanlar, toplum ve ülkelerdir! Böylece, kapitalist üretim tarzıyla ekolojik felaket arasında göz ardı edilemez derecede belirgin olan nedensellik ilişkisi, kapitalist ilişkilerin doğasallaştırılması suretiyle “insan doğası”nın doğayla olan ilişkisinin olağan bir tezahürüne dönüştürülmüş oluyor. Ekolojik felaket gibi tüm insanlığı ve canlı yaşamı kapsayan bir sorun bu yolla, “insan tabiatı”nın, yani üretim ve tüketiminin kaçınılmaz bir neticesi ve sorunu olarak karşımıza çıkıveriyor! Buradan çıkabilecek sonuç, ‘üretim ve tüketimimizle biz insanlar sorumluyuz ekolojik krizden’ demekten ibarettir! Böylelikle mesele sistemsel boyutundan soyutlanıyor ve bir yaşam ve tüketim tarzı ya da bir teknoloji sorununa indirgeniyor. Bu söylemin etkisi altında en “ileri” ifade de haliyle şu oluyor: Ekolojik krizden şu ya da bu sektör, şirket veya parti/siyasetçi sorumludur!

Demek ki, bugün ekolojik krizi bir yerde durdurma ve aşma mücadelesinde sağlam bir zeminden hareket edebilmek için yakalanması gereken ilk halka, kapitalist üretim tarzının insanlığın ne en tabii ne de seçeneksiz yegâne üretim tarzı olduğu gerçeğidir.

Öte yandan: Biliyoruz ki, her toplumsal formasyonun, “doğayla ve bireylerinin birbiriyle tarihsel olarak oluşmuş olan bir ilişkisi” bulunmaktadır.[1] Kapitalist üretim tarzını önceki toplumsal formasyonlardan ayıran pek çok özellikten söz edilebilir, fakat konumuz açısından burada kısaca altını çizmemiz gereken özelliği hiç şüphesiz ki onun artı-değer üretiminde, mutlak artı-değerin yanı sıra, nispi artı-değer üretimini büyük çaplı, bilimsel ve sistematik bir şekilde gerçekleştirmesidir. Kapitalizme has nispi artı-değer üretimi, öncelikle emeğin belirli bir süre içerisindeki üretkenliğinin artırılmasına dayanır. Emeğin üretkenliğini bu şekilde artırmanın pek çok boyut ve gerekliklerinden söz edilebilir elbette, ancak bu artırmanın sonucu bellidir: Kapitalizm, önceki üretim tarzlarından çok daha yaygın, hızlı ve geniş ölçekli bir üretimi örgütleme olanağına kavuşur. Bilim ve teknolojinin de sermayenin emrine sokulması suretiyle üretkenliğin ve dolayısıyla üretim kapasitesinin muazzam ölçekte katlanması ise, doğanın sunduğu yer altı ve yer üstü tüm madde ve zenginliklerin, kapitalizm öncesi hiçbir toplumsal formasyonda görülmeyen bir boyutta artı-değer elde etmenin aracı kılınması demektir.

Bu, doğanın ve ekolojik dengenin hiçbir sınır gözetilmeksizin pervasız bir şekilde tahrip edilmesini kapitalizm açısından tabii bir gereklilik haline getirmektedir. Dahası, sermayeler arası rekabet gerçekliği nedeniyle, doğanın karşılıksız talanı ne kadar hızlı ne kadar çaplıysa o kadar başarılı olunmuş sayılmaktadır. Kısacası, doğanın pervasızca yağmalanıp tahrip edilmesi, yegâne amacı artı-değer üretimi olan kapitalist üretim tarzına içkindir, onun olmazsa olmaz bir özelliğidir.

Başka bir ifadeyle, insanın doğayla ilişkisine içkin olan belirli bir çelişkililik mevcuttur, zira kendisi bir doğal varlık olan insanın doğada hazır bulduklarını kendi gereksinimlerini karşılamak üzere üretimde kullanması netice itibarıyla doğaya bir müdahaledir. Kapitalist üretim tarzında ise, yani ekolojik dengenin insan türünün geleceği ve toplumsal yaşımın yararı doğrultusunda korunması gerektiği anlayışından yoksun, özelin çıkarının genelin çıkarı üzerinde durduğu bir üretim tarzında, insan türünün toplumsal çıkarlar ve doğayla ilişkisinin özgünlüklerinin esas alınmasıyla aslında uzlaşan özelliği olan bir çelişki, ekolojik krize yol açan bir safhaya kadar keskinleştirilmiş bulunmaktadır.[2]

Marx’a göre “çelişkilerin temeli”, birbirine bağlı olan şeylerin “bağlılıklarının iç zorunluluğu” ile bu bağlılığın her bir unsurunun “birbirine karşı kayıtsız bağımsız varlığı”dır.[3] Ekolojik krizin aldığı ve almaya yüz tuttuğu boyut, kapitalizmin doğayla ilişkisi bakımından yeni bir duruma işaret etmektedir. Nitekim, bu ilişkinin iki unsurunun “birbirine karşı kayıtsız bağımsız varlığı” sürerken, ilişkinin birbiriyle çelişen ve birbirlerini dışlayan yönlerini şimdiye kadar bir arada tutan biçimin kendisi çözülmektedir.

Kapitalizm „doğa“yı tehdit etmemektedir, „doğa“ onsuz ve insansız da vardı ve olacaktır da. Kapitalizmin bugün tehdit ettiği şey, dünyadaki tüm canlıların doğal koşullarının kendisidir. Yeni olan ve şimdiye kadarki biçim bakımından da yeni bir eşiği ifade eden, kapitalist üretim tarzının varlık koşullarıyla canlı yaşamın doğal koşulları arasındaki çelişki değildir, bu çelişki kapitalizm tarih sahnesine çıktığı andan itibaren mevcuttu zaten. Yeni olan, bu ilişkinin şimdiye kadar içinde hareket ettiği biçimin belirli özelliğinin, yani ilişkiye içkin olan çelişkinin taraflarını bir arada tutma niteliğinin aşınmaya başlamasıdır.

Ekolojik kriz; sermaye birikimi dürtüsünün sınır bilmezliğiyle canlı yaşamın doğal koşulları arasındaki çelişkinin keskinleşmesi düzeyinde, ikisinin birbirini dışlayan yönlerini şimdiye kadar bir arada bulundurabilen biçim içinde eskisi gibi hareket edemeyeceği bir noktaya gelindiği anlamına gelmektedir. Ve bu gidişat durdurulamadığında, canlı yaşamın tabii koşullarında geri döndürülemez tahribatların yaşanacağı bir eşik geçilecek demektir. Marx’ın Kapital’de belirttiği üzere: “Après moi le déluge! (Benden sonra tufan!) Her kapitalistin ve her kapitalist ülkenin parolası budur.[4] Marx bu deyimi, sermayenin “işçinin sağlığına ve ömrünün uzunluk veya kısalığına karşı kayıtsız”lığını vurgulamak için kullanmıştı. Bugün bunu aynı anlamda canlı yaşamın doğal koşulları için de kullanabiliriz.

Marx sermayenin kayıtsızlığıyla ilgili bu deyimi kullanırken, “toplumdan gelen bir zorlama olmadığı sürece” diye bir koşul belirtir. Ekolojik krizle alakalı olarak görüyoruz ki, hem tabiatın zorlayıcı bir tepkisi var, hem de toplumdan gelen bir zorlama söz konusu. İşte “yeşil kapitalizm” bu yönüyle de, sermayenin belirtilen zorlamaları lehine çevirmek, daha doğrusu artı-değer üretimini maksimize etme dürtüsünü hem kamufle etmek hem de sürdürebilir kılmak üzere ileri sürdüğü demagojik bir tanımdan ibarettir.

DOĞA VE PİYASA

Dikkat çekildiği üzere, sermayenin doğaya yaklaşımı, doğanın kendisinde olmayan bir kriter bazında, yani değer ve artı-değer üretimi temelinde gerçekleşiyor. Emeğin üretkenliğinin artmasıyla doğanın haydutça yağmalanması birbirini koşullayarak ilerlerken, her şey gibi doğa da değer yasasının ve kapitalist meta üretiminin emrine sokuluyor. Açıktır ki, kapitalizmle doğa arasındaki ilişkinin karakteri bir kere böyle belirlenmişken, bugün ekolojik krizle mücadele adı altında alınan tüm tedbirlerin temel kriterinin piyasa ve onun yasalarının olması şaşırtıcı olmasa gerek. Kapitalizmin bu alanda sahnelediği riyakarlık, Shakespeare’in oyunlarındaki ikiyüzlü karakterlere bile taş çıkartacak cinstendir!

Sadece madenler, sular, mineraller, topraklar vb. metalaştırılmamış, bilim ve teknolojinin sunduğu yeni olanaklarla doğanın kendisi başlı başına devasa bir metalar deryasına dönüştürülmüştür. Bugün biyo ve gen teknolojisi tarımsal meta üretimine uyarlanmakta, bazı tohumlarla belirli endemik bitkilerin içerdiği genetik enformasyonlar patentleştirilmekte veya işte güneş ışınları ve rüzgar enerjiye dönüştürülerek satılmaktadırlar. Bir ve aynı kapitalist tekelin hem mayın, hem mayın tespit aracı ve hem de protez üreticisi olduğuna yabancı değildik, şimdi ama iklim kriziyle mücadele adı altında iklim krizinin başat nedeni sayılan karbondioksit emisyonun kendisinin alınıp satılan bir meta haline getirildiğine şahit oluyoruz!

Nitekim Emisyon Ticareti Sistemi (ETS)[5] bunun çarpıcı bir örneğidir; kapitalizmde iklim kriziyle nasıl ve ne tür bir mantıkla mücadele edildiğini de dışa vurmaktadır. Bilindiği üzere, “iklim hedefi” bağlamında Kyoto-Protokolü ile dünya çapındaki karbondioksit salınımının miktarına ilişkin bir düzenlenme getirildi. Emisyon ticareti; ‘üst sınır ve ticaret prensibi’ne (“Cap-and-Trade-principle”) göre gerçekleşiyor. Tavan sınırlaması yönünde, dünya çapındaki karbondioksit salınımının miktarına bir üst sınır konuldu, bu miktar da devletler arasında karbon salınım hakkı (sertifika) şeklinde paylaştırıldı. Kyoto Protokolü’nü imzalayan her devlet (sayısı bu arada 191 oldu), protokolde belirlenen miktar çapında karbon salınım hakkı elde etmektedir. Karbon salınım hakkı kısacası atmosferi kirletme hakkıdır. Bazı devletler, kendi karbon salınım miktarını azalttıklarında, kirletme haklarının bir kısmını kullanmamış oluyorlar, yani ellerinde kullanmadıkları emisyon sertifikaları birikiyor. Bunlar uluslararası piyasada satışa çıkartılıyor ve haklarına düşenden daha fazla karbon salmış olan devletler tarafından satın alınıyorlar. Karbon salınımını uzun vadede düşürebilmek için karbon salınım miktarı yıllık olarak küçültülmelidir. Burada karbon salınım miktarının doğru belirlenmesi işin püf noktalarından biridir. Diğeriyse, ton başına karbondioksit salınımında bir taban fiyatının belirlenmesidir, zira ton başına karbon emisyonu fiyatının görece düşük olduğu bir sır değildir.[6]

Elbette devletler gibi şirketler de karbon salınım haklarını (emisyon sertifikaları) alıp satabiliyorlar. 2005’te örneğin AB, Avrupa Emisyon Piyasasını (EU-ETS[7] kurdu. Bu piyasada AB’ye üye ülkelerin şirketleri kendi aralarında emisyon ticareti yapıyorlar. Bu piyasanın salınım miktarı ise AB tarafından belirlenmektedir. Şimdi farklı sektörlerden iki şirketi düşünelim: Az kirlettiği için elinde biriken emisyon sertifikasını, öngörülenden daha fazla karbon emisyonu olan şirkete satabiliyor. Şirket bunu alacaktır, çünkü emisyonu yüksek çıktığından ceza ödemekten sakınmak isteyecektir. Görüldüğü gibi burada da sistem, piyasadaki arz ve talebe göre işlemektedir. İddia şu ki, piyasa aracılığıyla, hem genel karbon salınımı limitinin aşılması engellenecek, hem de şirketlerin karbon salınımını düşürmeye yarayan teknolojilere yönelmeleri teşvik edilecek.

Gerçekte ama, atmosfere salınan karbonun miktarı piyasanın kanunlarına terkedilmiş bulunmaktadır. Piyasa ise, doğa değil değer yasasına göre işlemektedir! Örneğin 2008 krizi nedeniyle emisyon miktarına getirilen üst sınıra ulaşılmamıştı, yani atmosfere görece daha az karbon salınmıştı. Ancak emisyon ticareti ve piyasasının işleyişi bakımından bu gelişme olumlu sayılamazdı, çünkü arz-talep dengesini bozmuştu. Neticede, talepten çok daha fazla bir miktarda emisyon sertifikası birikmişti ellerde. Sertifika fiyatları, karbon salınımını düşürmeyi teşvik etme işlevini yitirmişti. Haliyle, “iklim dostu teknolojilere” yatırımda bulunmanın yakıcı bir manası da kalmamıştı. AB sertifika fazlalığına çeşitli yöntemlerle müdahale etti; “Yeşil mutabakat”ın ilanı, ETS’in kapsamında[8] olan şirketlere sunulan sertifika sayısının öngörülenden daha hızlı azaltılması ve daha şahince bir “iklim politikası” izleneceği duyurusu gibi.[9] Bu müdahaleler ve özellikle piyasadaki spekülatif hamleler sonucu, karbon emisyon sertifikalarının (ton başına karbon salınımın) fiyatı 2018 ila 2021 arasında 8 Euro’dan 60 Euroya çıktı. Ne var ki bu artış da başka etkenlerle birleşerek, özellikle Avro bölgesindeki son dönemdeki elektrik fiyatlarının fırlamasına neden oldu![10]

İşin diğer bir boyutu da şu ki AB’ye üye ülkelerin şirketleri, gayri resmi ve dolaylı yollardan da olsa AB dışındaki uluslararası emisyon ticareti piyasalarından da emisyon sertifikaları satın alabilmektedirler -elbette çok daha ucuz fiyatlara! Avrupalı şirketler Glasgow İklim Zirvesi’nin hemen ertesinde neyi talep ettiler? Emisyon ticaretinin uluslararasılaştırılmasını! Handelsblatt’ta çıkan habere göre, haklı bir gerekçeleri de vardı: “Başka ülkelerin sertifikaları Avrupa şirketleri açısından çok daha uygundur”![11] Avrupalı şirketleri Glasgow zirvesinde bu bağlamda heyecanlandıran kararlardan biri çünkü, Paris Anlaşması öncesi dönemde “iklimi koruma projeleri” çerçevesinde çıkartılan fakat bugüne kadar kullanılmayan sertifikaların sisteme dahil edilmesiydi. Bu kararı eleştiren çevre örgütlerine göre, özel olarak iklime hizmet etmemelerine karşın bu şekilde sisteme dahil edilen sertifikaların “tam sayısı belli değil”dir.

Uzatmayalım, Emisyon Ticaret Sistemi işlemiyor, daha doğrusu iklim krizini aşmanın gerektirdiği adımların hızla atılması şeklinde değil de piyasa kanunlarının buyurduğu ve yol verdiği kadarıyla işliyor. Oysa, iklim krizi gibi bir felakete müdahalenin kaderi kapitalist piyasanın yasalarına terk edilmemesi gerekirdi, eğer dert buyduysa!

Bu arada belirtelim ki, ekolojik kriz emperyalist ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki ilişkinin karakterini de açığa çıkartan bir sorundur. Bu ilişkiye içkin olan emperyalist talan “küreselleşme” furyasıyla had safhasına ulaştı ve gelişmekte olan ülkelerin sadece ekonomik bakımdan değil, aynı zamanda ekolojik yönden de tahrip edilmesini ileri bir noktaya taşıdı. Bilindiği gibi, dünyadaki karbon salınımında emperyalist ülkeler başı çekiyor, emperyalizme bağımlı ülkeler ise bu salınımın iklim ve çevreye verdiği zararın ağır sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyorlar. Başta plastik olmak üzere çevre ve doğaya zarar veren maddeler, bugün emperyalist ülkelerden bağımlı ülkelere gerçekleşen ihracatın artık olağan bileşenleri arasındadır. Bu gibi gerçekler karşısında ileri kapitalist ülkeler 2009 yılında, gelişmekte olan ülkelere özellikle iklimin korunması bağlamında mali vaatlerde bulundular. 2020 yılından itibaren yıllık 100 milyar dolar ödeme sözü verdiler. Bu ülkelerin yaşadığı ve trilyonlarca doları bulan tahribat karşısında aslında cüzi kalan bu vaatleri dahi fos çıktı. Glasgow Zirvesi’nde iklim krizinden en fazla etkilenen ülkeler olarak bu gerçeği kuvvetle dile getirmelerine rağmen zirveden özellikle ABD’nin itirazı üzerine bağlayıcı bir karar çıkmadı. Ama parlak sözlerle teselli edildiler. En geç 2023’de bu hedefe ulaşılacak, üstelik 2025’ten itibaren de ikiye katlanacak!

Kapitalist piyasanın mantığına dair söylenenlere son bir örnek daha aktararak bu hususu noktalayalım. Örneğimiz bu satırlar kaleme alınırken çıkan ve herhangi bir yorumu gerektirmeyen “Yeşil geçişe hammadde fiyatı baskısı” başlıklı şu haberdir:

Ufukta, kobalt, bakır, lityum ve nikel gibi önemli hammaddeler için yüksek fiyat artışları görüldü. Alman Ekonomik Araştırma Enstitüsü’nün yayınladığı çalışmaya göre, bu hammaddelere olan talep önümüzdeki yıllarda hızla artacak. Fiyatların, 2030’a yaklaşıldığında zirve yaparak yıllarca o seviyelerde kalması bekleniyor.

Tabii bu, yeşil enerjiye geçişi zorlaştıracak engellerden biri haline gelebilir. Çünkü bu hammaddeler elektrikli arabaların, güneş panellerinin ve rüzgâr tribünlerinin üretiminin şu anda olmazsa olmazları. Rüzgar ve güneş enerjisi santralleri inşa etmek için büyük miktarlarda bakıra; elektrikli araba aküleri için ise kobalt, lityum ve nikele ihtiyaç söz konusu. Uluslararası Enerji Ajansı’na (IEA) göre, önümüzdeki 20 yılda bakır tüketiminin iki, nikel tüketiminin üç, kobalt tüketiminin de altı katına çıkması bekleniyor.

En fazla talep artışının ise lityumda yaşanması bekleniyor. 2040 yılında lityuma olan talebin bugünkünden tam 20 kat fazla olacağı öngörülüyor. Bu seviyede bir talebe arzın ayak uydurması ise zor görünüyor. Zira, söz konusu metallerin çıkarılması için büyük yatırımlara ihtiyaç duyulmakta. Alman Ekonomik Araştırma Enstitüsü’nün açıkladığı senaryoya göre, 2030’da 2020’ye kıyasla bakır fiyatları yüzde 70, lityum fiyatları ise yüzde 180 daha yüksek olabilir.[12]

Sıradan insanlar olarak bizler bu tür haberler karşısında üzülebilir, “yeşil enerjiye geçiş” ivme kaybedecek, daha çok karbon atmosfere karışacak, iklim felaketleri artacak diye düşünebiliriz. Ama bir kapitalist ve spekülatör açısından bu tür haberlerin akla getirdikleri çok daha farklıdır. Onlar şöyle anlamlandırmakta bu haberleri: “Şahane! Ufukta bir süper çevrim var! Arz uzun bir süre talebe yetişemeyecek, hammadde fiyatları yıllarca ivmelenerek artacak!” Bloomberg New Energy Finance’ın bir hesabına göre, “küresel enerji dönüşümü”, “gelecek 30 yıl zarfında enerji tedariki ve altyapısına 173 trilyon (!) dolar değerinde yatırımların yapılmasını gerektirecektir.[13] Sanırız bu veriler, mali sermayenin yeni “yeşil tutkusu”nun gerisindeki nedenler hakkında kısmen de olsa bir fikir veriyordur.

Kısmen diyoruz, çünkü konunun devletin kolektif kapitalist olarak rolü, sermaye fraksiyonları arası mücadeleler, uluslararası rekabette “yeşil” hegemonya kurma gayretleriyle alakalı yönleri bulunmaktadır. Ayrıca “yeşil kapitalizmin” bu yönlerinin toplumsal-sosyal sonuçları da olacaktır; sınıflar arası mücadelelere etkileri, toplumsal yeni zorlamalar, sosyal sınıflar ve ülkeler arasında belirecek yeni bölünmeler, sözgelimi “ekolojik” yaşayabilenler ve yaşayamayanlar gibi vb.[14]

***

Yeşil kapitalizm”, mevcut kapitalist üretim tarzıyla ekolojik krizin aşılabileceği propagandasıdır. Buna göre, ekolojik krizle mücadele, kapitalist ekonomi ve piyasanın kanunlarına riayet edilerek yapılmalıdır. “Yeşil kapitalizm”le kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmayacaksa, ki bunu hiç kimse iddia etmiyor, o zaman bu gerçeklik şu sorunun yanıtlanmasını gerektirmektedir: Ekolojik krizi aşmanın gerektirdiği adımlarla kapitalist ekonomi ve piyasanın kanunları birbiriyle uyumlu mudur? Yukarıda verilen örnekler uyumlu olmadıklarına işaret etmektedir. Ve bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Buna şaşırmak, kapitalistin kâr peşinde koşmasına şaşırmaktır! Oysa o, tüm girişimciliğinin yegâne amacı kâr olduğu için kapitalisttir. Bunu da bir sermayedar olarak keyfi saiklerle yapmaz, yapamaz, zira kapitalist ekonomi ve piyasanın kendi kanunları vardır.

Bu kanunların konumuzla alakalı yönünün de gösterdiği üzere, sermayenin “yeşil dönüşüme” yönelişinin veya yakın zamana kadar yönelmeyişinin temel nedeni kâr oranlarıdır, yoksa yer küresi ısınmasındaki artış değildir. Bunun ispatı da basittir: Sözgelimi yenilenebilir enerjide bugün kullanılan teknoloji yeni değildir. Onlarca yıldır mevcuttu. Fakat bu teknolojideki yakın zamana kadarki üretim maliyetleri, emek üretkenliği, pazar hacmi, fosil enerjiye yatırılmış olan sermayenin değersizleşmesini engelleme veya geciktirme gibi faktörler bu alana yönelmeyi kârlı yapmamaktaydı, oysa ekolojik kriz çok daha önceleri hızla bu teknolojilerin kullanımını gerektirmekteydi. Bugün ise durum değişmiştir. Örneğin tek başına “hidrojen piyasası” şu sıralar 150 milyar doları kapsamaktadır. 2050’ye kadar ise en azından 600 milyar dolara çıkması beklenmektedir. Yani, uğruna kıyasıya rekabet etmeye değer! Tabii kapitalist devletin “ekolojik fonlarıyla” kendi sermayedar sınıfı için maliyet ve rekabet zorluklarını da karşılaması gerekiyor, ki o da “mevzubahis olan dünyamız” diyerek kolektif kapitalist olarak hem politik hem de finans açılardan gereğini yapmaya çalışmaktadır…

Sermaye temas ettiği her şeyi, ister canlı emek isterse doğa olsun, o çapsız amacına -artı-değere devşirmek- indirgiyor. Ve bunu içsel bir doyumsuzluk ve dışsal bir hırçınlıkla yapıyor. Eyleminin toplumsal, sosyal ve ekolojik sonuçlarını dahi sermaye ilişkisini yaymanın ve yeni vurgunlar yapmanın bir fırsatına dönüştürüyor.[15] Özetle, “höt!” denilmediğinde, deveyi hamuduyla götürüyor!

Marksistler hiçbir zaman sermayeyi kâr peşinde koştuğu için yadırgamamışlardır, aksine bizzat onun yegâne varlık nedeni ve amacının bu olduğu için insanı, sağlığını ve doğasını ve doğayı esas almadığını, alamayacağını teşhir etmişlerdir. İşin hoş tarafı, kapitalist düzenin aşılmasını savunan Marksistleri “hayalperestler” olarak görenler, “yeşil kapitalizm” ile sermayenin sermaye gibi davranmamasını beklemektedirler!

Akla şöyle bir soru gelebilir: Sermaye birikim amacıyla da olsa, şimdi “yenilenebilir enerjiye”, “yeşil dönüşüme”, “bacasız sanayiye” yönelinmiş olunması, olunmamasından daha iyi değil mi? Doğa tahribatında her azalma bir kazanım sayılmaz mı?

Kuşkusuz. Ne şüphe! Ne ki, ekolojik dengedeki tahribatın geldiği nokta, “yetmez ama evet”li ehveni şerleri çoktan anlamsızlaştırmıştır. Ekolojik krizin bugünkü boyutu ve gelişme istidadındaki dinamik; olası “kazanımlar”ın gerçekte kazanım olmayacaklarına işaret etmesinin yanı sıra, kaybedilen her günün, yani bu krizi aşma gibi bir tarihi görevi sermayenin bencil ve çapsız dürtülerine koşmanın, kapitalizmin doğada kaydedegeldiği o “devasız yarılma”nın (Marx)[16] artık tersine çevrilemeyeceği dönüm noktasına daha da yaklaşılması anlamına gelmektedir.

KUŞLARIN HATIRLATTIĞI

Son ara başlığımıza, okurun sabrına da güvenerek, “Kuşlar dünyası ve kapitalizm” başlıklı ilginç bir makaleden bir alıntıyla başlayalım. Makalenin yazarı maalesef anonim:

Makalemizle aynı başlığı taşıyan ve bu yılın birinci sayısında yer alan bir notta, istatistik verilere dayanılarak, sınai bölgelerdeki kuşların sayı ve türlerinin azalmakta olduğuna işaret edildi. Bu azalmanın ana nedenleri olarak; hava ve suyun kötüleşmesi, gıdanın bozulması, kuluçka döneminde rahatsız edilmelerin artması ve yuva yapma imkanların zorlaşması sayılabilir.

Yalnız bu azalma sınai bölgelerle de sınırlı değil. Tarımın kapitalistçe işletildiği yerlerde de benzer belirtilerle karşılaşabiliyoruz. Kapitalist tarım, ormanın çölleşmesini, toprağın azami ölçüde sömürülmesini beraberinde getiriyor, sözgelimi çok yer kaplayan çalıların yerini tel örgülerin alması vb., her halükarda yuva yerleri ile gıdanın azalmasına yol açıyor…

Komünizmden farklı olarak, meta üretimine içkin olan; soygun ekonomisine yönelmedir, mahsullerin kalıcılığı ve sürdürülebilirliğini gözetmeksizin toprağın o an için alabildiğince sömürülmesidir…

Meta üretimindeki bu soygun ekonomisi eğilimi, meta üretimi henüz kapitalist karakterini almamışken, ancak belirli sınırlar içerisinde etkindi. Kapitalist üretim tarzında söz konusu olan ise, devasa makinaların yardımıyla gerçekleşen büyük ölçekli üretim ve doğa güçlerinin bilimsel yoldan boyunduruk altına alınmasıdır. Şimdi bunların yardımıyla; basit meta üretiminin soygun ekonomisine olan o utangaç yönelimi devasa ölçüde geliştirilmekte, zenginliğin fışkırdığı kaynaklar onların ebedi olarak kuruması tehlikesine aldırmaksızın kısa zaman içerisinde hızla tüketilmektedir. Örneğin ormanların çöllenmesi meta üretimine hep içkin bir gayretti. Eski çağda en yüksek aşamasına ulaştığında görece küçük bölgelerde bile ormanın yok olmasına neden olmuştu; mesela Yunanistan’ın, İtalya ve Güney Fransa’nın birçok noktasında durum buydu. Fakat ormanların bu çöllenmesi, demiryollarının ve vapurculuğun gelişmesinin bugünkü sonuçları karşısında nedir ki? Bu alandaki gelişmeler, bugün sadece kapitalist üretim tarzının gelişmiş olduğu ülkelerdeki ormanları değil, bunların da ötesinde, örneğin İsveç, Rusya, Kanada, Birmanya ve hatta ABD’nin insan girmemiş bölgelerinin ormanlarını dahi tahrip etmektedir. (…)

Çok sayıda kuş dostu, kuş derisi olan şapkaları taşımamaları için kadınlara çağrıda bulunuyor, bu tür çağrılarla mevcut durumda bir iyileşme sağlayabileceklerini sanıyorlar. Bu çağrılara katılıyor ve karşılık bulmalarını diliyoruz, ancak bu tür çağrıların pek faydalı olacağı konusunda oldukça şüpheliyiz. Moda, çağrı olmaksızın da değişecektir – değişim modanın özüdür zaten. Ama bu çağrılara rağmen, şimdiden bile çok sayıda sermaye, kuş derisi ve onların işlemden geçirilmesi işine yatırılmış bulunmaktadır.

Makalenin yazarı anonim ama, yayınlandığı yer bellidir: Alman Sosyal Demokrasinin teorik yayın organı “Die Neue Zeit”. Daha enteresan olanı, tarihidir: 1886![17]

Marksizm ve ekoloji ilişkisine[18] dair bu örnekle vurgulamak istediğimiz husus kısaca şudur: Ekoloji, işçi sınıfının dünya görüşüne yabancı bir mesele değildir. Aksine ekoloji; insanın parçası olduğu ve içinde yaşadığı doğayla uyumlu ve onun denge ve yasalarını kavrayan ve onları insani bir yaşam için gözeten ve değerlendiren ve aynı anda da insandan bağımsız bir objektif gerçekliğin ve doğanın varlığını esas alan bir anlayış olarak tarihsel materyalizme içkindir. Ve yine bu anlayışa göre, bugünkü doğa insan tarafından değişime uğratılmış bir doğa olduğundan, toplum ve doğa ilişkisi de ancak tarihsel bir perspektifle ele alındığında doğru anlaşılabilir olmaktadır.

Bu vurguyu yaptıktan sonra, meselenin bugün açısından önem arz eden yönlerine geçebiliriz. Yazı boyunca belirtilenlerden de anlaşılacağı üzere, “ekolojik kriz”le birlikte “yeşil kapitalizm”in gündeme gelmesi, aynı zamanda, kapitalist üretim tarzının kendisinin, sermayenin doğrudan kontrol edemediği bir kriter üzerinden, yani insanlığın ve tüm canlıların doğal yaşam koşullarını mümkün kılan bir doğanın varlığı/yokluğu kriteri üzerinden tartışılmaya açılmasıdır. Bu tartışma bugün iki şekilde sürmektedir. Yukarda da belirttiğimiz gibi, yaygın ve hakim olan ele alış şöyledir: Mevzu bahis olan doğa ise, bu evrensel ve sınıflar üstü bir sorundur ve tüm insanlığı eşit bir şekilde ilgilendirmekte ve sorumluluk altına almaktadır. Hakim olmayan yaklaşım ise şöyle özetlenebilir: Bu sorun, evrensel, dolayısıyla tüm gezegeni ve insanlığı kapsayan bir boyutu olan, fakat nedenselliği itibarıyla belirli bir sınıfın (sermayenin) tahakkümü altında gerçekleşen belirli bir üretim tarzına (kapitalizme) dayanan bir sorundur.

Açıktır ki, birinci ele alışın baskın olmasını sağlayan, işin öznel boyutudur, yani “ekolojik krizin”, işçi sınıfının tarihsel yenilgisinin çok yönlü tahribatlarının etkisinin hala aşılamadığı ve bağımsız hareketiyle politik mücadelelere damgasını vuramadığı bir safhada belirmiş olmasıdır. Nitekim, dünyanın sonunun gelebileceğine inananların, kapitalizmin bir alternatifi olabileceğine inanmamaları bugünün bir realitesidir ve maalesef bu yaklaşım bir azınlığı teşkil etmemektedir.[19]

Oysa tarihi gerçek şu ki, yerini kendi karşıtı olan bir toplumsal düzene terk etmesi bakımından aşırı olgunlaşmış bir kapitalizmle yüz yüzeyiz. Sadece dünya halklarının toplumsal yaşamındaki ağır sosyal-kültürel çelişkiler bakımından değil, insan türünün bu gezegendeki doğal yaşam koşullarının risk altına girmesi yönüyle de objektif olarak zamanını tamamlamış bir kapitalizmdir bu. Dolayısıyla, objektif olanla sübjektif olanın arasındaki bu asimetri, ne sübjektif faktörün görece ve konjonktürel geriliğinden hareketle objektif olandaki vahamete karşı acilen harekete geçilmesini engellemeli, ne de objektif olandaki vahametten hareketle sübjektif faktörün kendiliğinden geriliğini aşacağı sanısına kapılmalıdır.

Bugünkü kapsamıyla ekolojik kriz, kapitalizmin şu ya da bu eğilimi veya çelişkisinden ziyade kapitalizmin tüm çelişkilerine özgün bir tarzda etkide bulunan bir mesele durumundadır. Tüm sınıfları ilgilendiren bu genel yönünün yanı sıra, asıl olarak ekolojik kriz; kapitalist üretimin ana gayesinden ve dolayısıyla da kapitalizmin temel çelişkisinden soyutlanamayacağı için, aynı zamanda bu çelişkinin iki ana öznesinin (burjuvazi ve işçi sınıfının) arasındaki uzlaşmaz çelişkinin dolaylı bir tezahürü ve fakat dolaysız bir konusudur. Ekolojik kriz bu yönüyle, kapitalizmin temel çelişkisinin görüngü biçiminde, üretici güçlerin gelişmesi ve işbölümündeki derinleşmeyle birlikte artan başkalaşımın (metamorfoz) bir ifadesidir. Bu bağlamı ve genel kapsayıcılığı (insan ve tüm canlıların varlıklarını sürdürebilecekleri doğa koşullarının korunmasıdır zira söz konusu olan!) nedeniyle ekoloji sorunu, son derece yakıcı bir politik mesele olmasının yanı sıra, doğrudan sınıf mücadelelerinin bir konusu olarak her bir sınıfın kendi sınıfsal perspektif ve çıkarından hareketle yer aldığı bir mevzudur. Nitekim “Yeşil kapitalizm” burjuvazinin ekolojik kriz karşısında pozisyonunu yenilemesinin bir ifadesidir de aynı zamanda.

Özellikle karbon salınımının yüksek olduğu sektörlerde çalışan işçiler açısından ekoloji sorunu, -esasta da ekolojik harekete bugün hakim olan küçük-burjuva çizgisi ile sendika bürokrasisinin oportünizmi sonucu- günlük çıkarlarıyla çelişen, onu işi ve ekmeğinden eden bir mesele olarak algılanmaktadır. Oysa asıl sorun, ekolojik krizin kapitalist sistemden soyutlanarak ele alınıp gündeme getirilmesidir. Bu soyutlama, kapitalizmi yani sermayedarı hedeften çıkardığı gibi, işçiyi de patronuyla çıkarlarının ortak olduğu yanılsamasına sürüklemektedir. Bu durum, işçilerin; ekoloji gibi evrensel bir hususu önemsemeyen, muhafazakar bir pozisyonda direten bir kitle olarak algılanmasına, ve üstelik onun, eylem ve hareketiyle toplumsal yaşama damgasını vuran, devrimci ve tarihsel ilerlemenin motor gücü olan niteliklerinin daha da sorgulanmasına yol açmaktadır.

Oysa, ekolojik krizle mücadele, kendi sınıfsal çıkarlarının insanlığın genel çıkarlarını içinde barındıran yegâne sınıf olarak en başta işçi sınıfı tarafından sahiplenilmesi gereken bir mücadeledir. Bu nedenle ekoloji sorununa; “güncel olaylardan biri” olarak yaklaşmamak, aksine onu bugünkü işçi sınıfının politik bilincinin temel unsurlarından biri olarak görmek ve işçiler arasında “ekolojik kriz” hakkında “çevre duyarlılığı”ndan öteye meselenin sistemsel ve sınıfsal köklerini kapsayan bir bilinç geliştirmek hayati bir gerekliliktir. Hayatidir, çünkü yukarda açıklamaya çalıştığımız gibi, ekolojik kriz; kapitalizmin varlık koşullarıyla canlı yaşamın doğal koşulları arasındaki çelişkinin şimdiye kadar içinde hareket ettiği biçimin aşınmaya başlamasıdır. Aslında varılan bu nokta, kapitalizmin doğayla olan sömürü ve yağma ilişkisinin en azından doğanın tepkisi itibarıyla sonlandırılmasını gerektirmektedir. Ancak sübjektif faktörün halihazırdaki durumu bu acil adımın atılmasına elverişli değildir. Bu bakımdan vurgulanacak olursa, “Yeşil kapitalizm”, kapitalizmin doğayla ilişkisindeki had safhaya ulaşmış olan çelişkiyi, sermayenin lehine fakat ekolojinin aleyhine olmak üzere yeniden biçimlendirme ve böylece doğanın sermaye tarafından yağmalanarak tahrip edilmesini sürdürülebilir kılma girişimidir. Bu girişimin hem ekolojik hem ekonomik ve hem de sosyal bir faturası olacaktır ve o başta gençlik olmak üzere tüm işçilere, emekçilere ve ezilen halklara ödetilmeye çalışılacaktır.

Elbette belirtilenler, sorunun şu yönünü de görmeyi gerektirmekte: Kapitalizmde emek-gücünü satarak yaşamını sürdüren işçiler, ister istemez, kapitalist üretim tarzının doğayı tahrip eden pratiğinin özneleri durumundadırlar. İşçiler üretim ve dolaşım süreci boyunca yaşanan doğa tahribatının birebir tanıkları olarak olup bitenden üzüntü duysalar da realiteleri değişmemektedir. Orta ve küçük burjuva katmanlar açısından doğa tahribatı; ahlak, yaşam/tüketim tarzı ve çocuklarına bırakacağı gezegenin sureti meseleleri olarak çok yönlü bir algılama ve hassasiyetinin konusu olabilirken, işçi açısından bu hassasiyetler ya pratik yaşamıyla uyumlu değil ya da içinden çıkamadığı vicdani bir ikilemin konusudurlar. Mahkum edildiği ücretli emek ilişkisi onu, üretim süreci boyunca doğayla olan metabolizmanın en aktif unsuru olmasına karşın, doğaya da yabancı kılmaktadır. Bundandır ki işçinin doğaya yabancılaşması, insan olarak doğaya ya da ondaki tahribata karşı kayıtsızlığının değil, sermaye birikimi ve ilişkisinin doğaya kayıtsızlığının dolaysız ve kaçınılmaz bir sonucudur.

İşçilerin ekolojik sorunlara duyarsızlıklarına yönelik tüm söylemler, kapitalizmde işçinin yaşamak için emek gücünü satmaya mahkum kılındığı üretim ilişkilerini ve kapitalist üretim tarzının doğayla olan tahripkar ilişkisini doğrudan hedeflemiyorsa, boş ve anlamsızdırlar, dahası gerçeğin tahrif edilmesidir. Öte yandan ama, kapitalist üretim ilişkilerine dair bu gerçeklik, işçilerin de şu gerçeği özümsemelerinin gerekliliğini ortadan kaldırmamakta: Ufuklarını ve eylemlerini bireysel ve günlük çıkarlarının (işini kaybetmeme veya işsizse iş bulma derdi vb.) gerektirdikleriyle sınırladıkları sürece, hep kısa çöpü çekeceklerdir; yani insanca ve güvenceli bir yaşama, sağlıklı bir hayata, temiz hava, su ve çevreye yabancı kalacaklardır. Ekolojik krizin gün geçtikçe büyüyen faturasını da en başta kendileri ve dünyanın yoksul halkları ödemeye devam edeceklerdir.[20]

İşçiler, yani doğayla madde alışverişinin (metabolizmanın) odağında bulunanlar, bir sınıf olarak açık ve bağımsız hareketleriyle doğrudan müdahil olmadıkları sürece, ekolojik krizin aşılması bir hayal olacaktır. Oysa bize gerekli olan; bizi yaşadığımız gerçeklikten koparan, kendimize yabancılaştıran, teskin eden ya da avutan hayaller değil, gerçekliğimizi/gerçekliği değiştirme ve güzelleştirme gücü veren hayallerdir. Dünyanın ve doğanın ahvali karşısında kol gezen ümitsizliğin panzehiri de başta bu türden hayallere sahip olabilmek olsa gerek.


[1] Marx, K. ve F. Engels (2013) Alman İdeolojisi, çev. O. Geridönmez ve T. Ok, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, sf. 45.

[2] Bu sayıda yer alan şu makaleye bakınız: Hans Heinz Holz, “Tarihsel materyalizm ve ekolojik kriz”.

[3] Marx, K. (1999) Grundrisse: Birinci Cilt, çev. A. Gelen, Sol Yayınları, Ankara, sf. 315.

[4] Marx, K. (2011) Kapital: Birinci Cilt, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 263.

[5] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. https://www.narterlaw.com/emisyon-ticareti-sistemi/

[6] Açık ki emisyon ticareti başlı başına bir konudur. Burada konumuzu ilgilendiren yönüyle bu sistemi kabaca özetlemekteyiz.

[7] Ayrıca, makaleyi uzatmamak için değinmediğimiz karbon vergisi var. Aralarındaki fark, biri (vergi) belirli bir fiyat üzerinden belirlenirken, diğeri (emisyon sertifikası) karbon salınımı miktarı üzerinden şekillenmektedir. Tabii karbon vergisi doğrudan geniş halk kitlelerini etkilemektedir. Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi bu etkiye tepki olarak çıkmıştı. Sertifikanın etkisi ise dolaylı yoldan olmaktadır.

[8] Enerji sektörü ile enerji yoğunluklu sanayiin büyük çoğunluğu kapsam dahilindedir. 2021’de Avrupa içi havacılık da dahil edildi. 30 Avrupa ülkesinde toplam 11 bin tesis ETS kapsamındadır. AB yakın zaman içerisinde denizciliğin de ETS’e dahil edileceğini açıkladı.

[9] Aynı AB geçtiğimiz günlerde, nükleer enerji ile doğal gazı “yeşil enerji” olarak sınıflandırdı! Bu sınıflandırma sayesinde, aslında “yeşil enerji” olmayan enerji türlerine yüzlerce milyar avronun aktarılmasının yolu açılmış oldu. Sadece “yeni jenerasyon atom santralleri”ne yapılması gereken yatırımların 2050 yılına kadar 500 milyar avroyu bulacağı hesaplanmaktadır.

[10] Bkz. Avrupa Merkez Bankası’nın resmi sitesinde: https://www.ecb.europa.eu/pub/economic-bulletin/focus/2021/html/ecb.ebbox202106_05~ef8ce0bc70.en.html

[11] Herwartz, C.; S. Kersting (2021) “Nach Glasgow: Industrie fordert internationalen CO2-Handel”, https://www.handelsblatt.com/politik/international/klimaschutz-nach-glasgow-industrie-fordert-internationalen-co2-handel/27805198.html?ticket=ST-418186-LwB2yvTCov6vJR7kVgEP-ap5

[12] Coşkun, C. (2022) “Yeşil geçişe hammadde fiyatı baskısı”, Bloomberght, https://www.bloomberght.com/yesil-gecise-hammadde-fiyati-baskisi-2297569

[13] Açıktır ki, fiyatların artması, bu hammaddelere yatırım yapan kapitalistlerin lehineyken, bu maddeleri üretimde kullanan kapitalistlerin aleyhinedir. Bu durumun sermayeler arası rekabeti kızıştırması, kullanılan teknolojide yenilenmeleri kışkırtması veya yeni tekelleşmeleri gündeme getirmesi gibi sonuçları olacaktır elbette.

[14] Bu yönlerin bazılarına önceki makalelerimizde (Teori ve Eylem’in 52 ve 54. sayılarında) değindiğimiz için burada tekrarlamıyoruz.

[15] Tesla bu açıdan çarpıcı bir örnektir. Elektronik Tesla’lar karbondioksit salmadıklarından, şirket kullanmadığı emisyon sertifikalarını fosil yakıt tüketen otomobil üreticisi firmalara satmaktadır. Elon Musk’ın şirketi bu yolla sadece 2021 yılının ikinci çeyreğinde 354 milyon dolar gelir elde etti, yani bir çeyrekte kaydettiği karın üçte birini!

[16] Ateş, G. (2020) “Marx ve ekoloji: ‘Devasız bir yarılma’”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/404748/marx-ve-ekoloji-devasiz-bir-yarilma

[17] Die Neue Zeit (1886) “Der Kapitalismus und die Vogelwelt”, https://library.fes.de/cgi-bin/nzpdf.pl?dok=1886&f=474&l=478

[18] Sosyalizmin inşasında ekolojik tahribatların şu ya da bu sınırlar içerisinde gündeme gelmesi, kapitalizmin pratiğini teşhir ederken gereksiz bir tutukluğa yol açmaması gerekiyor. Sosyalizmde ekolojik dengeyi gözetmek bakımından yaşanan sorunlar, kapitalizmden farklı olarak sosyalist üretim tarzının doğasının kaçınılmaz sonuçları değildi. Daha ziyade kapitalist kuşatma altında ölüm kalım savaşı veren bir sistemin ayakta kalmak için kerhen ve mecburen göze aldığı tahribatlardı. Kapitalizmde ise doğanın tahribatı, üretim tarzının yapısal bir özelliğidir.

[19] Örneğin ekonomist ve Fransız Yeşil hareketinin teorisyenlerinden Alain Lipietz için kapitalist üretim tarzı tartışma konusu yapılmamalı, çünkü o “dönemimizin aşılamaz ufku”nu teşkil etmektedir. “İnsanlık kapitalist olmayan bir gelişmeye dair hayalini tümden terk ettiğinden” Lipietz açısından sadece şu soru geçerlidir: “Ne tür bir kapitalizm?” Bkz. Stache, C. (2017) Kapitalizm ve Doğa Tahribatı (Kapitalismus und Naturzerstörung), Budrich UniPress Ltd., sf. 381.

[20] Oxfam’ın bir basın açıklamasında “Gelir gruplarına göre fert başına CO2 emisyonları (ton başına CO2)” ile ilgili aktarılan verilere göre, küresel ölçekte en zengin %1’de fert başına emisyon 1990’da 58 iken 2015’de 74’e çıkıyor (2030 öngörüsü 70). Zengin %10’da sırasıyla 21,5/24 ve (21). Orta gelirli %40’da 4,2/5,0 ve (4,8). Yoksul %50’de ise 0,7/0,8 ve (1). Başka bir ifadeyle, orta gelirler ve yoksulların “karbon ayak izi” zenginlerle kıyaslanamayacak düzeyde düşük, ancak iklim ve ekolojik krizin çok yönlü ve ağır sonuçlarından en fazla etkilenenler de onlar! Bkz. Oxfam (2021) “Carbon emissions of richest 1% set to be 30 times the 1.5°C limit in 2030”, https://www.oxfam.org/en/press-releases/carbon-emissions-richest-1-set-be-30-times-15degc-limit-2030.