Ali Yaşar
Hiç kuşku yok ki, son yıllarda ülkedeki güncel ideolojik ve politik tartışmalarda, politik kamplaşmalarda laiklik sorunu ilk sıralarda yer almaktadır. Laiklik konusu gündeme geldiğinde hemen hemen her seferinde başka bir yönü gündeme getirilmekte, cumhuriyetin ilk yılları ile bugün arasındaki farklılıklar üzerinde yoğunlaşılmaktadır. Bu durumda da konu sadece laiklikle sınırlı kapsamda kalmamakta, modernleşme, ilerleme, laiklik iç içe tartışılmaktadır. Konu bazen alfabe ve dil üzerinde yoğunlaşmakta, bazen din ve din eğitimi üzerinden yürütülmekte, bazen de kılık, kıyafet vb. meseleler tartışma konusu yapılabilmektedir. Ama hepsinde belirgin bir biçimde merkezi yeri dinin tuttuğu görülmektedir.
Geçmişe yönelik bu tartışmaların konusu eleştirenlerin ideolojik konumuna göre değişmektedir. Örneğin liberallerin eleştirisi tek parti döneminde laikliğin topluma tepeden inme zorla kabul ettirildiği, “dışlayıcı ve otoriter” olduğu vb. üzerinde yoğunlaşırken, politik İslamcı çevreler ibadetin yasaklandığı iddialarını gündeme getirebilmektedir. Buna karşın o dönemde yapılanları bütünüyle savunan bir kısım burjuva laikçilik yanlıları, kurucu kadronun yaklaşımına paralel olarak özellikle Osmanlı’nın son dönemlerine atıfta bulunarak, dinin çöküşteki olumsuz rolünden başlayarak, laikliğin “modernleşmek, asri milletler seviyesine ulaşmak”, “batılılaşmak” için zorunlu olduğuna vurgu yapmakta, modern bir toplum kurmak ve demokrasiye sahip olmak için laikliğin zorunluluğuna dikkat çekmekte, açık ya da örtülü bir biçimde dinin devlet tarafından kontrol edilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Sosyalistlerin değerlendirmeleri ise tarihsel ve toplumsal koşulları nesnel olarak değerlendiren, bu temelde olumlu ve olumsuzlukları açıkça ortaya koyan bir merkezde yoğunlaşmaktadır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında ülkenin yönetiminin nasıl olacağı, saltanat ve hilafet sorunları, savaşı yürüten önder kadrolar arasında da tartışılmıştı. Bu kadroların Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Kazım Karabekir vb. gibi bazıları 1909’daki gerici ayaklanmayı bastıran Hareket Ordusu’nun kurmay heyetindeydiler ve özellikle bunların ilk ikisinin dine ve laikliğe yaklaşımlarında bu tecrübenin de önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Ayrıca ileride değinileceği gibi, laiklik konusunda atılan adımlarda “Jön Türklerden İttihatçılara” kadar olan bir tarihsel miras ve bu mirası sahiplenenlerin II. Meşruiyete götüren harekette devlet işleriyle dinin ayrışması konusunda hem süren tartışmaları hem de pratik uygulamaları vardı.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından kısa bir süre sonra kurulan Cumhuriyetin laiklik uygulamaları bütün bu deneyimlerin üzerinden yaşama geçirilmiştir. Kolaylaştırıcı faktörlerden birinin Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkan, ayaklanmalar örgütleyen gerici, dini çevrelerin verdiği gerekçeler olmuştur. Ulusal mücadeleye karşı sarayın güdümündeki din adamlarının verdikleri fetvaların kurucu kadrolar üzerinde derin izler bıraktığı bilinmektedir. Saltanatın cumhuriyetin hemen öncesinde kaldırılması, yeni cumhuriyette hilafetin tasfiyesi, devletin resmi dininin kaldırılması, anayasada laikliğin yer almasına kadar uzanan uygulamalarla birlikte laiklik, yeni devletin temel ilkelerinden birisi olarak benimsenmiştir. Böylece henüz zayıf olan, ama güçlenmesi için kendisine devletin tüm olanaklarının açıldığı ulusal burjuvazi için burjuva devletinin hukuki çatısı ve çerçevesi genel olarak belirlenmiş oluyordu. Ama ekonomik ve toplumsal temel geleneksel, feodal, yarı-feodal kalıntıların güçlü olduğu bir temeldi ve kendisini güvende hissetmeyen burjuvazi bu kesimlerle daha kurtuluş savaşı sırasında çok erken bir ittifaka girerek bu toplumsal temelin yaşamasını da sağlıyordu.
Laiklik kabul edilmişti, ancak uygulanan laiklik dinin devlet tarafından kontrolüne ve özellikle Sünni İslam temeline dayandığı için oldukça sorunlu olmuş, toprak devrimine yönelmek bir yana, toplumun modernleşmesi toplumsal reformlarla -toprak reformu vb.- desteklenmediği için yasal ve anayasal önlemler, atılan kısmi adımlar devlet ve din ilişkilerini köklü olarak çözmediği gibi, dinden etkilenen geniş kitlelerin dini politik amaçlarla kullanan parti ve akımlar tarafından kolaylıkla etkilenmesinin zemini güçlendirmiş, laiklik üzerine tartışmalar bugüne kadar taşınmıştır.
Laiklik üzerine bugün yapılan tartışmaları, yaşanan sorunları anlamak, kuşkusuz tek parti döneminde laiklik konusunda atılan adımların, yapılanların, yaşanan sorunların genel hatları ile bilinmesi gerektiğini beraberinde getirmektedir. Bu yazı çok fazla ayrıntılara boğulmaksızın bu sorulara yanıt vermeye çalışacaktır.
Cumhuriyet Öncesi Birikim
Osmanlı’nın son dönemlerinde muhalefet hareketleri gelişmeye ve güçlenmeye başladı. Ancak bu muhalefet hareketlerinin ilk dönemlerinde padişahın yetkisi, bu yetkinin kaynağı tartışılmıyor, talepleri Batı’da olduğu gibi bir Meclis’le padişahın otoritesine bazı sınırlar getirilmesi, meşruti monarşi denebilecek bir sisteme geçilmesiyle sınırlı tutuluyordu. Bu muhalefeti yürütenlerin bir kısmı Batı’da, bir kısmı da Batı’daki gelişmeleri dikkate alarak 19. yüzyılda kurulan eğitim kurumlarında okumuşlardı. Doğal olarak bunlar devlette görev alıyorlar, askeri veya sivil görevlerde bulunuyorlardı.
Bu genelleme; tarihsel akış içindeki kopuşlar, hesaplaşmalar ve yeniden kurulmalara işaret ederek “batılılaşma ve modernleşme” konusundaki tarihsel süreci ve sürecin önder kadrolarının ve örgütlerinin durumunu doğruya yakın olarak yansıtmaktadır. Örneğin İkinci Meşruiyet döneminin Batıcıları devletin ve toplumun sekülerleşmesi gerektiğini ileri süren düşünceleri, programları savunuyorlardı. O dönemin önde gelen reformcularından Abdullah Cevdet ve Kılıçzade Hakkı’nın yazdığı İçtihat dergisinde yayımlanan “Pek Uyanık Bir Uyku” makalesinde bu görüşler etkili bir biçimde toparlanmıştı ve sonraki kuşaklar üzerinde etkide bulunuyordu.[1]
Keza bir Türkçü ve aynı zamanda Batı Medeniyetleri taraftarı olan, benzer görüşleri geliştirerek ve “Türklüğe” uyarlayarak – daha sonra da Kur’an ve Ezan’ın Türkçeleştirilmesini vb.- savunan Ziya Gökalp’in görüşleri de etkili oluyordu. Gökalp’e göre;
“Tanzimatçıların büyük bir hatası da bize Şark medeniyetiyle garp medeniyetinin terkibinden bir irfan karışımı yapmak istemeleriydi. Sistemleri büsbütün ayrı prensiplere dayanan iki zıt medeniyetin bağdaşmayacağını düşünememişlerdi. Hala siyasi bünyemizde mevcut olan ikilikler, hep bu yanlış hareketin neticeleridir. İki türlü mahkeme, iki türlü okul, iki türlü vergi, iki türlü bütçe, iki türlü kanun. Hasılı bu ikilikler, saymakla tükenmez. Şark medeniyetini Garp medeniyetiyle birleştirmeye çalışmak, ortaçağı yeniçağda yaşatmak demektir. Yeniçerilikle Nizamiye askerliği nasıl uyuşmazsa, eski hukukla yeni hukuk, eski ilimle yeni ilim, eski ahlakla yeni ahlak da öyle bağdaşmaz.”[2]
Özetle Gökalp “her milletin bir kültürü olduğu ve ait olduğu bir medeniyet olduğunu söylemektedir. Türk kültürünün oldukça güçlü olduğunu ama bu kültürün ait olduğu medeniyet yüzünden sıkıntılar yaşadığını söylemektedir. Bu yüzden de Osmanlı’nın Arap İslamiyeti’nden alınıp Batı medeniyetine geçirilmesini öne sürmüştür.”[3] Bu yaklaşımlarda ulusalcılık ve uluslaşma sürecinde modernleşmenin, modernleşme yönünde atılacak adımlarda da dinin engelleyici sınırlarından kurtulmanın önemine vurgu yapılmaktadır.
Bu düşüncelerin Cumhuriyet döneminde, özellikle onun ilk on beş yılında uygulanan politikaların şekillenmesinde oldukça etkili olduğu pratik olarak görülmüştür.
Sonradan yolu ayrılmış olan İttihat ve Terakki’nin kurucularından ve bir numaralı üyesi İbrahim Temo’nun anıları da düşünsel bir devamlılığı göstermesi bakımından ilginçtir. Temo “jön türklüğün devamı” olarak gördüğü Cumhuriyetin kurucu lideri ve “laikliğin kararlı savunucusu” Mustafa Kemal, “inkılablar” ve onu takip eden lider İnönü hakkında değerlendirmeler yapmıştır. Ona göre Atatürk, “cihan medeniyetini hayretlere gark eden bu şerefli Türk inkılabını bütün manasıyla mevkii file koymuştur.” İnönü’yü ise “Türk babasının yerini tutan pek kıymetli ve büyük adam, siyasi ve askeri bakış açılarından Türkiye’yi felaketlerden kurtaran tedbirli ve kahraman Cumhurreisi” olarak anmıştır.[4] Aradaki kopuş ve tasfiyeleri bir kenara bıraktığımızda bu yaklaşım kendi içerisinde genel hatları ile bir devamlılığa işaret etmektedir.
Ancak modernleşme ve laiklik konusundaki bu devamlılığı kendi içerisinde istikrarlı bir sürecin sorunsuz olarak başlayıp sonuçlandırılması olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması, cumhuriyetin ilan edilmesi, anayasada “milletin egemenliğine” vurgu ve daha sonra laiklik ilkesinin yer alması, Latin harflerine geçiş vb. reformlar ancak kurtuluş savaşının kazanılması, bu kazanımın verdiği prestij ve güven üzerinden yapılabilmiştir. Bu sayede önceden düşünülmeyen, düşünülemeyen adımlar da atılabilmiştir. Laikliğin “jakoben” tarzda, militan ve radikal bir biçimde uygulandığı tespitleri atılan bu adımlar nedeniyle ileri sürülmüş, laikliğin bu tür savunucuları bundan bir övünme payı çıkarırken, karşı olanlar bu nitelemeyi bir “aşağılama” olarak kullanmışlardır.
Tek parti döneminde uygulanan laikliğin genellikle Fransız etkisi ile şekillendiği ileri sürülmüştür. Bu genel olarak doğru olmakla birlikte, farklı yönleri de bulunmaktadır. Burada öncelikle vurgulanması gereken Fransa’da köklü bir burjuva devriminin gündeme gelmesi, halk sınıf ve tabakalarının doğrudan bu devrime katılması, eski geleneksel ilişkilerle -soyluluk, aristokrasi, kilise- amansız bir hesaplaşmanın yaşanmış olması, köylülüğün toprak sahibi olması, gelişip, güçlenen bir burjuva sınıfın buna önderlik etmesidir. Türkiye’de ise burjuva demokratik yönde atılan adımlar zayıf ve titrek olmuş, atılan bu adımlar da ulusal bir kurtuluş mücadelesinin ardından gelmiştir. Bu durum temelde önemli bir farklılığa işaret etmektedir.
Cumhuriyetin kurucu kadroları Fransız Devriminin Sarayla kesin hesaplaşmasının etkisiyle hareket ettikleri kesindir. Aynı sorun, yani saray İktidarı ile hesaplaşma Osmanlı’da da vardı ve bu açıdan Fransız deneyimi onlar açısından dikkat çekici ve pek çok yönüyle izlenmesi gereken bir deneyimdi. Kurucu kadronun ana yönelimi buydu. Ama akılda tutulması gereken şudur ki, Fransa’da toplumsal alt yapıda köklü bir dönüşüm yaşanmış, üretim ilişkileri burjuva kapitalist bir yönde dönüşüme uğramıştır. Türkiye de olan ise bu değildir. Eski toplumsal -yarı-feodal, feodal- temel esas olarak korunmuş, üstten alınan bazı karar ve uygulamalarla yürütülmesi ağır basmıştır.
Ama daha sonra açıklamaya çalışacağımız gibi Fransız deneyiminin uygulamada da olduğu gibi aktarılmadığı bir gerçektir. Örneğin “dinin devlet tarafından kontrol edilmesinin” aracı olarak kurulan Diyanet işleri Başkanlığı’na varan uygulamalar, dini doğru öğretme iddiasıyla kurulan İmam Hatip Okulları, açılan Kur’an kursları vb. dikkate alındığında, laikliğin “ülkenin koşullarına” göre uyarlandığını ileri sürenlerin bütünüyle haksız olmadıkları anlaşılabilir.
Ancak burada kısaca vurgulamak gerekir ki, Osmanlı döneminde gelişmeye başlayan genç burjuvazinin esas yönü Batı’yaydı ve Cumhuriyet döneminde de Sovyetlerle de ilişkileri olmakla birlikte, asıl istek ve yönelim Batı’ya doğruydu. Cumhuriyetin kurucu kadrosunun bu eğilimle davranması bu nedenle şaşırtıcı değildir. Onlar somut toplumsal ve tarihsel koşulları kendi cephelerinden değerlendirerek reformları uyguladılar, bunun Batı ile -kapitalizmle- bütünleşme konusunda zorunlu olduğunu savundular.
Laikliğe Giden Yolda Atılan Anayasal ve Yasal Adımlar
Yeni kurulmakta olan devletin ana yönünün modern bir burjuva devleti olması kurucu kadrolar tarafından benimsenen bir görüştü. Ulusal Kurtuluş Savaşı zayıf da olsa var olan ve daha çok tüccar özellikleri taşıyan burjuvazinin yerel eşraf, asker ve sivil bürokrasi, toprak ağaları vb. ile ittifak etmesi sonucu kazanılmıştı. Ama zafer sonrası kurulan devlet oldukça geri bir toplumsal yapı üzerinde şekillenmişti ve bu yapıyı değiştirecek adımların atılması gerekiyordu. Halkın “cemaat, ümmet” değil, millet “kul” değil özgür vatandaş olması, en azından bir kısmının dinin kısıtlayıcı ve gerici engellerinden kurtulmuş, pozitif bilimlere dayalı olabildiğince modern bir eğitimden geçmesi, gelişmekte olan burjuvazinin ihtiyaçlarını başlangıçta asgari düzeyde karşılayabilecek bir donanıma -eğitilmiş bir iş gücü- sahip olması gerekiyordu. Bu ise yönetim biçiminden, anayasa ve yasalara, eğitime, sosyal hayatın düzenlenmesine vb. kadar geniş bir alanda reform yapılmasını zorunlu kılıyordu. Bu durum, uluslaşma ve laiklik adımlarının birlikte atılması, iç içe geçen bir “inşa” süreci olarak yürütülmesini de beraberinde getirdi. “Ümmetin” yerine ulusun ve vatandaşın konması bu sürecin nasıl gelişeceğini zaten ortaya koyuyordu. Yeni kurulan devlet “Batılılaşma ve çağdaşlaşma”nın başarılması, bunlar üzerinden modern bir toplumun kurulması iddialarına sahipti ve üst ve alt yapıda köklü değişiklikler yapılmadan bu amaca ulaşılıp ulaşılamayacağı başlı başına büyük bir bilinmez olarak orta yerde duruyordu.
Yani yeni devletin çatısı ve omurgası denilebilecek hukuki çerçevenin kurulması, bu omurgayı ayakta tutacak yapılanmanın inşa edilmesi gerekiyordu. Burjuvazi çok güçlü değildi ama asker ve sivil bürokrasi içerisinde onun amaçlarını savunacak kadrolar, Batı devletlerinin burjuva devrimlerinden süzülüp gelen deneyimleri bulunuyordu. Bu kadrolar için yeni devletin yönünü batıya doğru olarak belirlenmişti ve bu konuda tam bir kararlılık egemendi. Ama ileri adımlar atılabilmesi için, din ve onun ideolojik malzemesi ile beslenen geleneksel yaşam biçimi kurucu kadroya göre önemli bir problemdi ve bu özellikler Osmanlı’nın son dönemlerindeki tutumları ile ilerlemenin, modernleşmenin öndeki başlıca engel durumundaydı. Dinin etkisini sınırlandırmak için zorunlu olarak bazı adımların atılması gerekiyordu ve bu adımlar erken bir tarihte atılmaya başlanmıştı.
Kanuni Esasi, mecliste ilk anayasa olarak kabul edilmişti. Burada “hakimiyet kayıtsız şartsız ulusundur” denilerek egemenliğin kaynağı, bununla çelişen bazı maddelerin olmasına karşın objektif olarak dini içerikten arındırılmıştı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bitmesinden ve Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasının hemen ardından Saltanat, “saltanatsız halifelik olur mu?” tartışmaları sonrasında 1 Kasım 1922 gibi erken bir tarihte kaldırıldı. Meclis’te saltanatın hilafetten ayrılarak kaldırılması görüşmeleri sırasında Mustafa Kemal söz alıp masanın üzerine çıkar ve içerisinde tehdit de taşıyan şu konuşmayı yapar:
“Egemenlik ve saltanat, hiç kimseye hiç kimse tarafında ilim icabıdır diye görüşme ile münakaşa ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu zorla el koyuşlarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten olup bitti haline gelmiş, bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek gerektiği şekilde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”[5]
Bu, savaş kazanmış, gücü ve iktidarı elinde bulunduran bir liderin burjuva sınıfı adına radikal ve kendine güvenli bir çıkışıdır. Gerekirse zor kullanılacağını ilan etmekte, aslında “işin olup bittiğini” vurgulamakta, sorunun bunun kabul edilmesi ile çözüleceğini ilan etmektedir. Soya ve sülaleye dayanan egemenlik ilişkilerinin tasfiye edilmesi, egemenliğin hukuki olarak millete verilmesidir. Burjuva egemenliği de zaten ancak bu kılıf içerisinde varlığını sürdürebilir, burjuvazinin egemen olduğu bir diktatörlük bu koşullarla kendisini tüm halka kabul ettirebilirdi.
Yine de saltanatın kaldırılması tek başına yeterli bir adım değildi ve ülkenin dinin alanını sınırlaması, laikliğe doğru ilerleyebilmesi için daha başka düzenlemelerin de yapılması gerekiyordu. Bunların en önemlisi cumhuriyetin ilanıydı. Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edildi. Ardından Halifeliğin 3 Mart 1924’te kaldırılması gündeme geldi. 1924 Anayasa’sı “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” hükmüyle başlar, devletin dini “din-i İslamdır” denmesine rağmen bu laikliğe doğru atılmış önemli bir adımdır. “Hakimiyet; bilakaydüşart milletindir” maddesi de zaten buna işaret etmektedir. Yasama ve yürütme yetkisi Meclis’e verilmiştir.[6] Böylece bir soyun iktidar ve egemenliği, bu egemenliğin sözde kaynağı reddediliyor, iktidarın kaynağının millet olduğuna anayasal olarak vurgu yapılıyordu. Yine de bu anayasada din hükmünün yer alması dikkat çekicidir. Bu çelişkiyi o günkü güç ilişkilerinin bir yansıması olarak kabul etmek gerekiyor. Ama ana gelişme yönünün, çerçevesi kurucu kadro tarafından belirlenmiş ve çizilmiş bir laikliğe doğru olduğunu da tespit etmek gerekiyor.
İslam dini, bilindiği gibi, dini olan ile dünyevi olan arasında ayrım yapmayan bir dindi ve atılan bu adımlarla dini olan ile iktidar gibi dünyevi olan kurumlar birbirinden ayrılmış oluyor, egemenlik aşağı yukarı bütün burjuva sınıf egemenliklerin de olduğu gibi, pratik uygulamada bir karşılığı olmasa da hukuki olarak “millete”, vatandaşa veriliyordu. Bu adım geçmişte burjuva devrimlerinde feodal bağımlılıkların tasfiyesi ile atılmış adımlardan belki de en önemlisiydi. Bunun ardından halk hareketlerinin gücüne göre kısmi bir demokratikleşme geliyordu. Yeni cumhuriyetin zayıf burjuvazisinin bu tür köklü atılımlar yapmaya ne niyeti, ne de dermanı vardı.
Bu reformları diğerleri takip etti. Osmanlı İmparatorluğu’nda dini eğitimin merkezi olan medreselerin kapatılarak öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924), Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması (1924), Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937), tekke zaviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925), şapka ve kıyafet reformu (25 Kasım 1925), kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934), soyadı kanununun çıkarılması ( 21 Haziran 1934), lakap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934), uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerinin kabulü (1925-1931) Latin alfabesinin benimsenmesi (1 Kasım 1928), Türk Dil ve Tarih Kurumları’nın kurulması (1931-1932) gibi reformlarla yeni cumhuriyetin hukuki, sosyal çerçevesi genel olarak çizilmiş oluyordu.[7]
Dinin toplumsal yaşamdaki etkilerini sınırlamaya ve kontrol etmeye yönelik tedbirlerin kılık, kıyafete vb. kadar uzaması, örneğin fes ve sarığın yerine şapkanın getirilmesi, sarık ve cübbenin sadece camide giyilebileceğine ilişkin düzenlemeler vb. konulan laiklik anlayışının sadece dini kontrol etme anlayışı ile sınırlı kalmadığını, o dönemde toplumsal yaşamın neredeyse bütününü denetim altına almaya doğru genişlediğini tespit etmek gerekiyor. Bu diğer ülke örneklerinde görülmeyen, kurucu kadronun, gerekçesini, ülkenin ve sahip olduğu dinin özelliklerinden kaynaklanan zorunlu bir uygulama olarak açıkladığı bir biçimdir.
Kuşkusuz ulaşılmak istenen laikliğe doğru atılan bu adımların içerisinde en önemlilerinden birisi 1924 Anayasa’sındaki devletin dininin “din-i İslam” olduğuna dair maddenin 1928’de Anayasa’dan çıkarılmasıydı. “1928 değişikliğiyle devletin dininin İslam olduğuna ilişkin hüküm anayasa metninden çıkarılmıştır (md.2) Anayasayı dinsel ögelerden arındıran bir değişiklik de milletvekilleri (md.16) ve cumhurbaşkanı andındaki (md.38 “vallahi” sözcüğünün kaldırılması, bunun yerine “namusum üzerine söz veririm” formülünün konmasıdır. TBMM’nin ödevleri arasında sayılan “ahkamı şeriyenin tenfizi” (md.26) -İslam hukukunda itikat, ibadet muamelat ve cezalara ilişkin hükümler, kısaca Mecelle- ibaresi de anayasa metninden çıkarılmıştır.”[8] 1937’de laiklik ilkesinin Anayasa’ya girmesi ile laiklik konusunda son adım da atılmış oldu. 5 Şubat 1937 tarihinde yapılan değişiklikle; 2. maddeye devletin nitelikleri olarak “Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır” ibaresi eklenmişti.
Ancak burada devletin ve devlete egemen ittifakın dinle ilişkisini anlamak açısından önem taşıyan bazı tartışmaları için bir aktarımda bulunmak ve bunu değerlendirmek gerekiyor. Halifelik ilga edilmiş, medreseler kapatılmış, Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmıştı. “Buradaki amaç, Berkes’in (2003, 19) ifadesiyle “kutsallaştırılmış geleneğe” dayalı eski dünya görüşünün üretildiği ve desteklendiği kurumları devre dışı bırakmaktı. Bununla birlikte yeni rejimin liderleri, 429 Sayılı Kanunla Diyanet İşleri reisliğini oluşturmayı da gerekli görmüştü. Kanun’a göre bu kurumun amacı, “din-i Mübin-i İslam’ın (…) itikat ve ibadata dair bütün ahkam ve mesalihinin tedviri (idare edilmesi) ve müessesatı diniyenin idaresi”ydi. Toplumun dinle ilgili bilgi edinme ihtiyacının cemaat ve tarikatlara bırakılması laiklik açısından sakıncalı sorunlar doğuracak bir seçenek olarak görülüyordu. Dine dayalı muhafazakar ve gerici düşüncelerin toplumda yayılmasının önüne geçmek açısından, devleti yönetenler bu alanda bir kontrol kurmak gerektiğini düşünüyorlardı. Zira aksi durumda, “Anadolu’da pek etkisi olmayan modernist aydınlar yerine, popüler dini önderler etkilerini yayabilecekti.” Tekke ve zaviyeler ile türbelerle ilgili olarak yasada belirtilen gerekçe, laik Cumhuriyetin inşası sırasında, eski rejimi sembolize eden yahut tarikatlarla bağlantılı yapıların etkisizleştirilmesine yönelindiğini göstermektedir.”[9]
Bu ve benzeri yaklaşım sonraki dönemlerde de görülür. Örneğin İlber Ortaylı’nın devletin dini kontrol etmesi ile ilgili düşüncesi şöyledir:
“Dini grupların bazılarının ısrarla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve her türlü cemaatin özerk olup mali ve idari işlerin kendilerine ait olması ve din görevlilerinin de cemaatler tarafından tayin edilmesi görüşü 1500 yıllık uygulamaya da teoriye de aykırıdır.”
“Yine bazı liberal çevreler de din görevlilerini ve bazı dini kurumları devlet ne için kontrol edecekmiş diyorlar; oysa dünya da hiçbir doğru dürüst devlet yoktur ki dini kontrol etmesin. Bunun demokratik gelişmemişlik düzeyiyle de bir ilgisi yoktur. Büyük dinlerin yapısı ve ananesi böyledir. Devlet dini kontrol eder. Devlet zayıfken Batı’da kilise devleti kontrol ederdi, Roma’nın devamı olan Bizans’ta ise devlet kiliseyi kontrol ederdi. İslam dünyasında da bu böyle olmuştur.”[10]
Görüldüğü gibi bütün bu yaklaşımlarda sorun bütünüyle yasal, anayasal bir çerçevede ve devlet örgütlenmesine ilişkin yönleri ile ele alınmakta, gerekçeler çeşitlenmekle birlikte devletin dini, dini eğitimi kontrol etmesi gerektiği savunulmaktadır. Ama burada göz ardı edilen temel bir gerçek vardır ve o gerçek egemen Türkiye burjuvazisinin attığı yarım adımı köklü toplumsal reformlar olarak ilerletmemesidir, ya da ilerletememesidir. Üst yapıda yapılan bu değişiklikler ve atılan adımlar ekonomik alt yapıda, toplumsal alanda atılması gereken adımlarla tamamlanmamıştır. Bulunan “çözüm” devletin dini ve dini eğitimi kontrol etmesidir. Bu kontrolün kılık, kıyafete kadar uzandığına yeniden dikkati çekmek gerekiyor. Egemen burjuvazi ve devlet iktidarı dinden bütünüyle elini çekme yoluna gitmemiş, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumu kendi egemenliği için gerekli ve zorunlu saymıştır.
Cumhuriyetin kuruluşunun ilk dönemlerinde tarikatların ve diğer dinsel örgütlenmelerin hayat bulduğu zemin feodal, yarı-feodal, küçük üretimin yaygın olduğu bir toplum yapısıydı. Köklü bir toprak reformu ve bunu destekleyecek diğer adımların atılması eski feodal yapıyı tasfiye edebilir, dinsel etkileri sınırlandırabilirdi. Aşarın kaldırılması gibi sınırlı adımlar atılmış, ancak toprak ağaları ve zengin toprak sahipleri ile ittifaka gidilmişti. Açıkçası sorun bir taraftan modern bir eğitimin verilmesi ile, diğer taraftan hangi gerekçe ile olursa olsun devlet kontrolünde bir din eğitimi verilmesi arasındaki çelişki ile sınırlı değildi. Ama bu toplumsal alt yapının neredeyse hiç değişmeden kalması hukuki ve politik reformların etki alanının sınırlanması, bir taraftan yapılanların, diğer taraftan tahrip edilmesi anlamına geliyordu. Burada açıkça görülen gerçek, yeni iktidarın kendisini güvende görmemesi, heybetli ve kudretli görünümüne karşın zayıflığıdır.
Ama vurgulamak gerekir ki bu zayıflık aynı zamanda Türkiye burjuvazisinin zayıflığıdır. Oysa burjuvazi yanı başındaki Sovyet deneyiminin büyük prestijinin -onunla iyi geçinmekle birlikte- halk kitlelerini etkileyeceği korkusuyla, işçi ve emekçi halkın örgütlenmelerini erken bir dönemde hedef almış -TKP önderlerinin katledilmesi vb.- kendisini bu yönden gelebilecek tehlikelere karşı korumayı hedeflemişti. İşte bu burjuvazi devlet iktidarındaki zayıf konumunu feodal, yarı-feodal güçlerle iş birliği yaparak, onlarla halka karşı ittifak yaparak güçlendirme yolunu tutmuştur. Ama bu yol, demokrasi yokluğu ile de birleşince, etkisizleştirilmek üzere hedefe konulan geleneksel kurum ve alışkanlıkların devam etmesi, laiklik uygulamalarının ve anlayışının toplumun derinliklerine nüfuz edememesini beraberinde getirmiştir. Kapitalist gelişme -özellikle sanayi- alanındaki zayıf gelişme, halk kitleleri içerisinde işçileşme sürecini yavaşlatmış, kapitalist gelişmenin getireceği modern yaşam tarzı çok sınırlı kalmış, geleneksel yaşam tarzının korunmasını beraberinde getirmiştir.
Yine de atılan adımlar yetersizliğine ve eksikliğine, yanlış politikalar uygulanmasına rağmen elbette küçümsenemez. Cumhuriyetin kurulması, laikliğin ilanı, hilafet ve saltanatın tasfiyesi edilmesi tarihsel olarak ileriye doğru atılmış adımlardı. Bütün bu adımların atılmasının kolay olmadığını da ayrıca vurgulamak gerekir. Direniş gösteren güçlerin bastırılması gerekiyordu, ama bu bastırma beraberinde diktatörlük yönetiminin güçlenmesini, ulusal talepler ile ayaklanmış olan Kürtler üzerindeki ulusal baskının ve inkarın daha da sertleşmesini beraberinde getirdi.
Osmanlı’nın tarihsel mirasının tecrübeleri, dünya koşulları dikkate alınıyor, “ülke koşullarına uyan” bir laik sistem kurulmaya çalışılıyordu. Bu yaklaşım “tepeden dayatma bir laiklik” tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Ama gelişmeyi yeni gelişen burjuvazinin ihtiyaçlarının karşılanma çabası, buna karşın bu ihtiyacı karşılayabilecek toplumsal gelişmenin zayıflığı arasındaki çelişkide görmek gerekir. Yeni bir rejim kurma iddiasındaki her yeni iktidar kendi konumunu güçlendirmek için yukarıdan zorlama yöntemlerine baş vurmuştur ve bunu tarihsel ilerlemenin bir zorunluluğu olarak değerlendirmek gerekir.
Dönemin kurucu kadrolarının ve partisinin kendi laiklik anlayışlarını yerleştirmek için belirli bir çaba içerisinde olduğu görülmektedir. Bu laiklik anlayışı 1931 senesindeki Cumhuriyet Halk Partisi Programı’nda şöyle özetlenmişti:
“Fırka, Devlet idaresinde bütün kanunların, nizamların ve usullerin ilim ve fenlerin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere ve dünya ihtiyaçlarına göre yapılmasını ve tatbik edilmesini prensip kabul etmiştir. Din telakisi vicdani olduğundan, Fırka, din fikirlerini Devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır terakide başlıca muvaffakiyet amili görür.”[11]
Bu yaklaşım laikliğin “çağdaş uygarlığa” ulaşılabilmesi için zorunlu olduğunu açıkça ortaya koyuyor, devletin ve toplumun ihtiyaçlarının akla ve bilime dayanan görüşler temelinde karşılanması gerektiğine vurgu yapıyordu. Pozitivizmden ciddi olarak etkilenen bu tür yaklaşım ve adımlar, Kemalist reformlar boyunca devam etmiştir. Maddede açıkça görüleceği gibi din bireysel ve vicdani bir mesele olarak niteleniyor ve devletin iktidarına, otoritesine ne kaynaklık edebileceği ne de devletin toplumu idare etmesinin temeli olabileceği vurgulanıyordu. Din ve devlet işleri böylece tam olarak ayrışmış sayılıyordu. O zaman egemen olan anlayışa göre böylece toplum laikliğe sahip çıkacaktı. Pratik uygulama elbette böyle değildi ve Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinde din kontrol altına alınıyor, “gerçek dini öğretme” amacıyla dini okullar açılıyor, ama geleneksel toplumsal yapıya dokunulmuyor, buna karşın laikliğin toplum içerisinde yaygınlaşması bekleniyordu. Bunlara “dinin doğru öğretilmesi” gibi gerekçelerle başka dini eğitim kurumları da ekleniyor, ileride daha da belirginleşeceği gibi laiklik uygulamaları giderek daha fazla yumuşatılıyordu.
Yukarıda değinildiği gibi laikliğe yaklaşım tek parti döneminin farklı evrelerinde farklılaşmıştır. Laiklik konusundaki genel gidişatın ileriye doğru değil, geriye doğru, laikliğin daha “yumuşatılarak” dine daha fazla alan açan tanımına ve uygulamalarına doğru olduğunu tespit etmek gerekir. Parti içinden yapılan -sonradan DP’nin CHP içerisinden çıkması hatırlansın- muhalefetin ve dışından gelen taleplerin ve baskının bunda etkin olduğu düşünülebilir. Kemalist burjuvazi bir taraftan palazlanırken, diğer taraftan işçi ve emekçi halka karşı ittifaka girdiği gerici kesimlerle işbirliğini ilerletiyordu. Nitekim 1943 Parti Programı’nda 1939 Parti Programı’ndaki laiklik tanımından (1931’dekinin aynısı) farklı bir tanım yapılmıştır. 1943 Programı’ndaki laiklik tanımı ise daha ayrıntılı olup şu şekilde yapılmıştı:
“Parti, devlet idaresinde bütün kanunların, nizamların ve usullerin, muasır medeniyete ilim ve fenlerin temin ettiği esas ve şekillere ve dünya ihtiyaçlarına göre yapılmasını ve tatbik edilmesini prensip olarak kabul etmiştir. Din telâkkisi vicdanî olduğundan her türlü taarruzdan ve müdahaleden masundur. Hiçbir vatandaşa kanunların müsaade ettiği dairede tatbik ettiği din ve itikatlardan dolayı müdahale edilemez. Parti din fikirlerini Devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmağı milletimizin her yönden ilerleyip yükselmesinde başlıca muvaffakiyet âmili görür. Parti millî dilin ve millî kültürün diyanet yollarından yabancı dil ve kültürlerin tesirlerinden masun kalmasını Türk milletinin, hali ve istikbali için lüzumlu sayar.”[12]
Buradaki tanım da çok genel ve özettir. Bununla birlikte kamusal alanla bireysel olan arasında daha net ifadelerle ayrım konulduğu görülmektedir. Yeni olarak bireysel yaşamda dini inançlara yasaların izin vereceği çerçevede müdahale edilmeyeceği vurgulanır. Bu tanıma göre de laiklik, çağdaş uygarlığa giden yolda benimsenmesi gereken önemli bir ilkedir. Devlet politikalarına, dünyadaki mevcut durumu ve toplumdaki ihtiyaçları temel alan akla ve bilime dayalı görüşler yön verecekti. İkinci olarak din bireysel ve vicdaniydi; dolayısıyla devlet otoritesine kaynaklık edemezdi, devlet siyasetinin temelini oluşturamazdı. Kısacası siyasetten ayrı tutulmalıydı.
Bu anlayışa göre; son olarak din, metafizik inançlarla ve ibadetle ilgili olan kendi alanında işlemeli ve siyaset, bilim, hukuk alanları kendi işleyiş kurallarına göre varlık göstermeliydi. Burada, ayrıca alınan tedbirlerin kültürel sebeplere dayandığı vurgusu yapılır. Tanım bu haliyle bazı tarihçi ve sosyologlara göre önceki yaklaşımlardan farklı olarak daha “liberal-demokratik” bir içeriğe kavuşturulmuştur.
Bazı Pratik Uygulamalar
Medreseler kapatıldıktan sonra da, uygulamaya konulan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesine göre 26 tane İmam-Hatip Okulu açıldı. Darülfünun bünyesinde de bir İlahiyat Fakültesi açıldı.
“Ancak bu mektepler ve fakülte ülkede güçlü bir laikleşme dalgası varken toplum nezdinde çok gelecek vaad eden yerler olarak görülmemiş olmalıdır. Bir başka açıdan bakıldığında, yeni rejimin anlayışı doğrultusunda yapılacak din eğitimiyle mevcut insan sermayesinin uyuşumsuz bulunduğu düşünülebilir. Bu da yönetimin kaçındığı bir sonuçla, iki ayrı ve birbirine zıt ilme dayalı olarak insan yetiştirilmesiyle karşı karşıya kalınacağı fikrini ortaya çıkarmış görünmektedir. Sonuç olarak bu okullar, belirttiğimiz faktörlerin ve bu kurumlara yönelik toplumdan gelen ilginin fazla olmayışının etkisiyle 1934’e kadar birer ikişer kapanmışlardır. Okullardaki din derslerinin de kademeli bir şekilde kaldırıldığını ve din eğitiminin tamamen ailedeki din terbiyesine bırakıldığını söylemek mümkündür. … Nitekim CHP mensubu bazı kişiler de çocuklarına güvendikleri âlimlerden din dersi aldırmışlardır. Ne var ki bu ülke sathında yaygın bir imkân değildir.”[13]
Burada kısaca atılan adımlar ve bu adımların çelişkili yönleri ortaya konulmaktadır. Ancak atılan adımlar İmam-hatip Okullarından ibaret değildir. Bunlara ek olarak 1925 ile 1950 arasında bilinen ve devlet kayıtlarına geçmiş olan 734 Kur’an Kursu açılmıştır.[14] Doğrudan doğruya kanunî bir dayanağı olmadığı halde Kur’an Kursları Cumhuriyet tarihi boyunca [hemen hemen] hiç kapatılmamış, Kur’an Kursları resmî olarak, yani devlet eliyle açılmıştır.[15] Çeşitli araştırmaların sonuçlarına göre Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde açılan ilk kurslar 1932 yılında başlamıştır.
Araştırmalar Milli Eğitim Bakanlığınca açılan Kur’an kurslarının sayısında bazı yıllarda düşüşler olmakla birlikte her geçen yıl artış olduğu görülmektedir. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verilerine bakıldığında kurs sayılarının sürekli olarak artığı tespit edilmektedir. Kayıtlara bakıldığında 1939-1942 yılları ile çok partili döneme geçilen 1946-1950 yıllarında sıçramalı bir artış görülmektedir. 1939 ve sonrasındaki artışın nasıl açıklanabileceğini ise İnönü’nün tutumunda aranmaktadırlar. İnönü, iktidarı ele geçirir geçirmez ilk yaptığı işlerden biri içişleri bakanını değiştirmek olmuş, bir diğer icraatı Atatürk Döneminde yasaklı olan siyasal aktörlerin onurlarının tekrar iade edilmesi olmuştur. Yine bazı araştırmacılara göre bu “yumuşama” ortamından Kur’an kursları ve din eğitiminin de nasibini aldığı yargısına gidilebilir. Ama bütün bu gelişmelere bakıldığında çelişkili ve dengesiz bir tutumun egemen olduğu söylenebilir. Kısa da olsa bir dönem Ezan’ın Türkçe okunması, Türkçe ibadet vb. gibi adımların atılması, sonra bunlardan vazgeçilmesi gibi adımlar gündeme gelebilmiştir.
Mustafa Kemal’in katıldığı son CHP Kongresi 9 Mayıs 1935’te İnönü başkanlığında toplanmıştı. Bu kongredeki bir tartışma, bugün açısından da hala önem taşıyan bir konuyu tartışmış ve karar bağlamıştı. Bu sorun kadınların çarşaf, peçe kullanımına ilişkin bir sorundu. Karar aşamasında o sırada İçişleri Bakanı Şükrü Kayakürsüye çıkıyor ve şunları söylüyor: “Eğer bu mesele büyük ve önemli bir mesele olsaydı; bu büyük inkılabı yapan, bunu da programına koyar ve sizden lazım gelen kararı alırdı.” Şükrü Kaya’nın bu sözleri ile Mustafa Kemal’in çarşaf ve peçeyi sorun olarak görmediğini vurguluyordu ve kongreden yasaklanmaya ilişkin bir karar çıkmadı.
Din ve din eğitimi üzerindeki tartışmalar hep gündemdedir ve Meclis’te de din eğitimiyle ilgili talepler gündeme getirilmişti. Van Milletvekili İbrahim Arvas, 14 Ocak 1948’de “Diyanet İşleri Başkanlığınca İmam ve Hatip ve Vaiz Okulları Açılması ve Üniversite’de İlahiyat Fakültesi Kurulması” hakkında kanun teklifi vermişti. Konya Milletvekili Fatin Gökmen ve 16 arkadaşı tarafındansa 2 Şubat 1948’de “Diyanet İşleri Başkanlığınca imam, Hatip ve Vaiz okullariyle Yüksek Din okulları açılmasına ve hayrat hademesinin Diyanet işleri Başkanlığına devredilmesine dair” bir kanun teklifi verilmişti. CHP’de de bu yönde çalışmalar başlamıştı. İnönü, partinin önde gelen isimleriyle toplantılar yapıyordu. 2 Şubat 1948’deki görüşmede İnönü tavrını şöyle açıkça ortaya koymuştu:
“Kur’an’ı Türkçeleştirmek, Türkçe Kur’an ile namaz kılmak, bu (L)atin harflerinin hazırlayacağı bir sonuç olarak gelecektir. Şeriat bir sistemdir; (A)rap harfleriyle, medresesiyle, kıyafetiyle, hukuku ve dinsel siyasetiyle… Bu sistemin canlanmasına olanak yoktur. 25 yıllık bir zaman geçmiştir. Yeni düzenle de on yıl geçtikten sonra, gücünü kaybeder. Çocuklarına din eğitimi vermek isteyen analar babalar, devlete şunu söyleyeceklerdir: Ya bize bırakın, ya da siz yapın! Türk olmayan azınlıklara tanınan bu en doğal vicdan hakkının gereklerini yerine getirmekten, Türkleri yoksun kılmak, hangi hakka dayandırılabilir?”[16]
Bu tür yaklaşımlar bazı tarihçiler ve siyaset bilimcileri tarafından İnönü’nün, “alttan gelen bir basınçla toplumda din eğitimiyle ilgili yeni bir düzenleme beklentisi olduğunun farkında” olduğu ve “partisinin laiklik ilkesini zedelemeden bu ihtiyacı giderecek kararlar alması gerektiği kanaatinde” olduğu biçiminde yorumlanmaktadır. İnönü’nün kararı bu yönde olunca, 10 Şubat 1948’de CHP bünyesinde bu konuyu incelemek üzere bir komisyon oluşturuldu. Komisyon öncelikle seçmeli din dersi eğitiminin laikliğe aykırı olmadığını tespit etmişti.
Buradan yola çıkılarak, “velilerin izninin alınması şartıyla, seçmeli olarak ve ders saatleri dışında din dersi verilmesi uygun görülmüştü… Komisyonun ele aldığı ikinci konu, din hizmetlerini yerine getirecek imam ve hatip gibi görevlilere ihtiyaç duyulmasına ilişkindi ve komisyon bu kişileri yetiştirecek eğitim kurumlarının açılmasını da uygun görmüştü…. Okulların hangi kurum eliyle kurulacağı da tartışılmış ve sonuçta, oy çokluğuyla kurulacak imam hatip okullarının masraflarının Diyanet İşleri bütçesinde yer alması ve bu okulların Milli Eğitim Bakanlığı’nca denetlenmesi kabul edilmişti. Bu denetim görevinin sağlanması açısından, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde bir heyet kurulması ve bu heyete Diyanet İşleri Müşavere Heyeti’nden iki, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan üç ve kurulacak İslam İlahiyat Fakültesi’nden de bir üye alınması uygun görülmüştü.”[17]
Burada yapılanlar “dinin devlet tarafından kontrol edilmesi”nin epeyce ötesinde ve dini eğitimin devlet tarafında ayrıntılı bir biçimde örgütlenmesi anlayışıdır. Adeta “devlete bağlı bir din” sistemi kurulmaktadır. Bu adımlar atıldığında Diyanet işlerinin devletin en önemli kurumlarından birisi olmasının yolu ardına kadar açılmış olmaktadır. Daha sonra bu yolu takip ederek, bu gidişatı mantıki sonuçlarına ulaştırmaya çalışanların işlerini nispeten kolaylaştırdığını görmek gerekir.
Sonuç Olarak
Kurucu kadrolar genel olarak laikliğin gelişmesini ve kökleşmesini dinin devlet tarafından kontrol edilmesinde görüyorlardı. Üstelik bu anlayışı toplumu ve kişileri yeniden biçimlendirmeye kadar uzatıyorlardı. Bunun dine ve laikliğe yanlış bir yaklaşım olduğundan kuşku yoktur. Nitekim devletin bu yaklaşımı tarikatları yer altına çekilmeye zorlamıştır. Devletin dine bu pratik müdahaleci yaklaşımının sadece geri kitleler üzerinde değil, muhafazakar kesimler üzerinde de “dini inançlarını yerine getiremeyen kurbanlar” oldukları düşüncesinin yeşermesini beraberinde getirmiştir.
Devlet ve din ilişkisinin tarihsel süreçlerde farklı biçimler aldığı doğrudur. Egemen sınıflar ve onların devleti süreç içerisinde dini kontrol altına almışlar, dini halk kitlelerinin yönetilmesinde önemli bir araç olarak kullanmışlardır. Kapitalizmin gelişmesi, burjuvazinin bir sınıf olarak güçlenmesi ve iktidara yürümesi, ardından gerçekleşen burjuva devrimleri laiklik uygulamalarını gündeme getirmiş, devlet ve din işleri ayrışmış, devletin din karşısındaki nötr tutumu onaylanmıştır. Ancak işçi hareketinin gelişmesi burjuvaziyi çok erken bir dönemde yeniden dini kullanmaya götürmüş, başlangıçtaki radikal tutum terkedilmiştir.
Ama bunun terkedilmesi din ve devlet ilişkilerinde eskiye dönüş anlamına gelmiyordu. Burjuvazi artık çok farklı mekanizmalarla dini kontrol edebilir, dinin halk kitlelerini üzerinde etkin olmasını sağlayabilir duruma gelmişti. Kiliseler, basın ve yayın organları, çeşitli tarikatlar, dini politik amaçla kullanan politik partiler, dernekler vb. bu amaçla kullanılan araçlar oldular. Burjuvazinin kendisini gericiliğin kollarına atması erken tarihlerde gerçekleşti ve bu deneyim hiç kuşkusuz sonraki burjuva yönetimleri açısından uygulanması, dikkate alınması gereken bir tecrübe oldu.
Laikliğin tepeden inme gerçekleştirildiği bir toplumda laikliği kazanmaya yönelik bir hareketin olup olmadığı ciddi tartışma konusu olmuştur. Bu konudaki düşünceleri derli toplu aktaran şu alıntıyı okuyup, bunun üzerine tartışmak yararlı olacaktır.
“Avrupa’nın model alınarak Türkiye’nin modernleştirilmesi anlayışı,… bir elit tarafından hayata geçirilen bitmeyen bir projedir. … Türkiye’de elitlerin ayırt edici özelliği, mesleki uzmanlıktan ziyade, insanlara istikamet vermeye yarayan … bir ideoloji olarak şekillenmiştir. 1908’de ordu kendi kendini “demokrasinin” (meşrutiyetin), modernizmin ve milliyetçiliğin koruyucusu olarak konumlandırmıştır. 1924’ten sonra buna laiklik de eklenerek her biri modernist ideolojinin vazgeçilmez meşrulaştırıcı unsuru veya kültü haline gelmiştir. Böylece ordu ve lütufkâr bir basın tarafından küçük bir aydın grubu, laiklik ve onun yaratıcısı olduğu varsayılan Atatürk adına kendilerini Türk siyasetinin hâkimi olarak görmeye başlamıştır. … Kemalizm olarak adlandırılan bu ideolojinin ana çerçevesini, Aydınlanma geleneğinin seküler kültürüne bağımlılık oluşturmuştur… yöntem açısından oldukça pragmatiktir”[18]
Bu eleştirilerin merkezinde “modernleşme ve laikliğin” ülkeye bir elit tarafından tepeden inme dayatıldığı ve kabul ettirildiği bulunmaktadır. Bu eleştiriler yüzeysel bir bakışla yapılan değerlendirmelerdir. Laikliğin yukarıdan dayatılmayla mı, yoksa kitlelerin alttan zorlamasıyla mı gerçekleştirildiği gibi bir sorun sadece bu gerçekleşmenin somut koşulları irdelenerek açıklığa kavuşturulabilir.
Bu nedenle ülkenin yaşadığı süreci, bu sürecin sonunda kurulan cumhuriyeti ve bunun gerçekleştiği koşullara biraz yakından bakmak gerekiyor. Önce temel bir gerçeğin altını kalınca çizmek gerekiyor. Türkiye’deki modernleşme laiklik uygulamaları bir toplumsal devrim sonucunda gerçekleşmiş uygulamalar değildir. Yani bu adımlar geniş halk kitlelerinin eski toplumsal ilişkileri tasfiye etme, yeni bir toplum kurma çabalarının, bu çabaların ortaya çıkardığı bir alt-üst oluşun doğrudan ürünü değildir. Buna karşın olan şudur: Ülke emperyalist işgale karşı bir kurtuluş savaşına sürüklenmiş, bu savaş halkın desteği ile kazanılmıştır. Başta Mustafa Kemal olmak üzere, kurucu kadro ve ordu meşruiyetlerini ve otoritelerini bu büyük prestij üzerinden sağlamışlar, Osmanlı’nın son dönemlerine ve çöküşüne bakarak, buradan dersler çıkarmışlar, yeni bir devlet kurarken geleneksel ilişkileri tasfiye etmenin zorunluluğunu kabul ederek modernleşme ve laiklik konusundaki adımları atmışlardır. Bu laikliğin burjuva biçimiyle gerçekleştirilmesi, ancak toplumsal temelinin zayıflığı nedeniyle üstten açık zorlamanın daha belirgin biçimde uygulanmasıdır.
Yani köklü bir toplumsal devrim üzerinden gerçekleşmeyen gelişmeler, ulusal kurtuluşun zafere ulaşması üzerinden gerçekleşmiştir. Bu gerçek göz ardı edilirse, atılan adımların bütünüyle ve sadece “üsten” olduğunu iddia edilirse, bu aynı zamanda ulusal kurtuluşa dayalı bir siyasal ve kısmi toplumsal dönüşüme dayandığı gerçeğinin göz ardı edilmesi anlamına da gelebilmektedir. Eğer ülkenin gelişme yönündeki bir “özgünlükten” söz edilecekse, bu özgünlük yeni iktidarın içinden çıktığı işte bu koşullardır. Bu koşullar aynı zamanda laikliğin toplumsal temellerinin zayıf olmasını ve bunun nedenlerini de açıklamaktadır. Ama buna karşın laiklik; dini tarikatlara, cemaatlere vb. bölünmüş, birbirleriyle rekabet halinde bulunan bu grupları dağıtmanın, merkezi bir iktidar kurmanın etkili araçlarından biriydi.
Genel olarak devrimlerin, köklü alt üst oluşların, yeni kuruluşların tarihsel deneyimlerine, ilerlemelerine bakıldığında genellikle şöyle bir yolun izlendiği görülebilir: İster bir toplumsal devrimle, isterse de bir ulusal kurtuluşla kurulmuş olsun her yeni sınıf iktidarı konumunu sağlamlaştırabilmek, amaçlarını gerçekleştirebilmek için kendi iktidarına yasal, anayasal güvencelerle geliştirmek, toplumsal desteğini artırmak için üst ve alt yapıda köklü ya da reformcu düzenlemeler yapmak zorundadır. Türkiye’deki gelişmeler bu genel gelişmeden öz olarak farklı değildir. Ulusal kurtuluş yeni bir iktidar bileşimi gündeme getirmiştir. Çok güçlü olmasa da, sağlam bir sanayi temeline dayanmasa da ağırlıklı olarak tüccarlığa ve ticarete dayalı milli burjuvazi devletin merkezine oturmuş, toprak ağaları, zengin toprak sahipleri ile ittifaka girmiş, sivil ve askeri bürokrasi tarafından desteklenmiştir. Bu ittifak aynı zamanda modernleşme ve laiklik konusunda atılan adımların toplumsal temelinin zayıflığını ortadan kaldıran, bu temeli güçlendiren bir ittifak değildi. İşçi-köylü halkın çıkarları temelinde ilerleyecek bir hareketin oldukça zayıf olduğu koşullarda, sömürücü egemen sınıfların, üst sınıfların halka karşı kendi aralarındaki ittifakını temsil ediyordu.
Aşar kaldırılmış, ancak feodal, yarı-feodal ilişkiler olduğu gibi kalmıştır. Bu koşullarda tekke ve zaviyelerin kapatılması, medreselerin tasfiye edilmesi vb. adımlar kendilerinden beklenen sonuçları vermemişler, dini örgütlenmeler toplumun derinliklerinde geleneksel ilişkilere dayanarak varlıklarını korumuşlar, “dine saldırıldığı, dinsizliğin körüklendiği” propagandaları muhafazakar burjuva fraksiyonların en önemli silahları olmuştur. Din böylece “kurban” mertebesine ulaştırılmış, devletin dine, dini eğitime müdahale etmesi, “gerçek dini öğretme” çabaları da dinci muhafazakarlığın gelişmesi ve militanlaşmasına katkıda bulunmuştur.
Yaklaşık 1930’lara kadar ulusal burjuvaziyi, sanayiyi güçlendirecek adımlar cılızdır, büyük ve etkili adımlar atılmamıştır. Bu yönde atılan adımlar ancak 1929 büyük bunalımı sonrasında gündeme gelen devletçilik uygulaması ile atılmaya başlanmış, Sovyetlerin yardımı ile bazı büyük sanayi tesisleri kurulmuş, bir burjuva tabaka kısmi bir gelişme sağlamıştır. Sanayinin kurulması ve gelişmesinin modern bir işçi sınıfının ortaya çıkması, güçlenmesi, geleneksel ilişkilerin tedricen de olsa tasfiye edilmesi bakımından önemi ortadadır. Bu aynı zamanda şehirleşmenin gelişmesi, buralarda modern yaşam tarzının gelişmesi bakımından da ayrıca önemlidir.
Sınırlı da olsa özellikle Sovyetlerin desteği ve yardımıyla Sümerbank, Etibank, şeker fabrikaları ve benzeri bazı büyük fabrikaların kurulması bile, kuruldukları yerlerdeki toplumsal yaşantıyı etkilemiş, daha ileri ve modern yaşam biçimlerinin buralara girmesinde etkili olmuştur. Tiyatro ve sinema salonları, spor tesisleri vb. bu fabrika kompleksleri içerisinde yer alabiliyordu.
Kuşkusuz burada yanıtlanması gereken soru, ülke yönetiminde belirleyici güç haline gelmiş olan burjuvazinin atılmış olan adımlardan daha ileri adımlar atıp, atamayacağı sorusudur. Bu soruya biri genel, diğeri ise özel olmak üzere iki türlü yanıt vermek gerekir. Genel olanı şöyle toparlamak olanaklıdır: Burjuvazi genel olarak halkın eğitimi, aydınlanması, sosyal yaşamda aktif olması, politik gelişmişlik göstermesi vb. gibi gelişmelerden rahatsızlık duyan bir sınıftır. Bu tür gelişmelerin kendi egemenliğini tehdit edecek biçimlere bürünebileceği korkusu hep baskındır ve buna rağmen kitleler bunun gibi etkinliklere yöneliyorlarsa, bu burjuvazinin teşviki ile değil, burjuva devrimlerinin, sosyal ayaklanmaların başta işçi sınıfı olmak üzere halk kitlelerine kazandırdığı bir özellikten ileri gelmektedir. Burjuvazi ilk işçi ayaklanmaları ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren gericilikle ittifak kurmaya, gerici kurum ve ilişkileri canlandırmaya, canlı tutmaya yönelmiştir. Burjuvazinin din karşısındaki tutumunu bir cümle de şöyle de özetlemek olanaklıdır: Halka bir din lazım!
Bu sorunun “özel” yanı ise Türkiye’nin kendi tarihsel ve toplumsal koşullarında yatmaktadır. Yani cumhuriyetin kuruluşu dönemlerinde zayıf bir burjuvazi, özellikle sanayinin geri durumu, buna karşın kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin yaygınlığı. Bu koşullar kendi içerisinde çelişkili bir gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. Yani bir yanda burjuvazinin ihtiyacı olan daha gelişmiş iş gücünü ortaya çıkarması gereken eğitim ve sosyal gelişmişlik, diğer yanda ittifaka girdiği feodal, yarı-feodal güçler ve onların burjuvaziden de daha keskin olan gericilik duyguları. Ama tarihsel ve toplumsal ilerleme yavaş ve sancılı olsa da burjuvaziden yana olmuştur, ancak ele aldığımız dönemde -20’li yılların başından 50’ye kadar- bu ilerleme oldukça yavaş ve sert çelişkilerle yaşanmıştır. Sonuç olarak burada vurgulanması ve altı kalınca çizilmesi gereken gerçek şudur: başta burjuvazi olmak üzere yönetici egemen sınıflar -laiklik sorunlarının ötesinde- dinin toplumsal temellerini yaşatan, onu geliştirmeye çalışan bir karaktere sahiptir. Sınıf çelişkilerinin varlığı, ekonomik krizler, toplumsal bunalımlar, yoksulluk, işsizlik vb. gibi gerçekler, yarınlarında emin olmayan kitleler arasında kaderciliğin, dini inançların, metafizik düşüncelerin yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Emperyalist burjuvazi ve onun işbirlikçileri dini ve din farklılıklarını, mezhep ayrımlarını kendi stratejik ve politik çıkarları için kullanmakta, bunu kontrol etme, denetleme ve yönetme biçimi olarak kullanmaktadır. Bu durum güncel olarak dinsel düşüncelerle ideolojik mücadeleyi sürdürürken, doğrudan bağımlılık ilişkilerini, kapitalist sömürü sistemini ortadan kaldıracak, sınıfları ve eşitsizlikleri tasfiye edecek, yeni bir dünya kuracak mücadeleyi kararlılıkla yürütme ve bunu sonucuna ulaştırabilme mücadelesinin büyük önemini ortaya koymaktadır. Laiklik gerçek içeriğine ancak o zaman kavuşabilecektir.
[1] Kılıçzade, Hakkı (2008) İçtihad, sf. 221-233.
[2] Gökalp, Z. (2001) Türkçülüğün Esasları, Kum Saati Yayınları, İstanbul.
[3] Taha Parla’dan aktaran TUİÇ Akademi (2021) “Tek Parti Döneminde Rejim ve Laiklik Tartışmaları (1923-1938)”, https://www.tuicakademi.org/tek-partili-doneminde-rejim-ve-laiklik-tartismalari-1923-1938/
[4] Başkaya, F. ve S. Çetinoğlu (2011) “İttihatçılıktan Kemalizm”e: Resmi Tarih tartışmaları-3”, 1. Baskı, Özgür Üniversite Kitaplığı 62, Özgür Üniversite Kitaplığı 62, Ankara, sf. 187.
[5] Atatürk, M. K. (1961) Nutuk, Cilt: II (1920-1927), Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul.
[6] Tanör, B. (2011) Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 20. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, sf. 294.
[7] Akşin, S. (2008) Siyasal Tarih makalesi içinde S.152 vd Türkiye Tarihi. Çağdaş Türkiye Cem Yayınevi 4. Cilt 10. Basım. İstanbul.
[8] Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, sf. 323.
[9] Çelik, H. S. (2017) “Gerçek Doxa’ya Karşı: İnönü Dönemindeki Laikliğe İlişkin Politikaların Yeniden Değerlendirilmesi (1938-1950)”, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, https://www.academia.edu/34098020/Gerçek_Doxaya_Karşı_İnönü_Dönemindeki_Laikliğe_İlişkin_Politikaların_Yeniden_Değerlendirilmesi_1938_1950_, 132-155.
[10] Ortaylı, İ. (2009) Tarihin Işığında, 1. Baskı, Profil Yayıncılık, İstanbul, sf. 145-46.
[11] CHF Üçüncü Büyük Kongre Zabıtları, 10-18 Mayıs 1931, Devlet Matbaası, İstanbul, sf. 30.
[12] CHP (1943) C.H.P. Programı, Zerbamat Basımevi, Ankara.
[13] Çelik, “Gerçek Doxa’ya Karşı…”
[14] Deniz, M. (2016) “Tek Partili Dönemde Açılan Kur’an Kursları”, Turkish Studies, 11(6).
[15] Deniz, “Tek Partili Dönemde Açılan Kur’an Kursları”.
[16] Barutçu, F. A. (1977) Siyasi Anılar 1937-1954, Milliyet Yayınları, İstanbul, sf. 326-27.
[17] Çelik, “Gerçek Doxa’ya Karşı…”
[18] Közleme, A. O. (2019) “Tek Partı̇ Dönemı̇nde Dı̇n, Sınıf ve İdeolojı̇”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 12(65).