Yusuf Akdağ

2022 yazında en çok duyulan haber başlıkları arasında, neredeyse tüm ülkelerde artan enflasyon, Ukrayna’da devam eden savaşın yanı sıra sığınmacı ve göçmen akınları da yer aldı. Haber ajansları, Haziran ayının son haftasında, Fas’tan İspanya’ya geçmeye çalışan yüzlerce kişiden yüz kadarının Fas “güvenlik güçleri” tarafından kurşunlanarak öldürüldüklerini duyurdu. İspanyol yöneticiler bu toplu katliam için Fas yetkililerine teşekkür ettiler. Aynı günlerde ABD’nin Texas Eyaleti’nde bir araç içinde 47 göçmenin cesedi bulundu.[1] Bir diğer haber, Van’da, içi göçmen dolu bir midibüse açılan jandarma ateşi ile öldürülen dört yaşındaki çocuğa aitti. Gazetelerde ölü çocuk ve başında bekleyen babasının resimleri yayımlandı.

Televizyon kanallarının haber bültenlerine yansıyan bu türden göçmen ve mülteci haberleri son yirmi-otuz yıllık dönemde katlanarak arttı. Buna, “zulüm görenlere ve zulümden kaçanlara yardım” söylemi etrafında sürdürülen burjuva politik istismar, ülkeler arası sınırlara dikenli tel örgülerle destekli daha fazla duvarların örülmesi, kara ve deniz sınır bölgelerinde askeri barikatların oluşturulması, savaş gemileriyle düzenlenen engelleme operasyonları eşlik etti.

Farklı bölgelerde yaşanan savaşlar nedeniyle yaşam alanlarını terk eden göçmen ve ‘sığınmacılar’ sorunu, devletler arası ilişkilerin gerginlik etkenlerinden biri olmakla kalmadı, burjuva devletlerin uluslararası ilişkilerinde, giderek artan şekilde ekonomik, siyasal ve askeri boyutlarda sorun oluşturucu özellik kazandı. Yaşam ve çalışma koşullarına etkisi dolayısıyla daçok sayıdaki ülkede, farklı uluslardan işçi ve emekçilerin gündemine daha dikkat çekici şekilde girdi. Bağlantılı olarak yabancı düşmanlığı, şovenizm ve “ırkçılık” kavramları günlük konuşma dilinde ve yazılı materyallerde daha fazla yer aldı. Şovenist milliyetçi politik-ideolojik anlayış ve yaklaşımlar ile işçi ve emekçilerin birliği ve dayanışmasını temel alan devrimci politik tutum ve pratik(ler) daha belirgin biçimde karşı karşıya geldi.

Göçmen, sığınmacı ve mülteci ‘akınları’nın artışı ve göç edenlerin sayısal büyüklüğü, sorun etrafında geliştirilen söylem yoğunluğuyla birlikte, sorunun günümüz kapitalizmi koşullarında neden ve nasıl oluştuğu sorusunu daha çok sorulur hale getirdi.

Bu makale, göç ve mülteci/sığınmacı sorunun emperyalist müdahale, işgal ve saldırılarla bağlantılı olarak günümüz koşullarında aldığı boyutları konu ediniyor. Ancak buna gelmeden önce, nüfus göçünü doğuran genel etkenlere kısaca da olsa bakmak gerekir.

Göç Denince…

Sözcüğün en genel ve kapsayıcı anlamıyla göç kavramı, insanların yaşadıkları alanları belirli nedenlerle terk etmesini ifade eder. İnsanın maddi toplumsal yaşamı, her şeyden önce, temel gereksinmelerini karşılayabilme olanaklarıyla bağlıdır ve zorun birincil etken olmadığı durumlarda göç, en genel haliyle bulunulan yer ve koşullarda asgari yaşam olanaklarına sahip olamamanın ürünüdür. Kıtlık, açlık ve su kaynakları yoksunluğu, verimli topraklara ve yararlanılabilir su kaynaklarına ulaşma arayışının tarihsel-toplumsal etkenleri arasındadır. Göç, koşullara bağlı olarak kalıcı ya da geçici olabileceği gibi, belirli bir ülkenin içinde yer değişimi ya da başka ülke veya ülkelere yerleşim şeklinde de gerçekleşebilir. Göçü, göç edenlerin ve onların sonraki kuşaklarının yaşamını etkileyen, ekonomik-sosyopolitik boyutlu bir yer değişimi ve yeni yaşam olanağı arayışı olarak tanımlamak da mümkündür.[2]

Göç, göç edenler açısından olduğu gibi, ayrı düşülen ve gidilen yerdeki toplum ya da toplulukların yaşamı açısından da belirli farklılıkların ortaya çıkmasına yol açar. Kitlesel boyutlu göçlerde, göç bir değişim etkenidir. Göçmenler yaşam tecrübeleri, yetenekleri, kültürleri, gelenek ve alışkanlıklarının yanı sıra amaç ve hedefleri bağlamında da toplumsal yaşam ve değişimde rol oynarlar.

Göç edenlerin kimlik-aidiyet sorunları yaşamaları, sosyal ve siyasal yaşama katılımdan geri durmaları ya da göç ettikleri ülke yönetimlerinin uygulamaları nedeniyle dışlanmaları; kendilerini yabancı uyruk konumunda hissetmeleri, yaşadıkları sorunların çözümsüz kalışıyla da bağlı olarak ayrı topluluklar halinde yaşam pratiklerine yönelmeleri; ucuz işgücü olanağının kapitalistler tarafından emekçiler arası rekabetin olanağı olarak da değerlendirilmesi, göç, sığınma ve mültecilik pratiğinin uluslararası sonuçları arasındadır. Yerleşiklerin, sonradan gelen ‘göçmenler’i, yaşanan olumsuzlukların sebebi görüp ‘yabancılamaları’, en çok tanık olunan durumdur. Göçmen ve mültecilerin kendilerini “kendi gettoları”nda daha güvende hissetmeleri, dışlayıcılığın bir diğer eğilim ve “uyumsuzluk” etkenidir.

Göç sorunu, önünde sonunda toplumsal gelişme süreciyle bağlanan bir sorun olarak ortaya çıktı ve insan bireyleri veya toplulukları daha iyi koşullarda yaşam arayışıyla yer değiştirdiler. Yer değişimi, genel olarak daha geri yaşam koşullarından daha iyi ve ileri olduğu düşünülen ya da gerçekte öyle olan alanlara (kentlere ve ülkelere) doğru gerçekleşirken, zora dayalı göçlerde, göç edenler iradeleri dışındaki dayatmalara uymak durumunda bırakıldılar. Sömürücü sınıflar ve onların devletleri, güç savaşlarıyla ve emekçilere karşı politikalarıyla göçlerin artan şekilde politik-askeri etken ve nedenlerle bağlı hale gelmesine yol açtılar.

Kapitalist gelişme, toplumsal yaşamın hemen tüm alanlarında değişim ve dönüşüme neden olurken, daha iyi yaşam koşullarına ulaşma arayışına ve kâr için yıkıcı politikalara da daha fazla yol açtı. Eşitsiz gelişme ve güç ilişkilerinin değişmesi, özellikle de tekelci kapitalizm koşullarında, pazarlar üzerine rekabet ve paylaşım kavgalarını daha fazla kızıştırıcı rol oynadı ve sonuçlardan biri de artan göçler oldu. Göç olgusu ve mülteciler-sığınmacılar sorunu yeni ve daha kapsamlı sorun haline geldi. Bu olgu, günümüz dünyasının yakın-orta gelecek dönemlerinde de devam edecek olan ve yıkıcı sonuçlar doğurma potansiyeline sahip bir sorunu içeriyor. Uluslararası Göçmen Teşkilatı (IOM), dünyadaki göçmen sayısının 2050 yılında 400 milyona ulaşabileceğini açıkladı.[3]

Aşağıda, kapitalist-emperyalist sistemin ürünü olarak ortaya çıkan, emperyalist saldırı ve savaşların özel bir rol oynadığı göç ve göçmen(ler) sorunu, özellikle son on yıllardaki gelişmeler veri alınarak irdelenmeye çalışılacaktır.

Emperyalizm ve Göç

Kitlesel göçlerin tarihsel süreç içindeki seyri, göç ve sığınmacı sorununun kapitalist sömürü ve kapitalist emperyalist yayılmacılık koşullarında giderek ağırlaştığını gösteriyor. Bu kapsam dahilinde gelişmeye genel hatlarıyla bakıldığında, bazı dönem ve koşulların daha belirgin özellik gösterdiği görülür.

Sömürgecilik, kaynakların yağmalanmasının yanı sıra ucuz işgücü sömürüsünü de mümkün kılıyordu. Kapitalizm topraktan kopan serfleri yeni yaşam alanlarına doğru sürükledi ve burjuvazinin “sürekli genişleyen sömürü ihtiyacını karşılamak için” yeryüzünün bütününe el atmasına yol açtı.

Sanayi devrimi ve makineli üretimin artan gelişmesi, en uzak bölgelerin hammaddelerinin işlenip mamullerin yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde tüketildiği yeni sanayilerin ortaya çıkması, ulusal kapalılık ve kendine yeterliliği yetmez-yetinilemez hale getirdi. Burjuvazi yeni pazarlar fethetme ve mevcut pazarları “daha dibine kadar sömürme” yoluyla egemenlik alanlarını genişletti.[4]

1870’lerden itibaren özellikle yeni enerji kaynaklarının üretime uygulanması ve deniz ve kara ulaşımında sağlanan ilerleme, sanayi üretiminde gerçekleşen artışın yanı sıra yeni hammadde kaynaklarına erişim olanağını genişletti. Batılı kapitalistler hem yeni yatırım olanaklarına kavuştular hem de bu hammadde kaynaklarını ele geçirmeleri mümkün hale geldi. Modern büyük sanayinin gelişmesi, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçerek kaynaşması ve sermaye ihracının uluslararası artışı, sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin kaynaklarının yağmalanması olanaklarını genişletti. Bu ülkelerin halkları artan şekilde ucuz işgücü kitlelerine eklemlendiler. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, tekelci sermayenin “küresel” ölçekli egemenliği, pazar ve etki alanları mücadelesini daha da kızıştırdı. Tekeller pazar kurallarını belirleyici güç ve konuma geldiler.

İngiliz ve Fransız emperyalizmi gibi eski sömürgecilere kapitalist gelişme bakımından nispeten gecikmiş sayılan Alman, Japon, İtalyan ve Amerikan emperyalistlerinin eklenmesi rekabeti daha da kızıştırdı. Mali sermaye ve tekellerin egemenliği, yayılma, tahakküm ve şiddet eğiliminin belirgin şekilde öne çıkmasına yol açtı. Hammadde kaynaklarının denetimi için yeni teknolojilerle donatılmış militarist güçler artan şekilde devreye girdiler.

Güç ilişkilerinin değişmesi, rakip emperyalistlerin birbirlerinin etkinlik alanlarını daraltma ve kendi etkinlik alanlarını genişletme politikası ve eylemiyle bağlı olarak yeni paylaşım savaşlarını gündeme getirdi. Dolaysız askeri işgaller ve sermaye ihracı aracıyla Asya ve Afrika’da çok sayıda ülke emperyalist tahakküm altına alındı.

Kapitalist rekabetin ve pazarlara hakim olma politikasının yol açtığı sonuçlardan biri de kitlesel göçlerdi.

Dünyanın, daha önce tanık olmadığı yaygınlıkta ve o güne dek yaşanan en büyük savaş olan Birinci Dünya Savaşı ve 27 milyonu Sosyalist Sovyetler Birliği yurttaşı olan toplamda 52 milyon kişinin ölümüne, on milyonlarcasının sakat kalmasına yol açan İkinci Dünya Savaşı, büyük kitlesel kırımların yanı sıra yaşanan en büyük göç olaylarına da neden oldu.

Hiroşima ve Nagazaki’de saniyeler içinde yüz binlerce insanı katledip yüzyıllar boyu süren doğa yıkımına yol açan Amerikan emperyalizmi, sonraki 70 yıllık süreçte bir düzineden fazla ülkeye saldırdı, işgal girişiminde bulundu, işgal etti ve milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarcasının göç etmesine neden oldu. Kapitalist dünya pazarında kendisine rakip olabilecek diğer emperyalist büyük güçlere barikat örerek, paylaşım kavgasında önde olma stratejisi izlemekteydi. Sosyalizme karşı dünya gericiliğini seferber eden Amerikan-İngiliz emperyalistleri CENTO-Bağdat Paktı ve “Yeşil Kuşak Projesi” kapsamında siyasal İslamcı gericiliği taşeron olarak kullanırken, ABD, Arjantin, Endonezya, Filipinler, Pakistan, Türkiye ve Şili’de toplamında yüz binlerce kişinin katledildiği ve yüz binlercesinin zindanlara kapatıldığı darbelerin başlıca tetikleyici-destekçi failli oldu. Vietnam ve Cezayir’de milyonlarca kişi katledildi. Endonezya’da komünistlere ve demokrat devrimci kesimlere karşı sürek avı Amerikan emperyalizmi desteğinde sürdürülerek, üç ay gibi kısa bir sürede 500 bin kişi öldürüldü.

1990’lı yıllarda, uluslararası alanda kullanıma sürülen “küreselleşme” kavramı, savaşsız-barışçıl ve tüm insanlığa refah sağlayacak yeni bir dönem iddiasını da içeriyordu. Liberal burjuva söyleme göre, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının yeni bir düzeyi değil sadece, ticaretin, kültürün, fikirlerin ve tüm bunların öznesi olarak insanların, sınırlar aşan dolaşımının engelsiz yaygınlaştığı bir dönem söz konusuydu. Bu sözüm ona nitelik değişimine uğramış yepyeni dönemin dünyasına kanıt gösterilen en önemli dayanaklardan biri, revizyonist “Sovyet” oligarşisinin yönetimindeki SSCB’nin dağılması, bir diğeri teknolojik gelişmenin muazzam ölçekli ilerlemesiyle sermaye egemenliği ve burjuvazi için baskı ve sömürü olanaklarının uluslararası alanda genişlemesiydi. Ulaşım ve iletişim araçlarındaki gelişme daha ileri boyutlara varmış, hammadde kaynaklarına erişim daha da kolaylaşmıştı. Para sermaye, ‘sanal bir ilişki ağı’ aracıyla saniyeler içinde dünyanın bir ucundan ötekine naklolabilir, devredilebilir, geri çekilebilir hale gelmişti.

Bu gelişmenin baskı ve sömürü koşullarında yumuşamaya yol açacağı ya da hatta gereksiz kılacağı yönündeki avutucu demagoji açık ki, manipülasyon hedefli yalandan ibaretti.

Tekelci kapitalist rekabetin daha da sertleştiği; işçi sınıfına ve emekçi kitlelere yönelik baskının arttığı; bağımlı ülkelere yönelik müdahale, işgal ve saldırılara yenilerinin eklendiği bir döneme girilmişti. Barışçıl refah dönemi olarak reklâm edilen kapitalist uluslararasılaşmanın yeni düzeyi, dünyanın herhangi önemli bir bölgesi ya da ülkesinde yaşanan ekonomik-sosyal ve siyasal gelişmelerin sömüren ve sömürülen sınıflar için gündemleşmesini artan şekilde kaçınılmaz hale getirdi. Krizlerin etkisinin arttığı, emperyalist ülkelerde patlak veren krizlerin uluslararası alanda daha ağır, daha yıkıcı sonuçlara yol açtığı, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Latin Amerika başta olmak üzere dünyanın farklı coğrafi alanlarındaki birçok ülkede emperyalist müdahalelerin yaygınlaştığı bir döneme girilmişti.

Kitlesel göçlerin kapitalist sömürü, emperyalist müdahale ve saldırı politikalarıyla bağı 2000’li yıllarda çok daha açıklık kazandı. Zira ABD’nin “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” kapsamında Ortadoğu’da giriştiği saldırı ve işgal eylemleri başta olmak üzere, emperyalistler arası pazar ve etki alanları üzerine rekabet ve hegemonya kavgası daha açık biçimleriyle belirginleşmiş durumdaydı. Kapitalizm ve tekeller, rekabeti, yutma ve piyasadan silmeyi, barışçıl anlaşmaları ve kıyasıya çatışma ve savaşları doğuruyor; bu da, şu ya da bu ülkeden ülke içinde farklı bölgelere ve ülke dışına göç ve kaçışlara yol açıyordu.

Enerji başta olmak üzere yer altı ve yer üstü kaynaklarına el konması ve dünya pazarına iletim yollarının denetim altına alınması politikasının ürünü olarak gündeme gelen Afganistan, Irak ve Suriye’ye emperyalist müdahale ve saldırılar, El Kaide, Nusra, IŞİD, ÖSO türü İslamcı terör örgütleri aracıyla bu ülkelerin ‘iç savaş’a sürüklenmesi, Libya’ya saldırı ve bu ülkenin aşiretler kavgasına geri döndürülmesi, Yugoslavya, Somali, Yemen müdahaleleriyle Filistin’e yönelik Siyonist kıyım ve Kürtlere yönelik baskı, yeni Osmanlıcı emperyal politikalar izleyen Erdoğan iktidarının emperyalistler arası çelişkilerden de yararlanarak Suriye ve Irak’ta giriştiği askeri harekâtlar ve işbirlikçi çetelerin giriştiği vahşet, milyonlarca insanın göç yollarına düşmesine yol açtı.

ABD emperyalizmi, Pakistan ve Türkiye’nin işbirlikçi yönetimleriyle birlikte önce El Kaide, sonra IŞİDçetelerinin örgütlenmesi ve teçhizatlandırılmasında dolaysızca rol oynar ve NATO’yu da kullanarak Afganistan, Irak ve Suriye’de giriştiği yıkıcı saldırılarla hakimiyet alanlarını genişletmeye çalışırken, milyonlarca kişi göçmen, sığınmacı ve mülteci konumuna düştü.[5]

Brown Üniversitesi’ne bağlı Watson Institute (ABD) tarafından 9 Eylül 2020’de yayımlanan bir rapora göre, ABD’nin “teröre karşı savaş” gerekçesiyle 11 Eylül 2001 sonrası dönemde Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Somali, Yemen ve Filipinler’de giriştiği askeri harekât ve saldırılar dolayısıyla 8 milyonu ‘sığınmacı’, 29 milyonu iç göçler kapsamında olmak üzere göç eden toplam insan sayısı en az 37 milyon olarak tahmin edilmektedir.[6] Raporu hazırlayanlara göre, bu sayısal büyüklük, İkinci Dünya Savaşı dışta tutulduğunda, savaşların neden olduğu en büyük nüfus yer değişimini ifade ediyor.[7]

Amerikan emperyalizminin Irak’ta giriştiği saldırı ve yıkımın sadece ilk kırk aylık döneminde 654 bin 965Iraklı öldürülmüş; işgal ve sonrasında IŞİD saldırıları nedeniyle 2013-2020 döneminde 6,9 milyon insan ülke içinde yer değiştirmiş; iki milyonu aşkın kişi Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine sığınmıştır. 20 yıldır Afganistan’ı işgal altında tutan ABD ve NATO güçleri, bu süre içinde on binlerce insanın ölümüne yol açmanın yanı sıra yüz binlerce kişinin ülke dışına kaçmasının da nedeni oldular. Taliban’ın yönetimi ele geçirmesi, ülkeden kaçışları daha da artırdı.[8] ABD’nin ve Avrupalı emperyalist güçlerin Rusya karşıtı politikalarının özel bir rol oynadığı Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle milyonlarca kişi ülke dışına çıktı.[9]

Göç ve sığınmacı akınlarını “uluslararası trajik gelişmeler” kategorisinde gösterip nüfus politikalarının aracı olarak kullanan emperyalistler, halkları birbirine boğazlatarak akabinde “kurtarıcı”(!) rolüyle ortaya çıkıyor; bu ülkelere askeri müdahalelere girişerek kitlesel ölümlere, sakatlanmalara, göçlere yol açıyor, kaynak yağması gerçekleştiriyorlardı. Balkanlar’da, Ortadoğu ve Mağrip ülkelerinde gerçekleştirilen emperyalist müdahaleler ve yaşanan iç savaşlar nedeniyle milyonlarca kişi ölür, ülke içi ve dışına nüfus akınlarında muazzam bir artış olurken, on binlerce kadın, çocuk, bebek, yaşlı ve genç yollarda kırıldı. Binlerce kişi Akdeniz’in ve Ege’nin dalgalı sularında boğuldu.[10] Alan Kurdi’nin (Aylan Bebek) dalgalar tarafından kıyıya vurulmuş küçücük bedeni, kapitalist yıkım dünyasının sonucu olan insanlık suçları ve büyük dramın aynası oldu.

Kapitalist sömürü ve pazarlar üzerine emperyalist politikaların sonucu olarak yalnızca son 50 yılda 175 milyondan fazla insan göç etti. Birleşmiş Milletler 2015 Göç Raporu’na göre, 2013’te 232 milyon olan göçmen sayısı 2015’te 244 milyona yükseldi.[11] Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komisyonu, 2018 yılında, 25,4 milyonu 18 yaş altında olan 68,5 milyon kişinin göç ettiğini açıkladı. Bunlardan 40 milyonu ülkeler içinde yer değiştirirken, diğerleri kendi ülkeleri dışına çıkmıştır. Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM), göçmen sayısında son 50 yılda 3 kattan fazla artış yaşandığını; 1970’te dünya genelinde kayıtlara geçen göçmen sayısı 84 milyon iken, bu rakamın 1990’da 128 milyona; 2019’da 272 milyona, 2021’de 281 milyona yükseldiğini açıkladı.[12] 2020 Dünya Göç Raporu’na göre, 2019 yılında 26 milyon insan şiddet ve çatışma nedeniyle ülke dışına çıkarken, 55 milyon kişi ise ülke içinde yer değiştirdi.

Rapor, Somali, Etiyopya ve Güney Sudan’ı “yerinden edilen insan sayısının en fazla olduğu ülkeler” içinde gösteriyor ve sadece Etiyopya’da 1,7 milyon kişinin bir yıl içinde evini terk etmek zorunda kaldığını; Sudan’dan ise 2019’da 2 milyon kişinin ülke dışına kaçtığını belirtiyor. Türkiye, Lübnan, İran, Pakistan, Ürdün, Etiyopya gibi ülkelerde de çevre ülkelerden gelen yüz binlerce ve toplamında milyonlarca göçmen ve sığınmacı bulunuyor. Rapora göre, 2020 itibarıyla, Avrupa ülkelerinde toplam 87 milyon; Asya ülkelerinde 86 milyon göçmen yaşamaktadır. En fazla göçmen ise 51 milyon kişiyle ABD’de yaşıyor. Onu,16 milyon göçmen ile Almanya izlemektedir.[13]

Göçlerin Denetimi ve Ucuz İşgücü

Tekeller arası rekabetin giderek kızışması, uluslararası tekellerin ve emperyalist büyük güçlerin belirli bir teknik temele sahip ya da bu temelin oluşturulması olanağıyla bağlı olarak ucuz emek gücünün bol olduğu ülkelere yönelik girişimlerde yoğunlaşmalarına yol açtı. İkinci Dünya Savaşı sonrası koşullarda kapitalist gelişmenin hız kazanması işgücü ihtiyacını artırdı. İtalya gibi bazı Avrupa ülkelerinin yanı sıra Türkiye ve daha sonraki süreçte Yugoslavya’dan yüz binlerce kişi Batı Avrupa ülkelerine gitti ve ucuz işgücüne katıldı.

Çin, Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Meksika, Endonezya gibi büyük nüfusa sahip ülkelerin düşük maliyetli üretim için uygun koşullar sunması, bu ülkelere sermaye ihracını artırdı. Bu ülkelerin geniş emekçi nüfusunun bir bölümü kendi ülkelerinde giderek sayısı artan işletmelerin ucuz işgününü oluştururken, diğer bir bölümü göçmen işçi olarak Batılı kapitalist-emperyalist ülkelere yöneldi. Buna, Asya ve Afrika kıtalarındaki çeşitli ülkelere yönelik emperyalist müdahalelerle askeri saldırıların yol açtığı göçmen nüfusu eklendi.

Emperyalist stratejilerin ve emperyalist askeri politikaların yol açtığı yıkımlarla bağlı olarak günümüzde Ön Asya, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelere doğru kitlesel göçler giderek artmaktadır. Cezayir, Fas, Tunus ve Libya’dan İtalya ve Fransa’ya; Meksika’dan ABD’ye, Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Afganistan, Suriye, Irak, Kürdistan, Filipinler ve Türkiye’den Batı Avrupa, İngiltere ve Kanada’ya göç akını devam ediyor.

Bu nesnel durum kapitalistler ve burjuva düzen partileri tarafından istismar edildi. Ağır koşullarda, sosyal güvencelerden yoksun ve çoğunluğu bakımından karın tokluğuna bile denk düşmeyen ücret karşılığı 12-14, hatta kimi durumlarda daha uzun süre çalıştırılan göçmen emekçilerin varlığı, “yerli işgücü”nü ucuza kapatmanın aracına dönüştürüldü.[14]

Göçmen ve sığınmacılar ucuz işgücü olarak sadece kayıtlı işlerde değil, daha yoğun şekilde kayıt dışı çalıştırıldılar. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 2018 verilerine göre, dünya genelinde iki milyar kişi kayıt dışı olarak çalışmaktadır.[15] Kayıt dışı çalışma oranının bu denli yüksek oluşunun etkenlerinden biri de, çalışma izni sağlanmayan göçmen emekçi sayısının yüksekliğidir.

Ucuz işgücü kaynağından yararlananlar sadece büyük sermaye sahipleri olmadı. Orta ve küçük kapitalistler de bu olanaktan yararlandılar. Burjuvazi ve hükümetleri bir yandan göç kaynaklı ucuz işgücünü sömürme olanaklarını kullanırken, diğer yandan sosyo-kültürel farklılıkların neden olduğu ayrımcı-ayırıcı pratikleri, güvensizlik ve tedirginlikleri, gettolaşma tutumunu, uyum ve entegrasyon üzerine burjuva söylemin malzemesine dönüştürdüler. Kapitalist parti fraksiyonları ise, özellikle de şovenizmden beslenenleri, başka ülkelerden ekonomik nedenlerle göçen ya da baskı ve zor dayatmaları nedeniyle kaçan “yabancıları” yerli ya da yerleşik işçi ve emekçilerin işine, ekmeğine “ortak edilenler” ya da “ortak olmaya çalışanlar” şeklinde, dayatılmış bir durumun failleri göstererek, durumu istismar ettiler. Bu durum kriz koşulları başta olmak üzere son yıllarda çok daha belirgin biçimde emekçiler arası ilişkileri sabote etti ve kapitalistlerin, burjuva hükümetlerin ve sendika aristokrasisinin işçi ve emekçilere karşı politikalarında kullanılan bir silah işlevi gördü.

Burjuva devlet ve hükümetler, ucuz işgücü gereksinmelerini karşılamak için yeni yasal düzenlemelere girişerek kendi istem ve denetimlerine aykırı şekilde gerçekleşen göçleri yasal ve fiili barikatlarla önlemeye yönelmekten ve göçmen -sığınmacı kitlelerini kâr ve egemenlik için rekabet ve istismar malzemesine dönüştürmekten kaçınmadılar. Emperyalist saldırı ve müdahalelerin yol açtığı göçmen yığınlarını dikenli tellerle donatılmış beton bariyerlerle, kalabalık sınır muhafızları ve savaş gemileriyle durdurma eylemleri ve istenmeyen “ihtiyaç fazlası” göçmen ve sığınmacıların “toplama kampları”nın yerleri için burjuva pazarlığı, başkaca kanıta ihtiyaç bırakmayacak şekilde alenileşti. Farklı sosyo-kültürel ‘yapı’ ve anlayışlara mensup insan kitlelerini yüz binlercesiyle yollara düşüren ve binlercesinin ölümüne yol açan emperyalist ve işbirlikçi emperyal politikalar, göçmenlerin getirdiği-getireceği ek sorunlar söylemiyle örtülerek, saldırı ve işgaller suç kategorisinden çıkarılmaya çalışıldı. Amerikan emperyalizmi bir taraftan Latin Amerika, Asya ve Afrika’da mali-askeri operasyonlara girişirken diğer yandan Meksikalı topraksızların, Latin Amerikalı emekçilerin ABD’ye geçişine karşı barikatlarını takviye etti. AB üyesi ülke yöneticileri, göçmen ve sığınmacılara karşı engelleyici askeri politikalar geliştirdiler.[16]

Göçmen ve sığınmacılar sadece ucuz işgücü olarak kullanılmadılar, sadece şoven istismarın konusu olmadılar, burjuva devletleri arasında mali ekonomik, siyasal, askeri ve diplomatik ilişkilerde pazarlık malzemesi olarak da araçsallaştırıldılar. Avrupalı emperyalistler, Türkiye’yi para karşılığı göçmen ve mülteci toplama kampına dönüştürmesi için Türk burjuva yönetimiyle anlaşmalar imzaladılar. Almanya’nın bir önceki başbakanı (Şansölye) Merkel, Türkiye’nin “Suriyeli mültecilere bakmakla olağanüstü bir iş çıkardığını”ve yapılan anlaşmanın devam etmesinin göçmenler için“en iyisi olduğu”nu söyledi.[17] Avusturya Başbakanı olduğu dönemde Sebastian Kurz, “Eğer insanlar kaçmak zorundalarsa, herkesin Avusturya, Almanya ya da İsveç’e gelmesindense, Türkiye gibi komşu ülkeleri ya da Afganistan’ın güvenli bölgelerini kesinlikle daha doğru yer olarak görüyorum” diyordu. Kurz, sığınmacıları geldikleri ülkelere geri gönderme imkânı bulunmuyorsa, AB üyesi olmayan ülkelere iade etme imkanının yaratılması gerektiğini söylemekteydi.[18] İngiltere, sığınmacılara dijital kelepçe takılmasını ve İngiltere’ye yasal olmayan yollardan giren göçmen ve sığınmacıları Ruanda’ya yerleştirmeyi gündeme getirdi.[19]

Türkiye’yi Avrupa’nın Çin’i yapma iddiası doğrultusunda göçmenleri ucuz işgücü ve uluslararası ilişkilerde pazarlık gücü olarak kullanma politikası izleyen Erdoğan yönetimi, AB ile 2013’te Geri Kabul Anlaşması imzalayarak mülteci haklarının uygulanmadığı Türkiye’yi “göçmen toplama kampı” haline getirdi.[20] 1 Ocak 2021’de AB tarafından “Yeni Göç ve İltica Paktı” adıyla ilan edilen “sınır ve sahil güvenliği” gerekçeli “Push back” (Geri itme) politikasıyla sığınmacılara yönelik baskı had safhaya çıkarıldı.

Batı Avrupa’nın hemen tüm ülkelerinde “Yabancılar Yasası” ve iltica yasaları sertleştirildi. Oturum ve vatandaşlık hakkı zorlaştırıldı. Sağ gerici-yabancı düşmanı ve faşist partiler, göçmen ve sığınmacıların varlığını işsizlik, yoksulluk ve sosyal hak yoksunluğunun nedeni göstererek güç topladılar. Bu politikalar, yerleşik durumdaki emekçiler ile başka ülkelerden gelen göçmen ve sığınmacıların arasına önyargıya dayalı barikatları güçlendirici işlev gördü.

Sorunun Emekçiler Yararına Çözümü İçin Emperyalizme Karşı Mücadele Şarttır

Son on yıllarda gerçekleşen kitlesel göç olaylarının genel bir özelliği de burjuva devletlerinin içeride halk kitlelerine yönelik saldırılarının ve kapitalist emperyalist güç ilişkilerinin yol açtığı savaşların ürünü olmaları; sonal olarak ekonomik nedenlere bağlanmakla birlikte baskı, şiddet, saldırı ve savaşlarla dolaysızca bağlı olarak gündeme gelmeleridir.

Büyük kitlesel göçlere neden olan bu etkenler işlevli olmaya devam ediyor. ABD emperyalizminin yönlendirici etkinliği altındaki NATO’nun 2030’lu yıllara ilişkin stratejisinin bir özelliği de etkinlik alanları için yeni savaşların stratejisi olmasıdır. İngiliz emperyalizminin militarist şefleri Rusya’nın Ukrayna’da giriştiği saldırıyla bağ kurarak Batı Avrupalı emperyalistlerin ve NATO’nun daha büyük savaşlara hazır olması gerekliliğinden söz ettiler. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, Ukrayna’daki savaşın on yıl daha devam edebileceğini ileri sürerek Ukrayna’ya savaş araç-gereçlerinin yoğun şekilde temin edilmesi çalışmalarının artırılarak sürdürüleceğini açıkladı.[21] Çok sayıda ülkeye emperyalist müdahaleler devam ediyor ve bazı ülkelerde iç savaşlar yaşanıyor. Bu olgusal gelişmeler, emperyalist rekabet ve kapışmalarla karışık bir süreci işaret ediyor. Önümüzdeki dönemin gelişmelerinden biri de yeni göçmen ve sığınmacı kafilelerinin yollara düşmesi olabilecektir.

İşçi ve emekçilerin uluslararası alanda bugün karşı karşıya oldukları sorunlardan biri de göçmen ve sığınmacı akını dolayısıyla halk kitleleri içinde ortaya çıkan ve burjuvaziye karşı mücadeleyi zayıflatıcı işlev gören şoven milliyetçi ideolojik-politik etkinin daha da artmış olmasıdır. Göçmen ve sığınmacıların varlığı, kapitalist-emperyalist sömürü, yağma ve baskı politikalarıyla dolaysızca bağlı olmasına rağmen, yerleşik işçi ve emekçilerin azımsanamayacak kesimleri, mevcut durumdaki konumlarının nedenleri ve tarihsel devrimci misyonlarının bilinci konusundaki zayıflık ve eksiklikleri nedeniyle karşı karşıya oldukları sorunların nedenini göçmen ve sığınmacıların varlığında arayabilmektedirler.

Bu sorun, günümüzde de işçi ve emekçilerin hemen tüm kapitalist ülkelerde aşmaları gereken temel önemde bir sorun olmaya devam ediyor. Ancak bu durum değişmeye mahkumdur. Nüfus göçü, bir yandan ucuz işgücü kaynağının giderek artan şekilde büyümesine yol açarken, diğer yandan farklı kültürlerden ve ulusal kökenlerden işçi ve emekçilerin kapitalist-emperyalist dünya sistemine karşı mücadelede birleşmelerini olanaklı hale getirir.

Kapitalist uluslararasılaşma, farklı uluslardan emek gücünü kapitalist pazarda sömürü nesnesine dönüştürürken, emekçiler arasındaki ulusal çitlerin kırılması ve enternasyonal bir sınıf oldukları bilinci için nesnel koşulların ortaya çıkmasına da yol açar. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da ve diğer başlıca eserlerinde kapitalizmin yerleşik ne varsa sarsıp bozduğunu ortaya koydular. Bütün yıkıcı ve tahrip edici özelliklerine karşın kapitalizmin bu tarihsel hareketi toplumun/toplumların giderek iki büyük sınıf halinde bölünmesine ve proletarya ve burjuvazi olarak karşıt hareketin güçlerine dönüşmelerine götürerek, proletaryanın sömürüden kurtuluş mücadelesinin nesnel koşullarını olgunlaştırma gibi bir sonuca da yol açar. Ekonomik nedenlerle ya da siyasal askeri zor ve saldırı sonucu topraklarını terk eden emekçiler, kapitalistler tarafından ucuz işgücü olarak sömürü aracına dönüştürülürken, birbirleriyle kaynaşmalarının koşulları da oluşur. Mali sermaye ve tekellerin egemenliği, emek gücünün sömürülmesiyle sağlanan artı-değer kullanılarak asalak ve rantiye bir tabakanın beslenmesi olanağını genişletmesine ve bu asalak ve hain aristokratik tabaka işçi hareketi içinde burjuvazinin çıkarlarını temsil etmesine karşın, göç edenlerle birlikte sınıf mücadelesi içinde birleşen emek ordusunun safları kaçınılmaz şekilde büyür ve güçlenir.

Burjuva politikası aracıyla ve şovenist milliyetçi ayraçlarla birbirlerine yabancı kalmaları yönünde sürdürülen yoğun faaliyete rağmen, ezilen ve sömürülenlerin belirli bir süreç içinde kaynaşması ve bu eğilimin eninde-sonunda güç kazanması önlenemez. Bugün acil önem taşıyan devrimci görevlerden biri de, emekçilerin birliği için bu eğilimi güçlendirecek proletarya enternasyonalizmi görüşlerinin emekçilerin saflarında güç kazanması çalışmasında yoğunlaşmaktır.

Göçmen ve sığınmacılar sorunu emperyalist kapitalist barbarlık ve sömürüye karşı mücadelenin bir bileşenini durumundadır. Göçmen ve sığınmacılara barınma, beslenme, çalışma-iş ve eğitim olanaklarının sağlanması, alt-üst olmuş yaşam durumuyla bağlı travmatik sosyopsikolojik sorunlarının çözümü için önlemlerin alınması gibi en acil gereklilikler, kapitalist sömürü sistemine karşı mücadele ile bağlıdır.

Kapitalist sömürünün tasfiye edilmesi, temel gereksinmelerin karşılanmasını esas alan, ilk aşamasında emeğe oranlı, bütün kaynakların zenginleştirildiği aşamasında ise yaşam kaynaklarından herkesin “ihtiyacına göre” yararlandığı bir toplumsal düzende göç, olası en düşük gereklilik düzeyine düşecek, sığınma gibi bir sorunu gerektiren koşullar ise ortadan kalkacaktır. İşçi sınıfı öncülüğünde gerçekleştirilecek sömürüsüz dünya, bundandır ki, bütün emekçilerin, bütün ezilenlerin kurtuluşunu müjdeleyen bir dünyadır.


[1] Evrensel (2022) “ABD’de bir kamyonda 53 göçmen ölü bulundu: Hayatta kalanlar dokunulamayacak kadar sıcaktı”, https://www.evrensel.net/haber/464720/abdde-bir-kamyonda-46-gocmen-olu-bulundu-hayatta-kalanlar-dokunulamayacak-kadar-sicakti

[2] Göç olgusu üzerine araştırmaları olan William Petersen, göç olaylarını, “ilkel göçler, zorunlu göçler, yönlendirilen göçler, serbest göçler ve kitlesel göçler” olarak ayırır. Petersen’den aktaran Görgün, M. (2017) “Küreselleşme Sürecinde Göçmen İlişkileri Ağının Önemi”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 22, 1317-1327, sf. 1322.

[3] BBC Türkçe (2010) “Dünyada göçmen sayısı 2050’de 400 milyonu aşacak”, https://www.bbc.com/turkce/haberler/2010/11/101129_migrants

[4] Marx, K. ve F. Engels (1998) Komünist Manifesto, çev. Y. Onay, Evrensel Basım Yayın, sf. 50-54.

[5] ABD menşeli Pew araştırma şirketi verilerine göre, 2011 yılı sonrası dönemde Suriye’de yaşanan çatışmalar nedeniyle evini terk etmek zorunda kalan kişi sayısı 13 milyondur. Bunların 6 milyonu ülke içinde yer değiştirmiş, 1 milyonu Avrupa’ya gitmiştir. 3,7 milyonu Türkiye’de olmak üzere diğerleri başka ülkelere yönelmişlerdir. Bu veriler doğru ise eğer, Suriye nüfusunun yarısına yakını artık eski evleri ve yaşam bölgesinde yaşamıyor demektir.  

[6] Orhan, E. (2020) “Emperyalizmin-Neoliberalizmin Göçmenleri”, https://portal.dpu.edu.tr/orhan.elmaci/makale_oku/252/emperyalizmin-neoliberalizmin-gocmenleri

[7] İngiliz gazeteci Patrick Cockburn “Savaşın Maliyetleri” başlıklı makalesinde şöyle yazıyordu: “Uydurma lastik botlara tıka basa doldurulmuş umarsız sığınmacılar İngiltere’nin Güney kıyılarına ulaşıyorlar. Bunlara istilacı gözüyle bakan göstericiler, geçen hafta Dover limanının çıkışını ‘sınırlarımızı koruyun’ çağrısıyla kapattılar. Batı’daki yaygın bir görüşe göre bu insanlar yozlaşmış, şiddet dolu ülkelerinden kurtulmak için daha güvenli, zengin coğrafyalara sığınma çabaları içindedir. Gerçekte ise Manş Denizi’nin kıyılarına kadar uzanan bu toplu göçün kaynağı, ABD ve müttefiklerinin 11 Eylül sonrasında başlattığı askerî müdahalelerdir. 20 yılda en az 37 milyon insanın toplu göçüne yol açan bu savaşların, çatışmaların tek sorumlusu ABD değildir. 2011’de Britanya ve Fransa, ABD’nin desteğiyle, Libya halkını Kaddafi’den kurtarma iddiasıyla Libya savaşını başlattı. Sonuçta, birbiriyle savaşan çetelere, gangsterlere devredilen Libya, Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya taşan sığınmacıların geçidi oldu. David Cameron, Nicolas Sarkozy ve Hillary Clinton kadar geri zekalı liderler dahi bu savaşların yol açacağı feci siyasal sonuçları öngörmeliydi. Kaçınılmaz olarak tetiklenen sığınmacı ve göçmen dalgası tüm Avrupa’da yabancı-karşıtı aşırı sağ akımları güçlendirecek ve 2016’daki Brexit halk oylamasının sonucunu da belirleyecekti.”Cockburn’dan aktaran Boratav, K. (2020) “Emperyalizmin Göçmenleri”, Sol, https://haber.sol.org.tr/yazar/emperyalizmin-gocmenleri-15416

[8] Afganistan 15 Ağustos 2021 günü Ortaçağcı Taliban güçlerinin eline geçti. İran’da, Türkiye’ye veya Türkiye üzerinden Batı Avrupa ülkelerine gitmek isteyen 900 bin Afgan göçmen bulunduğu açıklandı. İstanbul’da üniformalı Afgan gösterileri düzenlendi. Şoven milliyetçiler bunu da fırsata dönüştürerek göçmen ve mülteci düşmanı faşist ajitasyonu yoğunlaştırdılar.

[9] BMMYK verilerine göre 6 milyon civarında kişi ülkeyi terk etti. Ülkeden ayrılan Ukraynalılar Polonya, Romanya, Slovakya, Macaristan ve Moldova’ya sığınma talebinde bulundular. Bu ülkelerin burjuva yönetimleri, Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula Von Der Leyen’in, “onlar bizden biri” diyerek açığa vurduğu üzere, mültecilere karşı şovenist emperyal ayrımcı anlayışı sergilediler ve Ukrayna’dan gelenlere hemen çeşitli olanaklar sağlarken, Afrikalı ve Asyalı sığınmacılara karşı barikat politikasını sürdürdüler.

[10] Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) sözcüsü tarafından yapılan açıklamaya göre, 2014’te 3.166 kişi; 2015 yılında 3.794; 2016 yılında 4.329; 2017’de 3.003; 2018’de 2.117; 2019’da 1.336; 2020’de 1.160, ve 2021’de 3.231 kişi Akdeniz’de boğularak öldü. EMEP (2022) “Göç İzleme Raporu”, https://www.emep.org/goc-izleme-raporu

[11] UN (2015) International Migration Report 2015, sf. 5.

[12] Suriye, Afganistan, Irak, Libya, İran, Gana, Somali, Libya, Kamerun, Pakistan, Türkiye, Rusya, Sri Lanka, Fas, Tunus ve Cezayir, dışarıya göç veren ülkelerden bazılarıdır. En çok göç alan ülkeler: ABD, Almanya, Suudi Arabistan, Rusya, İngiltere. En çok göç veren ülkeler: Hindistan, Meksika, Rusya, Çin ve Suriye olmuştur.

[13] VOA Türkçe (2021) “Göçmenlerin Tercihi ABD ve Almanya”, https://www.amerikaninsesi.com/a/gocmenlerin-tercihi-abd-ve-almanya/5740372.html

[14] İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaşın neden olduğu yıkımın onarılmasını da içeren hızlı üretim çerçevesinde, Almanya başta olmak üzere Batı Avrupa devletleri, kalifiye işgücü ihtiyaçlarının yanı sıra vasıfsız işgücünü de kitlesel olarak transfer ettiler. Alman emperyalizminin büyük emperyalist güçler arasına yeniden yükselmesinde, Alman emekçilerinin yanı sıra dışarıdan “ithal edilen” bu işgücünün sömürülmesiyle sağlanan kaynak önemli rol oynadı. Amerikan ve Alman emperyalistler, kapitalist şirketlerin işgücü ihtiyacı için yıllık ortalama belirli bir emek gücü ‘transferi’ni yasal gereklilikler kapsamına aldılar. Federal Çalışma Dairesi Başkanı Detlef Scheele, Ağustos 2021’de Süddeutsche Zeitung’a yaptığı açıklamada “yılda 400 bin göçmene ihtiyacımız var” demişti. YeniHayat (2021) “Almanya’nın her yıl 400 bin göçmene ihtiyacı var”, https://yenihayat.de/2021/08/24/almanyanin-her-yil-400-bin-goecmene-ihtiyaci-var/). Yeni hükümetin koalisyon ortaklarından biri olan Hür Demokrat Parti (FDP) Meclis Grup Başkanı Christian Dürr, Alman Wirtschaftswoche dergisine 2022 yılı başlarında yaptığı açıklamada, Alman ekonomisindeki nitelikli çalışan eksikliğini gidermek için her yıl yurtdışından 400 bin nitelikli işçi almaya ihtiyaç olduğu görüşünü yineledi (Euro News (2022) “Almanya her yıl yurt dışından 400 bin nitelikli işçi almayı hedefliyor”, https://tr.euronews.com/2022/01/21/almanya-her-y-l-yurt-d-s-ndan-400-bin-nitelikli-isci-almay-hedefliyor. ABD, 1995 yılından itibaren her yıl 675 bin kişinin göçüne olanak tanıyan kararlar aldı.

[15] Aktaran Yamanlar, Y. (2020) “Göç Kuramları Çerçevesinde İkinci Dünya Savaşı Sonrası Batı Avrupa’nın Göç Deneyimi”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 19(2), 553-583, sf. 575.

[16] İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14’nci maddesi sığınma hakkını içerir. Maddede; “herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır” denir.

Irkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi” mülteci; henüz korumacı haklardan yararlanma durumunda olmayanlar “sığınmacı” olarak tanımlanır.  “Göçmen” ise, ülkesinden ekonomik veya diğer nedenlerle ayrılan kişiyi tanımlar. (NTV (2017) “Mülteci kime denir? Sığınmacı ve göçmen arasında fark var mı?”, https://www.ntv.com.tr/dunya/multeci-kime-denir,A-AtjLAVQUKrVJ_GnqWCFQ)

[17] OdaTv (2021) “Merkel’den mülteci açıklaması: Türkiye’de kalmaları en iyisi”, https://www.odatv4.com/guncel/merkelden-multeci-aciklamasi-turkiyede-kalmalari-en-iyisi–22072138-217826

[18] Independent Türkçe (2021) “Avusturya Başbakanı Kurz: Afgan mülteciler için Türkiye daha doğru bir yer”, https://bit.ly/3yjea49

[19] Esen, H. (2022) “İngiltere, göçmen ve mültecileri 14 Haziran’da Ruanda’ya göndermeye başlayacak”, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/ingiltere-gocmen-ve-multecileri-14-haziranda-ruandaya-gondermeye-baslayacak-/2602436

[20] Türkiye’yi yönetenler, Suriye’de iç kargaşayı teşvik ederek IŞİD çetelerinin saldırıya geçmesinde dolaysızca rol oynadılar ve Suriye’ye askeri müdahalenin güçlerinden biri olarak Suriye topraklarında fetih alanları oluşturdular. Erdoğan yönetimi, sığınmacıları Türkiye’de tutmak üzere ‘Geri Kabul Anlaşması’ karşılığında, Avrupa Birliği’nden 6 milyar Euro para aldı. Milyonlarca sığınmacı ve göçmenin durumu, Avrupalı devletlerin yöneticileriyle pazarlık malzemesi yapıldı. Binali Yıldırım, 24 Kasım 2016’da (başbakanlık koltuğunda oturduğu dönem), Türkiye’nin, “kargaşanın, savaşın yaşandığı bölgelerden akın akın gelen mültecileri kendi içerisinde tutup yönetmekle”, Avrupa’yı istiladan kurtardığını ileri sürüyor ve Avrupa‘nın bunu görmesi gerektiğinden söz ediyordu. “Türkiye’nin Suriyeli mültecilerle yaşamak zorunda” olduğunu söyleyen AKP Genel Başkan Danışmanı Yasin Aktay, Suriye’de yaşananları ve milyonlarca Suriyelinin Türkiye’ye sığınmasının biraz da bir kader olduğunu belirtiyor ve ardında da, “Bir açıdan baktığımızda da göç bir toplumu dirilten bir şeydir. Canlandıran bir etki de yapar. Bakın Türklerin Alman ekonomisine yaptığı katkıdan bahsediliyor. Bu yönde çalışmalar var. Beyin niteliğinde Türkler yetişiyor orada. Belki Suriyelilerin de ilk gelenleri sanayi, inşaat alanında çalışanlar olarak kalacaklar ama Suriyelilerin Türkiye’ye yaptığı katkı ile Türkiye Arap dünyası ile arasında çok ciddi bir köprü oluşturacak…Çok önemli bazı yerlerden Suriyelileri bir çekin, Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi çöker” diyordu. Benzer bir açıklama AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki tarafından yapıldı: “Şimdi bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyorlar. Gaziantep sanayisine gidin yüz binlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar. Kayseri sanayisinde de öyle. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor.” (Cumhuriyet (2021) “AKP’li Özhaseki’den ‘mülteci’ açıklaması: Sanayiyi onlar ayakta tutuyor; gönderemezsiniz”, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/akpli-ozhasekiden-multeci-aciklamasi-sanayiyi-onlar-ayakta-tutuyor-gonderemezsiniz-1855656)

[21] NATO güçlerinin Madrid Zirvesi sonuç bildirgesi, emperyalist rekabet ve çatışma potansiyelini açık ediyor. ABD-İngiliz emperyalist politikasının yön verdiği bu bildirgede, Çin ile birlikte Rusya açık tehdit gösterilerek yenilgiye uğratılmaları için stratejik güç birliklerinin genişletileceği ve bu amaçla savaş kuvvetlerinin takviye edileceği, Ukrayna’da da savaşın tarafı olunduğu açıklanıyor. ABD’nin komuta ettiği savaş örgütü NATO’nun sınırlarını genişletmeyi sürdüreceği açıklanırken, G-7, Rusya ve Çin’i düşman ilan ederek 600 milyar dolarlık ek fon oluşturma kararı aldı. İngiltere’nin yeni savunma bakanı, Rusya ile kaçınılmaz savaşa hazır olma çağrısı yaptı. ABD, NATO’yu Rusya ve Çin karşıtı stratejisinin daha etkin gücü olarak konumlandırmada daha ileri adımlar atarken, Pentagon’un stratejisine büyük uyumuyla J. Stoltenberg, NATO’nun “mukabele gücü”nün (müdahale-saldırı gücü) 40 binden 300 bine çıkarılmasından söze etti. İsveç ve Finlandiya’nın ittifaka katılması yönünde adımlar atıldı. Ukrayna hükümetiyle tam dayanışma içinde olunduğu bir kez daha duyuruldu. NATO, Rusya’yı, “ittifaka en önemli ve doğrudan tehdit” olarak ilan etti. Çin’in “hırsları ve zorlayıcı politikaları”yla, NATO bileşenlerinin çıkarları, güvenliğine ve değerlerine “meydan okuduğu” ileri sürülerek 5. Madde de dahil olmak üzere Washington Antlaşması’nın uygulanması tehdidi savruldu. “Çin, kilit teknolojik ve endüstriyel sektörleri, kritik altyapıyı ve stratejik malzemeleri ve tedarik zincirlerini kontrol etmeye çalışıyor. Ekonomik gücünü stratejik bağımlılıklar yaratmak ve etkisini artırmak için kullanıyor. Uzay, siber ve denizcilik alanları da dahil olmak üzere, kurallara dayalı uluslararası düzeni yıkmaya çalışıyor. Çin ile Rusya arasında derinleşen stratejik ortaklık ve kurallara dayalı uluslararası düzenin altını oymak için karşılıklı olarak güçlendirici girişimleri, değerlerimize ve çıkarlarımıza aykırıdır” denilerek, emperyalistler arası rekabetin uzay dahil ekonomik temeli ve dünya halkları için yaşam tehdidi oluşturan çatışma potansiyeli dolambaçsız şekilde ortaya kondu. Siber saldırıların 5.madde kapsamında gösterildiği bu bildirgede ABD ve müttefikleri, nükleer silah tehdidi savurmayı da ihmal etmediler. Stoltenberg, durumu ve alınan kararları, “güvenlik açısından bir dönüm noktası” olarak nitelerken dünyayı bekleyen yeni büyük tehditleri de açık etmiş oldu. (Evrensel (2022) “NATO Liderler Zirvesi’nin bildirgesi paylaşıldı: Rusya ittifaka en önemli ve doğrudan tehdit olarak tanımlandı”, https://www.evrensel.net/haber/464781/nato-liderler-zirvesinin-bildirgesi-paylasildi-rusya-ittifaka-en-onemli-ve-dogrudan-tehdit-olarak-tanimlandi)