Yusuf Akdağ
Irak Kürdistanında yapılan “Bağımsızlık Referandumu” dolayısıyla ve Barzani yönetiminin ABD ile ilişkilerinin işbirlikçi karakteri öne çıkarılarak “sol”dan yapılan açıklamalar, ulusal kaderini tayin hakkı karşısındaki liberalve anarşizan-Trockist anlayışları bir kez daha “gün ışığı”na çıkardı! Irak Kürdistanı ve Barzani yönetimi örnek gösterilerek emperyalistler(ABD) ve İsrail gibi bir bölge gücüyle işbirliği gerekçesine dayandırılmak istenen referandum ve bağımsızlık karşıtlığı, biçimsel farklılıklarına karşın, “sol” versiyonunda da, UKKTH’nın reddi çizgisini aşmadı. “Bağımsızlık Referandumu“nun yöntemi ve zamanlamasına itiraz eden, Kürtlerin ortak iradesini temsil etmediğini ileri süren Kürt çevreleri oldu. IKBY’nin işbirlikçi politikalarına(sadece ABD ile değil Türkiye gericiliğiyle de) ve Barzani’nin içeride halka karşı antidemokratik uygulamalarına işaret eden Ferda Çetin, referandumun “ailenin diktatörlüğünü sürdürme” aracı olarak kullanıldığını ileri sürerek karşı çıkış gerekçelerini maddeler halinde sıraladı. ÖDP, nasıl mümkün olacağını belirsiz bırakarak “Bağımsızlıktan değil demokratik birlikten yana olduğunu” açıkladı.
Kapitalizmin gelişmesiyle burjuvazi önderliğinde ulus devletlerin kuruluşunu ve bu devletlerin kapitalist karakterini sözkonusu ederek emperyalist kapitalizm koşularında siyasal bağımsızlığın biçimsel olmaktan öteye geçmediğini ve öyleyse ulusların kaderlerini tayin hakkının pratikte bir karşılığının olmayacağını ileri süren bu görüşler, ezilen ulus(lar) sorununda oportünist siyasal platformdan sürdürüldü.
ÖDP yöneticileri, Irak Kürdistanı’ndaki referanduma ilişkin tutumlarını “Bağımsızlık değil demokratik birlik!” formülasyonuyla ifade etti. “Birlik” sözcüğünün içerdiği anlamın burada hangi koşullarda ve nasıl mümkün olacağına dair belirsizliğiyle birlikte, Kürtlerin Irak Merkezi devletiyle bir arada oluşunu ifade ediyordu. Ulusal tam hak eşitliği koşuluyla emekçilerin yararına olan bir durum üzerinden oluşturulan formülasyon burada ve hak eşitliğinin kendisine özel bir vurgu yapılmadığında bir şey söylememiş olmanın da ifadesiydi. Kürtlerin ulusal hak eşitliği talebini görmezden gelmeyen, ancak Kürt siyasal hareketinin burjuva uzlaşmacı ya da Barzani yönetiminde görüldüğü üzere işbirlikçi çizgide oluşunu, bu mücadeleye ve hak talebine uzak durma nedeni sayan tutumun belirgin özelliği ikircilik ve reformist-liberal siyasal çizgide konumlanmadır. Bu tutum, -kendi içinde çelişkili oluşu bir yana bırakılsa bile- Kürt sorunu özgülünde tam hak eşitliğinin tutarlı bir savunusundan uzak durmanın ifadesidir.
Irak Kürdistanı’ndaki referandum, “saf sosyalist” iddialı Troçkist yazar ve akımların Kürt ulus sorunu ve ulusal sorunun çözümü üzerine görüşleri ve tutumlarının da “turnosol”u oldu! Aydemir Güler ve Kemal Okuyan ulusların kaderlerini tayin hakkının “anlamsızlığı” üzerine makaleler yazdı. Fikret Başkaya, emperyalizm koşullarında siyasal bağımsızlığın herhangi bir önemi olmadığı görüşünü”teorileştirdi”. Yürütülen tartışmalar kapsamında yapılan açıklamalar oldukça fazlaydı. Ama, bu üç yazarın, ulusların kaderlerini tayin hakkının emperyalizmin varlığı koşullarında ve emperyalizmle işbirlikçilik gerekçesiyle geçersizleştiği üzerine yazılarının, tüm ötekilerin önüne geçtiği söylenebilir. Bundandır ki burada Güler, Okuyan ve Başkaya’nın ileri sürdükleri görüşleri esas alacağız.
LİBERAL OPORTÜNİST ‘SOL’ VE UKKTH’YE TROCKİST RET POLİTİKASI
1) Başkaya’nın toptancı inkarı
Birgün gazetesindeki makalesinde[1] Başkaya, “İdeolojik kölelikten kurtulmak” ve insanca yaşamak için devletten ve paradan kurtulmak ve üretim araçlarına burjuvazi tarafından el konmasına son vermek gerekliliğine işaretle, bu olmaksızın halkların kaderlerini tayin hakkından sözedilemeyeceğini söylüyor.Ve Irak Kürdistanı’ndaki “bağımsızlık referandumu”nu bu çerçevede değerlendiriyor. Madem ki diye kurguluyor Başkaya, emperyalizm ve oligarşik egemenlik var ve işbirlikçilik üzerinden halkların emperyalistler tarafından sömürülmesi devam ediyor, o zaman ulusların kaderlerini tayin hakkı, bu koşullar sürdükçe gerçekleşemez! Aksini ileri sürmek ve söz konusu referandumu ulusların kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde değerlendirmek Wilsoncu emperyalist sömürgecilik(yeni sömürgecilik) politikaları sınırlarında kalmak olacaktır.
Ona göre,”Ulusların kendi kaderini tayin etmesi meselesi ilk defa ABD başkanı W. Wilson tarafından Birinci Emperyalist savaşın son günlerinde [8 Ocak 1918] ortaya atıl“mıştı ve”Wilson Prensipleri” olarak biliniyordu. Oysa diyor Başkaya, “ezilen/sömürülen/tahakküm altına alınan insanlar, halklar, haksızlığa maruz kaldıkları ilk günden beri ve hiçbir zaman bu durumu kabullenmediler… Bu yüzden insanlık tarihi, isyanların, başkaldırıların, devrimlerin de tarihidir…”
Herşeyden önce, bir yanılgıya-ya da çarpıtmaya- işaret etmek gerekiyor. Başkaya’nın ileri sürdüğü üzere, ulusların kaderlerini tayin hakkı sorununun ilk kez Wilson Prensipleri kapsamında uluslararası toplumsal gündeme getirildiğini söylemek, gerçeğe aykırıdır. Ezilen bağımlı uluslar sorununun İngiliz-İrlanda; Rusya-Polanya ilişkileri çerçevesinde Marx ve Engels tarafından uluslararası işçi hareketinin gündemine getirildiği, İrlanda’nın bağımsızlığının İngiliz işçi sınıfı hareketinin devrimci çizgide gelişimi için gerekli hale geldiğinin 1860-70’li yıllarda açıklandığı, siyasal tarihin kayıtları arasındadır. Leninve Stalin’in ulusların kaderlerini tayin hakkı üzerine makalelerinin Wilson Prensipleri’nden önce yazılmış oldukları ve İkinci Enternasyonal partilerinin büyük çoğunluğunun ulusların kaderlerini tayin hakkını görmezden gelmelerinin, Enternasyonal’in dağılmasının nedenleri arasında yer aldığı, inkardan gelinemeyecek şekilde, belgelidir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorunu, ‘İkinci Enternasyonal’de tartışılan konular arasındaydı. UKKTH, RSDİP’nin 1903 Programı’nda yer aldı. Lenin’in, ünlü Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı üzerine makalelerini 1913 yılından başlayarak yazmıştır. Bu eserinde Lenin, Rosa Luksemburg ve Karl Kautsky’nin ulusal sorun konusundaki görüşlerini eleştirmiştir. Luxemburg, sosyalizmin ancak büyük kapitalist pazar temelinde kurulabileceğini, ulusal ayrı devletlerin varlığı durumunda bu mücadelenin zaafa uğrayacağını ve küçük devletlerin bağımsız olamayacağını öne sürerek bu hakkın kullanımına karşı çıkarken, Lenin, UKKTH’nı savundu. Bu hak savunusu”devlet kurma hakkının, herhangi bir ulusun tekelindeki bir ayrıcalık olmasını reddetmeyi” esas alıyordu.[2]
Lenin, Buharin ve Kievsky ile girdiği tartışmada, onların, UKKTH’yi emperyalizm koşullarında gerçekleşemez ve geçersiz olduğu yönündeki görüşlerini, özellikle Kievsky üzerinden “emperyalist ekonomizm” olarak niteledi; ekonomik gerçekleşemezlik ile siyasal gerçekleşebilirlik arasındaki ilişkiyi örten düşünceyi Marksizmin bir karikatürü olarak tanımladı. Lenin ve Stalin, ulusların kaderlerini tayin hakkınıayrı devletlerini kurma hakkı olarak gördüler ve bu hakkın tanınmasıyla emekçiler arası güvenin sağlamlaşacağını açıkladılar. Lenin, “Her nerede, uluslar arasında zora dayanan bağlar görürsek, biz, her ulusun ayrılma gereğini vaaz etmeye asla kalkışmadan, her ulus için, kendi siyasal kaderini serbestçe tayin etme hakkını, ayrılma hakkını azimle ve kayıtsız şartsız savunuruz. Bu hakkı savunmak, tanımak ve ondan yana olmak, ulusların hak eşitliğini savunmaktır, zora dayanan bağlara karşı çıkmaktır, hangi ulus olursa olsun, onun siyasal ayrıcalıklarına karşı savaşım vermektir, ve bu yüzden de ayrı ayrı ulusların işçileri arasında tam bir sınıf dayanışmasını geliştirmektir”diye yazdı.
Başkaya, Wilson’un “öyle bir çıkış yapması“nın iki nedeni olduğundan bahisle, onun, klasik sömürgeciliğin(kolonyalizm) son bulması ve yeni sömürgecilik politikasının başlatılmasında gördüğü Amerikan çıkarlarına işaret eder ve haklı olarak sorunun emperyalistlerarası rekabet dolayımında gündeme getirildiğini belirtir. Ancak bununla yetinmez, ona göre, Wilson, “din, mezhep, etnik, kültür farklılığına sahip ne kadar topluluk varsa, bağımsız olmalarını“, “halklar ne kadar ufalanırsa, onları etkinlik altına almak da o ölçüde kolaylaşacağı“nı bildiği için istiyordu. Başkaya, aktüel Kürt sorunu çerçevesinde süren tartışmalar kapsamında yaptığı bu teorik analizin devamında, yeni sömürgeciliğin ikinci dünya savaşı sonrasında “eskinin yerini” aldığını ve “doğrudan sömürge ülkeler“in “başta ABD olmak üzere tüm emperyalistlerin yeni sömürgesi haline” geldiklerini; bu yeni statüde, bir ülkenin “herhangi bir ülkenin sömürgesi değil, ‘Kollektif emperyalizm’in kolektif sömürgesi(kolonisi)” olduğunu ileri sürer. Ona göre, bu kolektif sömürgecilik artık BMO, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü(WTO) gibi “emperyalist oligarşinin hizmetindeki ‘uluslararası‘ denilen kurumlar tarafından” yürütülmektedir.
Bu durumda diyor Başkaya, ulusların kaderlerini tayin hakkı pratikte gerçekleşmezliği nedeniyle birlikte anlamsızlaşmıştır ve siyasal bağımsızlık bu “kolektif sömürgeci sistem” koşullarında, sömürü ve egemenlik olanaklarını ortadan kaldıramayacağından, UKKTH için mücadele beyhude olacaktır! Başkaya’nın somut, aktüel ve bölge halklarının yaşamını dolaysızca etkileyen gelişmeler karşısında ortaya koyduğu “devrimci tutum“(!) budur.
Başkaya’nın Lenin’in UKKTH üzerine görüşlerine ve III. Enternasyonal’in politikalarına karşı ileri sürdüğü iddiaları şimdilik bir kenara bırakalım. Ama, ezilen ulusların, bağımlı ve sömürge ülkelerin emperyalizmin tahakkümünden ve ezen ulus baskısından çıkmaları yönündeki mücadeleyi yadsıyan, bunu da “kolektif emperyalizm” anlayışıyla teorize eden tutumunun bağlandığı yer, aslında mücadele adına mücadelesizlik; devrim ve sosyalizm adına kapitalizmin bütün dünyada ve toptan alaşağı edilmesi “ülküsel hedefine bağlanarak” ertelenmesi ve hatta denebilir ki mümkün olmaktan çıkarılmasıdır. Bu “ağır bir suçlama” gibi görünmekle birlikte, ileri sürülen görüşler gereğince kaçınamayacağı bir sonuçtur. Nitekim o, Kürtlerin siyasal bir devletlerinin olmasını aynı nedenle gereksiz ve yararsız görür.
Başkaya, “sözde bağımsız ulus devletlerin varlığına rağmen emperyalist sömürü ve yağma“nın devam etmesinden hareketle ve “Emperyalizmin uşağı olan ‘yerli işbirlikçi hakim sınıflar“ın sömürgeci devletlerin kurumları ve adamlarının işlevini “devralmış olmaları” nedeniyle “ortada asla‚‘ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri’ diye bir şey“in olmadığını ileri sürer. Ona göre “yerli yönetici elitler” de zaten “küresel oligarşinin bir parçası“dırlar! O halde diyor Başkaya, “sadede gelebiliriz” ve geliyor: “Bir ulus, bir halk hangi durumda kendi kaderini tayin edebilir, itilip-kakılmaktan, baskıya, sömürüye, zulme maruz kalmaktan kurtulabilir, haysiyetine sahip çıkabilir, özgürce yaşayabilir, emansipe olabilir ve dünya halklarının eşit/saygın bir üyesi olarak varlığını sürdürebilir?…Mesala bir devlete sahip olmak bu amaç için yeterli koşul mudur?”
Soru yüzyıl, hatta daha fazla bir zaman önce de böyle sorulmuştu.[3] Yukarıdaki biçimiyle eksik olmasına karşın, sorunun böyle oluşturulması, bir ulusun siyasal kaderini eline almasıyla sömürü ve baskıdan tümüyle kurtulması arasındaki ilişki ve farklılık, üstü örtülerek karşı karşıya getirilir. Uluslar sorunu kuşkusuz eski çağların değil kapitalizm döneminin bir sorunu olarak tarihsel süreçte ortaya çıktı ve bugün de çeşitli biçimlerde varolmaya devam ediyor. 1800-1900’lü yıllarda değiliz, ama Marx-Engels, Lenin ve Stalin’in bu soruna ilişkin belirlemeleri bugün açısından da somut durumla bağlı geçerliliğini sürdürüyor. Sorunun yukarıda Başkaya tarafından ileri sürüldüğü biçiminde ise, kapitalist emperyalizm koşullarında olabildiği kadarıyla da olsa ulusal hak mücadelesi ve elde edilmesi sorununa yer yoktur. Herhangi bir ulusal devletin varlığının kapitalizm koşullarında özgürlük, eşitlik, sömürüden kurtuluş için yeterli olmadığı gerçeğinden hareketle ulusların kaderlerini tayin hakkının yadsınması, sorun niyetlerle açıklanamayacağına göre, hakim ulus konumundakilerin ayrıcalıklı durumlarının dolaylı bir “bağışlanması“na da bağlanır. Devletin sınıf karakteriyle birlikte sorunun kapitalizm ve sosyalizm koşullarında gösterdiği farklılığı gözardı ederek Başkaya’nın yürüttüğü mantığa göre, ya “bütün dünyada emperyalist oligarşiyle onun bütün ülkelerdeki parçaları” bir anda ve toptan yok edilerek halkların özgürce yaşamalarının koşulları elde edilecek ya da öylesi bir gün gelene dek her ulus ve halk içinde bulunduğu durumu kabullenerek “kaderine rıza gösterecek“tir!
“Sömürgeci/emperyalist devletten kurtulmak kendi kaderini tayin etmenin yeterli koşulu mu?” diye sorarak Başkaya, emperyalizm koşullarında siyasal bağımsızlığın-biçimsel de olsa-anlamsızlığını anlatmaya çalışır. Bu mantık yürütmeye göre, Türk, İran ve Irak devletlerinin varlığı ile Kürtlerin içinde bulundukları durum arasında fark olmaması gerekir! Bu iki tür durum arasında farklılık olmadığını oysa, ancak ezen ulus devlet yetkilileriyle, aynı ulusunşövenistleri ileri sürebilir. Başkaya’nın İtalyan otonomcu hareketinin ideologları ve Wallerstein’dan esinlenerek ileri sürdüğü ve devletin sınıflar arası ilişkilerde gördüğü işlevden soyutlanarak “lanetlenmesi“ne dayanan düşünce, sömürge oluş ile siyasal devletine sahip olma arasında “farksızlık” iddiasıyla Kürt sorununa indirgenirken, devlet sorunu yüzeysel bir yaklaşımla nesnel toplumsal gerçekliklerden koparılır. Devletin baskı aracı olması ve zor aygıtı işlevi görmesi, yadsınması gerekliliğini haklı kılmasına karşın, bu yadsınmanınyani ortadan kalkması/kaldırılması gerekliliğinin tarihsel-toplumsal gelişmelerden ve sınıf ilişkilerinden soyutlanarak gerçekleştirilmesinin mümkünsüzlüğü, sorunu tarihselliği içinde ve onunla bağlı ele almayı zorunlu kılar. Burjuvazi ve emperyalizmin baskısı koşullarında ve bu koşulların ortadan kalkması için mücadele yürütüyorken, devletten devletsizliğe gidişin bir istem ve hedef olarak ortaya konması ile, hemen gerçekleştirilebilir gösterilmesi birbirlerinden farklıdır. İlki, işçi sınıfının sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesinin zafere ulaşmasıyla bir süreç içinde gerçekleştirilebilir iken, ikincisi ancak anarşist bir hayal olarak tasarımlanabilir.
Başkaya, devletin sınıf niteliğiyle karakterize oluşundan hareketle-bu egemen sınıfın diğer sınıf ve kesimleri baskı altında tutma ihtiyacıyla dolaysızca bağlıdır- devletin olduğu yerde özgürlük de, eşitlik de olmaz demektedir. Devletler, ama varlar ve sermayenin baskı aygıtı olma işleviyle faaliyet halindedirler. Bu durumda, devletlerin varlığına rağmen ve nasıl ortadan kaldırılabilecekleri-gereksizleşecekleri sorununu atlayarak devletsizlik savunusuyla durum temelli bir değişimden geçmeyeceğine göre, devletten devletsizliğe gidişin yolu ve araçları olmalıdır! Burjuva ulus devletlerin bunun araçları olmadığı/olamayacakları ve ancak aşıldıkları oranda özgürlüklerden sözedilebeleceği olgusundan hareketle, ezilen ulusların kendi siyasal devletlerini kurmaları dahil ulusal haklarına sahip olmalarını gereksiz görmek, ulusal ayrıcalıkların devamı karşısında en hafif deyişle hayırhah tutum almak olacaktır ki; bunun enternasyonalizm ve Marksizm adına savunulması mümkün değildir.
Bir devlete sahip olmanın ezilen ulus açısından hiçbir anlamının olmadığı yönündeki otonomcu-anarşist yaklaşım, ulusların kaderlerini tayin hakkının ezilen ulus açasından eğer istiyorsa siyasal devletini kurma anlamına da geldiğini gözardı etmekle kalmaz, devlet ortadan kalkmadığı, sömürü koşulları varlığını sürdürdüğü, emperyalizmin dünya hakimiyeti devam ettiği için, anlamsız ve gereksiz de görür. Bu mekanik ve yüzeysel mantık yürütmeye göre, rekabet ve çatışmadan arınmış “kolektif emperyalizm” olarak bütünselliği içinde yıkılmaksızın halkların; işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulusların mücadelesinin özgürlük, demokrasi ve boyunduruktan kurtuluş yönünde sonuçlar doğurması ne mümkün ne de önemlidir. Bu bakış açısında devlet ve bağımlılık biçimleri dahil siyasal-iktisadi ve sosyal ilişki farklılıkları da önemsizleşirler. Gerekli olan kesin sonuçlar doğuracak, örneğin emperyalizmi tüm dünyadan tasfiye edecek mücadeledir ve o bütün dünyada aynı anda gerçekleştirilecektir!
Lekesiz-berrak hedefler tasarımıyla kutsanmak istenmesine karşın, bu mantık yürütme ve ideolojik-politik kurgu toplumsal gerçekliklerle bağdaşmaz. Sömürüye, sömürgeciliğe, baskı ve tahakküme dayanan kapitalist-emperyalist sistemi topyekün yok etme adına, zincirin zayıf halkasından yarıp ilerlemeyi yadsıyan Trockist anlayış, devrim ve iktidar için mücadele sorununu “o kutsal sonuç noktası“na ertelemiş olur.
Başkaya’nın Marksist-Leninistleri ve ad vererek Lenin’i, devleti “vazgeçilmez” göstermekle suçlaması da maddi dayanaklardan yoksundur. Devletin vazgeçilmezliğini değil, toplumsal yaşamda gereksiz hale gelmesi için sömürünün, sınıfların ve sınıf ayrımcılığının ortadan kaldırılması gerekliliğini, nedenleriyle birlikte açıklayanlar Marx, Engels, Lenin ve Stalin idiler. Marksist-Leninistler bu görüşü savunurlar. Devletten devletsizliğe giderken, işçi sınıfının sovyetler(konseyler) şeklinde örgütlenmesine dayanan ve tüm emekçilerin yönetim işlerine katılımını esas alan yeni tipte proletarya devletine gereksinim duyulmasının nedenini onun kapitalist gericilik tarafından sarılmış ve sınıf farklılıklarının hala ortadan tümüyle kalkmamış olmasıyla açıklayan devrimci Marksist görüşü, devleti “vazgeçilmez göstermek“le suçlamak için, Başkaya’nın devlet üzerine tüm Marksist yazını yok sayması gerekir ki, bu düpedüz inkar anlamına gelir. Sorun, “kolektif emperyalizm“in varlığıyla gerekçelendirildiğinde ise, bu gerekçeli iddialar pazar ve etki alanları için rekabet eden ve savaşan emperyalistler tarafından boşa çıkarılır. Başkaya, devletlerin olduğu yerde sömürü, baskı ve eşitsizliklerin olduğunu söyleyerek ilişkilendirmeyi siyasal olandan iktisadi olana doğru tersten kurarken, “şeyleri” devlet dolayımında açıklamanın daha doğru olacağı iddiasındadır. Sömürünün kapitalist temeliyle o temel üzerinde yükselen siyasal biçimlerin bu yer değiştirilmesinde de, biçimsel-mekanik bakış açısı etkili olmuştur.
2) Güler ve Okuyan’ın yaklaşımı:
Aydemir Güler, “Kriz, bildiğiniz gibi değil” başlığı taşıyan makalesinde, “Barzani ve Katalan referandumları bir zincirin yeni halkaları” diye belirterek, “ekonomik eşitsizlik” kategorisini “ezilen ulus” olma koşulu olarak gösterdi ve “Barzani aşiretinin egemenliğindeki bölgenin Irak içinde ezilen ulus kategorisine sokulması saçma olur“düşüncesini, bu bölgeninekonomik açıdan“Amerikan istilasından sonra Irak’ın en kayırılan kesimi“olmasıyla gerekçelendirdi.[4] Güler bu görüşünü güçlendirmek üzere Balkanlardan, Belçika’nın Flaman-Volan “ayrımı”ndan örnekler göstererek birbirleriyle benzemez olanların “benzerliği”(!) iddiasıyla “Barzani aşiretinin egemenliğindeki bölgenin Irak içinde ezilen ulus kategorisine sokulması”nın nasıl da saçma olduğunu kanıtlamaya; “Barzani aşiretinden ulus imal edilemez“görüşünü Katalanlar ve Flamanlar üzerinden açıklamaya çalıştı.
Güler’e göre, “etnik, ekonomik ve kültürel ortaklıklar” üzerinden modern burjuva ulusların “imal” edilmesinin ardından, “bu sürecin öncüsü büyük burjuvalar“ca, “kapitalizmin sınır tanımaz sermaye ve meta ilişkilerinin gereği ulus ötesi yapılar” kurulup, hatta uluslararası bir sermaye oluşturularak,ulusların altının oyulduğu ve onların boşa düşürüldükleri kapitalist-emperyalizm aşamasına geçilmesiyle birlikte uluslar halindeki oluşum üzerinden şekillenen devletlerin “çağı” geçmiştir ve artık sorunun çözümü için tarihsel olarak tek yol, işçi sınıfının yanıtıdır. Bu yanıtın “saati çok yakın ve çok zorunlu” olduğunu söyleyen Güler, “burjuvazinin içinden çıkamadığı problem“in, “sosyalizm çerçevesinde düşünüldüğünde hakikaten çocuk oyuncağı” olduğunu müjdeliyor! Bu noktada –diyor- Güler, kriz öyle bildiğiniz türden büyükçe falan değil.
Peki, bu söylediklerinden hareketle söylenirse, ülkemizde ve bölgemizde on yılların önemli sorunlarından biri olan, çatışma ve savaşların konusu Kürt sorununun çözümü için Güler’in önerdiği nedir? Kürtler, örneğin ulusal hak eşitliği için Güler ve partisinin önderliğinde gerçekleşecek sosyalizmin zaferini mi beklemeliler? Ya da, Kürt emekçileri; yani Barzani veya işbirlikçi Kürt üst kesimleri değil Kürt halkı, ulusal ezme politikalarından kurtuluş için yürüttüğü mücadeleden, bu doğrultudaki taleplerden vaz mı geçmelidir?
Güler ya da bir başka “sol”cunun bu yönde yanıt vermeyeceği öngörülebilir. Ne var ki, işbirlikçiliği ve bir aşiretten gelmeyi, milyonlarca Kürdün yaşadığı topraklarda(oy kullanma hakkına sahip 4 milyon 200 bin kişinin olduğu açıklanmış ve 3 milyonu aşkın kişi oy kullanmıştı), ekonomik, sosyal, kültürel ilişkileriyle ve on yıllardır bir ulus olarak sürdürülen savaşların bir “ulus olma“ya yetmeyeceği iddiasıyla birlikte düşünüldüğünde, Güler’in bununla zıt bir yanıtının olması, tutarlılığı açısından daha uygun düşer! Irak Kürtlerinin Barzani aşiretinden ibaret olmadıklarını; şu ya da bu halkın aşiret yaşamını aşacak şekilde gelişmesinin ulusal talepler için koşul haline getirilemeyeceğini, bölgede ve Kürtlerin yaşadıkları topraklarda kapitalist gelişmenin tarihsel gecikmişliğinin Kürtlerin suçu olmadığını, sosyalist olduğunu söyleyen biri, gözünü şoven inkarcılıkla karartmamışsa eğer, görmezden gelemez. Aslında, “Türk ve Kürt patronlarının” Kürt yerleşim bölgelerindeki yıkım sonrasındaki “yeniden imar” projelerinden alacakları pay dolayısıyla “ağızlarının sulandığını” söyler ve “Bütün ulusların milliyetçileri rantta birleşti bile…” diye müthiş bir tespitte bulunurken Güler, bu bakış açısını ortaya koyar. Aşağıdaki sözleri kanıt niteliğindedir:
“Ortadoğu emperyalistlerin ve bölgenin gerici güçlerinin paylaşmaya uğraştıkları bir vahşi ormana döndü. Burada, bulundukları her ülkede azınlık konumundaki Kürtlerin özgürlük savaşı verdikleri ise bir “orman efsanesi” oldu. Bütün Kürt siyasetleri büyük güçler arasında gidip gelen bir pazarlıkçı görünümü veriyorlar. Barzani kâh AKP’ye, kâh ABD’ye yaslanıyor. Erbil ile Süleymaniye birbirine diş biliyor. Irak’ın Kürt yoksulları şu veya bu aşiret reisinin tebaası olarak yaşıyor. İsrail herhalde başkalarının özgürlüğüne çok meraklı olduğu için değil, stratejik hesaplarının bir ürünü olarak Kürtçü tutum takınıyor…Bağımsızlık referandumuymuş! Amerikancı gelenekten gelenler mi, özerk bölgelerini ABD’nin Irak’ı istilasına, bu istila sırasında sergiledikleri işbirlikçiliğe borçlu olanlar mı yurtsevermiş!
“HDP tezkereye karşı oy kullandı. Güzel; peki Suriye’de başı çeken Kürt hareketlerinin, Amerikancıdan yurtsever olmaz diyecek yüzleri var mı? Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de ABD’nin en önemli üs sahası neresi ki?“[5]
Her şey ne kadar da açık: Madem ki, Kürt siyasetçiler “büyük güçler arasında gidip-geliyor“, öyleyse Kürtlerin özgürlük mücadelesinden sözetmek bir “orman efsanesi“nden ibarettir! Güler’in bu efsaneyi Kürtlere adapte ederek açıklaması hala ihtiyaç gösterse de, bir ulusun saflarından işbirlikçilerin çıkışının ya da üst sınıfların işbirlikçiliğinden hareketle o ulusun hak eşitliği için mücadelesini karalamak ve gereksiz göstermek ancak sosyal şovenizme işaret eder, sosyalistliğe değil! Aydemir Güler’in Leninizmden de sözettiği bilinir; Lenin’inUlusların Kaderlerini Tayin Hakkı makalelelerini de okumuştur. Orada, birçok kez fikri derinliğiyle birlikte Lenin’in konu üzerine vurguları arasında, ulusların kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı savunulurken, bütün ulusların proletaryasının birliğinin taşıdığı öneme işaret edilir. Hemen ardından da, bu hakkın savunusu nedeniyle Bolşeviklere yöneltilen “ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğini destekleme” eleştirisine-bu eleştiri R. Luxemburg tarafından da yapılmaktadır-yanıt verilir. Lenin, “bizim buna yanıtımız şudur” diye başlayarak, “Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız.” Ardından da Lenin, destekleme ve desteklememe koşullarını sıralar. Ezen ulus ayrıcalıklarıyla zulmüne karşı koyarken, ezilen ulusun ayrıcalıklar sağlama politikasından yana olmayacaklarını da söyler. Devlet kurma hakkının herhangi ulusun tekelinde olmadığını ekler.[6]Lenin ve Marksistlerin, ezilen ulusun ulusal tam hak eşitliğini tanır ve savunurken, ezilen ulusun burjuvazisinin emperyalizmle işbirliği politikalarını değil, ama ulusun hak mücadelesini destekledikleri açık olmalıdır. Güler gibileri ise, Barzani’nin işbirlikçi politikalarından hareketle ulusal hak eşitliği için mücadeleyi görmezden gelip, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını yadsıyorlar.
Üçüncü örnek de, nispi farklılıklarla Kemal Okuyan’ın “Milliyetçiliği sizden öğrenecek değiliz“makalesinde ortaya koyduğu tutum ve anlayışta görülür. Milliyetçilik ve yurtseverlik kavramlarının içeriği üzerine açıklamalarla başlayan makalesinde Okuyan, milliyetçiliği, “kendi ülkesinin çıkarlarını başka ülkelerin çıkarlarına üstün tutmak“şeklinde tarif ettikten sonra, bunun eşitsizliklere işaret ettiğini söyler ve eşitsizliklerin sömürü sistemiyle bağına dikkat çeker. Bu kadarında bir sorun yok gibidir. Sorun ama, bu açıklamaların bağlandığı yerdedir: Okuyan, bu eşitsizlik ve sömürü ilişkilerinin ulusal çıkar-ülke çıkarları adına savunulmasını söz konusu ederek, bunun emekçiler açısından bölücü işlevine dikkat çeker. Amacı, emekçilerin kendi burjuvalarıyla ilişkilerinde doğru tutum almaları için “milliyetçilik“in teşkil ettiği engellerin görülmesidir! Yurtsever olanlar, ülkelerini “yerli ve yabancı sömürücülerden temizleme” iradesi göstermelidirler. Angola’nın Portekiz sömürgecileri tarafından yağmalanması ve antisömürgeci kurtuluş savaşıyla kazanılan bağımsızlık sonucunda bu kez de Angola’nın eski gerilla liderleri olan yeni yöneticileri, kapitalizmin dünya güçlerinin işbirlikçisi haline gelmiş ve sömürücü bir sınıf olarak ortaya çıkıp milyarlarla oynamaya başlamışlardır. Okuyan’ın gelmek ya da işaret etmek istediği yer, Kürtlerin yürüttükleri mücadelenin ulusal muhteva göstermesinin “çağımız“da,- yukarıdaki kötü örnekle de kanıtlandığı üzere- mümkünsüzlüğüdür! UKKTH’yi işaretle Okuyan, “21. yüzyılda sömürücü sınıflara yaslanan hiçbir bağımsızlık hareketi insanlığa hizmet etmez. Neymiş, böyle bir ilke varmış!Bugün devrimciliğin tek ilkesi sömürücülere karşı mücadele etmektir“diyerek kestirip atıyor! “Koç ya da Sabancı’ya ve bu ülkenin sırtına binmiş bilimum sömürücülere duyduğumuz öfkeyi Barzani’den esirgemeyiz. Zamanında sırf Kürt sorununu ‘çözecek‘ diye Erdoğan’a ‘demokrat’, ‘özgürlükçü’, ‘reformcu’, hatta ‘devrimci’ sıfatlarını yakıştıranlardan öğrenecek değiliz milliyetçilik nedir, enternasyonalizm nedir, Marksizm nedir…Evet, Orhan Gökdemir’in yazdığı gibi Barzanistan’a da Tayyibistan’a da karşıyız.”[7]
Okuyan her ne kadar Türkiye’nin müdahalesine de karşıysa, bütün bu açıklamaları bölgenin “en Amerikancı güçlerinden biri“olarak gösterdiği Barzani yönetimini örnek vererek “sömürücü sınıflara yaslanan” Kürt hareketinin “insanlığa hizmet etmediği“ni sözümona göstermek üzere yapıyor. Erdoğan’ı “demokrat” ve “özgürlükçü” gösterenlerin hüsranı, sınıf bakış açılarına bağlı olmakla birlikte, muhatapları bizim dışımızdadır ve konu buradaki tartışmayla ilişkili değildir. Ancak, “sömürücü sınıflara yaslan“dığı belirtilerek Kürt ulusal hareketinin UKKTH “ilke“si adına desteklenemeyeceği vaazı, düpedüz gericidir. Okuyan için ezen-ezilen ulus farklılığı yoktur. O, Erdoğan ile Barzani’yi aynı “terazi“de “tartarak“, Kürt, Türk, Arap ve Fars uluslarının içinde bulundukları durum bakımından farklılıklar göstermediğini ima eden toptancı bir anlayış sergiler ve Kürt ulusal talepleri için mücadeleyi salt işbirlikçilik çerçevesinde görür. Kürtlerin mücadelesi denince, Okuyan’ın aklına gelen Barzani ya da “Kürt siyasal liderleri“dir! Bu, sosyal-şoven görüşlerin savunusu için kolaycı bir negatif tutamaç oluşturmuştur. Kemal Okuyan’a göre, “Bugünkü dengelerde hiçbir yeni devlet ezilen insanların, emekçi sınıfların yararına olamaz.” Barzani’nin damga vurduğu bir Kürdistan ise, “ancak dünya halklarına büyük zararlar verir.” Bu mutlakçı anlayışın Kürt emekçilerinin duyguları, talepleri, mücadelesi ve hedefleri diye bir sorunu yoktur. Gerçek o ki, işçi sınıfı mücadelesine bir yararı da!
Okuyan Irak, Türkiye, Suriye ya da İran yönetimlerinin kendi ülkelerinde Kürtleri ezilen ulus konumunda tuttuklarını; ulusal ezme politikasına karşı çıkışın salt gerici-üst sınıfların sorunu olmayıp Kürt emekçilerinin de sorunu olduğunu; Türkiye Kürt hareketinin toplumsal dayanağının kitlesel olarak yoksul köylü, işçi, kent küçükburjuvazisinden oluştuğunu hesap dışı tutar. Ona göre, Türkiye egemenlerinin izledikleri Kürt politikasıyla “Kürt halkı adına ve aynı zeminde geliştirilen politikalar da benzer sonuç vermiştir.”Bu eşitleme mantığını,“emek-sermaye çelişkisini yok sayan ya da önemsiz gösteren, toplumsal eşitsizlikleri değil etnik farklılıkları öne çıkaran politikalar”üzerinden doğrulamaya çalışan Okuyan, ezen-ezilen ulus ilişkilerinden kaynaklanan sorunların üstünü örter. Sermaye gruplarının bütün dünyada birbirine girdiği koşullarda diyor Okuyan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”emperyalist rekabette bir koza dönüşmüş“tür, ve “bu tuzaktan korunmanın yolu, emekçilerin bir bütün olarak sömürücülere karşı birleşmesidir.” Devamında da Okuyan, “Barzani’yle Kürt halkının kaderi neden bir olsun?” sorusuyla, “taşı gediğine koyuyor“! Kürtler isteseler bile diyor, biz ezilenden, ileri olandan, haklı olandan yana olmalıyız! Ördüğü duvarda açık kalmasın(!) diye, ulusal sorunla dini sorunlar arasında özdeş ilişki tasavvuruyla ve şeriat istemiyle örnekleyerek, halkın istemesi durumunda “şapka çıkarılıp” bunun halk iradesi olarak kabul edilemeyeceğini ekliyor.
Bu kadarı yeterlidir. Okuyan oldukça net şekilde ulusların kaderlerini tayin hakkını reddediyor ve bunu da, bu hakkın kullanılmasıyla emekçilerin kurtulamayacağı gerekçesine dayandırıyor. İşçi ve emekçiler ancak sosyalizm ile birlikte sömürüden kurtuluş yoluna gireceklerine göre, öncesindeve üstelik de sömürücü sınıf temsilcilerinin öncülüğünde ezilen ulusun ulusal-siyasal haklarına kavuşmasının Angola’da olduğu üzere halk kitleleri açısından durumu değiştirmeyeceği için, bu hak doğrultusunda mücadelenin ilerici karakter göstermediğini ileri sürüyor.
Okuyan sorunu bulandırıp saptırıyor. Ama yine de belirtmeden geçmeyelim: Barzani ile Kürt halkının kaderinin, farklı sınıf çıkarlarıyla bağlı olma anlamında “bir” olmadığı kesindir. Ama Barzani’nin bir Kürt olması nedeniyle Kürt ulusallığıyla ilişkili olduğu da bir o kadar doğrudur. Şeriat isteme karşısında şapka çıkarılmayacağı kesindir. Biz emekçilerin kurtuluşundan yana politikaları destekler, o yöndeki gelişmeleri ilerletmeye çalışırız. Gerici bir tutumun halk kitlelerini etkilediği durumlarda gerici düşünce ve tutumun yol açtığı ya da açacağı zararları açıklamaya çalışırız. Okuyan, “Referanduma da, Barzanistan’ın bağımsızlığına da karşıyız” diyor. Kürtleri, en azından Irak Kürdistanı özgülünde “Barzanistan“a indirgeyip küçümseyen bu tutuma, D. Perinçek bir hayli sevinmiştir! Okuyan’ın gerekçesi “sosyalizm mücadelesi” olsa da, demokratik haklar için mücadeleyi-onun bir unsuru olarak ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması ve ezilen ulus üzerindeki baskıya karşı mücadeleyi-küçümseyen bir bakış açısıyla, siyasal pratikte ancak aldatıcılık yapılabilir. Böylesi “sol” uçuklukların Lenin tarafından alaysı paylamalarla karşılandığı bilinir.
SORUYU DOĞRU OLUŞTURMAK, DOĞRU SORMAK VE DOĞRU YANITLAMAK
Eğipbükülmeksizin ortaya konması durumunda sorulacak soru, Kürtlerin, bölgenin diğer uluslarıyla tam hak eşitliğinin kabul edilip edilmemesi sorunudur. Bu hak Kürtler için var mıdır, yok mudur; varsa ve varlığı kabul ediliyorsa, bu hakkın kullanımı ve biçimleri karşısındaki tutum nasıl olmalıdır?
Sınıf bilincine ulaşmış işçilerle devrimci ve sosyalist aydınlar ve emekçilerin ileri kesimleri açısından bu sorunun yanıt(lar)ı belirsiz ve verilmiş olmaktan uzak değildir. Sınıf bilinçli işçiler açısından Kürt sorununun çözümsüzlüğü, sınıf hareketinin ve mücadele birliğinin zaafa uğraması ve sermaye karşısında güçsüz kalışının neden ve etkenlerinden biri işlevi görmektedir. Öyleyse bu nedenin ortadan kalkması, ulusal tam hak eşitliğinin sağlanması, işçi ve emekçilerin; burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelede çıkarları olan tüm halk kesimlerinin istemi olmalıdır. Batılı büyük güçlerin Ortadoğu, Körfez bölgesi ve Kafkasya’ya yönelik politikaları kapsamında Kürt sorununa ve Irak Kürdistanı ve Suriye’deki gelişmelere müdahale etmeleri ve bölgesel-ulusal sorunları kullanmaya çalışmaları, bu sorunun çözümü yönündeki istemlerin önünü kapatmamalıdır. Kürt sorununun hak eşitliği temelinde çözülmesi, çünkü burjuvazinin(ezen ve ezilen ulus burjuvazisi arasındaki farklılık gözardı edilmemek üzere) işçi ve emekçileri bölme ve yedekleme malzemesi olarak kullanma olanağını onun elinden almayı sağlayacak; ezen ve ezilen ulus proletaryası ve emekçilerinin sermaye ve gericiliğe karşı mücadelebirliğini kolaylaştırıcı işlev görecek, aralarındaki güvenin pekişmesine hizmet edecektir.
Bu durumda şu sorular öne çıkar:
a-Emperyalist devletlerle bölgede yayılma politikası izleyen ve Filistin’de işgalini sürdüren İsrail gibi güçlerin Kürt sorununa müdahalesi, sorunu istismar olanağı nasıl ortaya çıkmıştır?
b- Sorunun “dış güçler” tarafından istismarı, Kürtleri günümüze dek boyunduruk altında tutan ve bugün de bu politikasında ısrar eden Türkiye başta olmak üzere bölgenin bu sorunla dolaysızca muhatap devletlerini yönetenlerin, Kürtleri Amerikan emperyalizmi ve İsrail işbirlikçiliğiyle suçlayarak kendilerine teslimiyeti çıkar yol gösterme tutumlarına haklılık mı kazandırıyor?
c- İşbirlikçilik gerekçeli sol oportünist ve şovenist itirazda görüldüğü üzere, Amerikan, İsrail ya da başkaca güçlerin sorundan yararlanma, sorunu istismar politikaları karşısında Kürtlerin ulusal taleplerle yürüttükleri mücadeleden vazgeçmeleri mi gerekir?
d-Barzani yönetiminin İsrail ve ABD ile ilişkileriyle ABD’nin Suriye Kürtleriyle IŞİD’e karşı savaş “ittifakı“nı gözönüne getirerek ileri ve sınıf bilinçli Türk işçi ve emekçileriyle bölge ülkelerindeki ilerici güçlerin, Kürtlerin ulusal kaderlerini tayin hakkını savunmaktan geri durmaları doğru bir tutum mu olacaktır?
Bu soruların yanıtı aslında oldukça açıktır: Eğer Kürt sorunu gibi bir sorun, Kürtlerin ulusal istemlerinin reddi üzerinden”çözümlenmek” istenir ve “üniter devlet bütünlüğü içinde” tutmanın başlıca aracı ve yolu olarak baskı ve zor temel araç olarak görülürse, başlıca üç unsur öne çıkar: İlkin, baskıyla boyunduruk altında tutulmak istenenlerin saflarında bu baskıyı yarıp aşmak ve kendi “kaderlerine el koymak” düşüncesi giderek güç kazanır.İkinci olarak pazar ve etki alanları mücadelesi yürüten güçlerin bu sorunu kullanma, sorundan yararlanma zemini ve koşulları, bizzat baskıcı, hak tanımaz ezen ulus gericilikleri tarafından yaratılmış olunur. Üçüncü olarak bu çözümsüzlük hali, ezen ve ezilen ulustan emekçilerin birliği önüne barikatlar çıkarır ve burjuvazi bu durumu istismar olanağı edinir.
Kürt sorununun çözümsüzlüğü, sorunun emperyalistler ve işbirlikçi ezen ulus burjuvazisi tarafından istismarını olanaklı kılıyor. Yakın tarihi dönemdeki gelişmeler, Kürt ve Filistin sorunlarının Ortadoğu, Ortaasya, Kafkasya ve Hazar havzası ve Kuzey Afrika üzerine emperyalist-kapitalist rekabetten, pazar ve etki alanları kavgasından soyutlanmasının olanaksızlığını göstermiştir. İşbirlikçi egemen sınıfların şovenist-inkârcı politikaları nedeniyle sorun emperyalistler ve özellikle de Amerikan emperyalistleri tarafından istismar edilmeye daha fazla açık hale gelmiştir.[8] Sorun şimdi olduğu üzere çözümsüz kaldığı sürece, emperyalist büyük güçler açısından İran, Irak ve Türkiye ve Suriye devlet yöneticilerini işbirlikçiliğe daha fazla zorlamak için, baskı unsurlarından biri olarak kullanılabilir bir bölge sorunudur.[9] Dış müdahale, istismar ve kullanma söz konusu ise-ki söz konusudur- bunun sorumluluğu herkesten önce çözümsüzlükte ısrar eden bölge ülkeleri egemen güçlerinindir. Kendileri 70 yılı aşkın süredir Amerikan ve Batılı emperyalistlerin işbirlikçisi olan Türkiye egemenlerinin başkalarını işbirlikçilikle suçlama yüzsüzlükleri ve riyakarlıkları bir yana bırakıldığında[10], Kürtleri “emperyalizm işbirlikçiliği“yle suçlayanlarla emperyalizm işbirlikçiliğinin halkların çıkarlarıyla ve ulusal bağımsızlıkla bağdaşmadığını söyleyenlerin Kürt sorununun çözümü için ne önerdikleri sorusu öne çıkar. Bu soruya “sol”dan verilen yanıta göre başlıca iki tutumdan sözedilebilir: Bunlardan birincisi, Kürtlerin bulundukları devletlerin sınırları içinde ve eski türden olan ilişki biçimlerini kabullenmelerini içerir. Bunu, aşağıda daha ayrıntılı şekilde göreceğimiz üzere, çeşitli sol siyasal parti ve grupların yöneticileriyle Başkaya gibi yazar ve akademisyenler savunuyor. İkinci tutum ise, ezilen ulusun ulusal kendi kaderini tayin hakkını her şart altında savunurken, bu hakkın ezilen ulusun emekçi kitlelerin çıkarları ve baskıdan kurtuluşları temelinde gerçekleştirilmesi için sürdürülen çabayı içerir. Marksist-Leninistlerin savunageldikleri bu ikinci görüş, burjuva demokratik muhtevaya sahip olan ulusal tam hak eşitliği sorununun kapitalizm koşullarında ve ezilen ulusun burjuva kesimlerinin öncülüğünde de gerçekleştirilebilir olması olasılığını reddetmez. Burjuva önderlikli ulusal hareket çünkü, salt önderliğinin burjuva sınıf karakteri nedeniyle ulusal haklılığını yitirmez. Kuşkusuz ezilen ulus emekçilerinin yararına olan bu mücadelenin emperyalizme karşı bir çizgide gelişmesidir. Ulusal baskı ve eşitsizliğe karşı mücadelenin ezen ulus burjuva egemenleriyle birlikte emperyalist gericiliğe karşı mücadeleyi de içermesi, ezilen ulus kurtuluş hareketinin bağımsızlık ve özgürlük yönünde ilerlemesinin gerekli koşuludur. Ne var ki bu her zaman mümkün olmayabilir. Irak’ın işgali koşullarında ABD ile ilişkiler üzerinden Irak Kürdistanı’nda oluşan federe devlet yapılanmasında görüldüğü üzere ya da Suriye Kürtlerinin ABD ile girdikleri ilişkinin Kürtlerin aleyhine emperyalist etkiye açık olması, böylesine bir olumsuzluk göstergesidir. Ancak bu durumda yapılacak olan burjuva önderlikli ve işbirlikçiliğe açık oluşundan hareketle hakkın ihlalini kabullenmek ve ezilen ulusun siyasal kaderini eline alma girişimlerinin baskı ve zorbalıkla engellenmesi karşısında sessizliğe bürünmek ya da yasak savma tutumuyla yetinmek değil, tam hak eşitliğini tutarlılıkla savunarak işbirlikçi eğilim ve politikalara karşı mücadele etmek; ulusun halk yığınları içinde tam hak eşitliği ile bu hakkın demokratik-özgürlükçü bir hatta gerçekleştirilmesinin emperyalizme karşı mücadeleyle de bağlı olduğu yönünde aydınlatma çalışmasını sürdürmektir.
ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN BAZI SONUÇLARI
Sorun çözümsüz kaldıkça, sosyal-politik ve giderek ekonomik kangrenleşmeye yol açmakta; işbirlikçi burjuvazinin hak gasbı ısrarını sürdürmesi Kürtlerde öfke birikiminin yanısıra”dış güçlerden ve onlar arası çelişkilerden yararlanma” ve hatta onlarla işbirliği yaparak kendi devletlerini kurma(Irak Kürdistanı’nda olduğu üzere) eğilimine de yol açmaktadır. Bu bakımdan söylenirse; a-Türkiye’nin Irak Kürdistanı’na karşı askeri saldırısı, Irak’ın ve Irak Kürtlerinin “hamisi” rolüyle giriştiği müdahalelerle bölgedeki varlığını güçlendiren ABD’nin onayını almayacaktır.[11]b-Kuzey Irak’ta ABD korumasında bir Kürt devleti kurularak ve Suriye’nin kuzeyinde “Kürt koridoru oluşturularak” Türkiye’nin “bütünlüğünün tehdit edildiği” propagandası Türk halk kitlelerinin Kürt karşıtı politikaya yedeklenmesine hizmet etmektedir. “Kürt işbirlikçiliği” söyleminin bir özelliği de, onlarca yıldır sürdürülen işbirlikçi uşaklık politikasını örtme işlevi görmesidir.[12] Ancak, “bağımsız Kürt devleti“nin kurulması durumunda, Türkiye Kürtlerinin Türk burjuvazisi egemenliğindeki mevcut durumlarının “korunması” politikasının daha fazla açmaza girmesi de kaçınılmaz olacaktır. c- Kapitalizmin Kürt kent ve kırındaki gelişmesinin yol açtığı emekçi sınıf gelişmesi, ezilen sınıfların ulusal hak eşitliği mücadelesini bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin bir bileşeni olarak ilerletmeleri açısından koşulları daha uygun hale getirmiştir. Bu nesnel zemin dar milliyetçiliğe ve emperyalist gericiliğe umut bağlama eğilimine karşı, emekçilerin demokratik özgürlükçü mücadelesinin güç kazanmasının olanaklarını genişletici ve diğer uluslardan işçi ve emekçilerle birliğin zeminini güçlendirici işlev görecektir. d- Irak Kürt yöneticilerinin emperyalistlerle işbirliği politikasının Kürt halkının ulusal özgürlük ve baskıdan kurtuluş mücadelesinin yararına olmadığı ve olamayacağı, Kürt işçi ve emekçileri açısından giderek daha belirgin biçimde netlik kazanacaktır.
SONUÇ YERİNE
Marksizm ve Marksist-Leninistler, ulusların özgür gönüllü birliğinden yanadırlar. Ulusların ve dillerin hak eşitliği temelindeki özgür birliği, işçi sınıfının sınıfsız ve sömürüsüz dünyayı kurma mücadelesinde engel oluşturan ulusal-etnik bölünmelerin aşılmasını sağlayacak; sınıfın evrensel boyutlu dayanışmasını güçlendirecek ve kapitalist sömürünün tasfiyesiyle baskı ve ayrıcalıkların nesnel temeli ve dayanaklarının ortadan kaldırılmasının yolunu açacaktır. Bu, tüm ulusların emekçi kitlelerinin yararınadır. Bilimsel sosyalizmin uluslar sorununa bakış açısında, zora dayanan ilişkilerin reddi esastır. Hiçbir ulus bir başkasını ezme, baskı altında tutma, boyunduruğa alma hakkına sahip olamaz, olmamalıdır. Her ulusun siyasal devletini kurma hakkı vardır. Bu hakkın pratik kullanımının tek biçimi ayrı devlet kuruluşu değildir.
Ulusların kaderlerini tayin hakkı savunusu, “her ulusun kendi devletini kurması”nı mutlak gereklilik haline getirmez. Ne Marx, Engels, Lenin ve Stalin, ne de onların görüşlerini savunan Marksist-Leninistler bu sorunun çözümünü, ezilen ulusun kendi devletini kurması olarak darlaştırmadılar. Ulusal tam hak eşitliği temelinde birden fazla ulusun bir tek devlet sınırları içinde birlikte yaşaması mümkündür. Marksizm bunu, işçi sınıfının sermayeye karşı birleşik örgütlü mücadelesi için yararlı görür. Marksizm, ulusal baskının ortadan kaldırılması ve ulusal tam hak eşitliğinin ezilen ulusların siyasal devletlerini kurma hakkını da içerdiğini, ikirciksiz şekilde savunur; evrensel “dünya ulusu”na doğru doğal gidişi insanlığın kurtuluşu için yararlı görür ve tüm ulusal ve sınıfsal ayrımların ortadan kalktığı –ki bunun koşulu sömürü ilişkilerinin tümüyle ortadan kaldırılmasıdır– bir dünyanın kurulmasını hedefler. Baskı ve ayrımcılığın reddi ve ulusların tam hak eşitliğinin savunulması bu mücadele kapsamında önemli bir demokratik talep olarak yer alır. Bu hakkın özgürce kullanılması,ulusların tarihsel süreç içinde doğal olarak birbirleriyle kaynaşmasının da koşuludur.Proletaryanın kurtuluşu için büyük devletler içinde örgütlü oluşundan yana olma ile, bu büyük devlette-ve devletin-hakim sınıfın zorba politikalarına karşı ezilen ulusun ayrılma hakkını savunma, bir bütünün iki yanını oluşturur.Ulusal baskının kapitalist zemini-bu ulusal hareketin de zeminidir ve ulusal hareketlerin bu zemin üzerinde geliştikleri tarihsel bir olgudur- ortadan kaldırılmadıkça ulusların tam ve gerçek özgürlüğünün koşulları tam olarak yaratılamaz. Bu koşulların yaratılması ise ancak işçi sınıfının kapitalizme ve burjuva sınıf hakimiyetine karşı mücadelesinin zafere ulaşmasıyla mümkün olacaktır. Ancak, ezilen ulusların burjuva demokratik karakterdeki kurtuluş hareketiyle, ezen ulusun proletaryasının kurtuluş mücadelesi arasındaki ilişkilere de açıklık getiren Marx’ın tutumu, ulusal sorunun çözümünün işçi sınıfının sermaye hakimiyeti ve sömürüsünden kurtuluşuna dek ertelenemeyeceğini de açıklayıcıdır. Başkaya, Güler ve Okuyan’ın ileri sürdüklerinin ulusal soruna ilişkin Marksist görüşle ortak yanı yoktur. Emperyalist güçlerin bölgemizdeki varlığı ve Kürt sorununu kullanma politikalarından hareketle Kürtlerin siyasal devlet kurma hakkı reddedilemez. Başkaya, Güler ve Okuyan’ın konu üzerine makalelerinde ortaya konan görüşlere bakılırsa, Kürtlerin ya emperyalistlerin hegemonyasında ya da Türk, Arap ve Fars devletlerinin boyunduruğunda yaşamaları, sosyalizm sömürüyü ortadan kaldırana dek bir tür kader olarak “yazılmıştır”! Başkaya’nın düşüncesi örneğin, Marx’ın sözünü ettiği Proudhoncuların yüzeysel mantığını anımsatıyor. Oysa ulusal uyanış içindeki bir halkı, “ya tam özgürlük koşulları ya da kölelikte devam” seçeneğiyle karşı karşıya bırakma tutumu, sorunu, tam özgürlüğün elde edileceği zamana dek ertelemek olur.
Marksist-Leninistler, Kürtlerin ayrı devlet kurma dahil geleceklerini belirleme hakkını koşul koymaksızın savunurlar ve bu hakkın kullanılması girişimlerinin zor yoluyla engellenmesine karşı çıkarlar. Bunu yaparlarken ama diğer yandan, işçi ve emekçilerin yararına olanın tam hak eşitliği zemininde sınıfın mücadele birliği olduğu görüşünden de taviz vermezler. Marksist-Leninistlerin uluslar sorunundaki görüşü, hiçbir burjuva ulusçu sınıra takılmayan enternasyonal devrimci tutumdur.
EK: TARİHSEL TECRÜBE: ULUSLARIN KADERLERİNİ
TAYİNİ SORUNUNDA MARX VE ENGELS
1848 Avrupa “Kıta Devrimi”, ulusal sorunun işçi hareketi ve devrimiyle bağlı olarak çözülmesi düşüncesini besliyordu. Ancak, gerek İngiliz işçi hareketinin oportünist çizgiye kayışı gerekse ezilen ulusların kurtuluşunun yaratacağı olanaklar bu düşüncenin terkedilmesini sağladı. Marx ve Engels, bu durumdan hareketle, İrlanda’nın ayrılmasını, İngiliz devrimi için yararlı bir gelişme olarak gördüler. Daha önce, İrlanda’nın Britanya İmparatorluğu’ndan kopmasını işçi-emekçi hareketini zayıflatan bir gelişme olarak gören Marx, artık bu kopuşu hareketin yararına buluyordu. Marx, 1864’te kurulan I. Enternasyonalin Bildirisinde, ulusal baskıcı devletlerin politikasını en sert biçimde eleştirdi.[13] Engels’ e yazdığı 1866 tarihli bir mektubunda, Paris’te bulunan “Proudhoncu kliğin“”… Ulusal-topluluğun bir saçmalık olduğunu” söyleyerek Bismarck ile Garibaldi’ye saldırdığını; bu tutumun, şovenizme karşıtlık olarak yararlı olmakla birlikte, sorunun, “Fransa’daki baylar yoksulluğu ve bilisizliği kaldıracakları güne kadar” sessiz ve sakin kalabileceğini sanmanın ya da öyle olması gerektiğini düşünmenin “gülünç” olacağını belirtiyordu.[14] 20 Haziran 1866 tarihli mektubunda ise Marx, “Proudhonlaşmış Stirnerizm“den sözederek şöyle yazar: “Dün Enternasyonalin Konseyinde, devam etmekte olan savaş hakkında bir tartışma oldu. … Bekleneceği gibi, tartışma, bizi, genel olarak, ‘ulusal-topluluk sorununa’ ve bu sorun karşısındaki tutumumuzun ne olacağına götürdü. … ‘Genç Fransa’ (işçi olmayan bir grup) temsilcileri, bütün ulusal-toplulukların, hatta ulusların çoktan eskimiş önyargılar olduğu iddiasıyla çıktılar. Prudonlaşmış stirnerizm. … Bütün dünya, Fransızların toplumsal devrim için olgunlaşmasını bekliyor. … Konuşmama, ulusal-toplulukları rafa kaldırmış olan dostumuz Lafargue ve ötekilerin görüşlerini ‘Fransızca’ olarak, yani dinleyicilerin onda-dokuzunun anlamadığı bir dilde savunduklarını söyleyerek başladığımda, İngilizler pek güldüler. Şunu da belirtelim ki, ulusal-toplulukları yadsımakla, Lafargue, farkında olmadan, örnek Fransız ulusu tarafından yutulmayı kastetmektedir.”
Marx ve Engels, sorunu İrlandalıların İngilizler tarafından ezilmesiyle sınırlı görmüyor, emekçi sınıf hareketi açısından işlevini de gözetiyorlardı. Engels’e 30 Kasım 1867 tarihli mektubunda Marx şöyle yazıyordu: “Şimdi soru şu: Biz bu konuda İngiliz işçilere ne önereceğiz? Benim görüşümce, Birliğin iptalini(kısacası, 1793 olayını, ama daha demokratik bir biçimde ve günün koşullarına uyarlayarak) resmi bildirgelerinin bir maddesi haline getirmelidirler. Bu, İrlanda’nın kurtuluşunun tek yasal ve dolayısıyla tek olanaklı biçimidir; bu bir İngiliz partisinin programına konabilir. İki ülke arasında, salt kişisel birliğin yaşamaya devam edip etmeyeceğini, deneyim daha sonra gösterecektir. Zamanında yapılırsa bu belki olanaklı olabilir diye düşünüyorum. kişisel bir birliğin devam edip edemeyeceğini ilerde deneyim göstermelidir. İrlandalıların şimdi gereksindikleri şey: 1) Özyönetim ve İngiltere’den bağımsızlık; 2) Bir tarım devrimi. İngilizler dünyanın en iyi niyetlileri olsalar bile İrlandalılar için bunu başaramazlar; ama onlara kendilerine bunu başaracakları yasal araçlar verebilirler.” Ve Engels, 24 Ekim 1869’da Marx’a yazdığı mektubunda; “İrlanda tarihi, bir ulusun başka bir ulusa bağımlı duruma gelmesinin ne kadar yıkıcı olduğunu gösteriyor. İngiliz iğrençliklerinin tümünün kaynağı Irish Pale’dedir. Henüz Cromvel dönemini incelemedim, ama şu kadarından eminim ki, İrlandayı askeri yöntemlerle yönetmek ve orada yeni bir aristokrasi yaratmak zorunlu olmasaydı, olaylar İngiltere’de de başka türlü gelişirdi.“[15]
29 Kasım 1869 tarihli ve Kugelmann’a mektubunda ise, Marx şöyle yazıyordu: “Giderek daha çok inanıyorum ki, —ve sorun bu inanışı İngiliz işçi sınıfının kafasına sokabilmekten başka bir şey değil— İngiliz işçi sınıfı, İrlanda politikasını egemen sınıfların politikasından kesin biçimde ayırmadıkça, İrlandalıların davasını ortak dava haline getirmekle kalmayıp, 1801’de kurulan Birliği dağıtarak onun yerine özgür federal bir ilişki koymadıkça, burada, İngiltere’de, hiçbir şey yapamaz. Bu, İrlanda’ya duyulan sevgiden ötürü değil, ama İngiliz proletaryasının çıkarları doğrultusunda bir istem olarak ortaya konmalıdır. Bu yapılmazsa, İngiltere halkının ipleri, egemen sınıfların elinde olmaya devam edecektir; çünkü halk, İrlanda’ya karşı o egemen sınıflarla ortak bir cephede birleşmek zorunda kalacaktır. İrlanda’yla savaşım, İngiliz halkının her bir hareketini kötürümleştiriyor; oysa İrlandalılar, İngiltere’deki işçi sınıfının önemli bir kesimini oluşturuyorlar. İngiliz toprak oligarşisi, İrlanda’da siperlerine sağlamca tutunan ileri karakollarını koruduğu sürece, buradaki pozisyonuna saldırmayacağı için, kurtuluşun birinci koşulu-İngiliz toprak oligarşisinin devrilmesi- olanaksız olmaya devam eder. Ama işler bir kere İrlanda halkının eline geçince, bir kere kendi yasama ve yönetme organlarına kavuşunca, bir kere özerk hale gelince, orada toprak aristokrasisinin kaldırılması(geniş şekilde İngiliz toprak sahipleri, aynı kişiler), buraya göre çok ama çok kolaylaşacaktır; çünkü bu, İrlanda’da yalnızca basit bir ekonomi sorunu değil, aynı zamanda ulusal bir sorundur; çünkü oradaki toprak sahipleri, burada İngiltere’deki gibi, geleneksel eşraf takımı ve ulusun temsilcileri değil, ama ölümcül derecede nefret edilen zalimlerdir. Ayrıca İrlanda’yla şimdiki ilişkileri İngiltere’nin iç toplumsal gelişmelerini kötürümleştirmekle kalmıyor, dış politikasını, özellikle Rusya’ya ve Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı siyasetini de kötürümleştiriyor.“[16]
Engels, Marx’a yazdığı 1869 tarihli mektubunda İrlanda tarihinin, “bir ulusun başka bir ulusa bağımlı duruma gelmesinin ne kadar yıkıcı olduğunu” gösterdiğini belirtiyordu.[17] İrlanda’nın bağımlılığı ve ulusal talepleri dolayısıyla İngiliz işçi sınıfı İngiliz kapitalistlerine karşı mücadelesinde zaafa düşüyor, sınıf kardeşliği ve birliğinin önüne engeller çıkıyordu. Marx’a göre, İrlanda’nın bağımlılığı, İngiliz militarist politikasının önemli bir nedeniydi.[18] İrlanda’nın bağımsızlığı, sömürgecinin zayıflaması ve emekçi hareketinin güç bulmasının yolunu açacak; İngiliz ve İrlanda kökenli işçiler arasındaki rekabet ve bölünmenin yol açtığı olumsuzluklar da aşılacaktı. Marx’ın deyişiyle, “Sıradan bir İngiliz işçi, kendi yaşam düzeyini düşüren bir rakipmiş gibi, İrlandalı işçiden nefret ediyor. İrlandalı işçiyle ilişkisinde, kendini egemen ulusun bir üyesi olarak görüyor ve bunun sonucu, İngiliz aristokratlarıyla kapitalistlerinin İrlanda’ya karşı, bir aleti konumuna düşüyor, böylece onların kendisi üzerindeki egemenliğini güçlendiriyor.”du.[19]
Marx’ın uluslar sorununa yaklaşımı açısından açıklayıcı önemdeki bir diğer belge, Engels’e yazdığı 5 Temmuz 1870 tarihli mektuptur. Bu mektubunda Marx, bir Rus sosyalisti olan Lopatin’in Polonya sorununa yaklaşımının, “tıpkı bir İngiliz’in İrlanda’dan sözettiği gibi” olduğunu belirterek eleştirir. Marx ve Engels, ezen-ezilen ulus sorununa, tarihsel hareketin gelişme yönünü esas alarak işçi sınıfı ve halkların özgürlüğü yararı zemininde bakıyorlardı. Onların Polonya ve Çek sorununa yaklaşımları, bu hareketlerin Asya ve Avrupa gericiliği karşısındaki konumu ve işleviyle dolaysızca bağlıydı. Polonya milliyetçi hareketini, ancak bu hareket Rus gericiliğini zayıflatma yönünde geliştiğinde desteklediler. 23 Mayıs 1851’de Marx’a yazdığı mektupta Engels, Polonyalıların hareketini “cesur aptallık” olarak değerlendiriryor ve Rusya’ya karşı “ilerlemeyi başarıyla temsil ettiği ya da tarihsel önemde herhangi birşey yaptığı tek bir an bile iddia edilemez”diyordu. Ancak, bu tutum, sonraki yıllarda Polonya’nın iktisadi-sosyal gelişmeyle birlikte daha ileri bir hareketi temsil etmesi üzerine değişir ve Marx ve Engels, bu gelişmeyi gözeterek Polonya’nın ulusal hareketini desteklemekten geri durmazlar. Onların yaklaşımında gelişen hareketin toplumun demokratik ilerlemesine katkıda bulunup bulunmadığı belirleyici önem taşır. Rus Çarlığı Avrupa gericiliğinin dayanağıdır ve Çarlığın darbe yemesini Avrupa halklarının yararına gören Marx, Polonya’nın bağımsızlığını bu kapsamda değerlendirir. Polonya’nın 1863’teki bağımsızlık kalkışması Çarlığa darbe vurması ve Avrupa’nın ilerici hareketinin bir parçası olabileceği düşüncesiyle Birinci Enternasyonal tarafından desteklendi. Ancak 1877’de Rusya’da gelişmekte olan toplumsal hareket Doğu’daki devrimin önemini öne çıkardı. Polonyalıların Rusya karşısındaki “bağımsızlık” eylemini iktisadi-sosyal ve kültürel gelişme açısından ve tarihsel olarak nasıl bir işlev göreceğiyle(geriye mi çekeceği-ileriye mi taşıyacağı) bağlı olarak irdeleyen Engels ve Marx, Polonyanın “bağımsızlığı” sorununda, toplumun demokratik gelişimini hareket noktası olarak aldı.[20]
Bu türden açıklayıcı ve eğitici görüşleri Marx ve Engels’ten aktarmaya devam etmek mümkün, ancak bu kadarı da yeterli olmalıdır. Marx ve Engels, İrlanda’nın İngiliz toprak aristokrasisinin “bir kalesi” olmaktan çıkarılmasını; İrlanda’nın ulusal savaşımının “işçi sınıfının kurtuluşuyla ilişkisi ve dolayısıyla, Uluslararası Dernek’in İrlanda sorununa karşı takınması gereken tutum“un, İngiliz egemen sınıfına kesin darbe vurma sorunuyla dolaysızca bağlı olduğunu ya da buna bağlandığını düşünerek İngiliz burjuvazisinin İrlanda’daki çıkarlarının ekonomik, askeri ve siyasal bakımdan darbe yemesinin devrim için gerekli olduğunu belirtirler. Marx bu tutumu, S. Meyer ve A. Vogt’a 9 Nisan 1870 tarihli mektubunda çok daha genişçe açıklar ve “Uluslararası Emekçiler Derneği“nin enternasyonalist tutumunun, “her şeyden önce İngiltere’deki toplumsal devrimi çabuklaştırmayı” amaçlaması gerektiğini, bunun için gerekli olanın ise İrlanda’nın bağımsızlığı olduğunu söyler ve “Öyleyse Enternasyonalin ödevi İngiltere ile İrlanda arasındaki çatışmayı her yerde öne çıkarmak ve her yerde, açıkça İrlanda’dan yana olmaktır…” diye oldukça net bir tutum ortaya koyar.[21]
Bu açıklamalar, a- Marx ve Engels’in uluslar sorunuyla ilgili olmadıkları yönündeki masalımsı propagandayı yalanlar. Marx’ın “bir ulus teorisine sahip olmadığı” söylemi, burjuva milliyetçi bir uydurmaydı. Marx açısından ulusal baskı kaynağı olan kapitalist-burjuva sisteme karşı mücadelede ulusal hareketin göreceği işlev, soruna yaklaşım açısından belirleyicilik gösteriyordu. 1848’de İngiliz işçi sınıfının yükselen devrimci mücadelesinin İrlanda’daki statükoyu değiştireceğini gören Marx, İrlanda halkının kurtuluşunun İngiliz Çartistleri ile ittifak yapmaktan geçtiğine inanmaktaydı. Ancak 1867’deki Fenian ayaklanmasıylabirlikte Marx‘ın düşüncesi değişti. b- Marx ve Engels, sorunu işçi sınıfı ve emekçilerin birliği önündeki engellerin aşılması hedefiyle bağlı olarak değerlendirdiler. Onların İrlanda’nın bağımsızlığı için mücadelesi, İngiliz işçi sınıfının, İngiliz burjuvazinin zor yoluyla Britanya krallığına bağlı tutmaya çalıştığı İrlanda’nın mevcut durumunu kabullenmeyi ret ederek gericiliğin dayanaklarını zayıflatma ve ortadan kaldırma siyasetini içermekteydi. İngiliz burjuvazisinin İrlanda üzerindeki tahakkümüne karşı mücadele proletaryanın sınıf birliğinin asgari gereklerinden biriydi.Marx ve Engels İrlandalı ve İngiliz işçi sınıfının birliğine hizmet edecek bir politikayı savundu. 1840’lı ve 1850’li yıllarda İrlanda’nın bağımsızlığını İngiliz işçi sınıfının zaferiyle ilişkili gören Marx, İngiliz işçilerinin kendi burjuvazisine karşı hareketinin zaaflarını gördüğünde, İrlanda’nın bağımsızlığının İngiliz işçi devriminin koşullarını olgunlaştıracağından hareket etti. Uluslararası Emekçiler BirliğiGenel Konseyi’nde Marx, Mazzini gibi küçük-burjuva milliyetçilerinin yanısıra, “milliyetler sorunu“nu reddeden Proudhonculara karşı da mücadele etti. İşçi sınıfı mücadelesinin toplumsal devrim yönünde gelişmesine engel olan bu sorunun çözümü, emekçilerin sermaye karşısındaki mücadelesine güç katacaktı. İrlanda sorunu, İngiliz burjuvazisi ve toprak sahiplerinin dayanağını oluşturan bir parçasının onların elinden çıkarılması yoluyla devrimin olanaklarının genişlemesine hizmet edecekti. Bundandır ki Marx, “Eğer İngiltere toprak mülkiyetinin ve Avrupa Kapitalizminin kalesi ise, birinin resmi İngiltere’yi en sert vurabileceği nokta İrlanda’dır” diye yazıyordu.
Lenin ve Stalin, Marx ve Engels’in ulusal sorun üzerine devrimci görüşlerini benimseyerek ve somut koşullara uyarlayarak sürdürdü.
[1]F. Başkaya, https://www.birgun.net/haber-detay/uluslarin-kendi-kaderini-tayin-etmesi-meselesine-dair-kisa-not-181834.html
[2] Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, 7.baskı, Ankara, sf.65.
[3]İkinci Enternasyonal’in 1904 Amsterdam toplantısında Hollandalı delege(Van Kol), “İşçi sınıfının zaferi ve onun ekonomik kurtuluşu ardından kendini hissettirecek olan yeni ihtiyaçlar” gerekçesine bağlayarak sosyalist sistemde dahi, “kolonilerin gerekli” olacağını vaaz ediyordu. Van Kol’un gerekçesi, uygarlığın ilerlemesi için “henüz emekleme çağındaki insanların kaprislerine“kapılmamak gerektiğiydi! Aynı toplantıda, Hindistan’ın İngiliz sömürgesi olarak kalmasından yana, özellikle emperyalist ülkelerden gelen bazı delegeler hararetli konuşmalar yaparlar. 1907 Stuttgart toplantısında, sömürge sorunu üzerine tartışmalar daha da alevlenir ve bu toplantıda E. Bernstein kolonociliğin savunusunu teorize ederek şöyle konuşur: “Kolonileri basitçe terk etmenin ütopik düşüncesinden uzak durmalıyız. Böyle bir görüşün nihai sonuçları Birleşik Devletleri Kızılderililere tekrar vermek olacaktır. Koloniler oradalar; bununla ilgili üzücü durumu yavaş yavaş kabullenmeliyiz. Sosyalistler de, medenileşmemiş insanların koruyucuları gibi bir miktar davranmak için medenileşmiş insanların ihtiyacını kabul etmeli.“(Lenin’in Devrimci Bir Parti için Mücadelesi, s.10)
[4]Sol Portal, //haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler, 02.10,2017
[5]Aptallar Ülkesi mi?, Sol portal, haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler, 25 Eylül 2017
[6] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çeviren: M. Erdost, 8. baskı, Sol yayınları, sf. 69 ve 71
[7] Mlliyetçiliği sizden öğrenecek değiliz ve Referanduma da, Barzanistan’ın bağımsızlığına da karşıyız, haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan, sol portal, 18 ve 26 Eylül 2017
[8]Batılı büyük güçlerin Kürt sorununa ilgilerinin tarihi, Ortadoğu’ya ilgilerinin tarihiyle zamandaş olmakla birlikte, Kürt üst sınıflarıyla ilişkileri, bölge ülkeleri yönetimleriyle ilişkilerinin seyrine bağlı olarak değişiklik gösterdi. Önceleri İngiliz-Fransız ve daha sonra ABD emperyalistleri bölgedeki gelişmelere ve İran, Irak ve Türkiye burjuva yönetimleriyle ilişkilerinin seyrine bağlı olarak Kürt sorununa “el atma”yı ihmal etmediler. Benzer bir istismar İsrail-Arap ilişkileriyle Siyonist yönetimin Filistin topraklarını ilhak etme politikaları söz konusu olduğunda da görüldü. ABD başta olmak üzere emperyalist büyük güçler açısından küçük küçük devletlerin işbirlikçiler aracıyla yönetilmesi, daha güçlü ve büyük olanların yönetilmesinden daha kolay olsa bile, bu, Türkiye gibi 70 yıldan fazla bir süredir Amerikan işbirlikçiliğinde kendini kanıtlamış ve hala ikili ve çok yönlü anlaşmalarla, sermaye yatırımları ve mali ilişkilerle pekiştirilmiş şekilde bu işbirliğini sürdüren bir ülkenin parçalanmak üzere hedefe konduğunun aktüel kanıtını oluşturmaz. Emperyalistler arası çıkar çatışması ve bölgenin yeniden “dizayn edilmesi” politikaları bu yönlü gelişmelere açık olmakla birlikte, Türk sermaye partileriyle şoven çevrelerin göstermek istedikleri gibi, Batılı emperyalistlerin Türkiye’yi parçalama pahasına “Kürdistan devleti kurma” aşamasına geldiklerini gösterir somut bir veri henüz yoktur. ABD açısından bir “tercih”ten sözedilebilirse eğer, sorunun ilgili ülke halklarının ulusal tam hak eşitliği temelinde çözülmesi değil ama çözümsüz kalması, bölgesel stratejik politikaları yönünden daha yararlı olacaktır. Bu, emperyalizmin genel karakteriyle de uygunluk gösterir.
[9]Bu politikanın bir diğer yanı, Kürt özgürlük mücadelesinin işçi sınıfı ve halklar yararına bir çizgide yükselişine set çekmektir. Halkların işbirlikçi yönetimler aracıyla emperyalist-kapitalist gericiliğin çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesi ve yönetilmesi sadece henüz ulusal bağımsızlığını elde edememiş gibi ezilen ulus ve halklar açısından değil; siyasal devletlerini kurmuş bağımlı ülkeler ve uluslar açısından da geçerlilik gösterir.
[10]Irak Kürdistanı’ndaki devlet yapılanmasının ve bağımsızlık referandumunun bir Amerikan projesinden “ibaret olduğu“nu ileri sürerek Kürtlerin ulusal istemleri ve baskı altındaki durumlarını görmezden gelme tutumunu sürdüren bazı sosyaldemokrat yazar ve politikacıların ve Aydınlık-Perinçek taifesinin MHP ve Erdoğan yönetiminin sözcüleriyle devlet politikasında birleşmeleri bu makalenin kapsamı içinde yer almıyor. Bu politika ve tutumlar, devletin Kürt politikası irdelenirken önceki makalelerde bir biçimde ele alınmıştı. Burada sözkonusu referandum üzerinden “sol”da yürütülen tartışmalar ve yapılan açıklamalar üzerinde durulacak.
[11]ABD’nin bölge politikalarında İran’ın sınırlanması önemli bir yer tutar. İran ve Rusya ittifakının zayıflatılması, İran’ın İbadi yönetimi aracıyla Irak’ta güç edinmesini engelleme politikası ise, Türkiye-İran rekabeti ve çelişkilerini kullanmayı gerektirir. İran’ın Türkiye’yi de yanına alarak merkezi Irak yönetiminden yana ve Kürtlere karşı politikalarla mevzilerini genişletmesi ABD’nin İran politikasının aleyhine olacaktır. Bu da, İran ve Türkiye’nin İbadi yönetiminden yana ve Irak Kürdistanı yönetimine karşı politikalarda “ortaklaşmaları“nın, reklam edildiği gibi sağlam dayanaklarının olmadığına işaret eder. Bu iki bölge devleti, “kendi Kürtleri“ni egemenlik altında tutmak için, Kürtlerin Irak’ta bağımsız bir devlet kurmalarını önleme hedefli “ittifak“larına karşın, merkezi Irak’ta ve bölgenin genelinde çıkar çatışması içinde “bölge gücü” politikası izlemekte ve bu politika dolayımıyla karşı karşıya gelmektedirler.
[12]Türkiye gericiliği, Kürtler’e karşı baskı politikasını sürdürürken, İsrail Siyonizmiyle birlikte Arap halklarına karşı ABD’nin baskı kuvveti olarak faaliyet gösterdi. Türkiye-İsrail stratejik işbirliği, Siyonist gericiliğin Arap halkları ve devletlerine karşı konumunu güçlendirmesine, Filistin Arap topraklarındaki yayılmacılığı sürdürmesine hizmet etti. Bu işbirliği, İsrail’in Kürtlerin Bağımsız bir devlet kurmasından yana politikaları nedeniyle sarsıntılı olmasına rağmen, bugün de devam ediyor.
[13] Marx’tan Manchester’deki Engels‘e 4 Kasım 1864 tarihli mektup, Seçme Yazışmalar I, Sol Yayınları, s.169
[14]7 Haziran 1866 tarihli mektup, age, s.208
[15]Age, s.261-262
[16] Marx‘tan Kugelmann’a mektup(29 kasım 1869), çeviren Yurdagül Fincancı, Seçme yazışmalar I, Sol Yayınları, s.270
[17]İngiliz sömürge imparatorluğunun, katolikliktedirenen İrlandalıları diz çöktürmek için baş vurdukları demografik değişim politikası tutmadı. Cromwel’in orduları İrlandayı kasıp-kavurdular; katliama sürgünler eşlik etti (1649-1653). Takip eden yıllarda Keltçe yasaklandı ve 1801’de İrlanda Parlamentosu feshedilerek “Britanya Krallığı”na bağlandı. Siyasal-askeri baskıya ekonomik yağma eşlik ediyordu. 1841’den 1852’ye on yıllık süre içinde nüfus iki milyon azalmıştı. İrlanda’dan yoğun göçlerin yanısıra 1845’teki patates katliamında(yoksullaşmayla birlikte tüketimi yaygınlaşan patatesin hastalıklı olması sonucu yaşanan zehirlenme) bir milyona yakın insanın ölmesi en önemli etkenler arasındaydı. İngiliz baskısı ve yağması ulusal uyanış ve tepkilerin gelişmesini tetikledi. 1867 yılında “İrlanda Cumhuriyetçi Kardeşliği’nin (Irish Republican Brotherhood) başını çektiği ayaklanma kanla bastırıldı. Marx bu ayaklanmayı, “… ihtiyar denizler kraliçesinin karşısında, genç Cumhuriyet“in yükselişi olarak değerlendirdi.
[18]1870 yılında Birinci Enternasyonal Yürütme Komitesi’nin İrlanda Sorunu’na ilişkin kararı. Marx tarafından sunulmuştur.
[19] Marx’ın 2 Kasım 1867’de Engels’e mektubu, Seçme Yazışmalar I, Sol Yayınları, sf.228
[20]Ulusal sorun kapitalizm koşullarıyla bağlı ve bu üretim sisteminin burjuva pazar ilişkileriyle belirlenen, tarihsel bakımdan geçicilik gösteren bir sorundur. Ulusal hareket kapitalizmle birlikte tarihsel sürecin bir olgusu olarak şekillendi ve kapitalist gelişme sürecinde hemen hemen tüm uluslar bu yola girdiler.
[21]Seçme Yazışmalar 2, sf.12-14