İsmet Doğan
6 Şubat Kahramanmaraş depremlerinin yarattığı yıkımla ülkenin deprem gerçeği bir kez daha gündeme taşındı. Aslında sık sık yaşanan ve büyük yıkımlara yol açan depremlerle birlikte bu konu gündemden hiç uzaklaşmıyor. 6 Şubat depremleri yazılı tarihin kaydettikleri arasında en büyük yıkıma yol açanlar oldu. Enkaz kaldırma çalışmalarının devam ettiği günlerde, Çevre Şehircilik ve İklim Bakanlığının açıklamasına göre, depremden etkilenen bölgede 1 milyon 875 bin bina incelenmiş ve içinde 883 bin bağımsız bölümün bulunduğu 301 bin binanın yıkık, acil yıkılacak veya orta hasarlı olduğu tespit edilmiştir.[1]
Evsiz kalan 1,5 milyonun üzerinde kişi, depremin üzerinden geçen 4 aydan fazla süredir çadır ve konteynerlerde yaşamlarını sürdürmektedir.
1999 Marmara Depremleriyle başlayıp yıkım ve ölümlere yol açan 2011 Van, 2020 Elazığ, 2020 İzmir depremleri sonrasında ülkenin depremselliği, aktif fay zonları, bunların hareketliliği ve depremlerin neden meydana geldiği konusu enine boyuna bolca tartışıldı.
Depremle ilgili olarak birçok şeyi biliyoruz.
- Nerelerde olacağı,
- Ne büyüklükte olacağı,
- Ne kadar bir alanı etkileyeceği,
- Ve hatta yıkılacak bina, çökecek alt yapı, ölü ve yaralı sayısına kadar oldukça isabetli tahminler yapacak kadar veriye sahibiz.
Örneğin, 2019 yılında İçişleri Bakanı Süleyman Soylu idaresinde Kahramanmaraş’ta deprem tatbikatı yapılmıştı. Senaryoya göre, 9 Ekim 2019 da, saat 13.22’de Pazarcık merkezli 7,5 büyüklüğünde bir deprem yaşanacaktı. Bu depremde Adıyaman, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Malatya depremden en çok etkilenen, Kilis, Osmaniye ve Şanlıurfa ise az etkilenen iller olacaktı. Bu iller dışında kalan 19 il, yıkımların yaşanacağı illere yardım için seferber edilecekti.[2] Medya önünde teatral canlandırmalarla şova dönüştürülen tatbikatta, deprem bölgesine ilk olarak güya bir müftü de gelmiş ve bu esprilere konu olmuştu.
6 Şubat depremleri dikkate alındığında 2019 yılındaki senaryonun oldukça isabetli olduğu görülecektir. Gerçekten de 6 Şubat 2023’de 7,6 ve 7,7 büyüklüğündeki depremler tam da Pazarcık merkezli olmuştu. Ve yine senaryodaki gibi Adıyaman, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Malatya en çok etkilenen; Kilis, Osmaniye ve Şanlıurfa az etkilenen iller olmuştur. Senaryonun tahmininden farklı olarak Hatay/Antakya’da da çok büyük yıkım ve kayıplar yaşandı.
Ama bu yıkımlar da sürpriz değildi. Aşağıdaki tablo, 2020 yılında bilimsel bir dergide yayımlanmıştı.[3] Tablo, 2019 yılında Hatay merkezli 7,5 büyüklüğünde bir depremde ilçe bazlı can ve mal kaybı tahminlerini içeriyor. Veriler son deprem sonuçları ile karşılaştırıldığında bu senaryonun da oldukça isabetli olduğu görülüyor.
Tablo 1. Hatay İlinin Hasar Dağılımı ve Etkilenen Kişi Sayısı
Kaynak: Şahin, “Afet Yönetimi…”, sf. 147
Özetle, deprem konusunda, ne zaman olacağı hariç (yaklaşık tahminler yapılabilir durumda) bilim insanları birçok bilgiye sahip. Ancak tüm bu bilgilere rağmen afetler, yıkımlar ve ölümler biçimde yaşanmaya devam ediyor.
Yıl | Merkez İli | Deprem şiddeti | Ölü sayısı |
1939 | Erzincan | 7,9 | 32.968 |
1942 | Tokat | 7,0 | 3.000 |
1943 | Samsun | 7,2 | 4.000 |
1944 | Bolu | 7,2 | 3.959 |
1976 | Van | 7,5 | 3.840 |
1999 | Gölcük | 7,8 | 17.480 |
2011 | Van | 7,2 | 644 |
2020 | Elazığ | 6,5 | 41 |
2020 | İzmir | 6,9 | 117 |
2023 | K. Maraş | 7,6 – 7,7 | 50.783 (resmi açıklama) |
Tablo 2. Türkiye’de büyük depremler
Yukarıda 1939 Erzincan Depreminden bugüne yaşanan onlarca depremden yüksek can kaybına sebep olanlar sıralanmıştır. Tabloda görüldüğü gibi, depremin büyüklüğü, yeri, kırsal alan ya da metropol olması, yılı, teknoloji, gelişmişlik fark etmeksizin, yıkımlar ve ölümler yaşanıyor. Bu sebeple “Depremler neden oluyor?” sorusunu bir kenara bırakarak, asıl konumuz olan; depremler neden afete dönüşüyor sorusuna yanıt aramak gerekir.
“Deprem değil bina öldürür”– 1999 Marmara Depremlerinden sonra klişe haline gelen bir cümledir bu. Bu gerçekten hareketle incelememiz gereken şey, içinde ikamet ettiğimiz, çalıştığımız, eğitim gördüğümüz, kısacası yaşadığımız binalar olmalı.
Konuyu iki başlıkta ele alacağız: Mevcut yapı stoku ve yeni inşa edilen yapılar.
Mevcut Yapı Stoku
Ülkedeki mevcut yapı stokunu değerlendirirken 1999 Marmara Depremlerini milat olarak kabul etmek gerekir. Çünkü bu depremden sonra yapı inşa süreci ile ilgili olarak hayata geçirilen bazı yasa ve yönetmelikler inşa sürecinde olumlu yönde ciddi değişikliklere sebep olmuştur.
Cumhuriyet dönemi ile birlikte yerleşme ve yapılaşmaları düzenleme ve denetlemeyi amaçlayan yasal düzenlemeler yapılmıştır. İmar ve inşaat faaliyetlerini düzenleyen 2290 Sayılı Belediye Yapı ve Yollar Kanunu 1933 yılında yürürlüğe girmiştir.
Bu kanunla;
- Beş yıl içinde kent imar planları hazırlanması,
- Yeni yapılacak yapıların bağlı olacağı kurallar,
- Yapılar için ruhsat alınması,
- Yolların düzenlenmesi,
- Yapı ve projelerin denetlenmesi gibi ana konularda yeni esaslar getirildi.
Proje denetimi yerel yönetimlere, yapı inşa denetimi ise Fenni Mesul adıyla serbest çalışan mimar ve mühendislere verildi.
İlgili kanuna göre, yapı projeleri yerel belediye tarafından incelenerek onaylanacak ve inşaat ruhsatı düzenlenecek, yapının onaylanan projeye göre inşa edilmesi ise serbest çalışan mühendisler tarafından denetlenecektir.
Ancak bu sistem daha en başında sorunlu kurgulanmıştı. Çünkü yapının denetiminden sorumlu fenni mesulün ücreti yapı müteahhidi tarafından ödeniyordu ve yapı müteahhidi istediği fenni mesul ile çalışma hakkına sahipti. Doğal olarak yapı müteahhitleri kendilerine zorluk çıkarmayacak, projeye aykırı imalatlara göz yumacak ve hatta inşa edilen yapının adresini bile bilmeyecek “fenni mesullerle” çalıştı.
Özellikle 1950’li yıllardan itibaren, büyükşehirlerde kurulan sanayi bölgelerindeki fabrikaların işçi ihtiyacının karşılanması amacıyla teşvik edilmesiyle birlikte köyden kente göç hızlandı. Bu yoğun insan akımıyla birlikte plansız, kaçak ve denetimsiz yapılaşmanın hızla artması, kaçak yapıların imar afları ile teşvik edilmesi, kentlerde ciddi miktarda deprem direnci olmayan, inşaat kalitesi düşük yapı stokunun oluşmasına sebep oldu.
Kaçak yapılaşmayı önleme iddiasıyla 1957 yılında 6785 sayılı İmar Kanunu çıkarılmış ve önceki 2290 sayılı kanun yürürlükten kaldırılmıştır. Bu kanun, yapı denetimi sürecince değişiklik yapmamıştır.
Kentsel planlama faaliyetlerinin merkezi olarak yapılmasının yeterince hızlı olmaması gerekçesiyle 1985 yılında yürürlüğe giren 3194 sayılı İmar Kanunu ile yerleşme ve yapılaşmaya ilişkin yetkiler yerel yönetimlere devredildi. Ancak bu kanun değişikliği de denetim mekanizmasında değişiklik yapmadı. Çıkarılan imar kanunları ve yönetmelikler, genel olarak imara açılacak alanlar, yapı yoğunluğu gibi doğrudan ranta yönelik düzenlemeleri içeriyordu. İnşa edilecek yapının malzeme kalitesi, deprem dayanımı ve imalat süreci göz ardı edilmişti.
1999 öncesi yapı imalatında kullanılan malzemeler için yeterli standart yoktu, var olan standartlara uygunluk konusunda ise denetim yoktu.
- Bu depremlerden önce yapı inşa edilecek bölge için zemin araştırması zorunlu değildi, zeminin durumu incelenmeden yapılar inşa edildi.
- Hazır beton yoktu, inşaatlarda ilkel ortamlarda beton hazırlanmaktaydı.
- İnşaat demiri kalitesinin ölçülmesine imkan yoktu, merdiven altı atölyelerde hurda malzemeler eritilerek elde edilen çelikler kullanılıyordu.
- Deprem yönetmeliği çok yetersizdi, eksik ve yanlış yaklaşımlar içeriyordu.
- Yapı inşa süreci denetimden uzaktı, denetçi mühendis ücretini müteahhitten almak durumundaydı. Yani denetlenen kendisini denetleyecek olanın patronuydu. Doğal olarak denetleme mekanizması göstermelikti.
- Teknoloji ve inşaat kalitesi çok düşüktü.
17 Ağustos 1999 Gölcük ve 12 Kasım 1999 Düzce depremlerine kadar yapı denetimi ve yapı imalatında kullanılan malzemelerin kalite standardı konusunda herhangi bir değişikliğe gerek duyulmadı.
1999 Marmara Depremleri yapı inşa süreci ile ilgili milat kabul edilebilir.
Bu tarihten sonra Deprem Yönetmeliği, Yapı Denetim Yasası ve yapı malzeme standartları ile ilgili kanun ve yönetmelikler çıkarıldı.
Yapı denetimi ile ilgili sorunlar (aşağıda detaylı olarak inceleyeceğiz) olsa da, hem proje hesaplama yöntemleri ile ilgili değişikliler (Deprem Yönetmeliği) hem de malzeme standardizasyonu yapı kalitesinde ciddi iyileşmeler sağlamıştır.
Mevcut yapı inşa süreci ile ilgili hala ciddi sorunlarla yanlışlar olsa da, 2000 yılı sonrası projelendirilen yapıların 1999 öncesi yapılara göre ciddi dayanım farkı olduğunu söylemek mümkündür.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının açıklamasına göre, 6 Şubat depremlerinde büyük can kayıplarına yol açarak tamamen göçen yapıların %98’i Marmara Depremleri öncesinde inşa edilmiş yapılardı.[4] Bu verinin güvenirliği tartışmalı olsa da, 1999 öncesi inşa edilmiş yapıların deprem dayanımının düşük olduğu bir gerçektir.
İstanbul’da 1980 öncesi inşa edilen yapı sayısı 264 bin, 1980 ile 2000 yılları arasında inşa edilmiş yapı sayısı ise 555 bindir.[5] Türkiye’de hane halkının %33,5’u 2000 yılından önce inşa edilmiş konutlarda yaşamaktadır.[6]
Yukarıdaki veriler dikkate alındığında, İstanbul’da yaklaşık 2,5 milyon, tüm Türkiye’de ise 30 milyona yakın kişi deprem dayanımı düşük yapılarda yaşamaya devam etmektedir.
Öncelikle yapılması gereken, bu yapıların bilimsel yöntemlerle teknik analizlerinin yapılarak güçlendirilmeleri veya yıkılarak yenilenmeleridir.
İstanbul için bu problem 1999 yılından beri bilinmesine rağmen hâlâ ciddi bir iyileştirme yapılmamıştır. Kentsel dönüşüm için kanunlar çıkarılmış olsa da, yapı inşa sürecini sadece rant çerçevesinde ele alan iktidar nedeniyle sorunlu yapı stokunun dönüşümü konusunda kayda değer ilerleme sağlanamamıştır.
6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun depremden 13 yıl sonra 16.05.2012 tarihinde çıkarıldı. Kamuoyunda Kentsel Dönüşüm Yasası olarak bilinen bu kanun, deprem dayanımı olmayan yapıların dönüştürülmesini amaçlıyor gibi görünse de, pratikte sadece rantı yüksek, şehir merkezindeki yapıların dönüşmesini sağlamıştır.
Çünkü siyasi irade, kentsel dönüşüm işini müteahhit ile yapı sahiplerinin rant pazarlığına terk etmiştir. Dönüştürülmesi planlanan yapı yeterli rant yaratacak bir bölgede bulunuyorsa, yapı sahipleri ve müteahhit rantın paylaşımı konusunda anlaşıp binanın dönüşümünü sağlıyorlar. Ancak şehir merkezinden uzakta olan yapılar için bu rant söz konusu olmadığı için, dönüşüm de sağlanmamaktadır.
İstanbul’da rantın yüksek olduğu Bağdat Caddesi, Kadıköy, Bakırköy ve sahil şeridinde bulunan mahallelerde çok sayıda bina yıkılıp yeniden inşa edildi. Ancak, Şirinevler, Bahçelievler, Bağcılar, Ümraniye, Sancaktepe gibi işçi ve emekçilerin yoğun olarak yaşadığı ilçelerdeki yüz binlerce konut depremi beklemeye devam ediyor. Bu yapıların mevcut yasa ve yönetmelikler çerçevesinde yenilenmesi mümkün değildir.
6 Şubat 2023 depremlerinden birkaç gün sonra, İstanbul depremi hatırlatılan Çevre Şehircilik ve İklim Bakanı Kurum, “biz kentsel dönüşüm yasasını çıkarttık, herkes binasını yenilesin” diyordu. Oysa Bahçelievler’de 16 daireli bir binada yaşayan 16 aile, binalarını yıktıklarında yerine en fazla 12 daire yapılabileceğini öğrendikleri için binalarının depreme dayanıklı olup olmadığını bile araştırmaya korkuyor.
“Gayrı-resmi Deprem Raporu” diye bir kavram var bu ülkede. Zira resmi olarak alınacak deprem raporu sonucunda yapı riskli çıktığı takdirde binanın yıkılması kanuni zorunluluk olacaktır. Bina yıkıldığında mevcut mülklerini kaybedecek olan halk mecburen riskli yapılarda yaşamaya devam ediyor.
Bu yapıların dönüştürülmesi için rant ve kâr hedeflemeyen halk yararına düzenleme yapılmalıdır.
Kentsel dönüşüm; meslek odalarının, bilim insanlarının, konunun uzmanlarının ve halkın katılımı ile kamu eliyle planlanması ve yürütülmesi gereken bir süreçtir. Riskli alanlar tespit edilmeli, halkın barınma hakkından hareketle konut sorunları çözülmeli, sosyal tesis ve eğitim alanlarıyla birlikte tasarlanmış yaşanabilir kent planlamaları yapılmalıdır. Kurulacak komiteler aracılığı ile tüm süreç halkın katılımına ve denetimine açık olmalıdır.
Kamu eliyle yapılacak kentsel dönüşümde bölgenin mevcut demografik yapısı korunmalıdır. Şu ana kadar devlet kurumları eliyle yapılan Sulukule ve Fikirtepe projelerinde bunun tam tersi yaşandı. Yeniden inşa edilen Sulukule ve Fikirtepe mahallelerinin eski sahipleri artık bu mahallelerde oturmuyor. Yeni inşa edilen depreme dayanıklı evlerde, onları satın alabilecek kadar parası olanlar ikamet ediyor artık.
Yeni İnşa Edilen Yapılar
1999 depremleri sonrasında yapı inşa süreci köklü değişikliğe uğradı.
- Afet Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkında Yönetmelik (Deprem Yönetmeliği)
- 07.2000 tarihli 595 Sayılı Yapı denetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararname
- 9.2002 tarihli ve 24870 sayılı Yapı Malzemeleri Yönetmeliği
Bunlar ve benzeri yasal düzenlemelerle hem yapı projelerinin hesap yöntemleri değiştirilmiş, hem de kullanılacak malzeme standartları belirlenerek inşa edilen yapının dayanımı ölçülebilir hale gelmiştir. Yapı Denetimi için de 595 Sayılı KHK çıkarılmıştır.
Yapı inşa sürecinin en önemli ayağı denetimdir. Bir proje ne kadar iyi ve kullanılacak malzemeler ne kadar kaliteli olursa olsun, inşa süreci doğru olarak yönetilmediği taktirde yapının doğru inşa edildiğinden bahsedilemez.
Yukarıda anlatıldığı gibi, 1999 depremi öncesinde yapı denetimi fenni mesul adı verilen, serbest çalışan mühendisler eliyle yapılıyordu. Ancak bu denetçilerin ücretini müteahhit ödediği için denetim süreci kağıt üzerinde kalıyordu. Zira denetlenen denetleyenin patronu konumundaydı.
1999 sonarında yapılan yasal düzenleme özellikle bu sorunun çözümüne odaklanmıştı. Meslek odalarının ve akademi çevrelerinin önerileri ile hazırlanan Yapı Denetim Yasası Meclis’te değişikliğe uğrayarak, 10.07.2000 tarihinde 29 pilot ilde uygulanmak üzere hayata geçirildi.
Bu kanunla yapı denetimi işi, kuralları kanunda belirtilen şekilde kurulmuş olan Yapı Denetim Şirketlerine verildi. Sermayeleri %100 mühendis ve mimarlarda olması gereken yapı denetim şirketleri, denetledikleri yapı alanı büyüklüğüne uygun uzman teknik eleman çalıştırmak zorundadır. Yapı denetim şirketlerinde görev alacak denetçi mimar ve mühendislerin belli tecrübeye sahip olduklarını belgelemeleri, ayrıca meslek odalarının verdiği meslek içi eğitim kurslarını takip etmeleri gerekmektedir.
Yapı denetim şirketlerinin ücreti yapı sahibi tarafında kamu adına açılacak bir hesaba yatırılacak ve denetim şirketi bu ücreti hakkedişler şeklinde devletten alacaktır.
Meslek odalarının ve üniversitelerin yetkili organlarının önerisi olan yasada müteahhitler denetçi şirketleri seçemiyorlar ve kanunun tüm Türkiye’de uygulanması isteniyordu. Ancak ilgili kanun hükmünde kararname sadece 29 ilde uygulanmak üzere çıkarıldı ve müteahhitlere istedikleri denetim şirketini seçme “özgürlüğü” verildi.
Bu kanun hükmünde kararname, bazı maddeleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildikten sonra 13 Temmuz 2001 tarihinde 4708 Sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun çıkarıldı. Bu kanunda da müteahhitler denetim şirketlerini seçebiliyordu ve pilot il sayısı 19’a düşürüldü.
Türkiye’nin %96’sı deprem bölgesinde olmasına rağmen sadece 19 ilde denetim kararı alınması, kanunu çıkaranların tehlikeyi önemsemediğinin göstergesidir. Adana, Ankara, Antalya, Aydın, Balıkesir, Bolu, Bursa, Çanakkale, Denizli, Düzce, Eskişehir, Gaziantep, Hatay, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Sakarya, Tekirdağ ve Yalova illerinde bu yasa ile yapı denetimi zorunlu hale gelirken, 6 Şubat depremlerinin yaşandığı Kahramanmaraş yasa kapsamı dışında kalmıştı. Keza Adıyaman, Malatya, Şanlıurfa, Osmaniye, Diyarbakır ve Kilis de yasa kapsamında değildi. Yasadaki bu sorun 2012 yılında düzeltildi.
Müteahhitlerin istedikleri yapı denetim şirketini seçebiliyor olmaları, tıpkı 1999 öncesi denetimi yapan fenni mesul sisteminin kağıt üzerinde kalması durumunu yarattı. Müteahhitler işini doğru yapan şirketlerle değil, kendilerine sorun çıkarmayan şirketlerle sözleşme imzaladılar. İşini doğru şekilde yapmaya çalışan şirketler ise, iş alamadıkları için kapanıp sistemden elendiler.
Müteahhitlerin yapı denetimini seçememesi 2019 tarihinde yasallaştı. Artık Yapı Denetim Yasası tüm Türkiye’de uygulanıyor ve müteahhitler istedikleri denetim şirketini seçemiyorlar.
Peki, sorunlar çözüldü mü? Hayır. Bu kararlar ile yapı denetim süreci kağıt üzerinde çözüldü, ancak pratikte ciddi sorunlar yaşanmaya devam ediyor. Yapı denetimini yapan şirketleri denetleyecek bir mekanizma kurulmadığı için, denetim işi genellikle kağıt üzerinde ve denetim işi evrak hazırlama, evrak takip ve yasada belirtilen formaliteleri yerine getirme boyutunda kalıyor.
Yapı denetim şirketi kurmak için asgari sınırlar yasada belirtilmiştir. Bir yapı denetim şirketini kurmak için 2 inşaat mühendisi, 1 mimar, 1 makine mühendisi ve 1 elektrik mühendisi istihdam etmek asgari zorunluluktur. Ayrıca denetlenen iş miktarı arttıkça yeni mühendis ve mimar istihdamı gerekecektir.
Yapı denetim şirketleri, sadece yapı inşa sürecini denetlemekle yetkili değil, aynı zamanda yapı projelerinin de ilgili yasa ve yönetmeliklere uygunluğunu denetleyen ve onaylayan organ konumundadır. Yapıda kullanılacak malzemeler de denetim şirketinin onayından geçmektedir.
Yapı denetim şirketinin faaliyet yürüteceği ofisin büyüklüğü, denetimde kullanılacak otomobil sayısı, hatta ofiste bulunması gereken yazıcıya kadar çok ince detaylar bile kanunda tariflenmiştir. Bu haliyle üzerinde çok düşünülmüş gibi gözükse de, gerçekte çoğu kağıt üzerinde kalan kurallar durumundadır. Çünkü kullanılacak yazıcıya kadar tarif edilirken, 2019 yılında alınan bir kararla yapı denetim ücreti yaklaşık %50 oranında azaltıldı. Tüm konsantrasyonu müteahhitlerin daha fazla kâr etmesi üzerine olan kanun koyuculara denetim ücretleri yük olarak görünüyordu ve azaltılmasının nedeni buydu.
Haliyle, bünyesinde (kanun gereği) 5-6 tane mimar-mühendis bulundurması gereken yapı denetim şirketinin hak ettiği denetim ücreti ile mimar ve mühendis maaşlarını ödemesi imkansız hale geldi. Ve denetim şirketleri, bunun çözümünü imzacı mühendis ve mimarlarda buldu. Gerçekte denetim işi yapmayan, denetlenen binanın adresini dahi bilmeden sadece diplomasını kiralayan imzacı mühendisler, kanun gereği olması gereken teknik personel listesini dolduruyor, yapılar ise hiçbir denetime tabi olmadan inşa ediliyor.
Bu kanun dışı durum gizli, bilinmeyen bir şey de değil. Yapı denetim ücretini %50 oranında azaltan irade bu ortamı yarattı, dahası bunu hedefliyor zaten.
Bugün yapı inşa sürecinde deprem dirençli proje hazırlanması için yönetmelik var ve genel olarak yeterlidir. Yapıda kullanılacak malzeme kalitesi var ve yeterlidir.
Ancak yapı denetim mekanizması sorunludur. Bu sorunların çözümü için;
- Denetim şirketlerinin faaliyetleri kamu tarafından denetlenmelidir.
- Mevcut hali ile yapı denetim şirketlerinin tek başlarına hem proje hem de uygulama denetçisi olmaları sorunludur. Bakanlık, yerel belediye ve meslek odaları da denetim sürecinde görev almalıdır.
- Denetim şirketlerinde çalışacak mühendis ve mimarların yetkilendirilmesi, meslek içi eğitimleri, özlük haklarının korunması meslek odaları aracılığı ile sağlanmalıdır.
Barınma hakkı ranta kurban edildi
Ülkemizde iktidar sahipleri yapı inşa sürecini sadece rant çerçevesinde ele aldıkları için, hazırlanan her kanun adı ve görünür amacı ne olursa olsun, nihayetinde rantı arttırmaya hizmet ediyor. 2002’den bu yana deprem, sel gibi afetlerde binlerce insan ölmesine rağmen 8 kez imar affı çıkarılmıştır. 2B yasası adı altında milyonlarca metrekare orman arazisi imara açılmıştır. İstanbul’un akciğeri olan Kuzey Ormanları yok olma tehdidiyle karşı karşıyadır.
Konut sorunu, barınma hakkı olarak değil, bir rant aracı olarak şekillenmektedir. İstanbul’da 1,5 milyon konut boş olarak durmaktadır. Konutu kâr getiren bir meta olarak değerleyen sistem yüzünden, sermaye sahipleri borsa hissesi, altın ya da dövize yatırım yapar gibi konuta yatırım yapmaktalar. Bir yanda milyonlarca insan barınma sorunu yaşarken, diğer yanda boş daireler her ay, üzerine 50-100 bin TL fiyat eklenen meta durumundalar. Ve konut, her geçen gün emekçiler, dar gelirliler için ulaşılması imkansız hale gelen bir meta haline gelmektedir.
Konut sorunu olarak ifade edilen olgunun temel nedeni; çalışan sınıfların büyük bir bölümünün kazandıkları ücretin konut kirasına yetmemesi ve aldıkları ücret ile uygun şartlardaki konut fiyatları arasında uçurum olmasıdır.
Konutun satın alınacak bir meta olarak sunulduğu kapitalist sistemde bu sorunun tamamen ortadan kaldırılması mümkün değil. Dünyada ülkelerin çok boyutlu gelişmişlik kıyaslamasında önde gelen ölçütlerden birisi, konut sorununu nitelik ve nicelik bakımından ne ölçüde çözüp çözemedikleridir. Günümüzde dünyadaki ülkelerin çok önemli bir kısmı konut sorununu, nüfusun büyük kısmı açısından çözüme kavuşturamamıştır.
Konut ihtiyacı, konut talebinden farklıdır. İhtiyacın talebe dönüşmesi için, kişilerin söz konusu fiyatı ödeme gücüne sahip olmaları gerekmektedir. Konut ihtiyacı, salt bir sayısal değeri değil, çevresiyle birlikte sağlıklı koşullar taşıması gereken yapıları ifade eder.
Türkiye’deki konut sorunu, konut tüketiminin eşitsiz dağılımından kaynaklanmaktadır. Üst gelir grubu için konut arz fazlası bulunmakta iken, alt gelir grubu için bu durum arz yetmezliği olarak karsımıza çıkmaktadır. Türkiye’de hedef kitlesi alt gelir grubu olan konut üretimi sadece devlet eliyle, TOKİ tarafından yapılmaktadır. Her yıl alınan inşaat ruhsatlarına baktığımızda 1990’lı yıllardan itibaren yüksek konut arzları ile karşılaşmaktayız. 2015 yılında bu sayı 870 bin 515’dir. Bu rakamın yaklaşık yüzde 92’si özel kesim tarafından, yaklaşık yüzde 2’si kooperatifler, geri kalan yüzde 6’sı ise TOKİ tarafından sunulmuştur.
TOKİ tarafından üretilen konutların çok azı alt gelir grubuna hitap etmektedir. Bu rakamlardan da anlaşılacağı üzere, alt gelir grubu için üretilen konutlarda arz yetersizliği görülmektedir.
Asgari ücretle açlık-yoksulluk sınırı altında yaşama mahkûm edilen geniş halk kitlelerinin özel sektör tarafından inşa edilen konutlar bir yana TOKİ tarafından inşa edilen konutlara da ulaşabilmeleri mümkün olmamaktadır.
Bugün gelinen noktada, bir tarafta satılmayan; boş, “ihtiyaç fazlası” yüz binlerce konut, diğer tarafta ise başını sokacak bir evi olmayan milyonlarca aile vardır. Bu garabet, kapitalist sistemin ürünüdür.
Konut, ticari bir meta değil, gelir durumuna bakılmaksızın tüm yurttaşlar için bir hak şeklinde ele alınmalıdır. Her hanenin barınma hakkı temelinde devlet ve yerel yönetimler eliyle konut üretimi ve planlanması sağlanmalıdır.
Konut dışı yapılar
Deprem dirençli kent planlamasında kentin tüm donatıları birlikte değerlendirilmelidir. Özellikle afet sonrasında kullanılması zorunlu yapılar çok daha özel olarak ele alınmalıdır. Şubat ayında yaşadığımız iki depremde kaymakamlık, valilik gibi birçok kamu binası ile hastane, havaalanı, okul gibi önemli binalar ve yol, köprü, demiryolu gibi yapıların da yıkıldığını ve kullanılamaz hale geldiğini gördük.
Oysa ki, bu yapıların proje tasarımlarının ve imalatının konut türü yapılardan daha farklı şekilde ele alınmış olmaları gerekirdi. Hem mevcut afet yönetmeliğinde hem de daha önceki yönetmeliklerde hastane, okul, havalimanı türü yapılarda tasarım devrem kuvvetinin %50 oranında arttırılması şartı vardır. Yani, aynı bölgede inşa edilecek bir konutun projesi yapılırken hesaplanan deprem kuvvetinin 1,5 katı kabul edilir. Bir hastane binasının, aynı bölgedeki bir konuttan 1,5 kat daha depreme dayanıklı olarak tasarlanması ve buna uygun inşa edilmesi gerekir.
Ancak son depremde gördük ki, Antakya Havalimanı, İskenderun, Antakya, Malatya, Adana’da kamu ve özel hastaneler, belediye binaları, kaymakamlık, valilik binaları yerle bir oldu.
70 kişiye mezar olan İskenderun Devlet Hastanesi için 2012 tarihinde yapılan incelemede “depreme dayanıklı değildir” raporu verilmişti üstelik.[7]
Özal dönemiyle başlayıp özellikle AKP iktidarında büyük bir hız kazanan özelleştirme politikasından sağlık sektörü de payını fazlasıyla aldı.
2002 yılında toplam 1156 hastanenin 271 tanesi özel hastane iken, günümüzde 698 tanesi özel toplam 1704 hastanemiz var. Kamuya ait hastane sayısı %13,6 artarken, özel hastane sayısı %157 artmış durumda. Bu artış hızına ulaşmak için apartmandan bozma, inşa amacı hastaneye uygun olmayan binalara hastane ruhsatları verildi.
Benzer şekilde, inşa amacı okul olmayan yüzlerce binada eğitim verilmeye devam ediliyor. Apartmanken üniversite olmuş, ürün depolamak için inşa edilip hastane olarak hizmet veren onlarca bina var etrafımızda. Oysa ki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir yapının hastane ya da okul olarak kullanılabilmesi için daha proje aşamasında buna uygun planlanması gerekir. 1999 Marmara Depremi sonrası yıkılan bazı hastane binalarının, hastane olarak inşa edilmesi şöyle dursun, ameliyat masasına yer açmak için kolonlarının kesildiği tespit edilmişti.
Özel hastane ve özel okullarda durum böyleyken, kamu binalarının durumu da pek parlak değil. Öncelikle mevcut durumda, kamu binaları yapı denetim kanundan muaftır. Kamu tarafından inşa edilen/ettirilen yapıların (hastane, okul, idari binalar, yol, köprü, havaalanı, tünel vs..) inşa süreci yürürlükte olan Yapı Denetim Kanununa tabi değildir. Bu yapılar, ilgili kamu idaresinin bünyesinde bulunan teknik elemanlar kontrollüğünde inşa edilmektedir. Ancak bu durum denetlenebilirlikten uzaktır.
Halihazırda hizmet vermeye devam eden bu yapıların yaşanacak afetlerde nasıl davranış göstereceği bilim insanları için de şüphelidir.
Yağmurda trenlerin devrilmesine sebep olan demiryolları, büyük şovlarla açılışı yapıldıktan birkaç ay sonra çöken otoyollar, deprem sonrası uçakların inemediği havaalanları kamu yapılarımızın durumunu gösteriyor.
Çok sayıda işçinin bir arada çalıştığı sanayi bölgeleri ve binlerce kişinin çalıştığı plazalar da, beklenen afet riskleri dikkate alınarak acilen gözden geçirilmelidir. Depolama amacı inşa edilmişken tonlarca ağırlığın taşındığı krenler monte edilmiş fabrika binaları, ofis olarak tasarlanmışken pres makinelerinin doldurulduğu üretim atölyeleri, sokak aralarında konut olarak inşa edilmiş, yüzlerce işçinin çalıştırıldığı atölyeler, binalarla bitişik benzin istasyonları, patlama riski taşıyan hammadde depoları, deprem başta olmak üzere tüm afetlerde ortaya çıkacak riskler göz önüne alınarak yeniden planlanmalıdır.
Organize Sanayi Bölgeleri içerisinde bulunan atık toplama havuzları olası bir sızıntıda tüm canlıları etkileyecek ölümcül sonuçlara yol açacak, tedbirler bugünden alınmazsa etkisi onlarca yıl devam edecek çevresel kirliliğe yol açacaktır.
Onlarca katlı plazalarda özellikle deprem ve yangın konulu senaryolar hazırlanmalı ve tüm çalışanların katıldığı tatbikatlar periyodik olarak yapılmalıdır.
Afet ve kent planlaması
Sanayi devrimiyle birlikte kent nüfusunun çok hızlı artması, bir aşamadan sonra Kentsel Planlama kavramının ortaya çıkmasına neden oldu ve kent gelişiminin uzun vadelere yayılan planlarla kontrol altına alınması zorunluluğunu getirdi.
Kent planlaması yapılırken, onlarca doğal ve insani etken dikkate alınarak, mimariden sosyolojiye, jeolojiden ekonomiye kadar çok sayıda meslek disiplinin içinde yer aldığı uzun vadeli çalışmalar yapılmalıdır. Kentin gelişim şekli, hızı, kısa, orta ve uzun vadeli ihtiyaçlar, sosyolojik ve demografik yapı gibi beşeri (insani) etkenlerin yanı sıra kentin doğal, coğrafi yapısı, meteorolojik koşullar ve afet riskleri de dikkate alınarak planlamalar yapılmalıdır.
1850’li yıllarda çevrelendiği kent surlarının içine sığamaz hale gelen Barselona kenti, o tarihlerde hazırlanan genişleme planına 100 yıldan fazla süre sadık kalarak, düzenli kentleşmeye örnek olmuştur mesela. Benzer şekilde, Amsterdam, Lyon gibi Avrupa kentleri uzun soluklu kentsel planlamalara örnektir.
1917 Ekim Devrimi sonrası, ama özellikle 2. Paylaşım savaşı sonrası yerle bir olmuş Sovyet kentlerin yeniden inşasında da kentlerin ihtiyaçları ve coğrafi koşulları hareket noktası olarak alınmıştır.
Depremsellik konusunda dünyanın en aktif bölgeleri üzerinde yer alan kentlerde planlamanın ilk hareket noktasının da deprem afeti olması gerekir. Dünyada deprem afetiyle karşılaşan kentlerin rehabilitasyonunda bunu önceleyen kentler benzer afetleri yaşamamış veya çok daha az hasarla atlatmıştır.
Örneğin, depremle mücadele konusunda örnek gösterilen Japonya, 1923 yılında yüz binden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan Kanto depremini yaşamıştır. Bu tarihten sonra kent planlamalarını, yapı inşa yönetmeliklerini değiştirip, ilkokuldan başlayarak tüm eğitim sistemini bir kez daha benzer afeti yaşamamak üzerine şekillendirdikleri için sorasında yaşanılan onlarca depremi daha az hasarla atlatmıştır.
Benzer örnekler Meksiko City, Los Angeles için de verilebilir.
Oysa, yazının en başında verdiğimiz örnekte görüleceği gibi, bizim ülkemizde Erzincan, Van, Elazığ, İstanbul gibi birden fazla kez depremin afete dönüştüğü kentlerimiz var. Çünkü depremle mücadeleyi “enkaz kaldırma hızı ve yıkılan binaların yerine yenisini yapmak” olarak algılayan iktidarlar tarafından yönetiliyoruz.
Yapılan her eylem bir amaca hizmet eder. Amacı beton üretmek ve bunun üzerinden rant yaratmak olan idarecilerden 50-100 yıllık kent planlaması yapması beklenemez.
İnsanlar binlerce yıl önce bile kentlerini kurarken çok basit kuralları dikkate almışlardır. Suyun insan yaşamı için önemini kavrayan kent kurucuları binlerce metrelik su kanalları kurmuşlar, devasa sarnıçlar inşa etmişler ve su kaynaklarını koruyacak tedbirler almışlardır. Ancak, su kaynaklarının korunması ve taşkından etkilenmemek için belirlenmiş olan dere yaklaşma sınırı, 2013 yılında yapılan bir değişiklik ile 100 metreden 10 metreye düşürülmüştür.
2021 yılında Batı Karadeniz illerinde yaşanan taşkın nedeniyle dere yatağına inşa edilen onlarca bina yerle bir olmuş, 97 kişi hayatını kaybetmişti. 2009 yılında Marmara Bölgesini etkileyen yağışlarda Tekirdağ ve İstanbul’da 9 kişi hayatını kaybetmişti. Şubat ayında yaşadığımız depremlerin enkazları kaldırılmadan yaşanan sel felaketinde Adıyaman ve Şanlıurfa’da 18 yurttaşımız hayatını kaybetti. Kontrolsüzce inşa edilen HES projeleri ile dereler kurutulurken, yatakları değiştirilen dereler nedeniyle yaşanan sel felaketleri ve ölümler mevsimsel rutin hale geldi.
Kuzey Marmara Otoyolu, Yavuz Selim Köprüsü ve İstanbul Havalimanı inşası ile İstanbul’da bir avuç kadar kalmış olan Kuzey Ormanları da betonlaşma tehdidi altında.
Şehir merkezleri son metrekaresine kadar ranta peşkeş çekilmiş durumda. 1999 depremi sonrasında yalandan da olsa “deprem toplanma alanı” olarak ilan edilen boş arazilerde bugün AVM’ler, büyük gökdelenler yükseliyor.
Sonuç
Barınma amaçlı inşa edilmiş konutundan milyonlarca işçinin çalıştığı atölye, fabrika ve hizmet binalarına, hastane, okul binalarından, yol, köprü, tünel, havaalanına kadar devasa ölçekte sorunlu bir yapı stokuna sahibiz ve sel, yangın, deprem gibi felaketlerle “istikrarlı” bir şekilde yıkımlar ve kayıplar yaşayan bir coğrafyada yaşıyoruz.
Hangi afetlerle karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz, risklerimizi biliyor ve hesap edebiliyoruz.
Ya mevcut anlayış devam edecek ve her felaketten sonra enkaz kaldırma hızı ile övünenleri izlemeye devam edeceğiz ya da felaket yaşanmadan riskleri ortadan kaldıracak örgütlenmeleri hayata geçireceğiz.
Yapılması gereken; vakit kaybetmeden, meslek odaları, sivil toplum örgütleri, akademi çevreleri, bilim insanları ve ilgili tüm kamu idarelerinin içinde yer aldığı örgütlenmeler oluşturulup kentlerimizin afet dirençli hale getirilmesi için mücadele etmektir.
[1] İMO (2023) “Başyazı”, Türkiye Mühendislik Haberleri, Sayı: 513, sf. 2.
[2] AFAD (2019) “9-10-11 Ekim’ de yapılacak Kahramanmaraş Ulusal TAMP Tatbikatı hazırlıkları devam ediyor”, https://mersin.afad.gov.tr/9-10-11-ekim-de-yapilacak-kahramanmaras-ulusal-tamp-tatbikati-hazirliklari-devam-ediyor
[3] Şahin, A. U. (2020) “Afet Yönetimi ve Planlaması Perspektifinden Türkiye Afet Müdahale Planının Değerlendirilmesi”, Reslilience (Dirençlilik Dergisi),4(1), 129-158.
[4] Sağlam, M. (2023) “Uzmanlara göre Erdoğan’ın ‘binaların yüzde 98’i 1999 öncesi yapıldı’ açıklaması gerçekçi değil”, Artı-Gerçek, https://artigercek.com/guncel/uzmanlara-gore-erdoganin-binalarin-yuzde-98i-1999-oncesi-yapildi-aciklamasi-239207h
[5]Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Deprem Mühendisliği Ana Bilim Dalı (2019) “İstanbul İli Olası Deprem Kayıp Tahminlerinin Güncellenmesi Projesi”, https://depremzemin.ibb.istanbul/wp-content/uploads/2020/02/DEZiM_KANDiLLi_DEPREM-HASAR-TAHMiN_RAPORU.pdf
[6]TÜİK (2021) “Bina ve Konut Nitelikleri Araştırması”, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Bina-ve-Konut-Nitelikleri-Arastirmasi-2021-45870
[7] İskenderun Devlet Hastanesi, https://iskenderundh.saglik.gov.tr/Eklenti/324721/0/sunumpdf.pdf?_tag1=D677FD942AA1CE1795B66CBF9A8EA3EF5E735AED