Kadir Yalçın

Venezuela’daki gelişmeler, ana hatlarıyla biliniyor.

En son, 2016 Seçimlerini kazanarak Meclis Başkanı seçilmiş olan J. Guaido, neden iki yıldan fazla beklediğini açıklamamış olsa da, 23 Ocak’ta kendisini geçici devlet başkanı ilan etti.

Neden 2016 Seçimlerini kazandığında ya da kendisiyle birlikte bütün sağcı karşı-devrimci parti ve güçlerin boykot ettiği 2018 başkanlık seçiminin hemen ardından kendisini başkan ilan etmemişti, bilinmiyor. Ancak başkanlık ilanı için koşulları şimdi elverişli bulduğu ortada. Çünkü; önceden hazırlıklarının yapıldığını açıkça ortaya koyarak, arkası “çorap söküğü gibi” geldi. Önce ABD, Trump’ın ağzından desteğini ilan etti. “Lima Grubu” olarak tanımlanan alenen Amerikan yandaşlığı yapmakta olan 14 Latin Amerika ülkesi zaten Maduro’nun başkanlığını tanımadıklarını açıklamışlardı ve beklemeksizin Guaido’ya desteklerini sundular. Sonra, tek tek açıklamalarla başlayıp İtalya hariç AB olarak toplu açıklama yapan Avrupalı emperyalist ülkelerin desteği geldi.

Venezuela’nın başında, başkanıyla seçilmiş bir hükümet var ve değiştirilme yolları da belli; ama beğenilmeyip fiilen değiştirilmesine girişilerek karşısında ikinci bir hükümetin kurulduğu ilan ediliyor. Bir askeri darbe değil, ancak herhalde darbe dışında bir sözcükle tanımlanamayacak bir olgu ve yalnızca ülke içiyle sınırlı olmayıp ülke dışından da güçlü şekilde desteklenen bir “ikili iktidar” ya da doğru deyişle “hükümete karşı hükümet” gerçeğine tanık olmaktayız.

Darbecilerin dış bağlantı ya da desteği küçümsenir gibi değil. Hatta bir adım atılarak, içeriden desteklenen ama Venezuela halkına karşı dışarıdan bir meydan okumayla açılmış bir savaştan söz etmek de mümkün.

Amerikan emperyalizminin Venezuela devlet petrol şirketi PDVSA’nın ABD’deki şirketi Citgo’nun banka hesaplarını dondurmakla yetinmeyip, bu hesaplarda birikmiş parayı J. Guaido’nun emri ve kullanımına sunması bunun bir göstergesi. Diğeri, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı J. Bolton’un, elindeki, üst köşesinde “Kolombiya’ya 5000 asker” yazılı dosyayı TV kameralarına göstere göstere Venezuela hakkındaki bir basın toplantısı yapması. Üçüncüsü ise, henüz Amerikan askerleri gitmeden Kolombiya’dan ülkeye sızan silahlı çetelerin başrol aldığı silahlı çatışmalarda başkent Caracas’ta bile insanların şimdiden öldürülmekte oluşu. Kukla Guaido ise içeride gösteriler düzenliyor, konuşuyor ve çeteler kurup seferber ediyor.

Makalemizin amacı Venezuela’da olan-biteni analiz etmek değil ve ancak gerekli olduğunca bu alana gireceğiz. Konumuz Türkiye’den Venezuela’daki darbeyle ilgili yapılan yorumlar.

TERSTEN İKİ AMERİKAN GÜZELLEMESİ

Amerikalı emperyalistlerin halkları aldatmaya yönelik çabaları bilinmez değil. Özellikle ulusal, etnik ve dinsel-mezhepsel ayrılıklarla çelişmeleri ve bunlardan kaynaklanan ya da tahrik ederek kaynaklandırdığı çatışmaları kullanarak, halklara yardım ediyor kisvesine bürünmeye çalıştığı da bir gerçek. Amerikan emperyalizminin ezilen halkları hedef alan yaygın saldırıları dikkate alındığında, bu aldatıcı girişim ve çabalarının “devede kulak” misali fazlasıyla küçük kaldığı ve amacına ulaşamayacağını tahmin edilebilir. Ancak yine de etkisinin sıfır olmadığı açık. Sözü edilen aldatıcı çabaların özellikle etnik ya da mezhepsel vb. düşmanına karşı –tabii ki emperyalist çıkarlar uğruna– desteklenmiş bir etnisite ya da mezhep mensupları arasında belirli “meyveler” verip belirli etkilere sahip olabileceğinin öngörülmesi gerek. Örnekse, Balkanlarda Sırp zulmüne karşı NATO’nun tabii ki kendi kavlince destek sunduğu Bosna ya da Kosova halkının, sömürü ve zorbalıklarının farkına varıncaya kadar, geçici olarak olsa bile, Amerikalı ve Avrupalı emperyalistleri “iyi” ve örneğin “yardımsever” varsayabilmelerinde şaşılacak şey yoktur. Ya da örneğin Körfez Savaşı’nın ardından Saddam zulmünden kaçan Irak Kürtlerinin, kendilerine sınırlarını açan Türkiye’yi ve ardından “uçuşa yasak bölge” ilan ederek kol-kanat geriyor görüntüsü veren Amerikalı emperyalistlere yakın hissetmelerinde anlaşılmayacak şey olamaz.

Köprülerin altından çok sular aksa da günümüzde benzer durumlar herhalde öngörülmelidir. Açık Amerikan güzellemeleri belirli halkların özellikle belirli katmanlarından da gelebilir, onlar adına konuşup yazıp çizenlerden de. İkinci kategoriden olanlar, eli kalem tutanlar, yazarlar, genellikle az-çok görmüş geçirmişler ya da en azından zamanında bir dizi olaya tanık olmuş, belirli sorunlara sağından solundan yaklaşmışlardır ve olgulardan az-çok haberdardırlar. Güzelleme yapsalar bile fazla ileri gitmemeye, tutumlarını açık ve doğrudan değil, üstü örtülü ve dolaylı, çoğu kez de tersten ortaya koymaya eğilimlidirler. Nasıl mı? Doğrudan Amerikan övgüsü yapmaktan kaçınır, emperyalizm güzellemesine yeltenmez; ama aynı kapıya çıkmak üzere tersten konuşur, örneğin emperyalizme karşı çıkanların anti-emperyalizmini beğenmezler. Anti-emperyalizmi modası geçmiş bir eski zaman “çakaralmazı” gösterir ya da hiçbir şey diyemez ve yapamazlarsa anti-emperyalistlerin boyunu posunu, cüssesi ya da sıkletini tartışma konusu edip beğenmediklerini ve dolayısıyla bu boysuz-pozsuz cüssesizlerin yaptıkları işten hayır gelmeyeceğini ima ederler. Hasılı pek çeşitli yollardan yürür, ama bir türlü asıl konuya gelmez, diyeceklerini dolaylı türden derler.

Bir örnek; Artı-Gerçek’te Venezuela üzerine yazan, ama bu ülkede olup bitenlere hiç değinmeden, anti-emperyalizmi tartışma konusu ederek “Venezuela halkının yanındayız” açıklamasında “suç” bulan Yalçın Ergündoğan’dır.

Arkadaşımız, Maduro ve sonra TKP’den yaptığı alıntılar bir yana, Artı-Gerçek’in bir haberinden tek bir pasaj aktararak suçlamalarını ardı ardına sıralıyor. Aktardığı pasaj şu:

Venezuela’daki Maduro yönetimine yönelik ABD destekli darbe girişimine Türkiyeli sosyalist partiler tepki gösterdi. ÖDP, EMEP, TKP, TKH, TSİP, EHP, TİP ve DİP tarafından yapılan açıklamalarda, ‘ABD emperyalizminin saldırganlığına karşı Venezuela halkının yanındayız’ mesajı verildi…

Başka bir aktarma yok. Sadece bu! Soralım: Arkadaşım, burada söylenenlerin nesini eleştiriyorsun? Aktarılan pasaj iki cümle ve bir saptama yapılıp bir tutum belirtiliyor. Saptama, Maduro yönetimine yönelik ABD destekli darbe (ya da içeriden destekli ABD darbesi) girişimi olduğu şeklinde ve gazete bu girişime “Türkiyeli sosyalist partiler[in] tepki gösterdi”ğini haber veriyor. Söz konusu tutum ise, aralarında EMEP’in de olduğu çeşitli partiler “tarafından yapılan açıklamalarda ‘ABD emperyalizminin saldırganlığına karşı Venezuela halkının yanındayız’ mesajı[nın] verildi”ğine ilişkin.

Adı geçen partilere yöneltilen suçlama hangisi dolayısıyla? Bu partiler ve özel olarak EMEP, ne yapmışlar da suçlanıyorlar? Venezuela’daki darbeyi bu partilerin yapmadıkları ortada, gazetenin haberindeki şekliyle, sadece Venezuela’daki “ABD destekli darbe girişimi”nden söz ediyorlar. Böyle bir darbe olmadı mı, yoksa sözü edilen partilerin bu darbe girişimine tepki göstermelerinde mi bir yanlışlık var? Ergündoğan’ın “eleştirel” makalesinden bu anlaşılmıyor!..

Ya da buraya kadar suçlanacak bir şey yok, ama bundan sonrasında, açıklanan tutumda mı var? “ABD emperyalizminin saldırganlığına karşı Venezuela halkının yanındayız” açıklaması mı suçlanıyor Ergündoğan’ın makalesinde –belli değil!

ABD emperyalizminin saldırganlığına karşı olmak, bu saldırganlığa karşı çıkmak suçlanabilir mi? Suçlanan Amerikan emperyalizmine karşı olmak ve karşı çıkmak mı? Sadece ezilen bir halkın da değil, herhangi bir halkın, bu arada “Venezuela halkının yanında” olmak suçlanamayacağına göre, suçlanan, ancak Amerikan emperyalizmine ve saldırganlığına karşı çıkmak olabilir! Fakat bu, tersten bir Amerikan emperyalizmi güzellemesidir. “Emperyalizm iyidir, güzeldir, ne eylerse güzel eyler” denmiyor, ancak Amerikan emperyalizminin saldırganlığına karşı bir halkın yanında olmak suçlandığına ve herhalde “halk adına” yazıldığı için halkın yanında olmaya suç atfedilmesi olağan olmadığına göre, genel olarak emperyalizm olmasa bile Amerikan emperyalizmi dolaylı olarak şirinleştirilip güzelleştiriliyor. Nasıl olur da Amerikan emperyalizmi suçlanır –bu makalenin ana fikri budur!

Bu arkadaşımızın sosyalizme “anti-emperyalizm” “suçu” yüklerken iki belirgin argümanı ve bir de elmalarla armutları ya da eksilerle artıları, farklılıklarını önemsemeden tek bir paydada toplayıverme türünden bir kargaşa yaratma “yeteneği” var.

Önce “yeteneği”nden söz edip geçelim. Arkadaşımız herhalde ayağının altına bir tabure almış, Kaf Dağı’nın tepelerinden şöyle bir aşağısını süzerek şunları yazıyor:

Haberdeki partilere tebessüm ederek şöyle bir baktım. Hepsi, esamesi okunmayacak denli küçülmüş, küçülmüş yok olma noktasında varlıklarını şöyle ya da böyle sürdürmeye çalışan partiler. Bir çoğu da 12 Eylül öncesi sol siyasal yapılanmaların devamcısı olma iddiasındaki yapılar.” Eee?

Bu da bir eleştiri ya da suçlama tekniği olmalı! Küçükler… Bir işe yaramazlar yani… Görüş ve tutumların cüsselerle tartılması. Makalenin ilerleyen bölümlerinde bir aktarma yapılacak olan TKP dışında kendisine ilişkin bir ayrıntı verilen parti yok. “Sol siyasal yapılanmaların devamcısı”… “Partiler”… Genel bir “sol” edebiyatı!.. Hani, ikisi de Kürt ulusalcısı oldukları için, aralarında önemli bir fark olmadığı ileri sürülüp Barzani KDP’siyle Öcalan PKK’sının kolaylıkla bir sepete konabileceklerinin sanılması türünden bir hamlık! Aralarında fark görülmeyen ya da birbirlerinden pek de farkları olmadığı düşünülen, varsa bile kendi hüsnükuruntuları varsayılan toptan bir “sol”. “Türk solu” mu yoksa?

Bu genel “sol”un ortak noktalarının şunlar olduğunu düşünüyor yazar arkadaşımız (birini düpedüz diyor, diğerini “demeyeceğim” diyerek diyor): “Eskiden kalma ya da yeni oluşmuş aralarındaki tüm farkları, ayrılıkları bir kenara bırakıp; eski bilgilerle yeni dünyayı açıklamaya kalkanların yapması gerektiği gibi yapmış ve ‘emperyalizm karşıtlığı’nın kolay yapışan tutkalı ile birbirlerine kenetlenivermişler.

Hayır, hayır. Ben en kolayından ‘onların’ hemen yapıverecekleri gibi ‘AKP/Saray rejimi ile devletin tutumu ile bire bir örtüştünüz’ demeyeceğim.

Ortak yanları “emperyalizm karşıtlığı”ymış! Geri kalan farklarını bir yana bırakabilirlermiş, ama bu “tutkal”la kenetlenirlermiş! Emperyalizm karşıtlığından nasıl bir nefret etmedir bu? Ne yaman bir, haydi “emperyalizm yandaşlığı” demeyelim, en azından emperyalizm karşısında nötrlüktür, hayırhah bir tarafsızlıktır! Emperyalizmi ne hoş görme ve hoş tutmadır!

Anlaşılmaktadır. Okuyucu için de anlaşılır olmalıdır. Yazarımız Amerikan emperyalizmine karşı çıkılmasından hazzetmemektedir. Öyle düşünmektedir ki, emperyalizm “eski dünya”ya özgü bir “eski bilgi”dir. “Yeni dünya”, artık örneğin “küreselleşmiş” ve bir dizi “küreselleşme” övgücüsü ve hayranının ileri sürdükleri gibi emperyalizm döneminin de kapandığı, “sınıf çatışmasının söndüğü”, “krizlerinden kurtulmuş” bir “refah toplumu” haline gelmiştir de, ondan mıdır; işçi sınıfı ve kapitalizmin niteliği mi değişmiştir, başka bir nedeni mi vardır? Yazar ne eskiyip değişenlere ne de değişimin nedenlerine dair bir ipucu vermektedir, ancak büyük bir özgüvenle her şeyin önüne koyduğu bir postulat kabul edip iddia etmektedir ki, “yeni”si, “eski bilgilerle” açıklanmaya kalkışılamayacak, “eski”sinden fazlasıyla değişik bir dünyadır! Paralel nedenlerle yazarımız da değişmiş, emperyalizm üzerine ahkam kestiği eski solculuk günleri eskide kalmış olmalıdır.

Kişi elbette değişebilir, hatta değişmesi kaçınılmazdır; ancak tercih edilesi değişim tarihin tekerleğinin döndüğü yönde olanıdır, tersine değil. Kendisinin ne yönde nasıl değiştiğinin fazla bir önemi yok. Ama ortaya emperyalizmin de değiştiği ve artık “emperyalizm ve saldırganlığına karşı çıkma”nın gerekli olmaktan çıktığı türünden bir iddia atıyorsa, emperyalizmin yerini neyin aldığı, yoksa “tarihin sonu”na mı gelindiği, kapitalist emperyalist dünyanın sınıfsızlaşıp sınıfsızlaşmadığı gibi sorulara hiç değilse belirli yanıtlar vermelidir!

Elbet vermese de olur. Ancak bu durumda öyle çok da yukarılardan konuşmamalıdır!

Sosyalizmin “anti-emperyalizm suçu”nun yazara göre bir dayanağı emperyalizm ve dolayısıyla anti-emperyalizmin “eski dünya”nın eski bir olgusu olarak eskimiş olmasıdır! Böyle inanmaktadır. Bakacağız.

Demeden dediği, solu “ortaklaştıran” anti-emperyalizmin “suç” oluşunun ikinci dayanağı ise, bu tutumun, yani anti-emperyalizmin “AKP/Saray rejimi ile devletin tutumu ile bire bir örtüşmesi”dir.

Yazarımız, bize ve toptancılıkla “sol partiler”e, açıktan, “sizin tutumunuz AKP/Saray rejimi ile devletin tutumu ile bire bir örtüşüyor” demektedir. Başka sol partilerden sorumlu olmadığımız gibi kefilleri de değiliz, kendilerini savunur ya da savunmazlar. Ancak yazarımızın, bizim tutumumuzu, anti-emperyalizm ortak paydasına sahip olma iddiasıyla “AKP/Saray rejimi ile devletin tutumu ile bire bir örtüş[tür]mesi” gaflet değilse delalet olduğunu belirtelim!

Bozuk saat de günde iki kez doğruyu göstereceği için bizim ve AKP/Saray rejimi ya da devletin tutumlarından –olur ya!– bazıları örtüşebilir. Örneğin amacı, içeriği, yönelimi ve bağlandığı bütün tamamen farklı olmasına rağmen, AKP de EMEP de Filistin’e sahip çıkabilir –bu tür bir örtüşme olasıdır.[1] Ama EMEP ya da sosyalizmin AKP ve hele Saray rejimi ve devletle anti-emperyalist tutum bakımından benzeşmesinin imkan ve ihtimali yoktur. Nedeni şudur ki, AKP/Saray rejimi ve devletin ve herhangi tutumlarının anti-emperyalizmle en küçük bir ilgisi kesinlikle yoktur. AKP emperyalizme karşı değil yandaştır. AKP, emperyalizmin işbirlikçisidir. Yazarın emperyalizm karşıtlığı dolayımıyla EMEP ve AKP ve rejimiyle devleti arasında herhangi tür bir paralellik ya da yakınlık kurması sadece ve yalnızca cehaletini kanıtlar.

EMPERYALİZM TEKELCİ KAPİTALİZMDİR

Bu, şimdiye kadar Teori ve Eylem’de üzerinde çokça durulmuş bir sorun ve o nedenle uzatılmayacak.

Özetle, yazarın makalesindeki kavrayışının tersine, emperyalizmin sıradan ve içeriğiyle dayanakları belirsiz bir saldırganlık, basitçe bir ilhak eğilimi ya da şu ya da bu hedefe yöneltilmiş bir taktik manevra olmadığı belirtilmelidir. Günümüz emperyalizminin, tarihte aynı adla anılan benzerleriyle aynı kategoriden bir “yayılmacılık” ya da “imparatorluk” eğilimi olarak tanımlanamayacağı da tartışmasızdır. Roma ya da Perslerde beliren imparatorluklar ve emperyalizm ayrıdır, günümüz kapitalizmi olan emperyalizm ayrı.

Emperyalizm ve anti-emperyalizm olarak üzerinde tartışma yürüttüğümüz olgu herhalde antik Roma’yla ilgili değil. Tekelci aşamasındaki günümüz kapitalizmini tartışıyoruz. Bugün emperyalizm ve saldırganlığı dendiğinde, Roma ve Galya vb. seferleri değil, ama ağlarını dünyanın en ücra köşelerine kadar yayan sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçerek oluşturduğu mali sermayenin egemenliği, yalnızca ortaya çıktıkları ülkelerle sınırlanmadan başka ülkeler ve genel olarak dünya ekonomisini avuçlarının içine alan kapitalist tekeller ve burjuva sınıf egemenliğini ellerinde toplamaları akla gelir. Emperyalizm, öncelikle kapitalist tekeller ve egemenlikleridir. Tekelci kapitalizmdir.

Ve emperyalizm; zaten ancak evrensel olarak var olabilen ve sermayenin evrensel egemenliği olan kapitalizmin ölümcül olan son ve günümüzde yaşanan aşamasıdır. 19. yy’ın sonlarından bu yana tanıklık ettiğimiz tekelci kapitalizm; tekellerin egemenliği olduğu kadar, kapitalizmin dünyayı, yalnızca meta ihracı ve ticaret aracılığıyla değil, ama sermaye ihracına dayalı olarak ve tek bir dünya ekonomisi yaratıp ülke ekonomilerini ona entegre ederek birbirine bağladığı ve dünyanın ekonomik ve toprak olarak paylaşımının tamamlandığı bir kapitalizmdir.

Bu nedenle, emperyalizm ve örneğin Venezuela’ya yönelik emperyalizmin saldırganlığından söz edildiğinde, bu küçümsenip dudak ya da burun kıvrılacak türden önemsenmeyebilecek bir şey değildir, olamaz. Venezuela ve emperyalist saldırganlık dendiğinde, sadece bir darbeden, darbenin meşru sayılıp sayılmayacağı tartışmasından, herhangi bir ülkeyi adı şu ya da bu olan bir kişinin yönetmesinden söz açılmasıyla yetinilemez.

Tartışma, yalnızca siyasal ilişkiler ve tutumlarla sınırlandırılarak, örneğin Venezuela petrolü ve altınıyla bu iki zenginlik kaynağına yönelik emperyalist talan, bir adım daha atılarak, Venezuela ekonomisi ve ona egemen olma “çekişmesi” düşünülmeden yürütülemez. Sadece yeraltı kaynaklarının önemli olmasının dile getirilmesi de yeterli sayılamaz. Sorunun, aynı zamanda, Venezuela ekonomisi ve ekonomik bağımsızlık sorunu olarak anlaşılması gerekir. Tekeller ve mali sermaye egemenliği, bugüne kadar Venezuela’da da olduğu gibi, türlü yollarla sürer; önüne talanını zorlaştırıcı çeşitli siyasal barikat ve engeller çıkarılmış olsa bile, mali sermaye, yaygın ağlarına dayanarak kapitalist ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına şu ya da bu yolla el koymaya devam eder. Bir dizi ulusallaştırmalarla bu el koyma ancak sınırlandırılabilir ve bu sınırlandırma katiyen önemsiz sayılamaz. Ancak ulusallaştırmayla yetinilemez; çünkü kapitalizmin sınırları aşılmadıkça, eninde sonunda tekellerin egemenliği olan mali sermaye egemenliği baskın gelir. Buradan çıkarılacak olan, ulusallaştırmanın küçümsenmesi değil, üzerine basılarak ilerlenecek zemin edinilmesi ve mücadelenin kapitalizmin tasfiyesine girişilerek geliştirilmesidir.

Ve hele asıl önemli ve tayin edici olanın, emperyalizmin şu ya da bu adlı kişilerle değil halklarla çelişki halinde olduğu ve saldırısının halklara yöneltilmiş olması olduğu görmezden gelinemez. Kimin egemenliği? –sorun budur: Kapitalist emperyalizmin mi işçi sınıfı ve halkların mı?

Yazarın dalga geçmeye tevessül etmesine zemin sağlamak üzere, günümüzde işçi sınıfı dağınık ve örgütsüz, halklarsa emperyalistler ya da onlara karşı çıkmaya cesaret edebilen Venezuela ve Küba gibi az sayıda ülkede iktidarda olan ara sınıflardan, giderek palazlanarak yükselip büyümekte olan küçük ve orta burjuvaziden oluşan ulusal burjuvazi tarafından yedeklenmiş olabilirler. Bu, uluslararası işçi sınıfının üstesinden gelinmesi uzunca sürmüş –modern revizyonizmin egemenliği ve yol açtığı tahribatın neden olduğu– tarihsel yenilgisinin sonucu olan geçici bir durumdur. Ve ne emperyalizmin niteliğini değiştirerek artık karşı çıkılmaması gereken “sevimli” bir yaratığa dönüştüğü, ne de Venezuela örneğinde olduğu gibi, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişkinin geçersizleştiği anlamına gelir! Anlamı sadece şudur ki, halklar emperyalizmle, işçi sınıfının dağınık ve örgütsüz olduğu kadar kendisine olan güvenini yeniden kazanmak zorunda olduğu koşullarda mücadele etmek durumundadır. Çeşitli ülkelerdeki müfrezeleriyle uluslararası işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi de, şüphe edilemez ki, onun çeşitli bölüklerinin kendi burjuvazilerine karşı kendi ülkelerinde yürütecekleri sınıf mücadelesi kadar dünya ölçeğinde kapitalist emperyalizme karşı yükseltilecek ezilen halkların mücadeleleri içinde gelişecektir.

O nedenle, yalnızca emperyalizme karşı halkların mücadelesinin başarıyla ilerleyişi bakımından değil, ama uluslararası işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyini yükselterek kendisine olan güvenini yeniden kazanması ve pratik olarak sosyalizm yoluna girmesi bakımından da, Venezuela ve diğer ülkelerde halkların emperyalizme karşı mücadelelerinin önemi küçümsenemez.

VENEZUELA’DA DESTEKLENEN KİM: BURJUVAZİ Mİ HALK MI?

Konu önemli. Çünkü yazar, “sosyalist partiler” ve “Venezuela halkının yanındayız” mesajlarını aktararak başlıyor, ama “halkın yanındayız” denmemiş ya da “Maduro’nun yanındayız” denmiş gibi, makalesinin sonuna ve TKP’ye gelinceye kadar, Maduro’dan aktarmalar ve onun yaptıklarıyla sürdürüyor!

Maduro “Erdoğan’ın desteğini unutmayacağım. En iyi dostum Erdoğan” demiş… “…izlediğim ve hayranı olduğum dizi Diriliş Ertuğrul…” demiş. “Ama” diyor yazar, Maduro’nun bu “ifadelerini malzeme etmeyecek”miş! Etmiyor!

İfadelerinin bari içi dolu olsaydı! İçi boş, ama söyledikleriyle “malzeme etmeyip” ima ettiği bir şey var ve mealen şöyle: “Kendilerine sosyalist diyen partiler Erdoğan’la aynı saftalar”!

Oysa, tümü adına değil ama EMEP ile ilgili konuşursak, onun açıklaması ortadadır ve Maduro’nun adı, genel tabloyu tamamlamak üzere tek bir yerde ve eleştirilerek anılmaktadır:

İşbirlikçi tekelci güçler bir süredir Maduro yönetimini devirmek için çeşitli girişimlerde bulunuyor; suikast girişimleri; ekonomik spekülasyonlar ve karaborsacılıkla darbe zeminini hazırlıyorlardı. Amerikan emperyalizminin Venezuela’ya koyduğu ambargo da bir lütuf olarak görüldü.

Maduro’nun izlediği politikalar da Venezuela’nın ekonomik bir krize girmesini hızlandırdı, yoksullaşmayı ve hoşnutsuzluğu artırdı. Sağcı gericiliğin darbeye yeltenmek için dayanak bulduğu ve fırsata çevirdiği tablo budur.[2]

Peki, EMEP kimi desteklemiştir?

ABD emperyalistleriyle içerideki işbirlikçileri Venezuela’nın petrolüne, doğal gazına, altınına el koymak için sürekli planlar yapageldiler. Venezuela halkı da buna karşı sürekli direndi.

Venezuela halkı emperyalizme ve kapitalist sömürüye karşı mücadele azmini kanıtlamış bir halktır.

Venezuela işçi sınıfı ve emekçileri de bu büyük meydan okumaya karşı kendi kaderini tayin hakkını savunmak için mücadele edecek ve bu ikinci darbe girişimini de püskürtecektir.

Emek Partisi olarak Venezuela halkının haklı mücadelesini destekliyor, dayanışma duygularımızla yanlarında olduğumuzu bildiriyoruz.

Yazarın makalesinin başında “sosyalist partiler”in tutumuna atfen Artı-Gerçek’ten kendi aktardığı “Venezuela halkının yanındayız” sözleri de ortadadır, EMEP’in yayınlayıp web sitesine koyduğu açıklama da. Yazar ne yaptığını, neyi neden suçladığını bilmemektedir. Ama bildiği bir şey vardır; emperyalizmi güzelleştirecektir. Bunu, açıklamasını ters-yüz etmeye çalıştığı EMEP’in, Venezuela halkını değil, Erdoğan’la yakınlığı üzerinden ve “en iyi dostum Erdoğan” dediğinin altını çizdiği Maduro’yu desteklediği açık yalanıyla, 1) Erdoğan’a vehmettiği anti-emperyalizmi olumsuzlayıp kötü göstererek ve 2) EMEP ve sosyalizmi, alın teriyle kaynaklarını sömürdüğü Venezuela işçi sınıfı ve halkının sırtından zenginleşip büyürken onları tekeller ve emperyalizmle uzlaşmaya yönelten Venezuela burjuvazisi ve temsilcilerinin destekçiliğiyle tanımlayarak yapmaktadır.

Ancak “Venezuela halkının yanındayız” şeklindeki tutum açıklamasını “Maduro’yu destekliyoruz” olarak anlayıp göstermesinin, açık bir çarpıtma ve yalan olmayıp halkı siyasal iktidarı elinde tutan ulusal burjuvaziyle eşitleyen kavrayışının ürünü olma olasılığı da yok değildir; ama böyleyse, bu, yazarın daha iyi bir pozisyonda olduğunu belirtmez. Halkla burjuvazinin birbirine karıştırılması, emekle sermaye karşıtlığı ve kapitalizme ilişkin kavrayışsızlığın belirtisidir ve ima ettiği işçisiyle burjuvazisinin birbirinden ayırt edilemediği sınıfsız-sömürüsüz kapitalist toplum, yine kapitalizmle birlikte onun son aşaması emperyalizminin güzelleştirildiğine delalet eder.

Lakin yazar “halkın yanındayız” diyenleri Maduro’yu kötüleyerek suçlamayı sürdürür.

Nicolas Maduro öyle ya da böyle değil, çok açık bir şekilde diktatör.

Burada bir durmak gerek. Burjuva yazarlara göre bir “diktatörler” vardır, bir de diktatör olmayanlar ya da “diktatörlük” ve “demokrasi”! Kötü ve olumsuz olan “diktatörler” ve “diktatörlükler”, iyi olanlarsa demokratlar ve demokrasidir! Sınıfların birbirlerini dengeledikleri belirli ve geçici durumlar bir yana, kişiler olarak diktatörler değil, diktatörlükler vardır ve bütün devletler birer diktatörlüktür –sınıf diktatörlükleri. Venezuela ve Maduro için de bu geçerlidir. Maduro kişisel bir diktatör değildir; üstelik Venezuela’daki bugünkü durum geçicidir.

Venezuela kapitalist bir ülkedir ve bir burjuva diktatörlüğüdür. Ekonomik egemenlik tekellerin elindedir; ancak siyasal iktidarı eline geçirmiş olan küçük ve orta burjuvazi olarak ulusal burjuvazi, başta bazı ulusallaştırmalar olmak üzere belirli açılardan tekellerin ekonomik egemenliklerini sınırlamıştır ve kavga buradan çıkmaktadır. Bu iç mücadeleyle doğrudan ilişkili olarak, ülke, özellikle Amerikan emperyalizmle bağlarını koparıp koparmama mücadelesinin ortasındadır. Çünkü her şeyden önce Venezuela tekelleri ve tekelci burjuvazisi, uluslararası tekelci burjuvazinin bir parçası ve uzantısı olarak emperyalizmin işbirlikçisidir.

Tutarlılığı ya da tutarsızlığı tartışması bir yana, yazarın, tam da emperyalistler ve işbirlikçi tekellerle mücadele halindeki Maduro’yu “diktatörlük”le suçlarken Guaido hakkında tek laf etmemesi ya da kıtada işbirlikçi tekelleri temsilen pek bol olan diktatörleri, örneğin Brezilya’da iktidara gelen faşist Bolsanaro’yu hiç aklına getirmemesi oldukça ilginçtir!

Öte yandan kapitalist ülkelerin tümünün burjuva sınıf diktatörlükleri olmaları, bu diktatörlükler ve diktatörlüklerin “yürütme komiteleri”ni toptancı bir tutumla “aynı topun kumaşı” saymak kuşkusuz yanlış olur. Örneğin başında Bolsanaro ile Brezilya emperyalizme bağımlı, egemenliğin mali sermaye ve tekellerin elinde olduğu gerici ve faşistleşme sürecinde bir burjuva diktatörlüğüyken; Maduro’nun yönettiği Venezuela, bir yandan yükselip büyümekte olan burjuvazisi savrulmalar yaşarken öte yandan özellikle ideolojik planda emperyalizmle mücadele eden, belirli uzlaşmalara rağmen egemenliği tekelci geleneksel büyük burjuvazinin elinden almış olan ve tekrar kaptırmamaya uğraşan, Bolsanaro Brezilya’sı gibi tüm kaynakları yağmalanan emekçi halkın siyasal bakımdan da kırılıp geçirilmediği, tersine, elbette siyasete katılma ve siyasal inisiyatif almalarının önüne ciddi zorluklar çıkarılmasına karşın konsey ve komünlerde örgütlenerek siyaset yapmasının önünün az-çok açık olduğu, dayandığı ulusal değer ve renkleri kullanan burjuvazinin egemenliğinde, demokratik bir burjuva diktatörlüğüdür.

Ancak “Venezuela halkının yanındayız” diyenleri yel değirmenlerine saldırırcasına Maduro destekçisi olmakla itham eden yazar, onları yine Erdoğan üzerinden ve tutumları Erdoğan’ınkiyle birleştiği imasıyla suçlayabilmek için Maduro’nun suçlarını saymaya devam eder.

Venezuela’da ortalama vatandaş son 3 yılda gıdasızlıktan vücut ağırlığından 8 kilo kaybetmiş. 3 milyonu aşkın ülke yurttaşı, ülkeden kaçmış. Kaçanlar arasında aydınlar, doktorlar, hemşireler, avukatlar başı çekiyor. Tıpkı Maduro’nun ‘tv dizileri’ne bayıldığı yakın dostlarının ülkelerinde olduğu gibi.

Rakamlar abartılı, ancak bunu tartışmayıp olguya tersinden bakalım.

Evet, Venezuela’dan da, tıpkı Türkiye’den olduğu gibi, kaçanlar var. Peki, bu ülkeden kaçanların genellikle gittikleri ABD’de 30 milyon kişinin evsiz barksız sokaklarda yaşamasına ne denecek? Sadece Türkiye ya da Venezuela değil, tüm kapitalist ülkelerin yurttaşlarının tahammüle zorlandıkları koşulların zor katlanılır düzeyde olduğu ortada ve buna eski “sosyal devlet” ve “refah” ülkeleri de dahil. Bundan kapitalizme son verilmesinden başka hangi sonuç çıkarılabilir?

Ve yazarımız Maduro’nun diktatörlüğüyle Erdoğan ve Türk dizilerine hayranlık duymasından ilginç bir biçimde Venezuela halkının yanında olmanın yanlış olacağı sonucu çıkardığına göre, acaba hangi “doğru” sonucun çıkarılması gerektiğini düşünüyor? Amerikancı darbenin desteklenmesi mi? Amerikan emperyalizminin darbe tezgahlaması mı, hangi sonuç çıkarılmalı? Venezuela sağ muhalefetinin önde gelenlerinin büyük bir olasılıkla genellikle Amerikan film ve dizilerini beğenerek izlemeleri nedeniyle Amerikan hayranlığı mı? Makalede ne söylenmek isteniyor?

Öyle gizli saklı değil. Ortada. Anti-emperyalizmle alay edilerek emperyalizmin saldırıları en azından örtülüyor. Maduro’nun suçlanmasının yanı sıra makalenin hareket noktası edindiği halkın yanında olmak da suç sayıldığına ya da hiç değilse benimsenmediğine göre, geriye tek seçenek kalıyor: Guaido darbesinin savunulması, en azından emperyalizme uşaklığıyla gericiliğinin üzerinin örtülmesi!

Guaido darbesi nedeniyle Venezuela tartışmalarına alaycı bir katılım gösteren bir diğer örnek de Nazım Alpman.

Alpman, anti-emperyalizmle dalga geçmiyor, emperyalizme güzelleme yapmaya da girişmiyor. Ancak onun da, içini boşaltarak, anti-emperyalizmi içeriksizleştirdiğini söylemeliyiz. Onun alaycı bir yaklaşım ve tutumla eleştirdiği, Venezuela ve Guaido darbesine karşı çıkma konusunda “sosyalist sol”un Bahçeli ve Erdoğan’la “birleşmiş” oluşu! Anti-emperyalizmin içini, tam bu noktada boşaltıyor. Erdoğan’la Bahçeli’nin Maduro destekçiliğini örnek gösterip, “bu defa sağ cenah da anti-emperyalist kanatta konuşlandılar” diyor Alpman. Yani? Yani, nasıl bir anti-emperyalizmse, Alpman’a göre, Erdoğan’la Bahçeli de anti-emperyalistler! Bu, emperyalizmi de anti-emperyalizmi de laf düzeyine indirgeyerek anlamsızlaştırmak demektir. Alpman’ın çizdiği anti-emperyalizm tablosu, “Erdoğan’la Bahçeli anti-emperyalistse ben değilim” dedirttirecek türdendir! Önce Ergündoğan ve şimdi de Alpman’ın, “üst sınıf pencereleri”nden baktıklarından olsa gerek, ABD ve Avrupa karşısında çıkarılan gürültüye kanarak ve bunun “paylaşım” sorunundan kaynaklanan politik ayrılıklara oturduğunu anlamayarak “anti-emperyalizm” madalyaları dağıtmaları, kendileri için herhalde bir zül sayılmalıdır.

Alpman şöyle yazıyor: “Maduro’nun (…) Türkiye için tam anlamıyla bir milli birlik ve beraberlik abidesi haline geldiği tartışılmaz. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yakın arkadaş haline geldiği Maduro’ya destek verirken (…) yılların anti-komünisti Devlet Bahçeli de Venezuela’nın ‘sosyalist’ liderine karşı gönülden bir destek verdi. (…) Sosyalist solun bütün partileri ve grupları ‘doğal olarak’ ABD karşısında kim varsa onun yanında dururlar. Bu defa sağ cenah da anti-emperyalist kanatta konuşlandılar. Böylece şeriatçı sağdan radikal sola kadar bütün siyasal yapılar Nicholas Maduro’nun yanında saf tuttular. Bir başka anlatımla Maduro Türkiye’yi birleştirdi.[3]

Hayır! Böyle olmadı, sayın Alpman. Türkiye, hala sınıf mücadelesinin arenası. Üstelik önemli bir demokrasi mücadelesinin de mekanı. Erdoğan’la sosyalistlerin tutumları ve Türkiye birleşmiş değil. Emperyalizmin uşağı Guaido darbesine karşı çıkıp Venezuela halkının yanında yer almak başkadır, Maduro’yu desteklemek başka. Elma sevmem dediğinizde ille de armut seviyorsunuz demek değildir! Öyle davranan solcular olabilir, ancak biz, ABD’nin karşısında kim varsa onun yanında durmayız. İşte Rusya. İşte Çin. Kim sosyalistlerin Rus ve Çin emperyalizminin yanında durduğunu ileri sürebilir?!

Bir. ABD işçi ve halk düşmanı emperyalist bir saldırgan olduğu için ona karşıyız. Yarın bu durum bir devrimle değiştiğinde, elbette ona karşı olmayacağız. Dolayısıyla ABD’ye değil, emperyalist Amerikan mali sermayesi ve tekellerine, onların dünya ölçeğine yayılmış egemenliğine düşmanız, halkına değil.

İki. Amerikan emperyalizmi yakın geçmişte hemen yanı başımızdaki Irak’a saldırdı, şimdi de Suriye’de saldırı halinde. Bu ülkelerin halklarını, onların yeraltı ve yerüstü zenginliklerini hedef alan bu emperyalist saldırı ve işgallere karşı çıktık, ama ne zorbalıkları bilinen Saddam ve Esad’ı destekledik ne de böyle bir destekte bulunduğumuz için suçlandık. Ne Saddam’ı ne de Esad’ı savunup desteklediğimiz iddia edilebildi!

Üç. Emperyalist ve işbirlikçi tekeller tarafından hedefe konup kuşatılan, tutarsız da olsa burjuva nitelikli anti-emperyalist bir ulusal hareketin başındaki Maduro ile karşı karşıya oldukları halkları ve anti-emperyalizmle ilişkisiz oldukları kadar kendileri ülkelerinin büyük burjuvazisinin temsilcisi durumundaki Saddam’la Esad arasında belirli bir fark olduğunu görmek zor değil. Emperyalist saldırıya uğrayan Irak ve Suriye’de iktidarı ellerinde tutan Saddam’la Esad’ı hedefe koymak akıllı bir sosyalistin işi değilken ve olamazken, tabii ki Maduro’yu hedefe koyacak ve öncelikle ona saldıracak değiliz. Halka saldırı başlatmış emperyalizm ve işbirlikçi tekeller dururken ve onların yerine, Maduro’ya saldırarak işe başlamak, sınıf mücadelesinden hiçbir şey anlamamak olurdu! Ancak açık ki, hele sosyalizm adına, dayanakları arasında olan Venezuela burjuvazisi bir yandan büyüyüp yükselmiş bir yandan da Çin ve Rusya’yla küçümsenemeyecek ilişkiler geliştirmişken, Maduro’nun peşine takılıp onun halkı öteleyip bezdiren burjuva yolundan emperyalizme karşı mücadeleyi ilerletme iddiasında bulunmak da sosyalistlerin işi olamaz.

Ergündoğan ve Alpman’ın toptancı bir tutumla “sosyalizm” ya da “komünizm” diyen herkesi, her parti ve grubu yekpare bir bütün sayarken, büyük olasılıkla bilerek “es” geçtikleri, “sol partiler” arasındaki bu konuya ilişkin ayrılıktır. Evet, kimi “sosyalistler”, üstelik “sosyalist” varsayarak Maduro’yu desteklemekte ve arkasında toplanmanın doğru olduğunu düşünmektedirler. İki eleştirmene göre, TKP de, Chavez’den bu yana “21. yy Sosyalizmi”ni benimsemiş Maduro ve partisi PSUV de sosyalisttirler, biz de; ve öyleyse herkes birbirini ve Maduro’yu desteklemektedir!

Böyle olmadığı tartışma götürmez. TKP Maduro’yu, üstelik sosyalist sayıp desteklerken, hele Amerikan emperyalizminin gemi azıya almış saldırısı karşısında hedef tahtasına oturtulmasını ve “mızrağın sivri ucunun ona doğrultulmasını” yanlış gören EMEP ise Maduro destekçiliği yapmamaktadır. EMEP, Venezuela’da üstelik yükselişteki burjuvazinin değil işçi sınıfının önderliği ve yolunu savunmakta; emperyalist saldırının, bugüne kadar olduğu gibi kapitalizm dokunulmaz sayılarak onun sınırları içinde kalınıp işbirlikçi tekellerle uzlaşılarak ve geleceği Çin ve Rusya ile ilişkilerde arayamaya yönelerek değil, ama işçiler ve emekçilere dayanılarak göğüslenmesini sosyalistliğin olduğu kadar emperyalizme karşı zaferin de şartı saymaktadır.

DARBE VE DARBE KARŞITLIĞI SORUNU

Gerek “demeyeceğim” deyip “AKP/Saray rejimi ile devletin tutumu ile bire bir örtüştünüz” diyerek sosyalistlerin Erdoğan ve dayanaklarıyla birleştiğini söyleyen Ergündoğan ve gerekse “Maduro’nun şeriatçı sağdan radikal sola kadar Türkiye’yi birleştirdiği”ni saptayıp (!) eleştiren Alpman, gerici tekelci egemenliklerin Erdoğan türü temsilcilerini “anti-emperyalist” saymanın yanında bir konuda daha yanılıyorlar ve sosyalizmden/komünizmden hoşlanmamalarıyla birlikte bu ikisi sosyalistlere yönelik suçlamalarına dayanaklık ediyor. Anlamayıp yanıldıkları ikinci konu, darbe ve darbeciliktir.

Sosyalistlerin darbeci olmadıkları ve darbeciliği benimsemedikleri açıktır. Darbe, her şeyden önce ordu/askeri bürokrasi başta olmak üzere devlet katlarında, militarizm ve bürokrasi içinde örgütlenmenin esas alınmasını gerektirir ve darbeciler böyle yaparlar. Darbeyi buralardaki mevzilerinden vuracaklardır. Sosyalistlerin öncelikle hazır devlet makinesini olduğu gibi devralmayı öngörmedikleri ve eski burjuva makinenin kırılmasını ve artık “devlet-olmayan devlet” ya da “yarı-devlet” olarak “sönme”ye gidecek bir “geçiş dönemi” örgütü olacak yeni ve proleter bir mekanizma olarak proletarya diktatörlüğünün kuruluşunu savunup benimsedikleri bilinir. Bununla, eski devlet aygıtı içindeki örgütlenmeyle ilerlemenin esas alınması ilgisizdir ve proletarya diktatörlüğü devlet katlarındaki çekişmeye dayanılarak gerçekleştirilemez; tersine, kapitalizmi tasfiyeye girişecek proletaryanın burjuvaziyi ve egemenliğiyle bu egemenliğin aygıtını hedef alan sınıf örgütlenmesini zorunlu kılar: En başta proletarya olmak üzere sömürülen emekçi yığınların örgütlenmesi ve mücadelesi. Burjuva devlet ve kurumları içinde örgütlenme gereksiz sayılamaz; ancak ne asıl olarak bu tür örgütlenmeye dayanılabilir ne de bu tür örgütlenmenin vuracağı darbelerle sosyalizm gerçekleştirilebilir.

Ancak sosyalistlerin darbeci olmamaları ve darbe/cunta örgütlerine dayanmamaları başkadır, darbeler karşısındaki tutum başka ve bu ikisi birbirine karıştırılmamalıdır.

Türkiye’nin bir darbeler ülkesi oluşu ve özellikle 27 Mayıs darbesiyle bir faşist diktatörlüğün devrilmesi, bir yandan solcu ve ilericiler arasında darbeci görüşlerin yayılmasına yol açmış, geçmişte sol saflarda bu eğilim yaygın ölçülerle var olmuştur. Ancak hem 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin asıl halka ve devrime vurup onların önünü kestiğinin görülmesi, hem de buradan giderek yükselmekte olan darbe karşıtlığını, AKP’nin, hükümet olup iktidara yerleşmesi sürecinde, Cemaatle el ele ve sol liberalleri de peşine takarak, o güne kadar iktidar ipini ellerinde tutan yüksek askeri bürokrasiye karşı yürüttüğü mücadeleye bağlayıp kanalize etmeyi başarması, darbeciliğin darbelenip kötülenmesini beraberinde getirmiştir. “Askeri vesayet” ve tasfiyesi AKP-Cemaat ortaklığı kadar liberal solcularca da yüceltilerek demokrasi mücadelesinin ekseni yapılmıştır.

Belirli dönemlerde “darbe karşıtlığı” türünden özel hedefler edinilemez ve bu içerikli belirli taktik planlar doğrultusunda mücadele edilemez değildir. Ancak AKP-Cemaat ortaklığı döneminde konulmuş bu hedef kadar bu hedefe yönelik mücadelenin de problemi, halka yer vermeyişi, ama halkın iktidar çekişmesi içindeki iki burjuva gerici mihraktan birinin peşine takılarak, söz konusu koşullarda liberal solcularca AKP-Cemaat ortaklığının yedeği olarak işlevsizleştirilmesiydi.

Öte yandan –yakın sayılabilecek geçmişteki– bu hedef ve ona yönelik mücadelenin üst sınıflarla örgütleri arasına sıkıştırılan halkı ve sınıf mücadelesini yok saymasının yanında bir diğer sorunlu yanı, belirli somut koşullarda doğru olan/olabilecek darbe karşıtlığının, demokrasi mücadelesine eşitlenip genelleştirilip mutlaklaştırılarak, sınıflar arasında mücadele olarak anlaşılması gereken iktidar mücadelesinin tamamı olarak varsayılıp böyle propaganda edilmesiydi. “Darbe karşıtlığı” veya “askeri vesayete karşı mücadele” ya da “askeri vesayetin tasfiyesi mücadelesi” denince iş bitip akan sular duruyor, her şey halloluyordu!

Bugüne gelindiğinde, her iki yazar da, bohçalarında bu yükle, Müslüman Kardeşlere yönelik Mısır darbesi karşıtlığının ardından –ideoloji düzeyine yükseltilmiş darbe karşıtı pozisyonunu savunmasının hizmetinde– Erdoğan’ın Venezuela’daki darbeye de karşı çıkıp Maduro’yu desteklemesiyle, “darbe karşıtlıkları” dolayısıyla Maduro’yu desteklediklerini varsaydıkları sosyalistlerin muhayyel “desteği” arasında paralellik kurarak, –kendileri hariç– “Türkiye birleşti” sanıyorlar.

Oysa, ne Türkiye’de ne de Venezuela’da, saflar, darbecilerle darbe karşıtları olarak bölündü ve bölünüyor. Şimdi kim Venezuela’nın “darbeci” Guaido ve destekçileriyle, “darbe karşıtı” Maduro ve destekçileri olarak saflaştığını ve Türkiye de Maduro destekçiliğiyle buradan “birleşti” sanıyorsa, aldanıyor.

Guaido, kullandığı darbeci yöntemin ötesinde, öncelikle emperyalizmin işbirlikçisi tekelci bir neoliberal ve oligarşinin temsilcisi gerici bir karşı-devrimci. Maduro ise, dayanakları hareketli olmasına ve özellikle devlet bürokrasisinde üstlenmiş küçük ve orta burjuvazi içinden belirli bir kesim büyüyüp yükselerek yeni ilişkiler geliştirmeye yönelmesine karşın, emperyalizmle işbirliğini temsil etmiyor; dayanakları arasında işçilerle özellikle kent yoksulları da olan ve burjuvazinin sürüklediği ulusal mücadelenin tekelci geleneksel büyük burjuvaziyle uzlaşmalar içindeki bir temsilcisi. Bugün için Maduro’ya karşı mücadele öncelikli hedefimiz olmamasına rağmen onu desteklemeyişimizin nedeni ise, uzlaşmalarının yanı sıra emekçi halkın temsilcisi olmayıp onun mücadelesinin önünü açmayışı.

Evet, Erdoğan “yakın arkadaş haline geldiği Maduro’ya destek verirken” demokrasiyi savunuyormuş gibi yapıyor ve yazarlarımızın da aldanmasına neden olan demokrasi savunuculuğuyla darbe karşıtlığını eşitleyerek, “seçimle gelen seçimle gider” diyor.

Aldanmalı mı yazarlar, peki? Aldanacak olurlarsa, “Bolivarcı Devrimci Hareket-200”ün başında 1992’de Andres Peres hükümetine karşı darbeye girişen Chavez’le 1998’de “Beşinci Cumhuriyet Hareketi”nin başında başkanlığa uzanan ve 2002’de kendisi bir askeri darbeye muhatap olan Chavez’i nasıl tanımlayacaklar? Darbeci mi darbe karşıtı mı? Bir öyle bir böyle bir “yanardöner” mi? Yoksa 1989’da Caracazo’da neoliberalizmin sonuçlarına tahammül edemeyerek ayağa kalkan yoksul emekçilere ateş açmayı reddeden, emperyalizme karşı ve belirli halkçı düşünce ve duygular yüklü bir askerin kullanmayı öğrendiği “araçlar”la darbeye kalkışıp olmayınca seçim yoluyla başına geçtiği Venezuela’yı emperyalizme karşı mücadeleye sevk edişi, halka duyduğu yakınlığı, burjuvazinin yolsuzluk ve talancılığıyla halka çıkardığı engelleri gördükçe yoksul emekçileri etrafında örgütlemeye yöneldiği komünler ve kooperatifleri öne çıkararak bu mücadeleyi sağlamlaştırmaya girişmesi ve bunu sosyalist çağrılarla perçinlemeyi denemesi, ama yürüdüğü, küçük burjuva uzman ve danışmanlar, burjuva ve bürokrat kadrolarla çevrilmiş olduğu giderek yükselip büyümekte olan burjuvazinin yolundan kapitalizmin aşılması olanaksız olduğu için tekellerle uzlaşmaktan kaçınamayışıyla Chavez farklı mı tanımlanmalı? Darbeye de girişiyor, ama darbeye muhatap da oluyor. Darbe karşıtlığıyla demokratlık eşitse ve eşitlenecekse, ne denecek? Bir darbeci mi Chavez, darbe karşıtı mı? Problemin çözümü, darbecilik ve darbe karşıtlığıyla tanımlanan safların bölünüşüyle demokrasinin buradan tanımlanmasının aşılmasındadır. Chavez, bağımsızlıkçı bir ulusal devrimci, bir anti-emperyalisttir.

Ve sosyalistler, Erdoğan benzeri bir “darbe karşıtı” oldukları için değil, ama petrole gözlerini dikmiş talancılığı ve halk ve demokrasi düşmanlığıyla emperyalizm ve tekellerin sömürü ve zorbalığına karşı oldukları için Venezuela’ya yönelik emperyalist saldırıya ve işbirlikçi gericiliğinin onunla birleşen darbesine karşı çıkıyorlar.

Anti-emperyalist mücadeleyle alay edense kendisiyle alay ediyor demektir, çünkü emperyalizmin zavallı bir oyuncağından başka şey değildir!

 

[1] Böyle bir “örtüşme” olası olmasına olasıdır, ancak bu örtüşmenin sadece görünüşte olabileceğini söylemeye bile gerek yoktur. AKP ile EMEP’in Filistin konusundaki tutumları başta içerikleri olmak üzere her açıdan niteliksel olarak farklı olduğu gibi, Filistin’e sahip çıkma iddiasındaki AKP’nin sahip çıkmanın herhangi türden gereğini yapmadığı ortadadır ve bu partinin bu konuda az-çok tutarlı olduğunu söylemek de mümkün değildir. AKP ve AKP Türkiye’si İsrail ile ekonomik ve ticari konularda olduğu gibi, askeri alana varıncaya kadar hemen bütün temel konularda işbirliğini sürmektedir. En son Mavi Marmara konusunda iki ülke anlaşmaya varmıştır.

[2] Bkz. emep.org

[3] Artı-Gerçek, N. Alpman, “Maduro buraya yumruk havaya