Deniz Uztopal

Fransa’da gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçları, Fransa gibi orta boylu bir emperyalist ülkenin büyük sermayesinin eğilimleriyle emek hareketinin sorunlarını anlama açısından tahlil etmeye değer birçok özellik taşıyor. Gelecek 5 yıl ülkeyi yarı başkanlık rejimiyle yönetecek başkanın seçilmiş olması, dünyada olup bitenler ve Fransız emperyalizmin oynadığı ve oynamak istediği roller de göz önüne alındığında, hiç kuşkusuz sadece Fransız işçi ve emekçilerini değil, yanı sıra tüm Avrupa’yı da yakından ilgilendirmektedir.

MACRON OLİGARŞİNİN AÇIK TEMSİLCİSİ

Emmanuel Macron, 39 yaşında ve hayatında ilk defa bir seçime katıldı ve onu da kazanarak Fransa gibi emperyalist bir ülkenin Cumhurbaşkanı oldu. Bundan daha 3 yıl öncesine kadar kamuoyunda hiç bilinmeyen birisinin Fransız emperyalizminin en yetkili kişisi olarak seçilmesi, Fransız mali oligarşisinin kendisini temsil edecek kişi olarak neden “acemi” ve bu kadar “genç” birisini tercih ettiğini sorgulamayı zorunlu kılıyor. Fakat yanı sıra bir arayış içinde olunduğunu da gösteriyor. Kuşkusuz bu koltuğa oturacak kişinin genç ve devlet yönetme konusunda tecrübesiz olmasından kaynaklanacak sıkıntılar yaşanabilir, fakat buna karşın “Siyasi Bilimler” (Science Po) ve “Ulusal İdare Okulu” (ENA)[1] gibi Macron’un Fransız devlet yöneticisi elit kadrolarının son 60 yıldır eğitilip derlendiği okullarda “çekirdek”ten yetiştirilmiş oluşunun mali oligarşi açısından farklı avantajları da kuşkusuz var. Üstelik yeni genç Cumhurbaşkanı, son yıllarının tümünü mali oligarşinin hizmetine sunmuş ve üstlendiği görevlerde elde ettiği “başarılar” büyük sermaye açısından taşıdığı potansiyeli göstermiştir.

Macron, ENA’dan 2004’de mezun olduktan sonra, zorunlu kamu hizmetini Jean-Pierre Jouyet’in[2] yönettiği Maliye müfettişliğinde yapmıştır. Haziran 2007 ile Ocak 2008 yılları arasında yeni iktidara gelen Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin kurduğu “Ekonomik kalkınmanın önünü açma”ya yönelik rapor hazırlamakla görevlendirilen Attali[3] Komisyonu başkan yardımcılığını alnının akıyla yapmış, burada Fransız mali sermayesinin en yetkin temsilcileri ve talepleriyle yakından tanışma şansı bulmuştur. Bu komisyona katılan 17 patron ve eski patronla ortak çalışmış ve sergilediği tavır ve taşıdığı potansiyel açısından hepsinin beğenisini kazanmıştır. Daha sonra burada sağladığı ilişkiler üzerinden, Jacques Attali’nin önerisi üzerine, Maliye müfettişliğinden istifa ederek, Rosthschild Bankasında çalışmaya başlamıştır. Buradaki işi, tekeller arası birleşme ve yutma operasyonlarıyla ilgilenmektir. Bu görevi 4 yıl boyunca yapar ve bu süre içerisinde Credit Mutuel Bankası’nın Cofidis tüketici kredi şirketini yutmasına, ekonomik zorluklar içinde olduğu bir dönemde, Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve ekibinin tercihinin farklı olmasına karşın, ünlü Le Monde gazetesinin Pierre Berge, Matthieu Pigasse ve Xavier Niel gibi 3 milyarder tarafından satın alınması dosyalarında çalışır. Bu “başarıları”ndan sonra, 2010’da, Macron, Rosthschild Bankası’nda “ortak işletici” statüsüne yükseltilir. Artık yıldızı parlamış bir mali sermaye temsilcisidir. Aynı yıl, 2008’den bu yana borsa ve mali piyasanın işleyişini denetlemekle yükümlü ve bu anlamıyla da mali oligarşiyle yakın temaslarda olan “Mali Pazarlar Otoritesi” müdürü olan Jean-Pierre Jouyet, onu, iki yıl sonra Cumhurbaşkanlığına aday olacak olan François Hollande’la tanıştırır. Hollande genç bankacıyı benimser ve mali sermaye içerisinden “çekirdekten” yetişmiş birisinin kendi çevresinde bulunmasının, özellikle de “zenginlerin Cumhurbaşkanı” unvanını kazanmış Sarkozy gibi biri karşısında gelecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmak için gerekli olacağını hemen kavrar. Birlikte mali sermayenin çıkarlarını savunacak “sol” etiketli bir cumhurbaşkanın programı konusunda fikir alış verişinde bulunurlar. Kuşkusuz Macron hala gençtir ve hala Hollande’un mali sermayenin bir kesiminin desteğini almaya yönelik temsilcisi değildir, fakat Macron’un ilişkileri Hollande’un ilgisini çekmiştir. Üstelik Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin karşı çıkmasına rağmen Pierre Berge, Matthieu Pigasse ve Xavier Niel gibi 3 milyarderin Fransa’nın en etkili gazetelerinden Le Monde’u satın almasında başarılı bir rol üstlenmiş oluşu Hollande’un ilgisini artırmıştır.

2012 yılının Nisan ayında, yani François Hollande’un seçildiği dönemde, Emmanuel Macron, Nestle gibi dev bir İsviçreli gıda tekelinin, Amerikan Pfizer ilaç tekelinin gıda bölümünü 9 milyar Euro’ya satın alabilmesini sağlar. Bu satış sayesinde 2 milyon Euro prim alır. Bu “başarısı”nın ardından, tam 3 hafta sonra Cumhurbaşkanı seçilecek olan François Hollande’un ekonomik danışmanı olmayı artık hak etmiştir. Macron milyarder olmak ister ve Rosthschild Bankası’nda kalsa büyük ihtimalle de olabilirdi; ama Cumhurbaşkanlığında, Elysee sarayında görev üstlenmenin, devletin işleyişini “içerden” yaşamanın onun için oluşturacağı olanak ve kariyerinde oluşturacağı basamağı görür ve yeni maaşı bankada aldığı maaşa göre neredeyse on kat daha düşük olmasına karşın, Hollande’un teklifini derhal kabul eder. Yeni “solcu” Cumhurbaşkanının yakın çevresinde bulunan genç bankacı, derhal işe sarılır ve farklı bütçelerin oluşması ve ülke düzeyinde kemer sıkma politikalarının hayata geçirilmesinin kararlaştırılmasında etkili olur. Burada 2 yıl kalır ve bu süre içerisinde tekellerin Cumhurbaşkanlığı sarayındaki doğal sözcüsü olur.

Sağcı Le Figaro gazetesinin iç politika redaktörlerinden olan ve Sosyalist Parti’yi izlemekle görevlendirilen François-Xavier Bourmaud, yeni Cumhurbaşkanı Macron’ın zaferini incelediği bir kitabında yer verdiği, Fransa’nın en büyük telekomünikasyon tekeli Orange’ın müdürü ve Nicolas Sarkozy iktidarının Ekonomi Bakanı Christine Lagarde’ın[4] kabine müdürü olan Stephane Richard’la yaptığı bir röportaj bu açıdan çok ilginçtir. “Sağcı” patron Elysee sarayında Hollande’un ekonomi danışmanı Macron’la ilgili şunları belirtiyor: “Emmanuel Macron bizim rölemiz, Cumhurbaşkanına ulaşabilmemiz için bizim girişimizdi.[5] Hollande döneminin tüm emek düşmanı politikalarında kuşkusuz payı ve sorumluluğu büyüktür.

Mart 2014 Belediye Seçimleri’nde iktidar partisi büyük bir yenilgi alınca, Ayrault Hükümeti devrilir ve yerine eski İçişleri Bakanı Manuel Valls gelir. Macron da bu hükümette görev üstlenmek istediğini belirtir, fakat Hollande bunu kabul etmeyince, Elysee Sarayı genel sekreter yardımcılığı görevinden istifa etmeye karar verir. Haziran ayında Macron Cumhurbaşkanlığı sarayını terk eder, fakat iki olay tekrar dönmesi ve bu sefer Ekonomi Bakanı olmasında rol oynar. Bunlardan birincisi, Nisan 2014’de Jean-Pierre Jouyet’in, Hollande tarafından Elysee Sarayı sekreteri olarak atanmasıdır. Artık, Cumhurbaşkanının sağ kolu, Macron’un eski hocası ve uzun yıllar beraber çalıştığı kişidir. Diğer yandan Sosyalist Parti’nin en sağ kanadının temsilcisi olan Manuel Valls’ın Başbakan olması, gerek parti gerekse hükümet içerisinde çatlakların oluşmasına neden olur. Ekonomi Bakanı Arnauld Montebourg ve Eğitim Bakanı Benoit Hamon, yeni Başbakanla çatışmaya girmelerinin sonucu olarak, ağustos ayında istifa ederler. Hollande, yeni Ekonomi Bakanı olarak, eski Paris belediye başkanı Bertrand Delanoe, Avrupa Havacılık Savunma ve Uzay şirketi (EADS) Başkanı Louis Gallois, Lyon şehri belediye başkanı Gerard Collomb ve Dünya Ticaret örgütü eski Başkanı Pascal Lamy’yi düşünür ve bunlar arasında tereddüt ederken, Elysee Sarayı sekreteri Jean-Pierre Jouyet, Macron’u önerir ve bu atamanın, ülkenin finans sektörüne gönderilecek ılımlı bir mesaj olacağı konusunda Cumhurbaşkanı’nı ikna eder. Macron, danışman olarak ayrıldığı Elysee Sarayı’na, 2 ay sonra Ekonomi Bakanı olarak tekrar döner. Burada ultra-liberal karşı reformları hayata geçirir ve aynı sürede Fransız büyük sermayesiyle çok ileri düzeydeki yakınlığını gösterir. Onların ihtiyaç ve taleplerini, ülkenin en acil sorunları olarak sunar ve mali sermayenin temsilcisi olarak Valls Hükümeti’nin yeterince hızla gitmemesini uygun bir dille birçok defa eleştirir. Daha ilerden bir rol üstleneceğini düşünerek, Nisan 2006’de, siyasi hareketi olan “İleriye Doğru Yürüme”yi (En Marche) kurar; ve kısa bir süre sonra ise, Bakanlıktan istifa ederek, Cumhurbaşkanlığı yarışmasına katılacağını ilan eder. Fakat mali sermayenin bir kesiminin desteğini almak, ona iyi hizmet ettiğini kanıtlamak, Fransa gibi emperyalist bir ülkenin başına geçmek için yeterli değildir.

BÜYÜK BASIN TEKELLERİNİN YARATTIĞI MACRON

Çağımızda basının önemi artık kimsenin reddedemeyeceği kadar açık. Burjuva siyasetinde iktidarı ele geçirmek ya da elde tutmak isteyenler açısından basın tekellerinin desteği olağanüstü büyük öneme sahiptir. Zira seçim yoluyla iktidara gelme çabası içerisinde olan bir burjuva siyasetçisinin kamuoyunu kendi fikirlerine kazanabilmesi bakımından basın tekellerinin desteğine ihtiyacı vardır. Basının oynadığı toplumsal rol dergi okurlarımız tarafından yeterince bilindiğinden, burada bu konunun üzerinde durmak gerekmiyor. Fakat konumuz açısından, 3 yıl önce toplumda çok sınırlı bir kesim tarafından bilinen, zaman içerisinde de geniş kesim içerisinde “bankacı” olarak tanınan birisinin, bu kadar kısa bir süre içerisinde, “desteklenecek” ve “oy verilecek” kişi haline gelmesi/getirilmesi incelenmesi gereken bir konudur.

Kamuoyu araştırma şirketi IFOP’un bir araştırmasına göre, Ekim 2014’de toplumun %47’si tarafından tanınmayan Macron’u yalnızca 5 ay sonra tanımayanların oranı yüzde 18’e düşmüştür.[6] Ağustos 2014’de Ekonomi Bakanı olana kadar Macron’u doğru dürüst kimse bilmiyordu, 3 ay sonra yapılan araştırmaya göreyse, toplumun ancak yarısı, ülkenin en önemli bakanlıklarından birisi olan Ekonomi Bakanlığı koltuğunda oturan kişiyi tanıyordu, ama bunların da çoğu sadece yüzeysel olarak adını duymuş durumdaydı. Üstelik, bırakın 2 buçuk yıl sonra Fransa gibi orta boylu bir emperyalist ülkenin Cumhurbaşkanı olmasını, siyasi olarak daha ilerden bir rol üstlenmesini isteyenlerin oranı da çok sınırlı görünüyordu. Zira, Ekim 2014’de, TNS/Sofres adlı şirketin yaptığı bir kamuoyu yoklamasına göre, toplumun sadece % 11’i onun siyasi yaşamda daha ilerden bir rol üstlenmesini arzu ediyor. Mart 2016’da, yani Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden tam bir yıl önce, İFOP şirketinin araştırmasına göre ise, Macron, seçimlerin ilk turunda en iyi ihtimalle ancak % 19 oy alabiliyordu ve kazanma şansı hemen hemen imkansızdı. Fakat “imkansız” olan bir yıl içerisinde mümkün oldu ve kimse beklemezken, Macron ülkenin Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu ve Cumhuriyet tarihinin en genç Devlet Başkanı oldu. Onlarca yıldır siyasi arenanın tüm açık veya gizli kurallarına hakim olan eski Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Bakanlara rağmen neden kamuoyunun daha birkaç yıl öncesine kadar hiç tanımadığı, devlet yöneticiliğinde tecrübesi sadece 2 yıllık bakanlıkla sınırlı olan birisi seçimleri kazanabildi?

Kuşkusuz, bunu sadece basının bir şişirmesi olarak değerlendirmek doğru olmadığı gibi, Macron’un başkanlığı, en azından 2007/2008 Krizi’nden bu yana dünyada yaşanan altüst oluşlara da bağlı olarak Fransa siyasi arenasında yaşanan “depremler”den bağımsız değildir. Fakat ülkenin en büyük televizyon ve gazetelerini kontrol eden dev tekellerin sahipleriyle Macron’un yakınlığını da kesinlikle küçümsememek lazım. Bu tekeller, Ağustos 2014’ten başlayarak, daha 36 yaşında olan ve oligarşiye hizmetleriyle dikkat çeken birinin ilerde siyasi olarak daha yetkin görevler üstlenebilmesi için asgari düzeyde zorunlu olan otorite sahibi bir imaj yaratabildiler.

Fransız “orta yol” çizgisinin en sembolik temsilcisi François Bayrou, Macron’a 22 Şubat 2017’de hala bir ittifak teklifinde bulunmadan önce, 7 Eylül’de, Haber kanalı BFM TV’de Macron’un basın tarafından aşırı derecede beslenmesi konusunda dertlenerek gazetecilere şunları söylüyordu: “Şu soruyu kendinize sorun: Neden saatler ve saatler boyunca televizyonda bunca canlı yayında ona yer veriliyor? Neden bu dergi kapakları, neden bu çekilen resim ve boş hikayeler etrafında bunca sayfa dolusu yazılar yayınlanıyor?”[7] Marianne adlı haftalık derginin yaptığı hesaplamalara göre, Kasım 2016-Ocak 2017 arasında, dört ay içerisinde, yani Merkez sağın adayı olarak François Fillon’un belirlendiği, Cumhurbaşkanı François Hollande’un tekrar aday olmayacağının açıklandığı ve hükümet partisinin adayının da Benoit Hamon olduğunun netleştiği aylarda, haber kanalı BFM TV, Macron’ın mitinglerine toplam 426 dakika canlı yayın ayırmış.[8] Bu süre, diğer 4 Cumhurbaşkanı adayına (François Fillon, Jean-Luc Melenchon, Marine Le Pen ve Benoit Hamon) ayrılan toplam süreye neredeyse eşit.

Yazılı basın açısından da durum aynı. Ocak 2015 ile Ocak 2017 tarihleri arasında merkez sola hitap eden Liberation ve Le Monde gibi günlük gazetelerle Obs ve L’Express gibi haftalık dergilerde Macron’a ayrılmış toplam 8000’den fazla makale yayınlanmış. Aynı dönem ve aynı gazete ve dergilerde solun diğer adayları olan Jean-Luc Melenchon, Arnaud Montebourg ve Benoit Hamon için ise toplam 7400 makale yayınlanmış.[9]

Bu tercihte, herhalde Le Monde ve Obs’un sahipleri olan Pierre Bergé ve Xavier Niel’in, Liberation, L’Express, BFM TV ve en çok dinlenen haber radyolardan olan RMC’in sahibi Patrick Drahi’nin Emmanuel Macron’u desteklediklerini açıkça ilan etmiş olmalarının bir payı vardır.

Bu örnekler çoğaltılabilir, fakat okur açısından şunların bilinmesi yeterlidir. Fransa’da ulusal düzeyde yayın yapan en büyük yazılı ve görsel basın organlarının neredeyse % 90’ı 7 tekelin elinde bulunuyor. Bunların sahibi milyarderler şunlardır: Bernard Arnault[10], Serge Dassault[11], Patrick Drahi[12], François Pinault[13], Vincent Bolloré[14], Martin Bouygues[15] ve Arnaud Lagardère.[16] Kuşkusuz tüm bu sermayedarlar ve temsilcileri Macron’u açıktan desteklemedi, aralarında Serge Dassault gibi açıktan sağcı LR partisinden senatör, Martin Bouygues gibi Nicolas Sarkozy’nin nikah şahidi ve dostu olanlar da var. Fakat bunlar da merkez sağın adayı François Fillon’un 25 Ocak’tan itibaren patlak veren ve sürekli büyüyerek ilerleyen yolsuzluk davaları ortalığı kaplayınca, kazanabilme ihtimali olan adaylar içerisinde mali sermayenin en fazla hizmetinde olabilecek, geçmişinde ona hizmet etmiş adayı, yani Emmanuel Macron’u desteklediler, en azından önüne hiçbir engel çıkarmadılar.

Basının bu oranda tekelleşmesi, hiç kuşkusuz gazetecilik mesleğini de doğrudan etkiliyor. Gazeteciler, haberlerinde, yukarlarda belirlenen çizgiye ters düşmemek için çoğu zaman oto sansür uyguluyor,[17] olmadığındaysa farklı baskılara maruz kalıyorlar.[18]

SİSTEMİN YENİLENME İHTİYACI VE MERKEZ SAĞ VE SOL PARTİLERİNİN ÇÖKÜŞÜ

Kuşkusuz Fransız büyük sermayesinin bir bölümünün desteklemesi Macron’un seçilmesi için yeterli değildi. Esas neden ve belirleyici olan, onun, sermayenin bugünkü çıkarlarını savunan tek alternatif olarak ortaya çıkmış oluşunda yatar.

2007-2008 Krizi’nden bu yana dünyada farklı hız ve seyirlerde gelişen altüst oluşların yaşandığı, ekonomilerin daha fazla militarizasyonuna gidildiği, Avrupa’da AB karşıtı aşırı sağcı hareketlerin güçlendiği ve birçok ülkede iktidarın kapısına kadar gelmiş olduğu, AB’nin geçirdiği iç krizlerden dolayı Euro para birimi ve hatta AB’den çıkma tartışmalarının yoğunlaştığı, İngiltere’de Brexit’in onaylandığı, Trump gibi neyi nasıl yapacağını öngörmenin çok zor olduğu bir başkanın dünyanın en güçlü ülkesinin başına geçtiği, Rusya’nın Ortadoğu’da Batı lehine başarılı adımlar attığı, Çin’in hızı düşse de büyüme ve dünyanın dört bir köşesine yayılmaya devam ettiği koşullarda, Macron, gençliğine ve çok sınırlı bir devlet tecrübesine karşın mali sermayenin bugünkü çıkarlarını tutarlıca savunabilecek aday olarak göründü. Bunun en büyük nedeni, merkez sağ ile merkez sol partilerinin büyük oranda itibar kaybetmeleri ve adaylarının da farklı nedenlerden dolayı ilk turda elenmeleridir.

1958’de kurulan 5. Cumhuriyet tarihinde ilk defa siyasi yaşamda bu kadar altüst oluş art arda yaşandı. Her şeyden önce ana düzen partileri ilk defa bu kadar bölünme ile yüz yüze kalıp büyük oranda zayıflamışlardı ve sistemin bugünkü çıkarlarını tehdit edebilecek güçler karşısında ciddi zorluk çektiler. Büyük altüst oluşların olduğu koşullarda Fransız emperyalizminin ve sermayesi hem içerde, hem de dışarda daha hızlı ve atik davranarak kendi payını diğerlerine kaptırmaması gerekiyordu. Örneğin AB’nin Fransa ve Almanya ikilisi etrafında yeniden canlandırılması, birliklerinin daha da pekiştirilmesi şart görünüyordu. Bunun için, aşırı sağcı Marine Le Pen türü, bir yandan güçlenen, diğer yandan ise AB’den çıkma ve Euro para biriminden çekilme taleplerini öne süren tehditlere karşı bir canlılığı getirmek gerekiyordu. Bunu ne François Hollande, ne de Nicolas Sarkozy gibi büyük oranda toplumda itibar yitirmiş ve kendi partileri içerisinde de birlikten çok bölünmelere neden olan adayların yapma şansı vardı. Kuşkusuz merkez sağın adayı olma hakkını kazanmış olan François Fillon bunu yapabilirdi, fakat onun da büyük sermaye açısından iki dezavantajı vardı. Birincisi, merkez sağ ile merkez sol partilerin adayları arasında Putin’e en yakın olan adaydı. Kuşkusuz Fransız büyük sermayesinin çıkarları bugün Rusya ile sertleşmeyi, açıktan karşı karşıya gelmeyi gereksinmiyordu. Hollande döneminde satışı imzalanmış Savaş gemilerinin satışından vaz geçilmesinden dolayı kaybedilmiş pazarlar ve uygulanan kısmi ambargonun istenenden daha uzun sürmesinden doğan zorluklar sermayenin bir kesimi içerisinde hoşnutsuzluğun artmasına neden olmuştu. Fakat Fransız büyük sermayesi şimdilik bu konuda statükonun devam etmesi yönlü bir eğilim içinde. Fillon’un diğer dezavantajı ise, seçim programının, Fransa gibi bir ülkede kısa bir süre içerisinde hayata geçirilebilecek olandan çok daha ötede liberal önlemler barındırmasıdır. Örneğin Fillon memur sayısını 500 000 azaltacağı, yaklaşık 100 milyonluk tasarruf paketlerini hayata geçireceği, sağlığı neredeyse tamamen özelleştireceği gibi, sermaye için çok hoş, ama Fransa’daki sınıf mücadelesinin seyri göz önüne alındığında, hayata geçirilmesi zor olan önlemler önermekteydi. Oysa bu önlemlerin bu şekilde gündeme gelmesinin, sarı sendikacılığın temsilcisi olan CFDT sendikasını bile sokağa dökeceği bilinen bir gerçekti. Bundan dolayı merkez sağ parti “Cumhuriyetçilerin” (LR) öne çıkardığı aday esas olarak eski Başbakan Alain Juppe idi. Uzun süre basın Juppe’yi destekledi, fakat Fillon’un, eşcinsel evliliği yasalaştıran “Herkese evlilik” yasası esnasında sokakları aylarca dolduran ve önemli ölçüde de kendi içerisinde kemikleşen “muhafazakar Katolik” kesimine seslenme kapasitesinin bu oranda başarılı olacağını öngörememişti. Fillon “ultra liberal” ve “aşırı muhafazakar” bir programla beklenenden çok oy alarak 27 Kasım 2016’da ön adaylık yarışmasını kazandı ve LR partisinin Cumhurbaşkanı adayı olmayı hak etti.

Hükümet cephesinden ise, Hollande, beş yıllık iktidarı döneminde, sermaye lehine yapmak istediği, ama sokak ve işyerlerindeki grev ve direnişlerden, Meclis’teyse kendi parlamento grubunu bile ortak hareket ettirememe acizliğinden dolayı gerçekleştiremediği birçok projeyi eline yüzüne bulaştırmış, sermaye açısından tercih edilmez bir pozisyona düşmüştü. Parti içi muhalefeti perde arkası farklı manevralarla eleyemeyeceğini anladığında, nihayet 1 aralık 2016’da François Hollande aday olmayacağını açıklamak zorunda kaldı. Adaylık yarışmasına, Başbakanlık görevinden istifa eden Manuel Valls’ın yanı sıra “sol” muhalefetten iki aday ve Sosyalist Parti’nin (PS) farklı müttefik partilerinin temsilcileri katıldı. 22 Ocak’ta ilk turu gerçekleşen adaylık seçiminde Manuel Valls ve Benoit Hamon ikinci tura kaldılar. Manuel Valls SP’nin sağ kanadını, Hamon ise sol kanadını temsil ediyordu. Burada, Cumhurbaşkanı adayını seçmekten de öte, aslında partilerine yön verecek programın belirlenmesi gündem oldu. Hükümetin ve basının tercihinin Valls olmasına karşın, adaylık seçiminin ikinci turunu 29 Ocak’ta Hamon kazandı. Böylelikle çelişkili bir durum ortaya çıktı. Son iki yıldır birçok konuda Valls’a engeller çıkarmış, Hollande’u eleştiren Hamon sonuçta hükümet partisinin adayı olarak belirlenmişti. Daha düne kadar SP’nin sol kanadının iç muhalefetini mahkum eden Bakanlar, “kural” gereği artık “ortak” adaylarını desteklemek zorunda kalmışlardı. Fakat Uyacağını belirtmiş ve belgelere de imza atmış olan Valls, bu kurala ilk uymayacağını açıklayan kişi oldu. Hollande’un beş yıllık iktidarı partisini param parça etmiş, gelişmeler de, farklı eğilimlerin birbirlerine karşı sert tavırlar almalarına neden olmuştu.

Tam da bu koşullarda, SP’nin adaylık seçimlerinin ikinci turunun bitmesine 4 gün kala Canard Enchaine adlı haftalık mizah dergisi “esrarengiz” bir kaynağa dayanarak, Fillon’un yolsuzluk davalarını yayınlamaya başladı. Bir yandan Fillon’a karşı suçlamalar ve baskı artarken, diğer yandan ise Hamon’a karşı hükümetin “sosyalist” bakanlarından eleştiriler yoğunlaşınca, burjuvazinin geleneksel iki partisi de büyük bir yenilgi yaşadı.

MACRON’UN GÖREVİ: SERMAYENİN ÇIKARLARI ETRAFINDA SAĞI VE SOLU BİRLEŞTİRME

Seçimlerin ilk turu adayların hangi toplumsal sınıflardan oy aldıklarını anlama açısından önemli veriler sunuyor. 23 Nisan’dan sonra yapılan birçok araştırma, aralarında nüans farkları olmakla birlikte, eğilimlerin aynı yönde olduğunu gösteriyor. Örneğin ayda 3500 Euro’dan fazla kazananlar (yani asgari ücretin 3 katı) içerisinde Macron’a oy verme oranı % 36. Aynı kesim içerisinde sağın adayı Fillon ise % 26 almış. Kuşkusuz ayda 3500 Euro kazanan “orta tabaka” diye adlandırılabilecek küçük burjuvazi ile ayda 150 bin kazanan büyük burjuvazi arasında fark vardır, ama tüm verilerin ortaya gösterdiği bu “varlıklılar”ın tutumu, egemen sınıfların eğilimini ortaya koyması açısından önemli. Bu iki adaya oy verenlerin diğer özellikleri ise, yüksek gelirli olmanın yanı sıra, yüksek diplomalı ve şehirli olmalarıdır.

Tersinden, ayda 1250 Euro, yani asgari ücret düzeyinde kazanan işçi ve emekçilerin oylarına bakılırsa, kendi cephesinin “reformist radikal” diye adlandırdığı Melenchon ile aşırı sağcı ırkçı aday Le Pen’in oyları % 56, yine işsizler içerisinde aynı adayların oyu % 57.

Yani zengin ve gelirleri yüksek olanlar içerisindeki eğilim Macron ve Fillon olurken, geçinme sıkıntısı çeken işçi ve işsizler içerisindeki eğilim ise sağ popülist Le Pen ve sol popülist Melenchon. Emekçilerin neden aşırı sağcı bir adaya oy verdikleri kuşkusuz incelenmesi gereken bir konudur, ama yazımız çerçevesinde, sadece Le Pen’in sistem karşıtı demagojisinin onlar içerisinde etkili olduğunu söylemekle yetinelim. Fakat veriler, bu oyların, açıkça bir sınıf oyu olduğu gösteriyor.

Bu sınıfsal bölünme, Fransa’da, 2005 yılında AB Anayasasını oylamaya yönelik referandum esnasında da görülmüş ve Fransız burjuvazisi açısından bunun bu kadar berrak olarak görülmesi bir tehdit olarak okunmuştu. En azından 1981 seçimlerinden bu yana ülkeyi karşılıklı olarak değişerek yöneten, biri sol, diğeri sağ olmak üzere, burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılayan partilerin bugün büyük tahribatlar yaşıyor olması, Macron’un bir alternatif olarak öne çıkmasının nedenini açıkladığı gibi, önümüzdeki dönem açısından da, onun, özel bir misyonla davranma çabası içerisinde olmasını zorunlu kılıyor: Aynı yönde hareket etmeye karar vermiş farklı siyasi eğilimdeki akımların önce biri sonra diğerinin hükümet olmasını öngören “kayıkçı döğüşü” üzerine kurulmuş ve artık büyük oranda soluğu kesilmiş bu sağcı ve solcu merkezci düzen partilerinin egemenliği çerçevesinde hayat bulmuş 35 yıllık sistemi farklı biçimde tekrar canlandırmak.[19] Fransa tarihinde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki bölünmüşlüklerin bu oranda gözler önüne serildiği dönemler, egemen sınıflar açısından çoğu zaman kabusa dönüşebilmiştir. Bugün giderek daha fazla açıkça gözler önüne serilen de bu sınıfsal bölünmüşlük ve kutuplaşmadır. Örneğin Fransa’nın en zengin milyonerlerinin oturduğu ve Nicolas Sarkozy’nin uzun yıllar belediye başkanlığı yaptığı Neuilly kentinde François Fillon % 65 oy alıyor, tersine, ezici çoğunluğu emekçi olan, işsizliğin en yüksek olduğu şehirlerden birisi olan La Courneuve kentindeyse Melenchon % 44 oy alıyor. Yine emekçi semtlerden olan Drancy ve Evry kentleri de, yaşanan kutuplaşmayı gözler önüne serme açısından iki tipik örnek teşkil ediyor: Drancy’nin Belediye Başkanı olan orta yolcu UDİ partisinin Genel Başkanı Jean-Christophe Lagarde, belediye ve milletvekili seçimlerinde bu şehirde sürekli % 50’den fazla oyu “rahatça” alırken, Cumhurbaşkanlığı seçimleri için Merkez sağın adayı Fillon’u desteklemiş, onun kampanyasını yürütmüş, fakat Fillon için sadece % 12 oy çıkarabilmiştir. Tersine, burada, emekçilerin önemli bir kısmının desteğiyle, Melenchon % 33,5 oy aldı. Diğer tipik bir örnek ise Evry kenti. Burası da, eski Başbakan Manuel Valls’ın 2001 yılından bu yana sürekli yüksek oranlarla belediye başkanı ve milletvekili seçildiği “kalesi”. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için Valls, Sosyalist Parti’nin adayı Hamon’u desteklemeyi ret ederek, Macron için kampanya yürüttü, fakat Melenchon yine burada % 34 oyla en yüksek oy alan aday oldu. Eski Başbakanın “kalesi”nde, ona karşı emekçiler Melenchon’a oy vererek, Sosyalist Parti’yle aralarına ne kadar mesafe koyduklarını göstermiş oldular. Bu örneklerin de açıkça gösterdiği gibi, klasik düzen partilerinin her zamanki seçmenleri artık kendilerinden “beklendiği” gibi oy kullanmayı ret ettiler. İşçi ve emekçiler içerisinde klasik düzen partilerine verilen oy oranı büyük oranda düştü. Mali oligarşinin çekirdekten yetiştirdiği Macron’un bile, oligarşinin temsilcisi olmasına karşın, sistem karşıtlığı üzerinden bir kampanya yürütmesi, siyasi arenaya yenilik getirme vaatlerinde bulunması ve eski kurt politikacıların yerine sivil toplumdan özellikle de genç politikacılar getirerek bir yenilik katacağı sözlerinin basında bu kadar işlenmesi tesadüf değildir kuşkusuz.

Genel seçimlere hazırlanan Macron, Meclis’te çoğunluğu ele geçirebilmek için merkez sağ ve sol partileri daha fazla bölmeye ve onların bir kısmını kendi içerisinde eritmeye yönelik hamleler yapmaya başladı. Her şeyden önce Sosyalist Parti içerisinde bölünmüşlükleri sonuna kadar teşvik ederek, onu büyük oranda etkisiz hale getirmek istiyor. Koltuk sevdasında olan birçok yöneticisi ise, zaten şimdiden Cumhurbaşkanının partisinden aday oldu. Bununla da sınırlı kalmayarak, Macron, eski bakanlardan kimilerini hükümette bile tuttu. Eski Başbakan Manuel Valls bile, Macron’un partisinden aday olmak istediğini belirtmesine rağmen, kabul edilmeyerek tamamen ayaklar altına alındı.

Aynı bölme teşebbüsleri merkez sağ parti için de kullanılıyor. Bunun için Macron’un ilk hamlesi, sağcı LR partisinden bir Başbakan belirlemek oldu. Birlikte LR partisinden 2 bakan da seçtiler ve sağcı Modem’in 3 bakanı da göz önünde bulundurulduğunda, sağ ağırlıklı bir hükümet kuruldu. Diğer yandan Macron, gerek sağdan gerekse de soldan kendi çizgisine yakın gördüğü adayların karşısına aday çıkarmayarak, bunları dolaylı yönden desteklediği mesajını da vermiş oldu. Karşılığında ise, yarın oluşacak Meclis’te, kendi çizgisine yakın ve sağla solu birleştiren bir tavır bekleyecek. Kendince sağ ve sol bölünmüşlüğünü aşarak, büyük sermayenin ihtiyaçları etrafında bir “ulusal birlik” oluşturmaya yönelik girişimlerde bulunuyor. Ama bu, istediğinin tersine, sınıfsal bölünmeyi daha fazla teşvik de edebilecek bir girişimdir. Zira, esas olarak yoksul ve dar gelirlilerin oylarını alan Melenchon da, yeni bir kutuplaşmaya gitme konusunda girişimlerde bulunuyor.

“SOL POPÜLİZM”İN VE “RADİKAL REFORMİZM”İN ADAYI MELENCHON

Jean-Luc Melenchon anti-liberal hareketin adayı olarak lanse edildi ve Şubat 2016’da başladığı 14 aylık bir seçim kampanyasını adım adım örüp 7 milyondan fazla oy alarak, seçim sürecinin en başarılı adaylarından birisi oldu. Kuşkusuz seçim süreci daha bitmedi ve 11/18 Haziranda genel seçimler var ve tüm siyasi akımlar gibi, o da, çalışmalarına ara vermeden devam ediyor. Fakat en azından 2014’den bu yana Melenchon’un siyasi eğilimi, oluşturmak istediği siyasi odak, şu ana kadar atabildiği ve bundan sonra da atmak istediği adımlar göz önünde bulundurulduğunda, emek hareketinin geleceği açısından dikkatlice izlenmesi gerekiyor.

Melenchon’un Latin Amerika’daki sol harekete, özelliklede Hugo Chavez ve Rafael Correa’ya yakınlığı bilinen bir gerçek. Buradaki ilerici iktidarların da Arjantin’li Ernesto Laclau ile Belçikalı Chantal Mouffe çiftinin çalışmalarından beslendiği, ve tersinden, bunların da oradaki tecrübeler üzerinden çalışmalarını zenginleştirdikleri bilinmez değil. Laclau-Mouffe çiftinin yazdığı birçok eser 1980’lerden bu yana sol güçler içerisinde tartışma konusu oldu, olmaya devam ediyor ve Marksistler de başından bu yana bunları eleştirdiler[20] ve eleştirmeye de devam edeceklerdir. Burada bu tezlerin eleştirisi yapılmayacak, yalnız 2014/2015’den sonra, giderek bu tezlerin, onlardan daha fazla etkilenen Melenchon’ın seçim taktiğine nasıl yansıdığı ve % 19 gibi büyük bir oy olmasındaki rolleri üzerinde durulacak.   Ama önce, Melenchon’daki 2014/2015 dönüşümünü anlamak açısından kısaca siyasi kariyerinin dönemeçlerine bakmak gerekiyor.

Jean-Luc Melenchon, en azından 30 yıldır Fransa siyasetinde rol üstlenmiş siyasetçilerden biridir. Troçkist (Troçkistlerin en sekter akımlarından olan “Lambertist” akımına üye olmuştur) gelenekten gelen Melenchon, 1976’da dönemin tüm Troçkistleri gibi Sosyalist Parti’ye katılmış ve 1981’de iktidara gelen Mitterrand’ın en aktif taraftarlarından birisi olmuştur. 1986’da senatör olarak seçilmiş ve 1990 yılların başında duvarlar yıkılırken “yeni bir sol kurma” adına Sosyalist Parti içinde olan birçok akımdan biri olarak, “sol” bir akım oluşturmuştur. Akımının ilk yaptığı işlerden biri, 1992’de referanduma sunulan Maastricht sözleşmesine “evet” çağrısında bulunmak olmuştur. Ona göre, güçlü bir Euro, “yeni dünya düzeni”ni ilan eden dolara karşı direnebilmek için gereklidir. Partisinin 1997 Kongresi’nde, François Hollande’a karşı partinin 1. Sekreterliği için aday olur, ama ancak % 8 oyla büyük bir yenilgi alır. Fakat parti içi muhalefetin yöneticilerinden biri olmaya devam eder. Aynı yıl, AB’nin Amsterdam sözleşmelerine karşı gelir ve partisinin kararının tersine Senato’da “hayır” oyu kullanır. 2000 yılında Sosyalist Jospin Hükümeti’nde “Meslek Eğitimi” Bakanı olur ve 2 yıl boyunca bu görevi üstlenir. 2002’de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sosyalist aday Lionel Jospin’in elenmesi ve faşist Jean-Marie Le Pen’in ikinci tura kalmasında, tüm sosyal demokratlar gibi, o da, sağcı Jacques Chirac’ın seçilmesi için kampanya yürütür. 2005 yılında Avrupa Anayasası gündeme geldiğinde, Sosyalist Parti tavır belirlemek için iç oylama yapar ve parti çoğunluğu “evet” yönünde karar verir. Fakat Melenchon bu karara uymayarak, Fransa’da 29 Mayıs 2005 düzenlenen referandumda ‘Hayır’ın çıkması için aktif çalışır. Parti içerisinde “sol” kanat bu referandum sonrası parçalanır ve Melenchon yeni bir akım daha kurar. 2007 Cumhurbaşkanlığı için, Melenchon, Sosyalist Parti’nin adayının ancak ve ancak AB Anayasasına “Hayır” diyenlerden olabileceğini savunur ve Laurent Fabius’in adaylığını destekler. Fakat ön adaylık yarışmasında Fabius elenir ve adaylık yarışmasını Segolene Royal kazanır, ama seçimlerde Nicolas Sarkozy’e karşı kaybeder. 2008’de toplanan Sosyalist Parti’nin Kongresi’nde Melenchon, parti içerisinde muhalefet olan diğer iki “sol” grupla birleşerek ortak bir önergede bulunur, ama bir kez daha sosyal liberal çizgi çoğunluğu ele geçirir. Bunun üzerine Almanya’da Die Linke Partisi’nin 2005 yılında elde ettiği başarının Fransa’da da mümkün olacağını düşünerek, Sosyalist Parti’yi terk eder ve 2009 yılında “Sol Parti” adlı oluşumu kurar. Aynı yıl gerçekleşecek AB Parlamento seçimlerinde, Fransız Komünist partisi ve Troçkist “Sol Birlik”le ittifak yapar ve “Sol Cephe”nin kurulmasında rol oynar. Oluşturulan seçim listelerinde sorunların çıkması, ortak hareket etmeye engel olmaz. Sol Cephe’den 5 AB milletvekili seçilir ve Melenchon da bunlardan birisidir. 2010 Bölge seçimlerinde, Paris ve banliyösünden aday olmak ister, ama birkaç ay sonra FKP’nin Ulusal sekreteri olacak Pierre Laurent bu bölgeyi kendisine ayırmıştır. Aralarında koltuk kavgası büyüyünce, Melenchon birliği bölmemek için bölge seçimlerine aday olmaktan vaz geçer. Fakat 2012 Cumhurbaşkanlığına aday olmak istediğini belirtir ve Ocak 2011’de resmen adaylığını sunar. Sol Cephe içerisinde 3 küçük grup adaylığını destekler. Aynı aylarda Fransa İşçileri Komünist Partisi (PCOF)’nin Sol Cephe’ye adaylığı da kabul edilir. FKP, Melenchon’un adaylığını iç yoklamayla üyelerine sorar ve üyelerinin % 59’u destekler. 5 yıl önce Marie-Georges Buffet’nin FKP adına girdiği seçimlerde % 1,93 oy alarak FKP’nin neredeyse bir asırlık tarihinin en kötü sonucu almış olması, tüm üyelerin hafızasında hala canlıdır. Melenchon artık 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sol Cephe’nin adayıdır. Başarılı bir kampanya yürütülür ve geniş emekçi kesimlerin desteğini alır. 4 milyona yakın oy alarak 4. sırada gelir, ama bu başarı gelecek açısından önemli potansiyel taşır. Seçimlerin 2 turunda Nicolas Sarkozy’ye karşı François Hollande için oy kullanma çağrısında bulunur. Hollande Hükümeti derhal emekçilere saldırıya başlar. Mart 2014’de belediye seçimleri gerçekleşir ve Sol Cephe birçok yerde ortak hareket edemez, FKP kendi adaylarını seçtirtmek için Hükümet partisi Sosyalist Parti’yle birçok yerde yerel ittifaklar kurar.[21] Melenchon ve Partisi buna açıktan karşı çıkar.[22] İki ay sonra yapılan AB Parlamento seçimlerinde Melenchon ve FKP arasındaki sürtüşmeler daha da artar, ikisi arasında adeta bir koltuk kavgası yürütülür. Melenchon aday olur ve tekrar seçilir, ama Sol Cephe’nin milletvekili sayısı 5’ten 4’e düşer. Melenchon, Belediye ve AB seçimlerindeki başarısızlıklardan dolayı FKP’yi suçlar. AB seçimlerinde, Yunanistan’da Syriza’nın ve İspanya’da Podemos’un başarılarından dersler çıkartılması gerektiğini düşünerek, onların tecrübelerine bakar. Syriza 25 Ocak 2015 seçimleri kazanıp iktidara gelince, onun açısından, artık burada izlenen taktik doğrudur ve bunun Fransa’ya uyarlanmasına yönelik hesaplar yapılmalıdır. Melenchon için Yunanistan ve İspanya’da başarı kazanılırken, bu iki seçimdeki başarısızlık bir dönüm noktasıdır.

AB Parlamento seçimlerinden sonra, Ağustos 2014’te, partisi “Sol Parti”nin yönetici organlarından istifa eder ve birkaç ay sonra ise “6. Cumhuriyet için” adlı geniş kesimi kucaklamaya hizmet edecek bir hareket kurar. Syriza’nın seçim başarısından hemen sonra ise, gelecek 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olabileceğini açıklar, fakat 2012’den farklı olarak, artık onun yeni benimsediği eğilime göre, adaylığının partiler üstü olması gerekir. Temmuz 2015’da adaylığa hazırlandığını kamuoyuna açıklar, ama FKP ile görüşmeleri de devam eder. Anlaşılamayacağı netleştiğinde ise, 10 Şubat 2016’da partilerden bağımsız ve hatta “partiler üstü” aday olduğunu resmen açıklar ve “Boyun eğmeyen Fransa” hareketini kurar. Ona göre, bu hareket bir parti değildir ve “partili” ve “partisiz” herkes buna kendi kimliğiyle gelip üye olabilir. Tek şart, kampanya için farklı tartışmalardan sonra oluşturulan programı savunmaktır.

Bu tarihten itibaren başlattığı kampanyanın büyüyerek ilerlemesiyle, adaylığını, diğer sol hareket içerisinde de kabul ettirtir. Ve bilindiği gibi, 14 aylık uzun bir kampanyadan sonra, % 19,58 oy, yani 7 milyon kişinin oyunu alarak dördüncü gelir. Bu sergilediği, kuşkusuz büyük bir başarıdır, ama Fransa emek hareketinin geleceği açısından Melenchon’un bu seçimlerde benimseyerek izlediği taktik üzerinde durulması gerekiyor.

Melenchon’un taktiğinin merkezinde 2014’den itibaren benimsemeye başladığı ve seçim kampanyası boyunca uyguladığı fikir “sol popülizm”dir. Bu düşüncenin teorisyenleri ise, Chantal Mouffe ile Ernesto Laclau’dur.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Laclau-Mouffe çiftinin fikirleri, uzun süre, Fransa’da, dünyanın birçok yerinde gördükleri kadar ilgi görmedi ve eserleri de çok uzun yıllar sonra Fransızca yayınlandı. Belçikalı Chantal Mouffe’un, ana dili Fransızca olmasına karşın, eserlerini uzun yıllar Fransızca yazmamasının esas nedeni, burada kök salamamış olmasıdır. Örneğin, dünya çapında en çok polemiğe neden olan “Hegemonya ve sosyalist strateji” 1985 yılında yayınlanmış olmasına karşın, Fransızcası ancak 2009 yılında basılmıştır.[23] Fakat ilginçtir, 2014 ile 2017 yılı arasında üst üste tam 4 kitabı çevrilmiş ve azımsanmayacak bir kesim içerisinde yayılmıştır.[24] Melenchon’un bu teoriye yaklaştığı ve Syriza ve Podemos’un başarılarından sonra benimsediği yıllar, tam bu döneme denk gelir.

Mouffe, bu eserlerinde özellikle de Gramsci’ye atıflarda bulunarak, üst yapı, hegemonya ve pozisyon savaşları üzerine fikir yürütür. Ona göre, liberalizmin eleştirisi ve ona karşı mücadelede artık Marx’ın sınıflar mücadelesi teorisiyle yetinmemek gerekir. Zira günümüzde uygulanan liberal politikaları savunma ve uygulama açısından klasik anlamında sol ile sağ arasındaki bölünme artık anlamsızlaşmıştır, uygulanan aynı politikalardır ve bundan dolayı demokrasi tehdit altındadır. Sağ popülist partiler demagoji üzerinden düzen ve sistem karşıtlığı yaparak güç toplarlar. Chantal Mouffe’a göre “demokratik çatışma yok olduğu zaman, politikanın antagonist boyutu farklı kanallar aracılığıyla kendilerini gösterir… ahlaki söylemlerin artması, her alanda skandallar görme takıntısı, farklı dinsel entegrizmlerin gelişmesi… hukuksalcılığın büyümesi: toplumsal sorunları özgün siyasi biçimiyle düşünme olanağı giderek azaldığı için, hukuk alanı öncülük tanıyor: Hukuktan her türlü çatışmaları çözmesi bekleniliyor.[25] Mücadelenin alanı böylelikle yer değiştiriyor. Fakat kiminle, kime karşı mücadele edildiği konusunda yanılmamak gerekir. Düşmanla rakip olan arasındaki farkı ortaya koymak için Mouffe “agonizm” ile “antagonizm” kavramlarını kullanıyor. Antagonist olan düşman olurken, agonist olan ise sadece rakiptir. Bir toplumda canlı bir demokrasinin varlığını gösteren agonist mücadelenin yerini antagonist mücadeleler alıyorsa, ona göre, artık “post demokrasi”ye geçilmiştir. Ve artık insanlar kendilerini ifade edecek başka kolektif kimlikler ararlar.[26] Buna karşı sosyal demokrasi bir şey yapamaz, zira liberal politikaları savunma konusunda tek tipleşerek, bu durumun doğmasından doğrudan sorumludur. Onun için çoğulcu, bir “radikal demokrasi” düşünmek lazımdır. Bu hedef doğrultusunda “sosyalist projeyi demokrasinin radikalleşmesi biçimiyle yeniden formüle etmek lazım. Toplumlarımızın sorunu savrulan ideallerden çok bunların hayata geçirilmemelerinde yatar. Demokrasiyi radikalleştirme hem iktidar yapılarını değiştirme, hem de yaşanan hegemonyadan farklı bir hegemonya kurmak anlamına gelir.[27] Bunun için neo-liberalizme karşı mücadele etmek gerekir, ama bunun koşullarından birisi, sosyal demokrasiden tamamen kopmaktır. Bu amaç doğrultusunda, artık etkisini yitirmiş sol ve sağ kavramlarından uzaklaşarak “bir halk” ve “kolektif bir irade oluşturmak[28] gerekir. Fakat Mouffe’a göre, burada stratejik olarak bir hataya düşmemek lazım. “Sosyal demokrat sol artık etkisiz olan bir rasyonalizme yaslanıyor. İnsanları ikna edebilmek için rasyonel argümanlar sunmak yeterli değildir. Bir tutkuya karşı mücadele ederken, kazanabilmenin tek yolu daha güçlü bir tutku geliştirmektir.[29] Yani, sağ popülizme karşı sol popülizmi yaygınlaştırmaktır.

Mouffe, bu seçim süreci boyunca Melenchon’a açıktan destek desteklemiştir. Fransız adayının kamuoyu yoklamalarında 3. sıraya yükseldiğinde ona karşı başlatılan şiddetli ideolojik kampanya esnasında, Mouffe, Le Monde gazetesinde yazdığı bir yazıyla, onu ve bu stratejiyi savunmaktan geri durmamıştır.[30] Belçikalı teorisyene göre, Fransız adaya karşı yapılan saldırıların “neo-liberal küreselleşmenin alternatifsiz” olduğunu teorileştiren merkez sağ ve merkez solcu “post-politik konsensüs” savunucularıdır. Ona göre, bugün demokrasi tehdit altında ise, bunun esas sorunlusu uyguladığı siyasetlerden dolayı “post demokratik” durumu yaratan “bu post politika”dır ve acilen yıkılması gerekir. Bu toplumda halk egemenliği ve daha fazla eşitlik idealleri yok olmuştur ve seçimler de artık farklı siyasi projeler arasında tercih yapma olanağı sunmuyor. “Popülist moment” diye adlandırılan, işte bu “post demokrasi”nin reddinden başka bir şey değildir. Burada siyasi kararlara daha fazla katılma talebi dillendirilir ve fakat bu talep farklı biçimler alır ve sorun “halkın”, yani “bizim” nasıl oluşacağımız sorusudur. Sağ popülizm ile sol popülizm arasındaki temel fark da burada yatar, ona göre. Sağ popülizm, otoriterken ve demokrasiyi sadece “ulusal olanlara” ayırmak isterken, sol popülizm tam tersine demokrasiyi daha da yaygınlaştırmak ister. Bugüne kadar sağ popülizm güçlendiyse, Mouffe için bunun nedeni, “sol politikanın konsansüel (rızaya dayalı) bakış açısından” kurtulamaması ve “siyasi kimliklerin oluşmasında duygusallığın belirleyici rolünün küçümsenmesidir.” Ona göre, “Boyun eğmeyen Fransa’nın gücü” tam da bunları başarabilmesindedir. Melenchon’un “hedefi de budur: Tartışmayı ve halk egemenliğini açan yeni bir Anayasa yazabilmek için bir yurttaş devrimi projesi etrafında halkı birleştirmek.” Söz konusu olan, “demokratik düzenin temellerini yıkmak ve otoriter bir düzen kurmak değildir, neoliberal hegemonyanın ürünü olan oligarşik düzene son vermektir”, sadece. Bunun için “sağ/sol çatışmasını” terk etmeden yeniden düşünmek gerekir, zira alışılageldiği gibi kullanılmaları artık imkansızdır. Belçikalı düşünüre göre, toplumların “oligarşizasyonu” “biz ve onlar” arasındaki sınırları çizerken, toplumun farklı taleplerini (feministler, ırkçılığa karşı mücadele edenler, çevreciler ve farklı ezilen azınlıkların vs…) de dikkate alarak bir “halk” oluşturmak lazım, işte bundan dolayı Marx’ın işçi sınıfı devrimi artık geçersizdir. Amaç, Cumhuriyetin kurumlarını yok etmek değil, oligarşinin egemenliğe son verebilmek için güçler dengesini demokrasi lehine değiştirmektir. Jean-Luc Melenchon’un “Yurttaşlık devrimi” hem sosyal demokrasiden, hem de solun solundan, buna devrimci sol da denebilir, farklı bir sol politika perspektifi sunmaktır. Bunun adı ise, “radikal reformizmdir.

Bu perspektifle Jean-Luc Melenchon’un yürüttüğü kampanya, 2012’de yürütülenle karşılaştırıldığında, şunlar belirtilebilir. Her şeyden önce 2012’de “biz-onlar” ayrımı üzerinden Sol Cephe adlı sol ittifakla seçimlere giren Melenchon, bu sefer “sol/sağ” kavramlarından uzak durarak, “Boyun eğmeyen Fransa”nın adayı olarak kampanya yürüttü. Bu hareketin 2012’de ittifak örgütü olan “Sol Cephe”ye göre daha geniş bir kesimi kapsayacağı açık, ama tersinden dönüp de geçmiş değerlendirilirse, 2014 AB milletvekili ve Belediye seçimlerinden sonra yaşanan “” tartışmaların bir sonucu olarak, “Sol Cephe” gibi geniş emekçiler içerisinde umut oluşturmuş bir ittifakın nasıl ve neden baltalandığı daha iyi anlaşılır. Diğer yandan Melenchon’un, kendi partisi dahil, giderek partilere partiler üstü adaylığı dayatmasının da, bu çerçevede değerlendirilmesi gerekiyor. Sosyal demokrasiden kopmak gerektiğinden dolayı Melenchon Sosyalist Parti’yi hedef tahtasına koymuştur, ama yanı sıra düne kadar ittifak yaptığı FKP’ye karşı sert söylemler ifade etmekten de kaçınmamıştır.

Keza iki program karşılaştırıldığında, 2017 seçimlerinde, program merkezinde, oligarşiye karşı mücadele konulmuştur, ama 2012’den farklı olarak, kapitalist sömürüye karşı mücadele vurgusu büyük oranda es geçilmiştir. Mouffe’un vurgu yaptığı “pozisyon savaşında” başarılı olmak için Melenchon ve ekibi “radikal solu” anımsatacak sembollerden de uzak durmaya özel bir önem göstermiştir. Örneğin görsel materyallerde birçok olguya özel önem verilirken, düzenlenen miting ve gösterilere kampanyaya katılan ve destekleyen diğer örgütlerin flamalarının getirilmemesi için özel “kavgalar” yürütülmüş ve artık yükseltilen tek bayrak Fransız bayrağı olmuştur. 2012’de art arda çalınan istiklal marşı “Marsaillaise” ile “Enternasyonal” yerine, artık sadece Marsaillaise çalınmıştır. Melenchon radikal bir devrimci değil, radikal önerileri olan bir “reformist” olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Mouffe’un ifade ettiği gibi “radikal bir reformisttir.

Kuşkusuz biçimci olmamak lazım ve esas olan mücadelenin ilerlemesidir, fakat Melenchon’ın amaçlarından birisi “pozisyonlar savaşında” sol içindeki güçler dengesini kendi lehine değiştirmektir. Kampanya süresinde en büyük rakibi olarak gördüğü FKP’ye karşı, kendisini sınırlamaya çalışsa bile, açık tavırlar almaktan geri durmamıştır. Ama esas çatışma ve sürtüşme seçimlerin bitmesiyle başlamıştır. Seçimlerin ertesi günü, Melenchon, FKP’yle ittifak yapmamak ve onları ezmek için özel bir tavır sergiledi. FKP’nin Ulusal Sekreteri Pierre Laurent’ı açıktan “yalan söylemekle” suçladı. Milletvekilleri seçimlerinde birbirlerine karşı adaylar çıkartma tavrına kadar ilerlediler. Bunun ise emek ve demokrasi hareketi içerisinde yeni bölünmelere yol açma ihtimali yüksektir.

[1] “Ulusal İdare Okulu” (ENA), 1945 yılında, savaştan sonra kurulmuştur ve amacı, tüzüğünün de belirttiği gibi, yetkin ve profesyonel devlet kadroları yetiştirmektir. Yüksek derecede yeterlilik sınavı ile alınan elit bir kesim, nitelikli bir eğitim gördükten sonra, 10 yıl boyunca kamuda çalışmak zorundadır. Kelimenin gerçek anlamıyla “derin devleti” aslında bunlar oluşturuyor. Örneğin savaştan sonra Fransa’da kurulan 4. Cumhuriyet dönemi boyunca (1946-1958) tam 23 hükümet değişikliği yapılmış, yani bir hükümetin ortalama ömrü 6 ay civarında olmasına karşın devletin işleyişinde hiçbir aksama olmamıştır. Bu bile “hükümetler”le “devletleri” birbirine karıştırmamayı öneren Marksist tezi doğrular.

[2] Jean-Pierre Jouyet de, François Hollande ile aynı yıl ENA’dan mezun olmuş ve Emmanuel Macron’un siyasi yaşantısında belirleyici bir rol oynamıştır. Jouyet, sözde “sol” görüşlü yüksek bir bürokrattır, fakat 2007 yılında seçilen Sarkozy’nin ilk hükümetinde Avrupa Bakanlığını görevini üstlenmiştir. Macron’la Maliye müfettişliğinde tanışan Jouyet, onun Attali komisyonunda başkan yardımcılığı görevi üstlenmesini sağlamıştır.

[3] Nicolas Sarkozy’nin, bu görevi bilinçli olarak, 5. Cumhuriyet’in 1981’de seçilmiş ilk cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın 10 yıl boyunca ekonomi danışmanlığını yapmış liberal ve orta yolcu Jacques Attali’ye vermiş olması ve başkan yardımcısı olarak da Macron’un seçilmesi tesadüfü değildir kuşkusuz.

[4] Christina Lagarde şu anki IMF başkanıdır.

[5] François-Xavier Bourmaud, Macron. L’invité surprise, L’Archipel, Paris, 2017

[6] Marie Benilde, “Candidat des medias”, in Le Monde diplomatique, mayıs 2017

[7] Aktaran, Marie Benilde, ibid. François Bayrou birkaç ay sonra seçilme şansı artan Macron’a ittifak teklifinde bulunmuş ve seçilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bunun karşılığında Bayrou, Fransa’nın Adalet Bakanı olarak atandı.

[8] https://www.marianne.net/politique/bfmtv-diffuse-autant-de-macron-que-de-fillon-hamon-melenchon-et-le-pen-reunis

[9] http://lvsl.fr/medias-ont-fabrique-candidat-macron

[10] Lüks sektörü ve Fransa’nın en büyük 2. servet sahibi

[11] Savaş uçakları alanında üretim yapıyor ve Fransa’nın en büyük 6. Servet sahibi

[12] Yatırımları telekomünikasyon sektöründe ve Fransa’nın en büyük 5. servetine sahip

[13] Lüks sektörü ve Fransa’nın en büyük 7. Servet sahibi

[14] Reklam ve yayıncılık sektörü ve Fransa’nın en büyük 10. Servet sahibi

[15] İnşaat sektöründe ve Fransa’nın en büyük 30. Serveti

[16] Uluslararası düzeye basın ve yayıncılık sektöründe, Fransa’nın en zengin 200 kişilik listede.

[17] Le Monde gazetesinin 3 sahibinden birisi ve birçok dergide hisse senetleri olan Xavier Niel 2011 yılında şunları söylüyordu : “Eğer muhabirlerden birisi beni rahatsız ederse, gazetelerinde hisse senedi alıyorum, ve böylelikle huzur buluyorum”. Bakınız http://www.acrimed.org/

[18] Sınır tanımayan gazeteciler (RSF)’in Basın özgürlüğü dünya sıralamasında Fransa’yı bu tekelleşme ve doğurduğu baskılardan dolayı 39. sıraya koyması tesadüf değildir. Bakınız : https://rsf.org/fr/france

[19] Eskisi bir yana bırakılsa bile, 1981’de iktidara gelen ilk “sosyalist” cumhurbaşkanı François Mitterrand’dan bu yana iktidarı dönemsel olarak merkez sol ve merkez sağ partiler paylaşarak, büyük sermayenin ihtiyacını karşılamışlardır. 1981-1995 yılları arasında “solcu” Mitterrand, 1995-2007 yılları arasında sağcı Chirac, 2007-2012’de sağcı Sarkozy, 2012-2017 arasında “solcu” Hollande’dan ve şimdi de hem sağcı, hem de solcu olduğunu ifade eden Macron iktidara geldi. Belirtmek gerekir ki, bu sağcı ve solcu partiler 1986 ile 2002 arasında üç defa da, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlığı paylaşarak aynı anda iktidarda bulunmuşlardır.

[20] Nuray Sancar, “İmkansızlığın stratejisi: Radikal Demokrasi üzerine”, Özgürlük Dünyası, s. 257, Ekim 2016

[21] FKP, 1960’ların sonların itibaren tamamen bir düzen partisi olmuştur ve giderek ekonomik bütçesini seçimlerde elde ettiği “başarılar”la sağladığı hazine yardımına bağlamıştır. Alacağı olası yenilgiler onun açısından büyük bütçe açığı anlamına geldiğinden, her seçim sürecinde siyasi çizgisinden biraz daha taviz vererek, en azından encümen ve belediyeleri kaybetmeye yönelik “ittifaklar” yapmıştır.

[22] Melenchon ve Sol partisinin bu “ittifaklar”a karşı çıkmasının ardında doğru bir çizgi savunması olduğu sanılmamalıdır. Çoğu zaman bu “müttefiki” FKP’ye kendi çizgisini dayatmaya ya da başka alanlardan tavizler koparmaya yönelmiştir.

[23] Hégémonie et stratégie socialiste: Vers une démocratie radicale, Les Solitaires Intempestifs, 2009

[24] Chantal Mouffe, Agonistique: Penser politiquement le monde [“Agonistik: Dünyayı siyasi düşünmek”], Beaux-Arts de Paris éditions, 2014

Chantal Mouffe, Le paradoxe démocratique [“Demokratik paradoks”], Beaux-Arts de Paris éditions, 2016, sf. 152

Chantal Mouffe, L’illusion du consensus [“Konsensüs yanılsama”], Albin Michel, 2016

Chantal Mouffe et Iñigo Errejon, Construire un peuple, pour une radicalisation de la démocratie, [“Bir Halk oluşturma, demokrasinin radikalleşmesi için”] Editions du Cerf, 2017

[25] Chantal Mouffe, Le Paradoxe démocratique, sayfa 123

[26] Chantal Mouffe, Agonistique – Penser politiquement le monde, sayfa 158

[27] Chantal Mouffe, “Il est nécessaire d’élaborer un populisme de gauche”, [Sol popülizmi oluşturma zorunluluğu] in Mediapart, 11 Nisan 2016

[28] Chantal Mouffe, Agonistique – Penser politiquement le monde, sayfa 140

[29] Chantal Mouffe, “Il est nécessaire d’élaborer un populisme de gauche”, [Sol popülizmi oluşturma zorunluluğu] in Mediapart, 11 Nisan 2016

[30] Chantal Mouffe, « Melenchon, le reformiste radical”, [Melenchon, radikal reformist], Le Monde, 17 Nisan 2017.