Yusuf Gürsucu
Kapitalizm dünyadaki yaşamı adeta uçurumun kenarına sürüklerken dünyada derinleşerek süren ekolojik problemler çöküşe doğru yol alıyor. Ekolojik sorunlarla bağlantılı olarak gelişen küresel iklim değişikliği ve ısınmanın, düzenlenen iklim zirveleriyle aşılacağını iddia eden kapitalist devletler “yenilenebilir enerjiyi” bir kurtarıcı olarak sunmakta. Atmosfere salınan karbonun neden olduğu küresel iklim değişiminin karbon yakıtlarından vazgeçilerek önleneceği söylenirken, diğer yandan “yenilenebilir” enerjinin olmazsa olmazı olan Nadir Toprak Elementleri (NTE) ve mineral madenciliği ile hidrojen enerji doğal yaşamda bugüne kadar görülmemiş boyutlarda yıkımların önünün açıyor. Yaşamsal olan tüm müşterekleri metalaştıran kapitalizm soluduğumuz havayı da “Emisyon Ticaret Sistemi” (ETS) ile ticari meta haline getirerek, sermaye için büyük bir genişleme ve yeni birikim alanları oluşturuyor.
Kapitalizm, karbon borsaları ve Emisyon Ticaret Sistemi ile temiz ve kirli havayı sermaye için değişim sürecine bağlamış durumda. ‘Net Sıfır Emisyon’ hedefi, kapitalizmin yeni dünya düzeni kapsamında ortaya koyduğu politikaların gelecek kurgusu içinde kilometre taşlarından biri olarak öne çıkıyor. Termik santral sahibi bir şirket bir güneş enerjisi santrali de kurarak ‘net sıfır’ hedefini yakalayabilirken, aynı zamanda kömürlü santral sahibi bir şirket ile güneş santrali işleten bir diğer şirket arasında ‘emisyon ticareti’ yapılabilmesi sağlanıyor. Tüm bunlar ‘net sıfır’ hedefinin anlamsızlığını ortaya çıkarıyor. Benzer bir süreç ülkeler arasında gündemde. İthalat ve ihracatta karbon vergileri uygulamaya konma kararları alınırken, halklar üzerinde küresel ısınmayı durdurma propagandaları eşliğinde yeni vergiler (karbon vergisi) getiriliyor.
Emisyon Ticaret Sistemi ve karbon vergisi, başta Avrupa Birliği (AB) olmak üzere birçok kapitalist ülke için küresel ısınmayla mücadele planlarının temelini oluşturmaktadır. Karbon fiyatlandırması için tanımlanan iki farklı piyasa aracı olan karbon vergisi ve emisyon ticaret sistemi halihazırda birçok ülkede uygulanıyor ve bu iki piyasa aracı birbirlerini tamamlayıcı nitelikte. Avrupa Birliği’nin “kirleten öder” mekanizması ile parası olanın kirletme özgürlüğü kazandığı bu sistem, aslında soluduğumuz temiz havanın ticarete konu edildiğini ortaya koymaktadır.
Üzerinde en çok konuşulan iklim zirvelerinden biri olan ve 1997’de kabul edilen Kyoto sözleşmesiyle karbon ticareti netleşmişti. Zirvede kabul edilip imzaya açılarak 2005’te yürürlüğe giren Kyoto Sözleşmesi’ni yıllar sonra imzalayan Türkiye’de, “Kyoto’yu imzala güneş, rüzgar bize yeter” sloganlarıyla eylemler düzenlenirken, sermayenin gelecek planları günümüze kadar taşınmıştır.
‘Yenilenebilir’ enerji yatırımları büyütülüp, enerji ihtiyacının buradan karşılanmasıyla iklim değişimi önlenir algısı ciddi bir çabayla işlenmektedir. İklim değişiminin, biriken ekolojik sorunların sonuçlarından sadece biri olduğu gerçeği yaratılan bu algıyla tartışma dışı tutuluyor. Kapitalizm tarafından kullanışlı bir ticaret alanına dönüştürülen küresel ısınma, sermaye için yeni bir birikim alanı olarak işletilen bir sürece bağlanırken, dünya halklarına yönelik olarak bir kurtuluş yolu algısı olarak dayatılıyor.
Kapitalizm üretip kullanım değeri yüklediği her türden malı pazara taşıyarak değişim sürecine bağlamak zorundayken, ‘temiz’ enerji iddiasıyla girişilecek olan üretim süreçlerinin ekosistemde yaratacağı yıkımların tartışma dışı tutulması dikkat çekicidir. Oysa dünyada yaşanan iklim değişimi kapitalizmin aşırı üretimlerinin yol açtığı sonuçlardan sadece birisidir.
Kapitalizmin üretebilmek için her seferinde doğaya dönmesi ve doğanın kendisini yenileyebilme sürecini beklemeden yeniden ve yeniden doğayı sömürmesi gerekmektedir. Kapitalizmin küresel ısınmayı durdurmak adına ortaya koyduğu dönüşümün temel nedeninin uzun yıllardır yeterli ekonomik büyümeyi sağlayamamasından kaynaklı olduğu gerçeği, dayatılan sürecin yaratacağı yıkımlara bakınca anlaşılabilmektedir. Yeterince büyüyememe sorunu kapitalizm için bir varlık ve yokluk sorunudur.
Kapitalizm, neden olduğu iklim sorununu fırsata çevirip yeniden yüksek sermaye birikim olanaklarını yaratmak isterken, halkları da köleleştirme peşinde. Bugün yaşamı adeta yok oluşa bağlayan nedenlerin başında, aşırı üretim ve tüketimi sürdürmek amacıyla konvansiyonel yolla yürüttüğü maden, petrol, kömür, doğalgaz ile konvansiyonel olmayan hidrolik kırma tekniğiyle elde edilen kaya gazı ve kaya petrolünün yoğun kullanımı gelmektedir. Karbon yakıtlarının ekosistemde yarattığı yıkımları mumla aratacak bir süreç ise ‘yenilenebilir’ enerji iddiasıyla uygulamaya konmuştur.
Mineral Madenciliği
‘Yenilenebilir’ enerji üretimlerinde ihtiyaç duyulan Nadir Toprak Elementleri (NTE) ve mineral madenciliği, kapitalizmin ortaya çıktığından bu yana doğayı yerle bir eden madencilik düzeyini katbekat aşarak, ekolojik problemleri çöküşe taşıyacak olan bir özelliğe sahiptir. Elektrik üretmek için rüzgâr türbinleri ve güneş panelleri ile elektrikli araçlar için ihtiyaç duyulan hammaddeye ulaşıp aynı miktarda enerji sağlamak için konvansiyonel üretimlere göre doğal yaşamı yıkıma uğratabilecek 10 kat daha fazla madenciliğe ihtiyaç duyulacağı belirtiliyor.
Rüzgâr Enerji Santrallerinde (RES) kullanılan temel elementlerden biri olan neodimyum, dünyada bugün için yıllık olarak yaklaşık 7 bin ton üretilmektedir. Mevcut enerji üretiminin yerine ikame edilmek istenen temiz enerji senaryolarına göre, önümüzdeki 10 yıl içinde neodimyum üretimi 28 milyon tona çıkmak zorundadır. Güneş panelleri üretimi için gerekli olan yarı iletkenlerin imalatında kullanılan indiyum madenciliğinin ise yüzde 8 bin artması gerekecek.
Elektrikli arabaların aküleri için kullanılan (GES ve RES üretimlerinde enerji depolama için gerekli olan lityum aküler hariç) lityum üretiminin yüzde 2 binden fazla artmasına ihtiyaç vardır. Örneğin 1 ton bakır elde etmek için 200 ton cevherin çıkarılması, taşınması, ezilmesi ve kimyasallarla işlenmesi gerekirken; 1 ton kobalt elementi elde etmek içinse yaklaşık 1.500 ton cevher kullanılması ve 1 ton kobalt cevherine ulaşmak içinse 7 bin ton toprağın kazılması gerekmektedir. Yani 1 ton kazanılmış kobalt için 11,5 milyon ton toprağın yerin derinliklerinden yüzeye çıkarılıp zehirli kimyasallarla işlenmesi gerekecek ve bu da ekosistemde büyük bir yıkım ortaya çıkaracaktır.
Avrupa’da 2030 yılından itibaren karbon yakıtlı araçların üretiminin durdurulacağı yönünde kararlar alındı. Avrupa Birliği’nde (AB) 2021 yılı sonu itibariyle bin kişiye düşen otomobil sayısı 560’tır. AB’yi oluşturan ülkelerin toplam nüfusu ise 1 Ocak 2023’te 448 milyon 400 bindir. Yani bu durumda, halkın, ortalama 240 milyon adet içten yanmalı karbon yakıtlı otomobili elektrikli araçlarla değiştirmeleri için indirimler, teşvikler ve dolaylı baskılar uygulanacaktır. Bu da kısa bir süreçte sadece AB ülkelerinde 240 milyon adet elektrikli araç üretilmesi demek olur ve sermayeye yeniden değerleme alanı yaratılırken, dünyanın tamamında uygulanması ve RES’ler ile GES’lerin üretimleri ve bu santrallerden elde edilecek enerjinin depolamasında kullanılacak lityum akülerle birlikte hem büyük bir pazar hem de doğal yaşamda çok büyük yıkımlar ortaya çıkarılacaktır.
2022 yılı itibariyle dünyada yıllık lityum üretimi yaklaşık 82 bin ton ve planlar tutarsa kısa gelecekte lityum üretiminin 2 milyon tona çıkması gerekmektedir. Güney Amerika’da ‘lityum üçgeni’ olarak anılan Arjantin, Şili ve Bolivya’nın tuz düzlüklerinde (salar) lityum üretimi sürerken, bu üretimleri çok büyük boyutlara çıkarmak için anlaşmalar yapılmaktadır. Atacama Yerlileri lityum madenlerinin yarattığı yıkımlar nedeniyle bölgeye gelen yolları kapatarak dünyada ses getiren eylemler yaparken, mücadeleleri ise aralıksız sürmektedir. Lityum madenciliğinde, maden alanlarını çevreleyen araziler ve sular zehirlenirken, doğal alanlar atık alanlarına dönüşmektedir. Bir ton nadir toprak metalinin üretim sürecinde ise iki bin ton toksik atık ortaya çıkmaktadır.
Önemli miktarda enerji ve su kullanan, hava kirliliğine neden olan ve tehlikeli atık üreten madenlere ve çevredeki altyapıya yer açmak için doğal alanlar işgal edilerek ağaçsız, bitkisiz ve hayvansız çıplak alanlar ortaya çıkarılmaktadır. Madencilik erozyona, yaşam olmayan büyük çukurlara, biyolojik çeşitlilik kaybına ve kimyasallar nedeniyle toprağın, yeraltı suyunun ve yüzey suyunun kirlenmesine neden olmaktadır. 17 elementi içeren ve “nadir” olarak adlandırılmalarına neden olan tek şey bu madenlerin bulunma zorluğu ve doğada yarattığı yıkım değil, ekstraksiyon yani ayrıştırma işleminde ortaya çıkan toksit maddelerin yaratacağı kirlilik ve bu kirliliğin asla önlenemeyecek olmasıdır.
Kaya formundaki lityumun ekstraksiyonu havayı, suyu ve toprağı zehirler. Lityum 150 mineralden, kilden, çok sayıda tuzlu sudan ve deniz suyundan çıkarılır ve kaya formunda elde edilen lityum gibi aynı yıkıcı etkilere sahiptir. Lityum yer kabuğunda ve deniz suyunda çeşitli mineral bileşikleri ve tuzlarda çok düşük konsantrasyonlarda yaygın olarak dağılır. Lityum, reaktifliği nedeniyle doğada hiçbir zaman element formunda bulunmaz, ancak 100’den fazla farklı mineral bileşiğin içinde bulunmaktadır. Ekonomik olarak işletilmeye uygun yataklar nispeten nadirdir ve iki geniş kategoriye ayrılır: sert kaya (killer dahil) ve tuzlu sular.
Tuzlu sular yani çözünmüş katılar içeren sıvılar potansiyel olarak ekonomik açıdan uygun konsantrasyonlarda lityum içerebilir. Zayıf drenajlı iç havzalarda bulunan kıtasal tuzlu sular, özellikle güneşin neden olduğu buharlaşma oranlarının yüksek olduğu bölgelerde lityum konsantrasyonunu artırmanın düşük maliyetli bir yolu olarak kullanılmaktadır. Lityumlu salamuralar, kayaçlardaki lityumu çözerek yeraltı sularında toplanması sonucu oluşur. Lityum konsantrasyonu ppm olarak veya litrede miligram olarak, ağırlık yüzdesiyle ölçülmektedir. Zenginleştirme işlemi için salamura havuzları inşa edilerek buralara pompalanır. Havuzlarda toplanan lityumca zenginleşmiş çözeltileri doğada kendi halinde buharlaşmaya bırakılır. Buharlaşma sonrası lityum çökelti içinde kalır.
Lityumlu salamuraların oluşumlarında karakteristik özellikler ise, çorak iklim yapısı, kapalı alanda toplanmış çökeltilerin, volkanik ve tektonik bir aktivitenin, lityumlu kayaç yapılarının, bir ya da daha fazla yeraltı su kaynağının varlığının ve konsantrasyonun oluşması için yeterli zamanın geçirilmiş olması sayılmaktadır.Lityum, sert kayaçlardan kırma-öğütme işleminden geçerek, suda yüzdürülüp zenginleştirilir, sonra hidrometalurjik süreçlere tabi tutulur ve siyanür dahil birçok kimyasalla ayrıştırma işlemi yapılan çözeltiden çöktürülerek kazanılır. Çin bu üretim biçimine örnek teşkil ederken, yaşanan yıkıma çözüm üretemiyor.[1]
Jeotermalden Lityum Üretimi
Temiz yenilenebilir enerji safsatası ile süslenen bu işletmeler sabit sermaye gideri dışında işletme giderleri en düşük olan santraller olması bakımından sermayeye çekici gelen yatırımlar. Santrallerde çok az sayıda çalışan olması, kömürlü ya da doğalgazlı termik santraller gibi hammadde girdi baskısı olmadan sıfır hammadde gideriyle çalışıyor olması enerji şirkeetlerinin ilgisini arttırıyor. Dernekleşen jeotermal sanayii JES’lerin atıklarını çevredeki akarsulara veya vadi çukurlarına bırakırken, son dönem atık sulardan seracılık önermeleri yaparak atık sorununu başkalarına veya belediyelere yıkmakta. Fransa ve Belçika’da JES akışkanından lityum elde etme hazırlığı ise Türkiye’deki şirketlerce de yapılıyor.
Jeotermal Enerji Santrallerinde (JES), enerji üretmek için 2 ila 5 bin metre derinliklerden yüzeye çekilen jeotermal sıcak akışkandan lityum çıkarılma uygulaması başlatıldı. Jeotermal tuzlu sularda, sodyum ve potasyum gibi diğer elementler ile lityumun yüksek konsantrasyonlarda bulunduğu belirtiliyor. Avrupa’da, sert kaya cevheri yataklarının bulunduğu kırsal yerleşimin aksine, yoğun nüfuslu bölgelerin yakınında lityum yatakları bulunduğu belirtiliyor.
Pilot ölçekli Doğrudan Lityum Çıkarma (DLE) işlemi ile enerji üretimi için kullanılan kuzeydoğu Fransa’da Strasburg yakınlarında bulunan jeotermal tuzlu sulardan lityum elde edildi. 2 ila 5 bin metre derinlikte bulunan ortalama 180°C’lik jeotermal sıvının çıkarılmasından sonra, iyon değiştirme reçineleri kullanılarak, lityumun yüzde 90’ı seçici olarak alındı. Lityumu tükenen jeotermal sıvı daha sonra JES’lerde uygulandığı gibi yeraltına yeniden enjekte edildi. Ancak Strazburg yakınlarındaki bu bölgenin potansiyel olarak aktif sismik bölge olması sürecin devam etmesinde sıkıntıya neden oldu.
‘Yenilenebilir-temiz enerji’ sınıfında gösterilen jeotermal enerji santralleri (JES) Türkiye’nin dört bir yanına yayılırken, Aydın, Çanakkale, Denizli ve Manisa’da yoğunlaşmakta. Yeraltının binlerce metre derinlerine kadar sondaj yapılarak yüzeye çekilen jeotermal akışkanın içeriğinde bor, cıva, arsenik, kurşun, amonyak, antimuan, lityum, karbondioksit, hidrojen sülfür gibi zehirli ağır metaller bulunuyor. Bir termik santral gibi çalışan JES’lerin GWh başına ortalama 2700 m3 su kullanıyor olması ise çevresindeki su kaynaklarının tükenmesine yol açıyor.
Ekolojik Etki Araştırmaları Kısıtlı
Şaşırtıcı bir şekilde, 1980’li yılların ikinci yarısında Şili’de başlatılan lityum tuzlu su madenciliğinin çevresel yaşam döngüsü analizinde, su döngüsü veya belirli arazi kullanımları üzerindeki etkileri göz ardı edilirken, sadece enerji tüketimi ve karbon emisyonları ölçülmüştür. Lityum madenciliğinin olumsuz çevresel etkilerine ilişkin niceliksel kanıtlar 2018’den itibaren Salar de Atacama’da yapılan incelemede ortaya konmuştur.
Tuzlu su madenciliğinde, potansiyel olarak birbirine fiziksel bağlanabilen yeraltında bulunan tuzlu su ve tatlı suların incelenmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Salamuraya doğru akan veya hareket eden tatlı suyun hacmi, tuzlu su pompalama sırasında veya madencilik yapılmadığında farklıdır. Hidrolojik verilerin yokluğunda aşırı su çıkarımının meydana gelip gelmediği belirlenemez. Ne yazık ki Lityum Üçgenindeki hidrolojik kayıtlar ya mevcut değildir ya da eksiktir.
Örneğin lagün alanında veya akarsu akışında bir azalma, su kıtlığının doğrudan bir göstergesidir. Salar de Atacama’daki lagünlerin yüzey alanı 1985-2020 döneminde kışın yarı yarıya azaldığı kayıtlanırken, Lityum Üçgeni için yüzey suyu eğilimleri hakkında başka niceliksel bilgi mevcut değildir. Doğrudan gözlem kuyularında, madencilik öncesinden mevcut zaman dilimlerine (1986–2015) kadar su tablasında radikal bir azalma olduğu belirlenmiştir.
Atacama’da 1994’te tuzlu su madenciliğinin başlamasından bu yana buharlaşma-terleme oranında ortalama yüzde 15’lik bir azalma olurken, buharlaşma-terlemedeki bu azalma, su tablası derinliğinin azalmasının doğrudan bir göstergesi olarak kabul edilmektedir. Su seviyelerindeki azalma aynı zamanda flora ve faunadaki değişikliklerden de anlaşılabiliyor. Flamingolar, sulak alanları kullandıkları peyzaj ölçeği nedeniyle çevresel zararın güçlü bir göstergesidir. Salar de Atacama’da James ve And flamingolarının popülasyonlarında sırasıyla yüzde 10 ve yüzde 12’lik bir azalma rapor edilmiştir. 2017-2019’da flamingolarda üreme azalırken, popülasyon büyüklüğünü korumak için gereken minimum bin yavru sayısına ulaşılamamıştır.
Atacama’da mikrobiyal yaşamı inceleyen Şilili biyolog Cristina Dorador, “San Pedro de Atacama ve diğer küçük kasabalar kuruyor” ifadeleri bölgede yaşananları ortaya koyarken, bölge halkı ise yıllardır ölüm havuzlarına karşı mücadele yürütüyor. Darador Şili’de yaşananın bir paradoks olduğunu ve “Bir tarafta karbondan arındırmak, iklim değişikliğini hafifletmek ve biyolojik çeşitlilik kaybını konuşuyoruz, diğer tarafta ise iklim değişikliğini destekleyen elektrikli mobilite devrimine güç sağlamak için çevreyi sömürüyoruz” sözleri yaşanan sürecin özetini ortaya koyuyor.
1997-2017 döneminde bitki örtüsü indeksinde azalma olurken, bu durumun daha seyrek bitki örtüsüne sahip alanların ortaya çıkma eğilimine işaret ettiği belirtiliyor. Uydu verileri, kara yüzeyi sıcaklığının yaz ve kış aylarında sırasıyla yıllık 2,68 dereceye kadar arttığını gösterirken, madencilik arazilerinden birinde, kuraklığa dayanıklı olduğu bilinen bir tür olan keçiboynuzu ağaçlarının üçte birinin 2013-2017 döneminde ölmesi, yeraltı suyu sıkıntısının güçlü bir göstergesi olarak kabul edilmektedir.
2018’den itibaren yapılan yayınlarda, su dengesiyle ilgili olumsuz etkinin oluştuğu güçlü bir şekilde vurgulanıyor. Hidrojeolojik çalışmaların karmaşık doğasından dolayı etkinin boyutunu ölçmek ise oldukça zor. Lityum madenciliği endüstrisinin su akışları, toprak bileşimi ve biyolojik çeşitlilik üzerinde etkileri belirgin biçimde gözlenir. Lityum yataklarının yakınındaki ekosistemler son derece kırılgandır ve bu ekosistemler hayvancılık ve kırsal nüfuslar için hayati öneme sahip bir besin zincirine bağlıdır. Biriken atık veya direnaj sızıntıları toprak bileşiminde, azalan su tablasında ve aynı zamanda toprağın tuzluluğunda artışa yol açmaktadır.
Lityum madenciliğinde yeraltında büyük su depoları olarak nitelenen akiferlerin kullanımı göz önüne alındığında, tuzlu su ve tatlı su kuyusu özelliklerine ilişkin doğru verileri içeren hassas hidrojeolojik modelleme bir zorunluluk olarak gösterilmektedir. Çevresel etkiler yalnızca uzun vadede gözlemlenebileceğinden, lityum çıkarımında kullanım başlangıcından itibaren sürekli olarak izlenmesi gerektiği belirtilirken, böyle bir inceleme yapılmadığı gibi lityum maden alanları giderek genişlemektedir.
Mineral Madenciliğinde Rekabet!
Dünyada üstü örtülü yeni bir paylaşım savaşı sürerken, bu süreçte kapitalistler, yeni ittifaklar kurup kaynaklar açısından doğadan kazanılabilen kaynakların sınırına yaklaşmasına rağmen yeni birikim alanları yaratarak varlığını sürdürme peşindedir. NTE ve mineral madenciliği bağlamında kapitalist-emperyalist ülkeler arasında rekabet kızışmış durumdadır. Çin, dünya NTE madenciliğinde ve tedarikinde yüzde 97’lik bir pazara hâkim olan emperyalist bir güçtür. Çin’in işlenmiş NTE ihracatını durdurması halinde, ABD ve AB’de birçok sektör üretim yapamaz hale gelme riskine karşı; ABD, Japonya, Avustralya ve Hindistan ‘güç birliği’ için anlaşma yapmıştır. Almanya’nın başını çektiği Avrupa Birliği ise Güney Amerika ile Orta Asya’nın doğusundaki bazı ülkelerle anlaşmalar yaparken, Avrupa coğrafyasında da madenciliğe hazırlanmaktadır.
2022 yılı Mart ayında ABD Başkanı Joe Biden’ın; nikel, kobalt, grafit ve lityum da dahil olmak üzere elektrikli araç (EV) pilleri için gerekli olan metallerin ve minerallerin çıkarılmasına yönelik daha fazla federal kaynak emri verdiğinin duyurulması, bu bağlamda büyük bir sermaye hareketinin olduğunu ve daha da gelişeceğini göstermektedir. Diğer yandan bugün için en büyük üretici konumunda olan Çin’in ve Rusya’nın yeni kaynaklar için harekete geçmemesi mümkün değil. Tüm bunlar dünyada süren yeni paylaşım savaşında ‘yenilenebilir’ enerji bağlamında ihtiyaç duyulacak olan maden yatakları için yeni gerilimler yaşanması muhtemel.
Avrupa Birliği (AB) elektrik depolamada kritik bir hammadde olan lityumun arz güvenliğini sağlamak için ‘lityum zengini’ ülkelerle ‘işbirliğini’ büyütmektedir. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen yaptığı bir açıklamada, Şili ile Avrupa Birliği’nin (AB) Şili’de katma değerli lityum projeleri geliştirme konusunda bir mutabakat zaptı imzalayacağını duyurmuştur.[2] Şili Devlet Başkanı Gabriel Boric ile düzenlenen ortak basın toplantısında gazetecilere konuşan Ursula von der Leyen, iki tarafın lityum geliştirmek, ayrıca tedarik zincirlerini güçlendirmek amacıyla bir stratejik ortaklık geliştirmek üzere anlaşmaya vardığını açıklamıştır.
AB, ayrıca aynı amaçla Arjantin ile de bir anlaşma imzalamıştır. Arjantin Cumhurbaşkanı ile Avrupa Komisyonu Başkanı, 14 Haziran 2023 tarihinde Buenos Aires’te düzenlenen toplantıda NTE konusunda işbirliğini arttırmak üzere mutabakat zaptı imzalamıştır.[3] Söz konusu mutabakat zaptının, ülke yönetimlerinin yerküre çapında tedarikini güvence altına almak istedikleri lityumun da içerisinde olduğu mineral ve NTE hammaddeleri için yeni araştırmaları genişletmek amacıyla oluşturulduğu belirtilmiştir. Diğer yandan AB Konseyi Başkanı Charles Michel ise bir yıl önce Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan liderleriyle bir araya gelmiş ve “yeşil kalkınma, iklim değişikliği” gibi alanlarda işbirliği görüşmeleri yapmıştır.
Arjantin’de tahminen 19 milyon, Bolivya’da 21 milyon ve Şili’de 10 milyon ton lityum rezervi bulunduğu belirtilmektedir. Bu üç ülkeyi lityum zenginliği bakımından Avustralya ve Çin takip ediyor. Aynı zamanda Meksika’da 1,7 milyon ton, Brezilya’da ise yarım milyon ton lityum rezervi olduğu söyleniyor. Lityum üçgenini oluşturan Latin Amerika ülkeleri kendi aralarında “lityum OPEC’i” kurma çalışması yürütürken, amaçlarını lityum ihracatında kontrolün ellerinde olmasını sağlamak olarak tarif ediyorlar.
Madenciliğin terk edildiği iddia edilen Avrupa’da ‘yenilenebilir enerji’ bağlamında adeta bir madencilik patlaması yaşanmaktadır. Portekiz’in kuzeyindeki dağlarda, ülkenin en büyük ikinci şehri Porto’nun yaklaşık iki saat kuzeydoğusunda çok önemli bir tarım alanı yer almaktadır. Avrupa’nın en zengin lityum yataklarından birinin bulunduğu belirtilen bölgedeki Covas do Barroso köyünde[4] başlatılan madencilik faaliyetine karşı bölge halkı büyük bir direniş göstermektedir. Covas köyü, Avrupa genelinde 2030 yılına kadar açılması beklenen yaklaşık 50 yeni madenden sadece birisidir.
Vulcan Energy Resources’ın Almanya’da tuzlu sudan lityum üretmek için maden projesi gündemdedir. Copperstone Resources şirketi İsveç’te, Adriatic Metals ise Bosna’da NTE madenciliğine girişirken, Finlandiya’dan Yunanistan’a kadar tüm Avrupa coğrafyasında yeni madenler açılması kapıdadır. Dünya maden devi Rio Tinto’nun Sırbistan’daki lityum projesine karşı 2021 yılında büyük kitlesel eylemler yapılmış ve proje askıya alınmıştı. Ancak şirket, aynı noktada kapasitesini düşürerek madeni açabilmek için çalışmalarını aralıksız sürdürmektedir.
Türkiye’de ise eski Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez Malatya Kuluncak’ta ‘Yerli’ otomobilde kullanılacağı iddia ettiği NTE ve mineral madenciliği başlatılacağını duyurmuştu. Açıklamasında, “Laboratuvar ölçeğinde, yüzde 99’un üzerinde saflıkta seryum, lantanyum, neodimyum, paraseodmiyum, uranyum, toryum ve Ağır Nadir Toprak Oksitleri (ANTO) kazanıldı” demiştir.
Bakan ayrıca, Eskişehir Sivrihisar ilçesinin kuzey batısında bulunan Karaburhan, Kızılcaören, Karkın ve Okçu Köyleri arasında yer alan 1 milyon 500 bin hektar alanda, başta toryum olmak üzere barit, fluorit gibi elementleri içeren yataklar olduğunu belirtmiştir. Uranyum, toryum ve diğer nadir toprak elementlerine yönelik hazırlıkların ise Beylikova’da inşa edileceği belirtilen işletme ile bir adım daha ileriye taşınacağı vurgulanırken, Manisa kırsalında mineral madenciliği için saha ihalesi açılmıştır.
2020 yılında İngiltere’nin köklü şirketlerinden biri olan ‘ICoNiChem’ şirketini satın alan Cengiz Holding, Eti Bakır Mazıdağı tesislerinde kobalt, nikel, mangan ve lityum bileşikleriyle pilin ana bileşenlerinden olan katot aktif malzeme üretimi yapmaktadır. Küre dağlarından özel tren hattı ile Mazıdağı’na taşınan bakır priti ile yine aynı holdinge bağlı Eti Alüminyum’un Seydişehir fabrikasında işlenen boksit madeninden lityum elde etmek için Mazıdağı’nda ileri saflaştırma ve lityum karbonat ve lityum hidroksit sentezi gerçekleştirilmektedir.
Diğer yandan Hakkari ile Şırnak coğrafyasında zengin çinko yatakları olduğu iddiasıyla NTE ve mineral madenciliğini 80 km’lik hat üzerinde başlatmak için adımlar atılırken, bu amaçla Siirt’te Katar ortaklığı ile izabe tesisi kurulumu gerçekleştirilmiştir. Bir diğer gelişme ise, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar ile Suudi Arabistan Sanayi ve Maden Kaynakları Bakanı Bandar bin İbrahim Alkhorayef arasında, NTE madenciliği için işbirliği mutabakat zaptı imzalanmış olmasıdır.
Yeşil ve Mavi Hidrojen!
Yenilenebilir enerji kaynağı olarak lanse edilip öne çıkarılmaya başlanan hidrojenin küresel ısınmaya çözüm olarak sunulmasının ortaya konan diğer hedeflerden farkı bulunmamaktadır. Hidrojen üretiminin yüzde 95’i doğal gaz ve kömürden elde edilmektedir ve bu üretime ‘Mavi Hidrojen’ ismi verilmiştir. Bir diğer hidrojen üretimi ise, ‘Yeşil Hidrojen’ adı verilerek sudan ayrıştırılıp ‘yenilenebilir’ enerji olarak nitelenen GES, RES, JES vd. enerji santrallerinden elde edilmesidir. Yeşil hidrojen suyun elektrolize edilmesi ve hidrojen atomlarının oksijen atomlarından ayrılmasıyla ortaya çıkıyor. Mavi hidrojen ise, metanın yüksek sıcaklıklarda hidrojen ve karbon monoksite ayrıştırılmasıyla elde ediliyor. Sudan üretildiği için yeşil hidrojenin daha çevre dostu olduğu iddia edilirken su tüketimi hesaplanmamaktadır. Diğer yandan bu süreçte ortaya çıkan enerji kayıpları ise çözümsüzdür.
Elektroliz yoluyla hidrojen üretmek için kullanılan enerjinin yaklaşık yüzde 30-35’i kaybolurken, ayrıca hidrojenin diğer taşıyıcılara (amonyak gibi) dönüşümü sırasında yüzde 13-25 enerji kaybı söz konusudur. Doğalgaz boru hatları gibi yollarla taşınması sırasında hidrojenin kendi enerjisinin yüzde 10-12’sine eşdeğer bir ek enerji ihtiyacı ortaya çıkarken, yakıt hücrelerinde hidrojen kullanımı ilave yüzde 40-50 enerji kaybına yol açmaktadır.[5]
Kapitalist endüstride, arabalarda, evlerde ve elektrik üretimde güvenilir, yeni nesil bir yakıt olarak kullanımı teşvik edilen hidrojen, iklim değişimine neden olan karbon salınımının artmasına yol açmaktadır. İklim üzerindeki etkilerine yönelik hakemli yeni bir çalışma, felaket niteliğindeki küresel ısınmanın nedeni olan sera gazı emisyonlarıyla mücadelede hidrojenin rolü konusunda şüphe uyandırmaktadır.[6]
Fosil yakıtların yerini alacak moleküler hidrojene olan küresel ilginin artmasıyla birlikte, hidrojenin atmosfere olası sızıntıları ve bunun çevresel sonuçlarına daha fazla dikkat çekiliyor. Hidrojen doğrudan bir sera gazı değildir, ancak kimyasal reaksiyonlarının sera gazları metan ve ozonla stratosferik su buharının yanı sıra aerosollerin artışına neden olacağı belirtilmektedir.
Bugün kullanılan hidrojenin yaklaşık yüzde 95’i, çok fazla enerji gerektiren ve büyük miktarda karbondioksit açığa çıkaran bir işlemle doğal gazdan elde ediliyor. Doğal gaz üretmek ise özellikle güçlü bir sera gazı olan metan salınımına neden oluyor. Doğal gaz endüstrisi, emisyonsuz olarak lanse ettiği “mavi” hidrojeni teşvik ederken, karbondioksiti yakalamayı teklif ediyor.
Cornell ve Stanford Üniversitelerinden araştırmacılar tarafından yayınlanan bir makaleye göre, bu yakıt tüm tedarik zincirinde sadece doğal gaz yakmaktan daha fazla emisyon yayıyor. Cornell’de biyojeokimyacı ve ekosistem bilimcisi olan, çalışmanın başyazarı Robert W. Howarth, “Buna sıfır emisyonlu yakıt demek tamamen yanlış. Bulduğumuz şey, bunun düşük emisyonlu bir yakıt bile olmadığı” diyor.[7]
Öngörülebilir gelecekte hidrojen üretiminin çoğu, metanı hidrojen ve karbon monoksite parçalamak için buhar, yüksek ısı ve basınç kullanan buhar reforming işlemi adı verilen, enerji yoğun ve kirletici bir yöntem aracılığıyla doğal gazdan yapılacak. Bir diğer plan ise mevcut doğalgaz boru hatlarının hidrojen naklinde kullanılmasını öngörüyor, ancak bu da mümkün görünmüyor.
Dünyada mevcut doğal gaz iletim boru hatlarının yaklaşık yüzde 96’sı çelikten oluşuyor. Çelik ise metal içindeki küçük boşluklara girerek borunun çatlamasına neden olması nedeniyle hidrojenin taşınması için uygun değil. Hidrojenin güvenli bir şekilde taşınması için, taşımanın hidrojen sızıntısını önleyecek bir kaplamaya sahip plastik boru hatlarıyla yapılması gerekiyor. Bu da yıllardır şikâyet edilen plastik kirliğini büyütecek ve petrol ürünlerinin kullanımını kısmak bir yana artmasına neden olacak.
Hidrojenin gazdan daha az yoğun olmasından dolayı depolanmasının çok daha zor olduğu belirtiliyor. Uzun süreli depolama için doğalgaz gibi hidrojenin de sıvıya dönüştürülmesi gerekir ve bu hidrojenin kendisinin üretilmesinden daha pahalı bir işlemdir. Hidrojeni gaz olarak depolamak için yüksek basınçlı tanklar gerekmektedir. Sıvı olarak depolamada ise, kriyojenik (çok soğuk) ısının korunması şart. Hidrojenin küresel boyutta doğalgazın yerini alabilmesi için 2050 yılına kadar 637 milyar dolarlık bir maliyetle 4 kat daha fazla depolama altyapısı oluşturulması gerekmektedir.
Bazı projeler, depolama ve taşımadaki zorluklar nedeniyle hidrojenin sıvı amonyağa dönüştürülmesini, ardından amonyağın enerji üretimi alanında tekrar hidrojene dönüştürülmesini önermektedir. Bu işlem için gereken enerjinin, hidrojenin soğutulması ve sıvılaştırılmasında kullanılan enerjiyle hemen hemen eşit olduğu ifade edilmektedir.
Elektroliz yoluyla 1 litre sudan, yaklaşık 0.012 kg hidrojen elde edilmektedir. 1 kg hidrojen için 1200 litre suya suya ihtiyaç duyulur. Büyük miktarda su kullanılacak olması nedeniyle mevcut su kıtlığını büyütmesi kaçınılmazdır. Ayrıca 1 m3 hidrojen için kullanılacak enerji miktarı 4,6 kilowat/saattir. Enerji üretim projeksiyonlarında devasa büyüklükte ortaya çıkacak ihtiyaç nedeniyle hidrojenden enerji üretmenin kârlı bir yol olmadığı üretimde gerekli olan enerji ihtiyacından anlaşılmaktadır. Mevcut ve önerilen birçok hidrojen projesi için Afrika ve Ortadoğu coğrafyasının işaretlenmesi dikkat çekerken, bu adreslerden biri de Türkiye’dir.
Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Jürgen Schulz geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, “Yeşil hidrojen gerçekten stratejik açıdan gelecek vadeden çok önemli bir konu. Almanya tabii ki hidrojen üretebilir. Ancak ihtiyacını karşılayacak kadar üretemez, çünkü gelecekte hidrojene miktar olarak çok büyük bir ihtiyaç olacak. Türkiye’de de büyük miktarda hidrojen üretiminin koşullarının olduğunu düşünüyoruz” sözleri dikkat çekicidir.
Nükleer Enerji
Çernobil ve Fukuşima nükleer santrallerinde yaşanan patlamaların yarattığı radyoaktif zehirlenme ve ölümler sonucunda nükleer sermaye kan kaybına uğrarken yeni siparişler alamamaya başladı. Birçok ülke nükleerden çekilme kararlarını açıklarken, Türkiye gibi bazı ülkeler ise bu dönemde ‘al gülüm ver gülüm’ ilişkisi içinde nükleer santral kurma hevesine soyundu.
Diğer yandan küçük nükleer reaktörler güvenilir ve düşük maliyetli bir çözüm olarak tartışmaya açıldı. Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği (SEFiA) tarafından hazırlanan değerlendirme raporu ile ‘temiz enerji’ sınıfına alınması yönünde adımlar büyürken, COP28’de nükleer sermaye kendisine alan açmayı başardı.
Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Konseyi’nin (UNECE) 2021 Eylül’ünde yayımladığı teknoloji özet raporunda ise, nükleer enerjinin Paris Anlaşması ve 2030 ‘Sürdürülebilir Kalkınma’ hedeflerinin gerekliliklerinin yerine getirilmesine yardımcı olabileceği iddia edildi. Rapor, nükleerin, küresel enerji sisteminin ve enerji yoğun endüstrilerin karbondan arındırılmasında diğer sürdürülebilir düşük karbonlu veya sıfır karbon teknolojilerinin kullanılmasının yanında daha geniş bir yelpazenin parçası olarak görülebileceğini belirtiliyordu.
UNECE raporunda, nükleer santrallerin kapatılması kararlarının iklim değişikliğinin azaltılmasına yönelik yürütülen çabalar için gerilemeyi temsil ettiği yer aldı. Nükleer enerji, UNECE bölgesindeki 11 ülkede (Belçika, Bulgaristan, Çekya, Finlandiya, Fransa, Macaristan, Slovakya, Slovenya, İsveç, İsviçre ve Ukrayna) elektrik üretiminin yüzde 30’undan fazlasını sağlayan enerji olurken, bu ülkeler nükleeri kurtarıcı görüyor. Diğer yandan Belçika’nın 2025’te, Almanya’nın ise 2023’te nükleer enerjiyi aşamalı olarak devre dışı bırakma kararlarının iptal edileceği; BAE’de yapılan son iklim zirvesinde nükleer santral sayısının 3 katına çıkarılma protokolüyle ortaya çıkmaktadır..
Şu anda tüm dünyada çalışan 444 nükleer enerji santral var. Bu santrallere ek olarak aralarında Türkiye, Çin, Fransa, Japonya, İngiltere ve Finlandiya’nın da bulunduğu 19 ülkede 50 reaktör ise inşa halinde bulunuyor. Fosil yakıtlarla aynı derecede kirletici ve çok daha tehlikeli olan nükleer enerjiye geçmenin iklim değişikliğiyle mücadelede çözüm olarak sunulması nükleer sermayeye yeniden alan açmak amacı taşımaktadır.
AB’nin Almanya ile birlikte etkili ülkesi olan Fransa’nın nükleer enerji şirketleri dünyanın en güçlü şirketleri. AB’nin nükleer enerji taslağında nükleer santraller için radyoaktif atıklarla ilgili olarak, “çevreye zarar vermeyen ve atıklarını güvenli biçimde tasfiye edebilecek santraller” vurgusunda bulunmuş olması dikkat çekicidir.
Nükleer Karşıtı Platform (NKP), Paris iklim anlaşması imzalandığı esnada Türkiye’nin nükleer atıkları ithalinin önünü açan ek maddelerine yönelik olarak, “Paris İklim Anlaşması nükleer enerjinin Truva atı mı!” diye bir soru sormuştu. AB’nin “güvenli tasfiye” vurgusu atıkların AB topraklarından ihraç edileceğinin açık göstergesiyken, Türkiye başta olmak üzere birçok ülkenin de bu atıkları almaya hazır olması büyük bir kirlilik süreciyle karşı karşıya kalacağımızı gösteriyordu. Nükleer reaktörlerin atıkları binlerce yıl radyoaktif kalırken, bugüne kadar radyoaktif atıklar için henüz bir çözüm bulunamamış olması, nükleer enerjinin bir çare olarak sunulmasını nalamsız kılmaktadır. vazgeçilmesi gereken bir enerji üretim biçiminden başkaca bir şey olmadığını göstermektedir.
SEFiA tarafından hazırlanan raporda, nükleer enerji iklim değişikliğiyle mücadelede etkin bir yol olarak sunulurken, aynı raporda küçük modüler nükleer reaktörlerin (SMR) güvenilir ve düşük maliyetli bir çözüm olmadığı vurgulanıyordu. Raporda, SMR’lerin geleneksel reaktörlere kıyasla 35 kat daha fazla radyoaktif atık ürettiği yer aldı.
Diğer yandan iktidarın Orta Vadeli Program’ında yer alan 12. Kalkınma Planı’nda SMR girişimleri yer alırken, raporda maliyetleri ve güvenlik riskleri olan SMR teknolojisinin Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığını artıracağı belirtiliyor. Geleneksel reaktörlerde olduğu gibi, SMR’lerde de, enerji üretimi temel olarak nükleer fizyona dayanıyor ve başta endüstriyel kullanım olmak üzere elektrik üretimi, hibrit enerji sistemleri kurulumu, ısıtma, deniz suyunu tuzdan arındırma, buhar ve hidrojen üretimi gibi uygulamalara yönelik olarak üretiliyor.
Enerji Paradoksu ve Verimlilik!
Kapitalizmin üretim süreçleri büyük paradokslar barındırmaktadır. Bunlardan biri de enerji paradoksudur. 19. yüzyılda William Stanley Jevons, enerji verimliliğinin artmasının tasarrufa değil, enerji kullanımın artmasına yol açtığını belirtmiş ve bu paradoks Jevons paradoksu olarak literatüre girmiştir. Jevons, bir enerji kaynağının kullanımında artan verimliliğin kömür talebinin azalmasına değil, yalnızca bu kaynağa yönelik talebin artmasına yol açtığını belirtirken, kapitalizmin aşırı üretim zorunluluğu enerji ihtiyacının sürekli artmacağını gösteriyor.
Charles Dickens, (1908) İngiltere’de yoğun kömür yakan sanayi kentlerindeki duman kirliliğini “ışığı engelleyen ve melankolik havayı kötüleştiren bir duman vebası” olarak tanımlamıştı. 1973-74 yıllarında yaşanan petrol-enerji krizi kapitalist ekonomistleri ‘endişelendirmeye’ başlarken, enerji verimliliği önlemleri tartışılmaya başlamış ve unutulan Jevons 20. yüzyılın ortalarında tekrar gündeme gelmişti. Burjuva iktisatçıları aşırı üretimlere bağlı aşırı tüketimler nedeniyle ortaya çıkan çevre sorunlarının büyük ölçüde teknolojik inovasyonla çözülebileceğini ve enerji tüketiminin düşebileceğini iddia etmişlerdi.
Oysa ABD’de 1980’den sonra motorlu araçların galon başına ortalama kilometresinin yüzde 30 artırılıp verimliliklerinin yükseltildiği belirtilirken, motorlu taşıtların kullandığı toplam enerjide bir azalma yaşanmadığı ortaya çıkmıştır. Araç başına yakıt tüketimi sabit kalırken, verimlilik kazanımları, araba ve kamyon sayısıyla birlikte, aynı zamanda boyutlarında ve performanslarında artışa yol açarak, SUV’lar ve minivanlar gibi araçlar otoyolları kaplamıştır. Bu durum, ABD’nin 1975’ten bu yana enerji verimliliğini ikiye katlamayı başarmasına rağmen enerji tüketiminin dramatik bir şekilde katlanarak artmasıyla Jevons Paradoksu yeniden hatırlanmıştır.
Enerji Kimin İçin?
Enerji yaşamın en önemli bileşenlerinden birisidir. Yaşamak için yiyeceklerden elde ettiğimiz enerji kadar, kullanım değeri üretiminde ihtiyaç duyulan enerjiden de vazgeçmek mümkün değil. Ancak kapitalizmde sermayeye birikim yolları açmak amacıyla sürdürülen enerji üretimleri ile kendini yenileme olanağı dahi tanınmadan, ‘hammadde’ olarak değerlendirilen doğa ve onun her parçası sömürü mekanizması içine alınarak, çevresindeki doğa ile birlikte insan ve diğer canlıların yaşamsal ihtiyaçları tamamen önemsiz sayılmaktadır.
İngiltere merkezli Uluslararası İnsani Yardım Kuruluşu (Oxfam) tarafından yayımlanan son raporda, son 2 yılda dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesim, kalan yüzde 99’luk kesimin toplamından neredeyse iki kat daha fazla servet kazandığını açıklaması, kapitalizmin işleyişinin tipik göstergesidir. Bağımlı ülkelerde ise bu oran kıyaslanamaz boyutlardayken, ekmeğe, suya erişemeyen milyonlarca insanın varlığı açıklanan bu oranları anlamsız kılmaktadır. Açlığın girdabına itilmiş olan halkların yaşadığı ülke ve coğrafyalarda madencilik, petrol ve doğalgaz gibi yıkıma neden olan girişimlerle yerle bir edilmiş durumdadır.
Türkiye’de elektrik enerjisi üretim kapasitesi 105 bin 417 MW’a ulaşırken[8], bu enerjinin en fazla 1/3’ü piyasalaşabilmektedir. Büyük bir enerji potansiyeline rağmen enerji santrallerinin bir çoğu düşük kapasitelerde çalışırken, 2024 yılı itibariyle 44 kömür ve doğalgazlı santrale ‘kapasite meknaizması’ uygulamasıyla her ay ortalama 1milyar TL ödenecek. Diğer yandan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) Başkanı Mustafa Yılmaz, Depolamalı GES, RES yatırımı için ‘252 bin’ MW’ı aşan başvurular aldıklarını açıklarken[9], sermayenin günümüzdeki hareket yönünü de ortaya koyuyor.
Konvensiyonel enerji üretimlerine, devlet eliyle gerçekleştirilen ve halkı yoksulluğa mahkum ederek sağlanan ‘kapasite sistemine’ şirketlerin katılma istekleri ise azalış göstermektedir. Sermaye bu durumun sürdürülemez olduğu gerçeğine dayanarak, bugün Avrupa tarafından zorunluluk haline gelen ‘Emisyon Ticaret Sistemi’ (ETS) nedeniyle güneş ve rüzgâr santrallerine kayarken, bu santrallerde üretilen enerjinin ‘depolanma’ biçimine yönelmektedir. Ancak buradaki hızlı yönelimin önü EPDK’nın aldığı son kararla durdurulmuştu. 2023 Ekim ayı başına kadar 399 proje için toplam 23 bin 782 MW’lık depolamalı enerji santral başvurusunun onaylandığı, yeni başvuruların ise geçici olarak durdurulduğu EPDK tarafından açıklanmıştı.[10]
Avrupa Birliği (AB) sınırları içine ithal gelen mallar için ETS bağlamında ‘Sınırda Karbon Vergisi’ uygulaması, 1 Ekim tarihinde bazı ürünler için yürürlüğe girdi. Bu uygulama kademeli olarak genişletilerek, 2026 yılından itibaren AB’ye ithal gelen her şeyden vergi alınacağı bir dönem başlatıldı. Bu uygulama Türkiye’de sermayenin ‘yenilenebilir enerjiye’ hücum faslının temelini oluşturmakta. Türkiye’nin 2022 yılında 103,1 milyar dolarla ihracatının yüzde 40,6’sını oluşturan en büyük pazarın AB olması, Türkiye’de sermaye hareketlerine yön veren önemli bir etken.
Avrupa’da 2009’da kurulan ve 35 ülkeden 42 elektrik üretici şirketin üyesi olduğu ENTSO-E’ye Türkiye de üye olmak için başvurmuştu. Bu başvuru sonrasında Türkiye’de 105 bin MW enerji üretim kapasitesine ulaşılmasının itici gücü ENTSO-E üyeliğinden beklentilerdi. Türkiye ile ENTSO-E arasında enterkonnekte sistem oluşturulmuş, 2010’da deneme çalışmaları başlatılmıştı. Ardından 14 Nisan 2015’te imzalanan “Uzun Dönem Anlaşma” ardından 2016’da Türkiye ile AB arasında “Gözlemci Üyelik Anlaşması” imzalandı. 2015’te imzalan anlaşma ise, 2021’de revize edildi. Ancak, AB ile ortaklık görüşmelerinin kesilmiş olması nedeniyle halen ‘gözlemci üyelik’ statüsünde bir değişiklik olmadığı gibi, elektrik ticareti de başlamış değil.[11]
Türkiye’de 2009’dan itibaren iktidarın oluşturduğu havuz şirketler ve diğer şirketler HES, termik, doğalgaz gibi enerji yatırımlarına adeta hücum etmişlerdi. Bugünkü kapasite fazlasının ortaya çıkmasında motivasyonu sağlayan sermayenin ENTSO-E üzerinden büyük bir enerji pazarına ulaşma arzusu, iktidarın AB ile uyumsuz politikaları sonucunda tükendi. Bugün değerlemeye sokulamayan enerji kapasiteleri için ‘al gülüm ver gülüm’ ilişkisi nedeniyle, halktan çalınıp ‘Kapasite bedeli’ adı altında şirketlere 2023 yılı sonuna kadar son 5 yıl boyunca her ay 300-500 milyon TL ödeme yapılırken, TEİAŞ 2024 yılı itibariyle yapılacak ödeme miktarını 2 katına çıkardı.
Sonuç
Sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi ekolojik yıkımları kaçınılmaz kılmaktadır. Güneş panelleri ve rüzgar tribünlerinde verimliliğin sermaye için yeterli düzeylere geldiği düşünülerek meralar, ormanlar ve tarım arazileri bu amaçla işgal edilirken, tarımda ‘fabrikalara’ taşınarak ‘topraksız’ tarım uygulamalarına geçiş hazırlığı at başı ilerlemektedir. Sermayenin attığı her adım büyük toprak kayıplarını ortaya çıkarırken, dünya ormansız ve nitelikli suya erişmenin mümkün olmayacağı bir geleceğe taşınmaktadır.
Küresel ısınmaya karşı kapitalizm koşullarında üretilebilen çözüm ise daha büyük yıkımları ortaya çıkarmaktadır. Bilimsel gelişmeleri ve teknolojiyi tekelinde bulunduran sermayeye rağmen diğer yandan internet gibi gelişmelerle bilginin yayılması sonucu dünyayı ve ekosistemi daha iyi anlamak mümkün hale geldi. Ancak Marx’ın dediği gibi sorunumuzun dünyayı sadece anlamak değil değiştirmek olduğu ise unutulmaya başlandı. Bilimsel ve teknolojik gelişim süreci ise kapitalizme içkin bir şey değildir. Geliştirilen tüm teknolojiler gelecek teknolojilerin alt yapısını oluşturmaktadır.
Kapitalist ekonomi, teknolojik gelişmeler sayesinde sürekli kendini yenileyip yeniden inşa ederken, bunu kesintisiz olarak sürdürmektedir. Bilimsel gelişmeleri kapitalizme içkin olarak gördüğümüzde ise özellikle ekoloji bağlamında mistik görüşler yayılmaktadır. ‘Ekoloji’ mücadelesinde “doğaya dönelim, ekolojik yaşayalım, eko köyler kuralım” vb. temelde mistizmi örgütleyen girişimler, ekoloji mücadelesinin ‘sınıfsal’ bir mücadele olduğu gerçeğinin üstünü örttüğü gibi, mücadele de kapitalizmin sınırları içine hapsedilmektedir.
Bugün bütün dünyada yerleşik hale gelen oligarşik devletler, güvenlik gibi iddialarla her türden muhalefeti terörizmle etiketleyip resmi (polis, asker vb.) ellerle muhaliflere karşı saldırılar düzenlemektedir. Ekosistemi sermaye saldırılarından koruma mücadelesi halkların isyan duygusunu büyütürken, halkların güçlü örgütlenmelere ise ihtiyacı artmaktadır. İsyan duygusunu besleyen gelişmeler içinde ekosisteme yapılan saldırılar ağırlıklı yer tutarken, bu gerçeği görememek ve bu gelişmeleri ya mistizme ya da kapitalizmin yeşil enerji vb. ile doğal yaşamı sözde gözeten politikalarına bağlanmasına da izin verilemez.
Kapitalistler dünyada ihtiyaç duyduğu her türden hammaddeye ulaşmak ve sermaye birikimini hem emekgücü hem de doğa sömürüsü ile sürdürüp büyütmek için yeni bir dünya düzeni kurma adımları atmaktadır. Doğası yıkıma uğratılmış, yeraltı kurutulmuş, toprağı ve suyu kirlenmiş olan coğrafyalarda paylaşım ve işgal savaşları altında yaşamaya çalışan halklar ve tüm canlılar için adeta bir cehennem yaratılmaktadır. Ortadoğu’daki savaşların, kapitalizmin ‘yenilenebilir enerji’ hedefiyle vazgeçtiğini ilan ettiği karbon yakıtlar olan petrol ve doğalgaz üzerinde yaşanıyor olması, kapitalizmin tüketmeden ve yok etmeden hiçbir şeyden vazgeçmeyeceğinin açık göstergesidir. Sadece ekosistemin uğradığı saldırılar için değil, bu saldırılardan doğrudan etkilenen halkları ve işçi sınıfını özgürleştirebilecek bir isyan hareketi örülmek zorunluluğu yaşamsaldır.
Dünya Ekonomi Forumu’nda (DAVOS) özellikle 2017 yılından bu yana yapılan toplantılar sonrasında yayınlanan Küresel Riskler Raporu, kapitalistlerin geleceği çok önceden planlayarak ilerlediğini gösteriyor. Yayınlanan raporlarda, “Korumacı politikaların ve kamulaştırma hamleleri ile bölgesel ekonomik entegrasyonun Asya, Afrika ile Amerika’da çok taraflı ekonomik işbirliğinin zedelenmesinin engellenmesi ve kritik önemdeki doğal kaynak arzına istikrarlı ve makul bir maliyetle erişebilmesi, iklim değişikliği, çevre sorunları, açlık, terör, enerji, kontrolsüz göç ve mülteciler sorunu, olası halk isyanlarının önlenmesi, yeni bir düzenin inşa edilmesi” gibi başlıklar dikkat çekicidir.
Sermaye içinde bulunduğu sıkışmışlığı aşmak adına her türden hazırlığı yapıp saldırılarını savaşlarla genişletmektedir. Emperyalist kapitalizmin paylaşım savaşının önemli bir ayağının Ortadoğu’da uygulamaya girdiği izlenirken, doğa ve emek sömürüsü ile insani ve doğa yıkımları büyüyerek sürmektedir.
Kapitalizmin insana ve doğal yaşama dair verebileceği hiçbir şey olmadığı gibi çöküşe doğru hızla yol alan bir ekolojik sorunları kapitalizmin çözme olasılığı da yoktur.
[1] Yuqi, Y. and L. Hang (2022) “China’s rare earth mining could cause irreversible environmental harm”, Think China, https://www.thinkchina.sg/chinas-rare-earth-mining-could-cause-irreversible-environmental-harm
[2] Ticaret Bakanlığı (2023) “Avrupa Birliği ile Şili Lityum ve Yeşil Hidrojen Projeleri Geliştirecek”, https://ticaret.gov.tr/blog/sektor-haberleri/avrupa-birligi-ile-sili-lityum-ve-yesil-hidrojen-projeleri-gelistirecek
[3] Ticaret Bakanlığı (2023) “Avrupa Birliği ile Arjantin, Odağında Lityumun Olduğu Hammadde Mutabakat Zaptı İmzaladı”, https://ticaret.gov.tr/blog/sektor-haberleri/avrupa-birligi-ile-arjantin-odaginda-lityumun-oldugu-hammadde-mutabakat-zapti-imzaladi
[4] Ejatlas (2023) “Savannah’s lithium extraction conflict in Covas do Barroso, Portugal”, https://ejatlas.org/conflict/savannahs-lithium-extraction-conflict-in-barroso-portugal
[5] WEF (2021) “4 Technologies that accelerating green hydrogen revolution”, www.weforum.org/agenda/2021/06/4-technologies-accelerating-green-hydrogen-revolution/
[6] Sand, M. et al (2023) “A multi-model assessment of the Global Warming Potential of hydrogen”, Nature, https://www.nature.com/articles/s43247-023-00857-8
[7] Friedlander, B. (2021) “Touted as clean, ‘blue’ hydrogen may be worse than gas or coal”, news.cornell.edu/stories/2021/08/touted-clean-blue-hydrogen-may-be-worse-gas-or-coal
[8] Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (2024) “Elektrik”, https://enerji.gov.tr/bilgi-merkezi-enerji-elektrik
[9] İnanç, S. (2023) “6 Ayda 250 Bin Megavattan Fazla Depolamalı GES ve RES Yatırımı Başvurusu Yapıldı”, Enerji Ajansı, https://enerjiajansi.com.tr/6-ayda-250-bin-megavattan-fazla-depolamali-ges-ve-res-yatirimi-basvurusu-yapildi/
[10] Enerji Günlüğü (2023) “EPDK depolamalı tesis başvurularını geçici olarak durdurdu Kaynak: EPDK depolamalı tesis başvurularını geçici olarak durdurdu”, https://www.enerjigunlugu.net/epdk-depolamali-tesis-basvurularini-gecici-olarak-durdurdu-56089h.htm
[11] TEİAŞ (t.y.) “Uluslararası Kuruluşlar”, https://www.teias.gov.tr/uluslararasi-kuruluslar