Ahmet Cengiz

 

Toprak Rusların ve Fransızlarındır,
Deniz elinde İngilizlerin.
Ama düşlerin göksel aleminde,
Tartışmasız egemenlik bizlerin.
Burada üstünlük taslarız
Birliğimiz kusursuz burada,
Diğer halklarsa geliştiler
Düz toprakta.

 

Marx ve Engels, ortak eserleri Alman İdeolojisi’nde devrimci şair Heinrich Heine’nin “Bir kış masalı Almanya” şiirine ait bu ironik dizeleri, “Almanların sözümona evrenselliğinin ve kozmopolitliğinin altını nasıl bir dar kafalı-ulusal bakış açısının” doldurduğuna değinirken aktarırlar. Onlara göre, Almanlar, “muazzam bir özgüvenle”, “düşlerin bu göksel alemi”ni, hani şu “İnsan’ın özü’nün alemini”, diğer halklara, “tüm dünya tarihinin tamamına erişi ve amacı olarak” öne sürerler. “Kendi hayalciliklerini her alanda diğer ulusların eylemleri hakkındaki nihai hüküm olarak” görürler. Evet, “ulusal dar kafalılık her yerde itici”dir, fakat “Almanya’da özellikle iğrenç bir hal almaktadır; zira o burada milliyet ve tüm gerçek çıkarların üzerinde bulunulduğu illüzyonu eşliğinde, ulusal kibirlerini ve gerçek çıkarlara dayanmalarını açık yüreklilikle teslim eden ulusların karşısına sürülmektedir.”[1]

Almanya’daki bugünkü umumi havaya bakıldığında insanın aklına ister istemez Heine’nin bu dizeleri geliyor. Ve şu sorular beliriyor: Son yılların dünyasındaki olaylar ve gelişmeler, Almanya’yı “düşlerinin göksel alemi”nden bir kez daha yeryüzüne inmeye mi zorluyor, unuttuğu kendi gerçekliğini mi ona hatırlatıyor? Almanya’yı yakından takip etmeyenlere bu sorular garip gelebilir. Oysa şu bir gerçektir ki, Almanya bir süreden beri zor bir dönemden geçmektedir. Şimdilerde düzenlilik, istikrarlılık, öngörülebilirlik ile değil, belirsizlik, toplumsal hoşnutsuzluk ve gelecek endişesiyle dikkat çekmektedir. Sadece Alman toplumunda değil, odağında “jeopolitika” tartışmalarının olduğu bu yılki Davos toplantılarında dahi “Almanya’ya ne oluyor” sorusu yöneltilmekteydi. “Kaos ortasında berraklığa özlem” başlıklı makalesinde Lisa Nienhaus Almanya’nın Davos’ta bu şekilde gündeme gelmesi üzerine şu tespitte bulunmaktaydı: “Bir şeyler şirazesinden çıktı. Görünen o ki, Alman hükümetinin kendi ülkesinin ticaret modeline hakim olduğuna veya en azından geleceğe yönelik net bir planı olduğuna dair güven hem ulusal hem de uluslararası planda bulunmuyor.[2]

Bugünlerde Almanya yeniden “Avrupa’nın hasta adamı” olarak anılmakta. Nitekim ekonomik büyümesi düşük, epeydir %1-2 bandında. 2023’te diğer Avrupa ülkeleri büyürken Almanya’nın GSYİH’si %0,3 küçüldü. Aralık 2023’teki verilerle birlikte Almanya’daki sanayi üretimi art arda 7 ay gerilemiş oldu. Ve görünen o ki, %1’lik büyümeye ulaşmak da zorlaşacak. Örneğin ekonomi bakanlığın basına sızan yıllık rapor taslağında, ekonominin 2028’e kadar en iyi durumda yılda ortalama %0,6-0,8 arası büyümesi tahmin ediliyor.[3]

Sadece Ukrayna savaşı değil, Çin’de kırk yıldır süren aşırı ekonomik büyümenin sona ermesi de en çok Almanya’yı sarsmakta. Aynı şekilde, pandemiyle birlikte patlayan enflasyonun sıfır faiz politikalarını sürdürülemez kılmasıyla dünya ölçeğinde yükselen faizlerin birçok ülkedeki yatırımları geriletmesi de Alman mallarına olan talebi azalttı. Bu arada otomobil, makina, kimya gibi sanayisinin çekirdeği olan ve uzun yıllar üstün olduğu bazı sektörlerde geriye düşmeye başlıyor. Dış pazar payında gerilemeler yaşanırken, ülke içindeki hoşnutsuzluk da gitgide artıyor. Reel ücretler yıllardır düşmeye devam ediyor, bazı sektörlerde ödenen “enflasyon telafi primi” de bu durumu değiştirmedi. Sendika bürokrasisinin tüm uzlaşmacılığına rağmen, son TİS süreçlerinde gerçekleşen iş durdurma, grevler ve protesto mitinglerinde görüldüğü üzere, işçi ve emekçilerde ücret kayıplarının telafi edilmesi konusunda büyük bir istek var. Öte yanda; köylüler isyan ediyor, sağlıktan eğitime konuttan geçime kadar sorunlar büyüyor. Ülkenin teknolojik ve ekolojik “transformasyon”u Scholz hükümetinin büyük iddialarına karşın aksıyor, kritik anda tempo kaybediliyor. Dijitalleşmede geriye düşülmüş olunması, yüksek bürokratik bariyerleri küçültme adımlarını yavaşlatıyor. Demografi sorunu, yani emekliliğe ayrılacak olanların yerini dolduracak sayıda emek gücünün olmaması, büyüyor.[4] Yerleşik burjuva partilerinin halk indindeki itibarı eriyor, içinde faşistlerin kök saldığı aşırı sağcı AfD olup bitene yegane muhalefet eden parti sıfatıyla büyüyen toplumsal hoşnutsuzluğu yedekliyor.

Kısacası, Almanya’nın aktüel durumu ciddi değişimlerin cereyan ettiği ve edeceğine işaret ediyor. Kovid salgını ve Ukrayna savaşı Almanya’daki ekonomik ve toplumsal yaşam açısından yeni açmaz ve zorluklar gündeme getirdiyse de Alman modelinin geleceğini tehlikeye atan nedenler, bunlardan ibaret olmadığı gibi, daha önceki gelişmelerden de kopuk değil. Bu yazının konusu da genelde Almanya’nın, özelde Alman emperyalizminin gelişiminde yeni bir dönemece gelinip gelinmediğini irdelemektir. Yaşanılanların mahiyeti ve bu mahiyetin nasıl algılandığını anlamak için ama, önceki dönemin özgünlüğüne bakmakta fayda var. Açıktır ki, farkın idrakı, ayrımın kendini gösterdiği şeyin evveliyatını bilmeyi gerektirir.

 

Düşlerin Göksel Aleminde

Denilebilir ki, Hitler faşizminin başta Sovyetler Birliği (SB) olmak üzere müttefik güçlerce yenilgiye uğratılmasının ardından, ABD’nin öncülüğünde kurulan Batı Almanya’da, bu sefer çok farklı bir zeminden yükselerek zamanla yeni bir “düşlerin göksel alemi” oluştu. Alman tininin yeni düşlere ihtiyaç duyması aslında hiçbir zaman bu denli meşru sayılamazdı, zira ülke yer yeksan olmuş, faşizm telkin ettiği hayallerle birlikte yıkılmış, maddi ve manevi bir yoksunluk etrafı sarmıştı. İlginç olan ama şuydu ki, Almanların bu sefer mülkiyeti sayabilecekleri “düşlerin göksel alemi” Alman değil de Amerikan tininin bir eseriydi. Önceleri dünya kapitalizminin merkezi Avrupa’ydı, Almanya da bu kıtanın merkez ülkesiydi. Yeniden kuruluşuyla birlikte ama merkez olmaktan çıkmış, Batı emperyalizminin SB’ni boğazlama stratejisinin bir ön cephe ülkesi haline gelmişti. Batı Almanya, bu yönüyle, ABD emperyalizminin Soğuk Savaş stratejisinin özel bir kreasyonu sayılabilirdi.

“Hür dünya”nın lideri olarak ABD, bu ön cephe ülkesinin, yani komünizme karşı mücadelenin “vitrin ülkesi”nin siyasi ve ekonomik bakımdan kuvvetli bir cazibeye sahip olmasına özel bir önem vermek durumundaydı. Şu üç öge, bu kreasyonun özel oluşunu göstermeye yetmektedir:

Birincisi: Görece ileri bir burjuva demokrasisinin belgesi sayılabilecek yeni bir anayasa yazıldı. Federal anayasayı kaleme alanlar Almanlardı, ancak çerçevesini çizen esasta ABD idi. O yıllarda öne çıkan “yeni hümanizm”in insan tasavvuru, her ne kadar Avrupa hümanizmini şekillendiren antik geleneklere değil de, Amerikan bağımsızlık savaşının Jefforson, Paine, Washington gibi “baba”larının bildirimlerine (esasta bireyci ve pragmatist bir etiğe)[5] dayanıyorduysa da, olup biten önemsiz sayılmazdı: Aydınlanmacılığın hümanizm, eşitlik, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti gibi ilkeleri bu anayasada en gelişkin haliyle ifadesini buluyordu. Federal anayasada, sosyalizmin o yıllardaki hem genel hem de işçi sınıfı saflarındaki etkisinin izleri bile görülmekteydi. Örneğin anayasanın 14. maddesi özel mülkiyete sorumluluk yüklüyordu, özel mülkiyet “aynı zamanda genelin yararına hizmet etmeli”ydi. Batı Almanya bu anayasanın 1949’da imzalanmasıyla kurulmuş oldu.

İkincisi: Yeniden inşa edilen kapitalist ekonomi, “sosyal piyasa ekonomisi”nin ilkelerine göre şekillendirildi. Buna göre, “ekonomik özgürlük” (şu ünlü “özel teşebbüs hürriyeti”), “sosyal bakımdan dengelenmek” zorundaydı. “Alman ekonomik mucizesi”nin babası sayılan Ludwig Erhard’ın tabiriyle, “herkes için refah” olmalıydı. Devlet dengeyi sadece sosyal bakımdan sağlamamalıydı, aynı zamanda “rekabet özgürlüğünün” tekellerce kısıtlanmasını engellemekle de mükellefti.[6] Bu bakımdan “herkes için refah” sağlayan bir ekonomi modelinin inşası, sosyalizmin işçi ve emekçiler safındaki umumi etkisini geriletme stratejisinin en önemli saç ayaklarından birisiydi. Federal Almanya, toplumsal ve sosyal refah için sosyalizme gerek olmadığının parlak bir örneği olmalıydı!

Üçüncüsü: Federal Almanya’nın bir ön cephe ülkesi olmasının bir başka sonucu, koyu bir anti-komünizminin ABD’den sonra gelen kalesi olmasıydı. Bir taraftan aydınlanmacılığın ilkelerinin damgasını vurduğu demokratik bir anayasa ve “sosyal devlet”, diğer taraftan ama başta devlet aygıtı olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarını kaplayan koyu bir anti-komünizm! Almanya’nın bölünmesine ön ayak olanın ABD olmasına karşın, Doğu Almanya’nın varlığı, Batı Almanya’daki anti-komünizme ayrıca ulusal bir motif katmaktaydı. Görünürde ileri bir anayasaya bağlı liberal bir devlet vardı, ancak bu devletin aygıtı anti-komünist bir zihniyetle yeniden inşa edildi.[7] Anti-komünizm, hem Alman faşizminin toplumsal köklerini ve derin etkisinin nedenlerini eleştirel ortaya koymayı bir zorunluluk olmaktan çıkartıyordu (zira bu, Alman tarihinin ilerici mirasını sahiplenen temelli bir demokratikleşmeyle ancak yapılabilirdi), hem de bütünsel bir hegemonya oluşturmaktan uzak olan sermayenin çeşitli fraksiyonları açısından birleştirici bir tutkal işlevi görüyordu.

Batı Almanya’nın kuruluşu ve ilk 15-20 yılı esas olarak bu üç ögeyle biçimlendirilmişti. Bu özellikleri, ABD emperyalizminin SB’yi kuşatma ve çökertme stratejisine değil sadece, Alman sermayesinin toparlanması ve birikimini hızla büyütmesi için de son derece elverişli koşullar sunmaktaydı.[8]

Sonuç itibarıyla; faşist ve ırkçı Almanya’nın yerini demokratik ve “bir daha asla!” diyen bir Batı Almanya almıştı. Bu Almanya, süreç içerisinde, ABD’nin Soğuk Savaş stratejisinin bir parçası olarak verdiği çok yönlü desteği zamanla arka plana iten, onun oluşturduğu koşullanmaları giderek talileştiren bir ekonomik-sosyal başarı öyküsü yazmaktaydı: Görece hızlı toparlanıyor, kendi “ekonomik mucizesi”ni yaratıyor, sosyal devleti inşa ediyor, toplumsal refahı artıyor, başta Avrupa’daki komşularıyla olmak üzere dünyayla ticareti ilerletiyor, sermayenin birikimini hızla büyütüyor ve Avrupa’da yeni bir ortak pazar ve topluluğun kurulmasında önemli bir rol oynuyor. Almanya, askeri güvenlik dışında, artık kendi ayakları üzerinde durmaktaydı.

70’li yılların sonlarına kadar süren bu başarı öyküsünün bir de kültürel-ideolojik boyutu vardı. O boyutta, kendine has özellikleriyle Alman tininin kendini yeniden buluşunu görmekteyiz! Eğer tin, Hegel’in belirttiği üzere, “kendini bilme öznelliği”yse[9], o zaman bu sürede şekillenen bu Alman tini, daha doğrusu bu Federal Cumhuriyetçi tin, kendini nasıl bilmekteydi? Şöyle bilmekteydi: Almanya hür ve demokratiktir; eşitliğin, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün güvencesi olan bir hukuk devletine sahiptir; her tür totaliterliğin karşısında olup aydınlanmacılığın ilke ve değerlerini savunur, bu ilke ve değerler devletinin, partilerinin, hatta mensubu olduğu NATO’nun da esin kaynağıdır; dolayısıyla politikanın başka biçimlerde sürdürülmesi olarak savaş benimsenemez, Almanya barışçıldır, anlaşmazlıkların çözüm yolu diplomasidir, bundandır ki Almanya’da üretilen silahlar savaş bölgelerine satılamaz; Almanya bir sosyal devlettir, sınıflar değil sosyal grup ve tabakalar vardır, işveren ile işçinin çıkarları uzlaşmaz olmadığı gibi özünde ortaktır, Alman sanayisinin rekabet gücü aynı zamanda işçilerin sosyal refahının güvencesidir, bu nedenle sosyal barış korunmalıdır, TİS özgürlüğü bunun temel bir ilkesidir, fakat aynı nedenle politik grevler yasaktır… Kendini böyle bilen bu Federal Cumhuriyetçi tinin dünyaya bakışı da buna uygundur: Komünizm dışındaki dünya demokratiktir, totaliter değil hürdür, keyfi direktiflerle değil değerler temelinde hareket eder, uluslararası hukuka bağlıdır, ülkelerin egemenlik hakkına saygılıdır…

Kendini algılayışını gerçekliğin kendisi sanan bu Federal Cumhuriyetçi tin, o yılların uluslararası koşullarının yol verdiği başarı öyküsü sürdüğü müddetçe dünya gerçekliğinden de kopar. O artık düşlerinin yeni bir göksel alemindedir. Üstelik, 89/91 dönemecine gelindiğinde, yani Doğu Almanya ile SB’nin çöküşü gerçekleştiğinde, emperyalist kapitalist dünya gerçekliğine yabancılaşmış olan bu zihniyet, kendini tarih tarafından da doğrulanmış bulur! Nitekim, burjuva demokrasisi galebe çalmış, hür dünya karanlığı yenmiş, demir perde dağılmış, Almanya birleşmiş, dünya pazarı bütünleşmiş, serbest ticaretin önündeki milliyetçilik/himayecilik gibi engeller kalkmıştır.

Bu tin açısından Avrupa Ekonomik Topluluğun (AET) kurulması, “milliyet ve tüm gerçek çıkarların üzerinde bulunulduğu” illüzyonun gerçekleşmesiydi zaten ve Almanya giderek güçlenen ekonomisiyle bu yapının motor gücüydü. Avrupa Birliği (AB) çatısı altında gerçekleşenler bir illüzyon değildi! İşte: Kuzey ve Doğu Avrupa ile Balkan ülkeleri AB’ye girmek için can atıyor, AB’nin üye sayısı 1990-2004 arasında hemen hemen ikiye katlanıyordu. AB, Avrupa kıtasının savaşa mahkum olmadığının, “milliyet ve tüm gerçek çıkarların üzerinde” ortak bir birliğin mümkün olduğunun bir abidesiydi.

 

Düz Topraklarda İlk Çatlak

Bu göksel alemi terk edip biraz da “düz toprakta” yürüyelim!

Gördük ki, Almanya’daki hakim burjuva propagandası, Alman toplumuna; kendi ülkesindeki kapitalizmin içinde yeşerdiği çerçevenin ABD’nin uluslararası stratejisinin özel bir kreasyonu olduğunu, kaydettiği gelişme ve yükselişlerin iki sistemin ölüm kalım mücadelesindeki özel ve geçiciliği baştan belli bir dengenin varlığıyla gerçekleştiğini, ister izlediği dış politikada savaşlara doğrudan müdahil olma mecburiyetinde kalmaması olsun, isterse Batı Avrupa’nın birleşmesi, ortak bir pazarın kurulması ve AB entegrasyonu olsun, bunların hepsinin belirtilen güç ilişkileri içinde mümkün olduğunu başarıyla unutturabildi. Bu unutturma, SB’nin çökmesi ve kapitalist dünya pazarının açıktan tek bir pazara dönüşmesi ve küreselleşme furyası sürecinde ulusal bariyerlerin aşılmasıyla daha da perçinleşti. Başka bir ifadeyle, siyasal yaşama sirayet eden/ettirilen hikaye Alman Federal Cumhuriyetçi tinine kendini doğru bilme sanısı aşılıyor ama, toplumu da bir o kadar emperyalizm çağının realitesine yabancılaştırıyordu.

Öte yandan; evet, “sosyal piyasa ekonomisi”ne, sosyal partnerlik tekabül etti, sosyal demokrasi ve palazlanan işçi aristokrasisi bu partnerliğin güvencesiydi. Sistem böyle kurulmuştu ama, işçi sınıfı ile tekelci burjuvazinin çıkarlarının özünde örtüşmesi savı külliyen bir masaldı. Bu, “düz toprakta” gelişen ve “ulusal kibirlerini ve gerçek çıkarlara dayanmalarını açık yüreklilikle teslim eden uluslar”da açıktan inkar edilemeyen çıplak bir gerçeğin, yani kapitalizmin sınıflı bir toplum olduğu ve bu sınıflar arasındaki mücadelelerin kaçınılmaz olduğu gerçeğinin açıktan reddiydi. SB var oldukça Alman tekelci burjuvazisi, hegemonyasının önemli bir saç ayağını teşkil eden bu anlatıyı zedelememeye özen gösterdi. Fakat Doğu Almanya’nın yutulması ve SB’nin çökmesinin ardından bu hassasiyete artık gerek kalmamıştı. Tekelci burjuvazi, sosyal partnerliğe eskisi kadar ihtiyaç duymadığını büyük bir özgüvenle ilan etti! Palazlanan işçi aristokrasisinin de zayıflaması gerektiğini ilan ederken, sendika bürokrasisinin temsilcileri peş peşe kapısını çaldı ve Alman modelinin alametifarikası olan sosyal partnerliği bozmaması için adeta yalvardı! Oysa bu çabalar nafileydi, zira Alman tekelci burjuvazisi çok daha öncesinde ABD ve İngiltere’deki sınıfdaşlarının demagojik bir tanımla “neoliberalizm” olarak ifade ettikleri saldırı hazırlıklarını görmüş ve rekabet gücünü artırmak şöyle dursun, korumak için dahi olsa benzer adımları atması gerektiğinin farkına varmıştı (70’li ve 80’li yıllarda görece güçlü bir işçi hareketi olduğundan bu adımları istediği hız ve büyüklükte atamamıştı).

Bir kere; 1966/67’deki kriz dönemi göz ardı edildiğinde yaklaşık 20 yıl süren “ekonomik boom” 1970’lı yılların ortalarından itibaren sönümlenmeye başlamıştı. Dünya ekonomisinde ciddi gelişmeler olmuş, 1971’de ABD, Bretton Woods adıyla anılan “uluslararası döviz düzeni”nden ayrılmış (yani dolar-altın karşılığı kaldırılmış),1974 krizi patlak vermiş, enflasyon ve işsizlik yayılmıştı. 1975’de ise ekonomik kriz Almanya’da tüm sektörleri kapsamıştı. Müteakip yıllarda ekonomi yeniden canlanacak, ihracat sanayisi toparlanacaktı, fakat işsizlik rakamları yüksek (1 milyon) kalacaktı. Keynezyen politikalar sorgulanmaya başlanacak, talep yerine arzı güçlendirmenin yolları tartışılacaktı.

1982’de işbaşı yapan Kohl hükümeti döneminde sosyal politikaları hedefleyen “konsildasyon” adımları bu çerçevede atılmaya başlandı, “şişen sosyal bütçe”ye yönelik ilk ciddi kısıtlamalar gündeme alındı.[10] 89/91 dönemeciyle birlikte ise bu hazırlıklar yeni bir boyuta taşındı, özelleştirme ve deregülasyon gibi bilinen programlar uygulanmaya başlandı. Toplum ve işçiler üzerinde politik-manevi baskı kuruldu; “Almanya’nın birleşmesinin maliyetlerini karşılama” savlarının yanı sıra, Alman ekonomisinin uluslararası rekabete hazırlanması gerektiği, ülkedeki yüksek ücretlerle bunun mümkün olamayacağı, küreselleşen dünya pazarında yarışabilmek ve ülkedeki refahı koruyabilmek için yeni fedakarlıklar gerektiği vb. söylemler adeta günün 24 saati boyunca propaganda edildi. 90’lı yıllarda tüm ileri kapitalist ülkelerde olduğu gibi Almanya’daki işçiler arasında da ciddi bir özgüven kaybı vardı, moral üstünlüğü tartışmasızca sermayedeydi. Çok yönlü sosyal hak kısıtlamalarına gidildi. Fakat asıl darbe sosyal demokrat Schröder hükümeti döneminde indirildi. 2003’te, hazırlıklarına 1999’da başlanan “Agenda 2010” ve “Hartz IV” reformları ilan edildi. Alman sosyal demokrasisi, açıktan “neoliberal” anlatıyı benimsedi. “Neoliberalizm”in tozlu raflardan indirdiği “trickle-down-economy” konsepti artık refahı getirecekti, yani sermaye birikimini büyüttükçe, tüketimini ve yatırımlarını artıracak, bu da refahın zamanla yukardan aşağıya şırıldamasını sağlayacaktı! Öyleyse, asıl sosyal politika, sermaye için en iyi koşulları yaratmaktı! Böylece Erhard’ın “herkes için refah” konsepti küreselleşme koşullarına uyarlanmıştı. Refahın güvencesi artık devlet değil, sermaye idi!

Schröder “reformları” Alman işçileri arasındaki köklü bir sanıyı, yani kendi “sosyal devleti”nde güvende oldukları sanısını derinden sarstı. Federal Cumhuriyetçi tinle oluşturulan hegemonyada ilk derin çatlak böylece oluşmuş oldu. Ve görece kısa bir sürede, “sosyal piyasa ekonomisi”nin “herkes için refah” sağlamadığı anlaşılır oldu. Bu süreçte; emek gücünün fiyatı, üretkenliği görece yüksek bir ülkede düşürüldü, çekirdek sanayide uzun bir dönem çalışan veya vasıflı olanların dışında, işçi ve emekçilerin reel ücretleri hızla geriledi, düşük ücretli çalışanları kapsayan sektör her beş işçiden birini kapsayacak düzeyde büyüdü, geçim derdi ve görece yoksulluk emeklileri, gençliği ve çocukları kapsayarak artmaya başladı. Sadece güvencesiz iş ilişkileri değil, genel olarak güvencesizlik de alt sınıflarda yaygınlaştı. İşçi sınıfı öncesinde görülmeyen bir düzeyde bölündü, yanı sıra sosyal bütçe küçültüldü. İç talebin sermayenin maliyetleri de düşürülerek daraltılmasının öte yüzünde Alman ihracat ekonomisinin tam gaz yol alışı durmaktaydı, dış pazarlarda pay kapma yeni boyutlar kazanıyordu.

Bu arada Avrupa iç pazarında Alman ihracatının, daha doğrusu Almanya’nın pazar payını olağanüstü güçlendiren adımlar da atılmıştı. Örneğin Avro 1999 tarihinde 11 üye ülkede resmi para birimi haline gelmişti. Öncesinde Maastricht Anlaşması çerçevesinde mali kriterler de belirlenmiş, Avrupa’nın çeşitli ülkelerin ekonomilerinin sözüm ona birbirine “yakınsaması” adına devlet borçları ve bütçe açıklarıyla ilgili katı kurallar konulmuştu. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesi ve kapitalist devletlerin birbirleriyle rekabeti gerçeği karşısında bu mali kuralların iç tutarsızlığı ve çelişkileri bir tarafa (Avro krizinde görüldüğü üzere!), hiç şüphesiz ki, ortak para birimi ve bu kriterler en çok da Alman ekonomisini avantajlı kılmaktaydı. Aynı zamanda diğer üye ülkelerin güçlü Alman ekonomisinden faydalanmalarına (güçlü Avro üzerinden kendi sermayelerini teşvik etmek üzere borçlanmayı artırma, bütçe açıklarını büyütme gibi) somut sınırlar koymaktaydı. Almanya, Avrupa çapında kurulan bu sistemin 2008 krizinden sonra bozulmaması için de 2009’da, AB üyesi ülkelerine adeta “sizden talep ettiğimi bak kendime de uyguluyorum” dercesine, anayasasına “borç freni” maddesini koydu: Artık devlet sadece kasasına girdiği kadar para harcayabilecekti! İstisnai acil durumlarda ancak bu fren iptal edilip devlet ek borç yapabilecekti.

Öte yandan, Almanya’nın yeniden “birleşmesi” Alman emperyalizmi açısından Rusya ile olan ilişkileri yeni bir temele oturtma olanaklarını da sağlayacaktı. Zayıflayan ve henüz toparlanmayan Rusya, Alman sanayisi için çok yönlü işlevi olan bir pazarı teşkil edecekti. Bir taraftan pek çok önemli hammadde görece yakın bir pazardan öncesinden daha fazla temin edilecekti, öte taraftan toparlanma çabaları bağlamında Rusya, Alman sınai ürünlerini artan oranda almaya başlayacaktı. Fakat Alman tekelci burjuvazisi açısından en büyük olanağı Rusya’nın doğal gazı sunacaktı. Alman sanayisinin artan enerji ihtiyacının karşılanmasında artık Rusya gazı kilit bir rol oynuyordu. Ve Almanya gerek Doğu Avrupa ülkelerinin (Polonya’da Kuzey Akım “İkinci Hitler-Stalin Paktı” olarak tanımlanıyordu!)[11], gerekse ABD’nin itirazına rağmen, Kuzey Akım’dan vazgeçmiyordu. Tüm Avrupa için doğal gaz ticaretinde bir hub olabilmesi işin bir yanıydı, diğer yanı Rusya doğal gazını dünya piyasalarına göre daha ucuza almasıydı.

Soğuk Savaş bittiğine ve Almanya da birleştiğine göre, ön cephe ülke misyonunu üstlenmeye de gerek yoktu. AB de artık kendisi olabilirdi, kuşkusuz ABD’ye karşı değil ama ona rağmen. Alman emperyalizminin öz güveni artmıştı. Körfez Savaşı’nda ABD ile hizalanmamış (Schröder: “Irak’ın işgalinde yokuz”), Rusya ile zımni bir ekseni kurmaya yönelmişti. Fransa ile birlikte AB üzerinden, başta serbest ticaret anlaşmaları yoluyla, dünya pazarlarında yayılma hızını artırmıştı. Kısacası, Alman emperyalizmi “Yeni Dünya Düzeni”nde çok iyi hazırlanmış olarak yerini almıştı.

 

Şampiyonluk Madalyasının Arka Yüzü

Geriye dönüp bakıldığında, ihracata dayalı bu modelin o yıllarda Alman tekelci burjuvazisini Avrupa ve dünyada oldukça avantajlı kıldığı görülecektir. Nitekim Almanya 2003-2008 yılları arasında peş peşe dünya ihracat şampiyonu olacaktı! Yani pazar paylarını hızla artıracak, tekelleri kar üstüne kar yapacaktı. Çin pazarına ağırlıklı yönelme de bu yıllarda yavaş yavaş artmaya başlayacak, ancak asıl büyük artışlar dikkat çekici bir şekilde ekonomik krizlerin ardından (2008 ve 2019/20 sonrasında) gerçekleşecekti. Ne var ki, ihracattaki bu dinamizmin ülke içindeki ekonomik büyümeye etkisi görece sınırlıydı. GSYİH’daki büyümeye dair onar yıllık veriler bunu göstermekte: 1991-2000 arasındaki ortalama %1,6 iken, 2000-2010 ortalaması (2008’deki dünya ekonomik krizin de etkisiyle) %0,9 idi. 2010-2020 ortalaması ise %1,2’yi geçmedi.[12]

Alman tekelleri küreselleşme sürecinde dış pazarlarda aynı zamanda kendi değer ve tedarik zincirlerini oluşturmaktaydı. Bu süreç Almanya’nın büyük tekellerinin iç pazara olan bağımlılıklarını da belirli bir yere kadar azaltıyordu. Bu durum, iç talebin burjuva hükümetlerce baskılanmasının tekeller açısından olası yan etkilerini de telafi ediyordu. Hatta küreselleşmenin furyaya dönüştüğü yıllarda bu durum belirli bir süre için tekel dışı işletmeler açısından bile geçerliydi.

Küreselleşme furyası yıllarında, yani ileri kapitalist ülkelerden başta deniz aşırı olmak üzere dış ülkelere sermaye ihracının olağanüstü arttığı yıllar, emperyalist ülke ekonomilerindeki ithalat-ihracat ilişkisindeki dengede önemsiz olmayan değişimler yaşandı. Almanya gibi sanayi temeli yüksek ülkelerde bile ithalatın payı arttı. Fakat Almanya’nın özelliği, ithalatın hep ihracatın gerisinde kalan bir düzeyde artmasıydı. Örneğin 1997-2022 yılları arasında, yani bir çeyrek asır boyunca, Alman ekonomisi hep ihracat fazlası verdi. Alman ekonomisinin bu bağlamdaki diğer bir özelliği de kamu yatırımlarının uzun yıllar düşük kalmasıydı. Kamu yatırımlarında gerileme hemen tüm emperyalist ülkelerde gözlemlenen bir husus olmakla birlikte, Almanya’da çoktan “bir Alman hastalığı olarak kronik yatırım noksanlığı”ndan söz edilmektedir. Kamu yatırımlarının GSYİH’daki payı örneğin 1998-2018 yılları arasında genelde %1,9-2,4 bandında seyretmiştir.[13] En yüksek oran %2,69 ile pandeminin patlak verdiği 2020’dedir. Almanya AB ortalamasında kamusal altyapıya en az yatırım yapan ülkedir. 2000’li yıllar boyunca AB ortalamasında bu oran GSYİH’nın %3,7 iken, Almanya’da %2,1’dir.[14]

Sonuç itibarıyla: Almanya dış ticaret oranı, yani ithalat ve ihracatın toplamının GSYİH’daki oransal payı, oldukça yüksek bir ülke durumuna geldi. Bir ekonominin dünya pazarıyla ne derece iç içe olduğunu gösteren bu oran, Almanya’da 1970’li yıllarda ortalama % 33,6 iken, 2000-2009 yıllarının ortalamasında %60’a çıktı. 2015 yılında ise %72,2 bulmuştu! Aynı yılda dünya ölçeğindeki ortalama % 44,4 idi![15] 2022’de bu oran Almanya’da % 79,90’a çıktı.

Belirtmeye gerek yok ki, bu birikim modelinin başarısı, esasta; ülke içinde ücretlerin baskılanması, sosyal giderlerin azaltılması, dünya ticaretinin büyümesi, başta ortak pazar olmak üzere dünya pazarlarının açık olması ve pazar payının artması ya da en azından korunmasına bağlıdır. Bu gerçekleştiği oranda, ihracat sanayisinin gelişmesinden doğrudan ve dolaylı olarak tekel dışı işletmeler de faydalanmaktadır. Fakat, uluslararası durum ve ticarette bu çerçeve değiştiğinde, yani ticari savaşlar ve himayecilik arttığında, pazar ve payları eskisi gibi büyümeyip daralma olduğunda, en başta tekel dışı işletmelerin ihracat ekonomisinden faydalanma imkanları daralmaya başlamaktadır. Zira, tekel olup olmamadaki fark özellikle de bu koşullarda kendini çok açık bir şekilde hissettirmektedir (tekellerin çünkü kayıpları telafi etme imkanları görece büyüktür).

Alman ekonomisinin belirtilen yapısal özellikleri nedeniyle, 2008-9 krizi Almanya’yı özellikle sarstı. Almanya’da sadece emekçiler değil, küçük ve orta burjuvazi de küreselleşmeyi negatif boyutuyla deneyimlemiş oldu. Kapitalist devlet kamu kaynaklarını seferber ederek devreye girdi, krizin tahribatının ölçeği küçük tutulmaya çalışıldı, ancak tekelci burjuvaziye göre küçük ve orta burjuvazi krizden daha çok etkilendi, belirli sektörlerde iflaslar engellenemedi. Yetmedi, 2008-9 krizini 2010’nun hemen başında Avro krizi izledi. Avro krizinin sözü edilen burjuva kesimlerindeki negatif etkisi, onun dünya ekonomik krizinin peşi sıra patlak vermesine dayanmıyordu sadece, küreselleşme furyası koşullarında patlak vermiş olması da bir önem arz ediyordu. Nitekim, burjuvazinin tekel dışı olup özellikle iç pazara yönelik çalışan kesimlerinde, zaten küreselleşmeyle birlikte bir tür “iş modeli krizi” yaşanmaktaydı. İhracat ağırlıklı bir modelin talep ettiği “açık pazarlar” kendi iç pazarı için de geçerli olmak zorunda olduğundan ve büyük kriz öncesindeki ihracat şampiyonluğunun öte yüzünde yabancı sermayenin Alman pazarına artan girişi de durduğundan, bu gelişmenin iç pazardaki ekonomik dengeleri sarsması kaçınılmazdı. Küreselleşme, örneğin emek gücünün yeniden üretimi maliyetini görece ucuz ithalat ürünleriyle düşürme imkanı sunarken, burjuvazinin tekel dışı kesimleri açısından hem Alman hem de yabancı tekellerinin ağır dayatmalarına maruz kalma demekti. Küreselleşme bu kesimlerin bazıları açısından tekel baskısının (fiyat dayatmalarından, rekabet kapasitesinin olağanüstü daralmasına kadar) görülmedik düzeyde artmasıydı.[16] Yanı sıra, bu kesimler açısından özel bir önem arz eden vergiler konusunda da büyük bir “vergi adaletsizliği” yaşanıyordu (tekeller hem çıkartılan yeni yasalar hem de küreselleşmenin yaygınlaştırdığı “vergi cennetleri” sayesinde çok cüzi ya da hiç vergi ödemiyorlardı). Kısacası, tekelci sermayenin ihracat şampiyonluğunun arka planında sadece düşük ücretler değil, aynı zamanda tekel dışı burjuvazinin bazı kesimlerinin mağduriyeti duruyordu.

İşte bu koşullarda Almanya’daki küçük ve orta burjuvazinin bazı kesimleri, AB’nin Avro krizi bağlamında hazırladığı “kurtarma paketleri”ne karşı çıktı; Almanya bir de başka ülkelerin yükünü taşıyamaz denildi! AB’nin bir “transfer birliğine”, yani Almanya’nın ekonomik bakımdan görece zayıf ülkeleri fonladığı bir yapıya dönüşmesi her halükarda engellenmeliydi! Tekelci burjuvazi Maastricht Kriterleri sistemini kendi çıkarlarını AB içindeki rakiplerine dayatmanın bir aracı olarak sahiplenirken, yani “transfer birliğine” itirazını bu amaca bağlarken, tekel dışı burjuvazinin bazı kesimleri ortaklaşılan bu itirazdan farklı sonuçlar çıkartılması gerektiğini, yani ortak para biriminin dağıtılmasını savunmaktaydı. Amaçtaki birlik, çıkartılması gereken sonuca gelindiğinde ortadan kalkıyordu. Ortak para biriminin riskleriyle baş etmede tekel ve tekel dışı burjuvazinin imkanlarının aynı olmadığı kendini belli ediyordu. AfD 2013 yılında tam da beliren bu ayrımın sözcülüğünü üstlenerek, “Avroyu kurtarma” politikalarına karşı çıkmak üzere kuruldu.

Böylece, Federal Cumhuriyetçi tinin bir abidesi daha zedelenmiş oldu, bazı küçük ve orta burjuva kesimler AB’ye dair illüzyonu (“milliyet ve tüm gerçek çıkarların üzerinde bulunulduğu”) sorgulamaya başladılar. İlginç olan ama şuydu ki, küçük ve orta burjuvazinin özellikle de küreselleşmenin yeni meydan okumalarına göre mevzilenmiş, iletişim ve dijital teknoloji alanında iş kurmuş olanları, bu tür milliyetçi eğilimler karşısında AB illüzyonuna daha fazla sarıldılar (bunların çıkarlarıyla tekelci burjuvazininki örtüşüyordu, Yeşiller ikisi arasındaki bu örtüşmeyi korumaya çalışan partiydi).[17] Onların gözünde, AB’nin alternatifi yoktu, eskinin milliyetçi Avrupasına dönülemezdi. Öyleyse tek alternatif, AB’ni daha işlevli kılmak, kusurlarından arındırmaktı. Küçük burjuvazinin Yeşiller’in bir kanadından Sol Partiye kadar olan kesimleri daha ileri hedefler koydular: Bir dizi reformlar yoluyla AB demokratik, ekolojik ve sosyal bir birliğe dönüştürülmeliydi! Bu yolla dünya ve Avro kriziyle ufukta beliren hayal kırıklığının silüeti, o hayale daha sıkı sarılarak dağıtılmaya çalışıldı – aynı sönümlenen bir aşkın, bu olasılığı kabullenemeyen aşığı kendine daha çok bağlaması gibi!

Alman modelinin mükemmelliğine gölge düşüren iki önemli faktöre daha değinerek bu ara başlığı noktalayalım. Belirtildiği üzere, Alman tekelleri 2008-9 krizinin neden olduğu pazar daralması sorununu, başta Çin’deki doğrudan yatırımlarını olağanüstü artırarak aşmaya çalıştılar. Bu, isabetsiz bir yönelim değildi, zira Çin ekonomisi hızla büyüyordu. Batılı kapitalist ülkelerin ekonomik krizi aşmalarında Çin’deki ekonomik büyüme bir manivela hizmeti görüyordu. Çin ise bu süreçte dünyanın ikinci büyük ekonomisine dönüşüyordu! Ve Almanya, dünya ihracat şampiyonluğunu 2009’da Çin’e kaptırdı, o zamandan buyana da bu unvanı geri alamadı. Bu unvan 2009’dan beri Çin’e aittir. Almanya ihracat fazlalığında 2010-2021 yılları arasında ABD’nin de gerisine düştü. Almanya’nın ihracatı son yıllarda gerilemedi ama, ihracat fazlası küçüldü. 2022’deki fazla, 81 milyar euroyla son 22 yılının en düşüğü idi.

Çin ile Almanya arasındaki ekonomik ilişkiler başlı başına bir konu, o nedenle konumuzu dağıtmamak için sadece şu kadarını belirtelim: Çin, Almanya için sadece büyük bir pazar değil, aynı zamanda büyük bir rakiptir, teknolojik anlamda da.[18] Bugünün Çin’i örneğin elektrikli araçlar için dünyanın en büyük pazarıdır ve bu pazarda yerli markalar yabancı markalardan artan oranda müşteri kapmaktadır. Çinli elektrikli araç üreticisi BYD örneğin küresel satışlarda Tesla’yı geçmek üzeredir. Önümüzdeki dönemde Avrupa pazarında da varlığını daha baskın hissettirecektir. Avrupa’daki ilk elektrikli araç fabrikasını Macaristan’da açtı bile. AB’nin bu gelişmeye “yanıtı”, Çinli üreticiler hakkında “soruşturma açmak” oldu! Benzer bir örnek makina yapımından verilebilir. Çin bir süreden beri dünyanın en büyük makina üreticisidir. 2020’de Çin makina ihracatında da Almanya’yı geçti. Elbette ki, bu üretim kapasitesinden Alman şirketleri de yararlanmaya çalışıyor, örneğin Çin’in henüz görece geri olduğu sınai robotlar konusunda Alman teknolojisine olan ihtiyacı artıyor.[19] Fakat genel trend belli. Alman ekonomisinin, özelde de ihracat sanayisinin pazar payını küçülten ciddi bir rakip ortaya çıkmış durumdadır. Ve bu rakip dünyanın ikinci büyük emperyalist gücüdür!

Gelgelelim, turpun büyüğü heybede! Bu turp da, Bahçeli’nin ifadesiyle, Tırump’tur! Donald Trump, Federal Cumhuriyetçi tin açısından; sadece bir hayal kırıklığı değil, kötü ruhun cisimleşmesidir! “Hür dünyanın lideri” anlatımının canına ot tıkayandır. Almanya’yı kanatları altında koruyan abinin katilidir! Trump Amerikası, Alman emperyalizminin düşleri için bir kabustur. Çünkü bu Amerika ona, “benim kanatlarımın altında yeterince palazlandın, şimdi bedelini istiyorum senden!” diyen Amerika’dır. Federal Cumhuriyetçi tini içselleştirenler için bir dünya yıkılmış; kuruluşunun mimarına, güvenliğinin sigortasına ve kendisinin azami ölçüde faydalandığı “kurallara dayalı uluslararası düzeni”nin koruyucusuna güvenilemezdi artık. Biden’ın seçilmesiyle yeniden umutlanıldıysa da kısa sürede görüldü ki, “America first” politikasında değişen sırf üsluptu.[20] Ve ufukta Trump’un yeniden seçilmesi ihtimali vardı!

Velhasıl, ister Federal Cumhuriyetçi tin, isterse Almanya’nın ekonomik modelinin temsilcileri olsun, ikisi de şimdi “düz toprakta” yürümenin cefasıyla yaygarayı koparmaktadırlar.

 

Almanya’yı Geleceğe Taşıyacak ‘Yeni’ Patika

Federal Almanya’nın gerek politik gerekse ekonomik yapısının İkinci Dünya Savaşı sonrasının uluslararası düzeni tarafından ne denli koşullandığını ve gelişiminde bu düzenin varlığından ne kadar faydalandığını genel hatlarıyla da olsa gördük. Gelgelelim, bu düzen artık fiilen ortadan kalkmış durumdadır. Sadece ABD ve Çin’deki gelişmeler itibarıyla değil, aynı zamanda Doğu Avrupa’daki nüfuz alanları mücadelesinin Rusya’nın saldırısıyla biçim değiştirerek doğrudan savaşa dönüşmesi nedeniyle de bu düzenin kendisi namevcuttur. Başbakan Scholz’un savaşın patlak vermesinin hemen ardından mecliste yaptığı konuşmada hem bir “milat”tan söz etmesi ve hem de aynı anda Federal ordu için 100 milyar avroluk bir fonun kararlaştırıldığını açıklaması, Alman emperyalizminin bu düzen hala geçerliymiş gibi yoluna devam edemeyeceğinin ve etmeyeceğinin ilanıydı. Ukrayna savaşı bu ilanın nedeni değil, bir vesilesiydi. “Alman modeli”nin avantajlarını korumakta zaten zorlanılmaktaydı, dahası modelin kendisinin yeni dezavantajlara kaynaklık ettiği görülmekteydi. Gerçek oydu ki, Alman tekelci burjuvazinin özenle inşa ettiği modelin sorunları dünya ekonomisindeki konjonktürel gelişmelerden kaynaklanmıyordu. Modelin sorunlarının çevrimsel olmadığını düşünen Harvard ekonomistlerinden Kenneth Rogoff’un ifadesiyle, “Almanya, onu geleceğe taşıyacak yeni bir patika aramak” zorundaydı.[21]

Tahmin edilebileceği üzere, Ukrayna savaşı yeni patika yöneliminin koşullarını kolaylaştırmadı, aksine başta enerji olmak üzere yeni sorunlar getirdi. Öncesinde, yeniden mevzilenmek üzere öngörülen adımlar için belirli bir zamanın olduğu düşünülmekteydi. Savaş hem bu zamanı azalttı, hem de öncesinde mevcut olan manevra alanını olağanüstü daralttı. Bu bakımdan, 2021’de ülkeyi sözü edilen patikaya sevk etme iddiasıyla kurulan “trafik lambası” koalisyonun (SPD-Yeşiller-FDP) gafil avlandığı söylenebilir. Muştulanan “yeşil ekonomik mucize” ve “transformasyon” bağlamında atılacak adımlar baltalandı, “ilerlemenin hükümeti olma” iddiası lafta kaldı. Scholz yakın tarihin en sevilmeyen başbakanı unvanını kazandı. Sermaye örgütleriyse, hükümetten hoşnut olmadıklarını kamuoyuna duyurmakta gecikmediler. Aynı anda belirli tekeller, artan enerji fiyatlarını ileri sürerek, üretimlerini ya tümden ya da belirli kısımlarını yurtdışına kaydıracaklarını açıkladılar. Sermayenin lobi örgütleri Almanya’nın “sanayisizleşme”[22] riskiyle karşı karşıya olduğunu ileri sürdüler. Hayır, böyle gidemezdi!

Oysa, enerji krizinde tüm AB ülkeleri arasında kendi şirketlerine en çok yardımı[23] sağlayan hükümet bu konularda hiçbir şey yapmıyor değildi. Örneğin “Ekonomik Büyüme Fırsatları Yasası” ile 2028’e kadar yılda 7 milyar avronun, vergi indirimleri ve “iklimi korumaya dönük yatırım primleri” üzerinden şirketlere aktarılması kararlaştırıldı. Öte yandan, Ekonomik İstikrar Fonu ya da İklim ve Transformasyon Fonu (KTF) gibi oluşturulmuş özel fonlar da var. Bunlar ama “borç freni” nedeniyle doğrudan bütçeden finanse edilmiyor; “acil durum” gerekçesiyle çekilen/çekilecek kredilerle oluşturulan özel fonlardır ve Anayasa Mahkemesi’nin KTF’na ilişkin son kararıyla kesinleştiği üzere başka kalemlerde kullanılamıyor. Hükümetse 2024 bütçesinde tam da bunu yapmayı denediğinden mahkemenin itirazı üzerine ciddi bir bütçe açığı oluştu. Bu açık büyük oranda sosyal harcamalardan ve bazı sübvansiyonlardan kısılarak kapatıldı. Köylüleri sokağa döken son damla da aldıkları sübvansiyonun bu bütçeyle kesilmek istenmesiydi nitekim. Büyük bütçe açığının kapatılmasında, silahlanma harcamalarının kısaltılması şöyle dursun daha da artırıldı.[24] Zira şimdi, silahlanmama bir tabu idi! Anayasa Mahkemesi kararı (“borç freni”), 2024 bütçesinin içeriği ve köylülerin büyük tepkisi, bu üç unsurun bir aradalığı, Alman emperyalizminin yeniden mevzilenmesinin doğrultusunu ve çelişkilerinin aslında iyi bir özetidir.

Tekelci burjuvazinin, çalışmasını ağır ve verimsiz bulduğu şimdiki hükümetten ve gelecekteki hükümetlerden talepleri kabaca şöyle özetlenebilir: Her şeyden önce bizim rekabet gücümüz gözetilmeli, dolayısıyla ekonomi ve dış politikada kar oranlarımızın ve pazar payımızın artırılması öncelenmelidir. “Borç freni” kaldırılmamalı, olsa olsa esneklileştirilmelidir. Almanya’ya bu sefer bir “Agenda 2030” lazımdır! Ekonomideki aşırı regülasyonlar, çalışma saatleri, sosyal harcamalar ve emeklilik yaşı yeniden masaya yatırılmalıdır. Aynı zamanda sermayenin vergi yükü düşürülmelidir. Dünyada değişen durum karşısında hemen her alanda (askeri, teknoloji, ekonomi, ekoloji) büyük mali kaynaklar seferber etmek durumundayız. “Transformasyon”un asıl yükünü, rekabet gücünü korumak zorunda olduğumuzdan biz değil toplum taşımalıdır. Bu durumu göz ardı eden talep ve direnişlere prim verilmemeli, grev hakkının istismar edilmesine karşı konulmalı, gerekirse kısıtlanmalıdır. İdeolojik ve politik hegemonyamız yenilenmelidir. Almanya bu dünyada artık “savaş yapabilir” bir ülke haline gelmeli, toplumdaki barışçıllık zihniyeti bertaraf edilmeli, barışın ancak savaşma gücümüzün hızla yükseltilmesiyle sağlanacağı anlatılmalıdır. Ordumuzun toplumsal görünürlüğü artmalı, güçlendirilmesinin gerekliliği benimsetilmelidir.[25] Öte yandan AB, karar alma usulleri ivedilikle değiştirilerek (esasta oy birliği ilkesine son verilerek) daha da genişletilmelidir. Aynı şekilde, AB düzeyinde entegre olmuş bir bankacılık sektörü oluşturulmalı, finansal piyasa entegrasyonunda (esasta tahviller üzerinden fonlamayı artırmada) yol katetmeli, ortak bir savunma sanayisini oluşturma adımları hızlandırılmalıdır vb…

Alman tekelci burjuvazisinin, şimdiden tüm burjuva medya kanallarında propagandası yapılan patikası budur! Fakat, yeni düşlere sevk etse de yürünmesi zahmetli bir patikadır bu. Hemen hemen her bir unsuru gerek ülke içinde gerekse dışında yeni karşı direnişleri kışkırtmaya ya da var olan çelişkileri büyütmeye adaydır. Bu patikayı döşeyen taşlar (terminolojisi) 90’lı yıllarınkiyle hemen hemen aynı ise de, ne Almanya’daki işçi ve emekçiler ne de dünya 90’lı yıllardadır! Yürümek zorunda olunan patika, tekelci burjuvazinin çıkarlarının topluma daha fazla dayatılmasını öngörürken, dolayısıyla mevcut sosyal ve ekonomik çelişkilerin daha da keskinleşmesi anlamına gelirken, işçi ve emekçi kesimlerin yeni dayatmaları sineye çekme tahammülü, 90’lı yıllardan farklı olarak, hem maddi hem de manevi açıdan azalmış durumdadır. Elbette, bir masalın sonu, masalların sonu değildir. Ancak, ülke içindeki hegemonyayı yenilemek ve bununla yeni bir toplumsal mutabakatı tesis etmek bu sefer o kadar kolay olmayacaktır. Aynı şekilde dünyadaki durum ve değişen dengelerin AB’nin birliği açısından oluşturduğu yeni meydan okumaları küçük tavizlerle aşma yöntemi de eskisi kadar başarı vaat etmemektedir.

Scholz’un, Zeit gazetesine verdiği son röportajda o ısrarlı iyimserliğine aykırı açıklamalarda bulunması dikkat çekiciydi. Ülkedeki havayı “huzursuz” şeklinde algıladığını, “pek çok vatandaşın; olup bitenlerin kendileri için iyi sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, yüzyıldan bu yanaki bu en büyük sınai modernleşmeyi başarıp başarmayacağımız konusunda emin olmadığını” belirttikten sonra: “Bu, sonu henüz kestirilmeyen bir yolculuktur. Bunu açık ve dürüst bir şekilde ifade etmek isterim.”[26]

 

Siyasal Erozyon ve İstikrar

Açıktır ki, olup biteni her bir sınıf, kendi gerçekliğine göre yaşamaktadır. Fakat bu yaşama, her bir sınıfın, kendi gerçekliğini diğer sınıflarla ilişkisi ve bağlamı içinde kavradığı anlamına gelmemektedir. Bu kavramanın içeriği ve biçiminin ne olduğu kendini siyasal eğilimlerde belli etmektedir.

Almanya’da siyasal plandaki erozyonun iki ayrı momentinden söz edilebilir. İlki kendini sosyal demokrasinin, sonraki muhafazakar cephenin geçirdiği (ve aslında hala geçirmekte oldukları)[27] erozyonda gösterdi. “Sosyal devlet”in tasfiyesi işçi ve emekçilerde; küreselleşme furyasının (AB politikaları da dahil) iç pazardaki etkileri de tekel dışı burjuvazide (köylülükten orta ölçekli kapitaliste kadar) ezber bozdu. Bozdu, çünkü alışagelen yaşam ve çalışma koşulları bu süreçlerde (son 25-30 yılda) temelli değişime uğradı.

Politik partiler düzleminde, birincisinin krizine tepki olarak Sol Parti, ikincisininkine AfD kuruldu. İlki; sosyal çelişkilerin keskinleşmesi ve 2008-9’daki ekonomik krizin geniş toplumsal kesimleri sarsması oranında önce hızla güçlendi, ancak 2010’dan itibaren, hemen arifesinde büyük krizin tahribatını yaşamış işçi ve emekçi kitlelerin olup bitene tepkilerinin yarattığı beklentileri karşılayacak bir politik çizgiyi izleyememesiyle gerilemeye başladı. Sol Parti, Federal Cumhuriyetçi tini (“İnsan’ın özü’nün alemini”) hiçbir zaman terk etmedi, tekelci burjuvazinin oluşturup sürekli yeniden ürettiği ideolojik-politik çerçeveyi ne temelli sorguladı ne de dışına çıktı, aksine o bunun muteber bir öznesi olmak istedi. “Demokratik sosyalizm” konsepti bunun ideolojik plandaki açık göstergesiydi. Aslında bu, sırf Sol Parti’ye mahsus bir durum da sayılmazdı. Açıktan kendini komünist gören, fakat “marjinal” olarak damgalanan çevreler dışta tutulduğunda, Almanya’daki sol ve ilerici güçler genel olarak Alman burjuvazisinin dünya görüşünden kopmuş değiller. Saflarında; Yeni-Kantçılık, olguculuk, tarihi ahlaki kriterler temelinde değerlendirme, sosyalizmi farklı tasarımlanması gereken bir proje olarak görme yaygındır. Ayrıca işçi sınıfına yabancılaşmış olup sivil toplumcudur. İşçi sınıfının tarihi yenilgisinin ardından tekelci burjuvazinin başlattığı büyük taarruzun hızla keskinleştirdiği sosyal çelişkilerin talep ettiği ve emekçilerin sınıfsal çıkarlarını esas alan bir siyasal mücadele çizgisi, sol ve ilerici çevrelerde hakim olan bu anlayışın kendisini temelden sorgulayıp aşmadan oluşturulamazdı. Oluşturulamadı da nitekim. Sözü edilen siyasal mücadele çizgisi ve ona karşılık gelen politik bir örgütün etkin anlamda yokluğu, hem sendika bürokrasisinin (dolaylı olarak da sosyal demokrasinin) işçi hareketindeki etkisinin sosyal çelişkilerin keskinleşmesine rağmen kırılamamasını beraberinde getirdi, hem de bu arada kurulan ve çarpıcı bir biçimde Sol Parti ile ters orantılı bir gelişme grafiği sergileyen AfD’ye işçiler arasında da etki kurma olanağını sağladı.

Başlangıçta burjuvazinin tekel – tekel dışı kesimlerinin çıkarlarının ayrışmasının bir ürünü olarak kurulan AfD’nin 2013’ten beri kaydettiği ilerleme anlamlıdır. Merkel’in, tekelci burjuvazinin desteğiyle, muhafazakarlığın krizini, CDU’yu bir yönüyle “sosyal demokratlaştırma”, diğer yönüyle “liberalleştirme” üzerinden aşma çabaları, geçici bir süre etkili olsa da, arzulanan başarıyı sağlayamadığı gibi ters de tepti. AfD hem bu krizden (örneğin Doğu Almanya’da şimdi AfD’nin kalesi sayılan yerler, öncesinde CDU’nun kalesiydi!) hem de Sol Parti’nin kifayetsizliğinden faydalandı. Sol Parti’nin, siyasetiyle kapsadığı toplumsal kesimler daralırken, AfD’ninki aksine genişledi. Ve AfD süreç içerisinde “halkçı”laştı![28]

Bu grafik, tekelci burjuvazinin geniş toplumsal kesimler üzerinde kurduğu baskı ve dayatmalarının ve bunların koşulladığı umumi hoşnutsuzluğun genişliği hakkında bir fikir vermektedir. AfD’nin savunduğu çizgi, tekelci burjuvazinin, özelde de ihracat sanayisinin temsilcilerinin çıkarlarına aykırı olduğu ortadadır. Bunu ilgili çevreler zaten pek çok kez kamuoyuna açıkladılar da. Dolayısıyla bu partinin kitle desteğinin artmasını istememektedirler.[29] Genelde ve fakat sol ve ilerici kamuoyunda da AfD, parti içindeki Neo-nazi ve ırkçı kanadın giderek güçlenmesi üzerinden tartışma konusu edilmektedir. Bu, kuşkusuz ciddiye alınması gereken bir gelişmedir. Fakat şu aşamada asıl önem arz eden husus, AfD’nin çeşitli toplumsal kesimler içindeki genel hoşnutsuzluğun buluştuğu bir adres olmasıdır. Üstelik bu buluşma, AfD içinde sözü edilen faşist kanadın etkisinin büyümesinin bilinmesine rağmen gerçekleşmektedir. Bu bakımdan AfD; Almanya’daki ekonomik ve siyasi durum karşısında duyulan genel tepkinin, hayal kırıklıklarının, yıkılan düşlerin ve artan endişelerin politik bir projeksiyonudur. Çünkü o, bu projeksiyon için verili bilinç düzeyini tatmin ve teyit eden hedefler göstermekte; mülteciler, yabancılaşma, küreselleşme, elitler vb. Böylece, Federal Cumhuriyetçi tinin yeryüzüne indirilişinin yol açtığı hayal kırıklarını ya da büyüttüğü endişeleri hisseden “hoşnutsuzlar kitlesi”, AfD’de, tam da hakim anlatıya aykırı bir içerikte, yani kozmopolitçiliğe karşı milliyetçiliği göğe çıkaran bir ruhta teselli bulmaktadır. AfD’nin programının bugünün Avrupası ve Almanya’sında, en azından öngörülebilir bir süre zarfında, gerçekleşme ihtimalinin çok zayıf olduğu ortadadır. Neo-Nazilerin ama bu ihtimali Avrupa ve Almanya’da büyütmek için çalıştıklarını belirtmeye gerek yok.

Muhalefet cephesinde en son gelişme, hem Sol Parti’nin hem de AfD’nin çeşitli nedenlerle kapatmaya gücü yetmediği siyasi boşluğu doldurmak üzere kuruluşunu ilan eden “Sahra Wagenknecht – Us ve Adalet İçin” partisinin (BSW) kurulmasıydı. Sol Parti’den ayrılan belirli sayıdaki milletvekili ve üyelerin inisiyatifiyle kurulan bu yeni partiyi burada genişçe ele alamayız. Bu partinin iddiası, gerek sosyal demokrasinin, gerekse muhafazakarlığın krizi üzerine kurulan partilerin (Sol Parti ve AfD) derde deva olamadıkları veya olmadıklarıdır. Çizgisini “sosyal-muhafazakar” olarak tanımlaması da bu bakımdan tesadüf değildir. Programı ve pratiği belli olduğunda daha somut bir değerlendirme yapılabilir (örneğin işçisinden orta ölçekli işletmenin sahibine kadar geniş bir toplumsal yelpazeye seslenirken, tekelci burjuvazinin çıkarları karşısında nasıl bir pozisyon alacak?). Ancak şu kadarı belli ki, bu parti orta yolcu bir hatta ilerlemeyi öngörüyor. Bir yönüyle pragmatist gerçekçi[30] diğer yönüyle romantik[31]. Nasıl tanımlanacağından -ister gerçekçi romantizm, isterse romantik gerçekçilik- bağımsız olarak, görünen o ki, bu partinin kısa vadede AfD’nin yükselişini belirli sınırlar içerisinde sekteye uğratması ihtimali, arayış içinde olan çeşitli ilerici kesimleri yeni bir masalın peşine sürüklemesi pahasına olacaktır…

 

***

Alman emperyalizminin “büyük sınai modernleşmeyi” gerçekleştirmek ve mevcut askeri-sınai kompleksini derinlemesine ve genişlemesine büyütmek için gerekli mali ve teknolojik imkanlara sahip olduğu ortadadır. Fakta asıl sorun bu değil. Mesele, bu yeniden mevzilenmeyi; sınıflar arasındaki verili güçler dengesini[32] sarsmadan, yani tekelci burjuvazinin pervasız[33] dayatmalarına karşı toplumsal bir hareketi kışkırtmadan yapabilmek, dolayısıyla politik istikrarsızlıklarla zaman kaybetmeden yol alabilmektir. Dünyadaki politik ve ekonomik değişimlerin Almanya’nın yeniden mevzilenme hazırlıklarının düzeyine kıyasla daha hızlı yaşandığı ve Alman emperyalizmi açısından yeniden bir zaman sorununun belirdiği görülmektedir.

Günümüz Alman emperyalizmi, şimdiye kadarki uluslararası düzenin fiilen ortadan kalkmasıyla korunağını terk etmeye zorlanılan ve ama aynı zamanda terk etmekte zorlanan bir güçtür. Hem zaman kaybetmiş hem de toplumun emekçi sınıflarının sırtına aşırı yük bindirmiş olarak çok yönlü hamle zorunluluklarıyla yüz yüze gelen, fakat öte yandan bugüne kadarki konforlu pozisyonunu terk etmeden de emperyalist amaçlarına ulaşamayacağı gerçeğini gün be gün deneyimleyen bir güçtür.

Alman tekelci burjuvazisi, yakın zamana kadar gelişimini mümkün kılan hegemonyasının saç ayaklarının aşındığını görüyor. Yeniden mevzilenmeyi acilleştiren bu aşınmalar, kuşkusuz saçlarının her bir ayağında aynı düzeyde değildir, öte taraftan uluslararası pazar payı ve teknoloji rekabeti gibi bazıları kontrolünün dışındadır. Bunlar arasında ama, en büyük kozu, Alman işçi hareketinin, tabiri caizse, geleneksel zaafının sürmesidir, yani sermayeyle kader birliğine mahkum olduğu sanısı ve bunun başta çekirdek sanayide hala güçlü olan sendika bürokrasisi tarafından başarıyla canlı tutulmasıdır.[34] Elbette yeniden mevzilenme süreci, bu kozun da aşınmasını hızlandıracaktır. Çünkü hegemonyanın çerçevesindeki, verili çelişkileri de keskinleştirecek değişimler (burjuva demokrasisinin daha fazla güdükleşmesi, militarizmin güçlenmesi, refahın daha da gerilemesi vb.), bu kozun etkisini de zayıflatacaktır. Yine de, bunun bir anlam ifade edebilmesi ve içerdiği olanakların devrimci anlamda kullanılması, başka şeylerin yanı sıra, başta ileri işçi ve sendikacılar olmak üzere sol ve ilerici çevrelerdeki ideolojik kafa karışıklıkların aşılmasını şart koşmaktadır.

Önümüzdeki süreç bu bakımdan şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla talepkar olacaktır, çünkü gerek politik gerekse sosyal çelişkiler tekelci burjuvazi tarafından gündeme getirilen hamleler itibarıyla artacaktır. Alman tekelci burjuvazisi, zamanın acilleştirdiği hamlelerle, hamlelerin ihtiyaç duyduğu zaman arasındaki örtüşmeme halinin, rahat, istikrarlı ve planlı bir gidişatı vaat etmediğini bilerek hareket etmektedir. Alman işçi sınıfıysa, bu örtüşmeme halinden kendine fatura edilecek olanları geri püskürtecek ve tekelci burjuvazinin hiç de küçük olmayan açmazlarını başarıyla değerlendirecek bir mücadele çizgisi ve örgütünden henüz yoksun. Bu, elbette değişmeyecek bir durum değil. Değişeceği şimdiden kesin olan ise, işçi sınıfı saflarında önümüzdeki çetin süreçten daha aydınlanmış olarak çıkanların, burjuvazinin değil kendi sınıfının ruhuyla hareket edecek olanların sayısının şimdi olduğundan daha büyük olacağıdır.

 

[1] Marx, K ve Engels, F. (2013) Alman İdeolojisi, çev. T. Ok ve O. Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, sf. 407.

[2] Nienhaus, L. (2024) “Sehnsucht nach Klarheit im Chaos”, Süddeutsche Zeitung, https://www.sueddeutsche.de/wirtschaft/wirtschaftspolitik-davos-weltwirtschaftsforum-stimmung-1.6335029

[3] “Fünf magere Jahre”, Der Spiegel, 2024 (4), 54.

[4] Çalışma Bakanı Heil’e göre, 2035’e kadar yaklaşık 7 milyon vasıflı/vasıfsız emek gücünün yeri doldurulmalıdır.

[5] Holz, H. H. (2003) Deutsche Ideologie nach 1945, Neue Impulse Verlag, Essen,18

[6] Federal Anti-tröst Dairesi bunun için kurulmuştu.

[7] Bu bakımdan devlet kurumları ve aygıtının tüm kademelerinde (maliyeden adalete, istihbarattan üniversiteye) Nazi artıklarına da görev verilmesi, komünistlerin yargılanması, KPD’nin yasaklanması mantıklıydı. Aynı şekilde, komünistlere meslek yasaklarının getirilmesi, sendikal faaliyetlerinin zorlaştırılması, Marx’ın üniversitelerde dahi yok sayılması da.

[8] Kuşkusuz bu yapısal özellikler olduğu gibi kalmayacak, sonraki yıllarda sınıf mücadeleleri keskinleştikçe yapıda çatlaklar oluşacak, tüm ülkeye geçirilmeye çalışılan anti-komünizm korsesi de bir şekilde yırtılacak ve anayasanın ileri ögelerinin korunması, burjuvazinin aksi çabaları karşısında hep bir mücadeleyi gerektirecekti.

[9] Hegel, G. W. F. (1971) Vorlesungen über die Geschichte der Philosophie, Cilt I, Verlag Philip Reclam jun. Leipzig, 209

[10] 80’li yıllar boyunca ırkçılığın özellikle iltica başvurularındaki artış gerekçe yapılarak tırmanması bu dönem açısından bir tesadüf değildi.

[11] Rusya için doğal gazın hacmi kadar nakil hatları da önemliydi.

[12] Destatis (2023) “Pressemitteilung Nr. N 032”, https://www.destatis.de/DE/Presse/Pressemitteilungen/2023/06/PD23_N032_81.html

2010-2019 yılları arasında görece istikrarlı bir büyüme kaydedildi, sosyal yönden kısmi iyileştirmeler de gerçekleşti (asgari ücret uygulaması). Bunlar ama sosyal politikalarda yeni bir trend anlamına gelmiyordu.

[13] Wirtschaftsdienst (2019) “Schuldenbremse – Investitionshemmnis oder Vorbild für Europa?”, https://www.wirtschaftsdienst.eu/inhalt/jahr/2019/heft/5/beitrag/schuldenbremse-investitionshemmnis-oder-vorbild-fuer-europa.html

[14] Wirtschaftsdienst (2022) “Chronischer Investitionsmangel – eine deutsche Krankheit”, https://www.wirtschaftsdienst.eu/inhalt/jahr/2022/heft/7/beitrag/chronischer-investitionsmangel-eine-deutsche-krankheit.html

[15] Bundeszentrale für politische Bildung (2017) “Deutschland: Weltmarktanteile”, https://www.bpb.de/kurz-knapp/zahlen-und-fakten/globalisierung/52854/deutschland-weltmarktanteile/

[16] Burada elektronik ticaretin gelişmesi, Amazon vb. tekellerin Alman iç pazarındaki paylarını artırması, bu gelişmenin yerleşik ticari işletmeler üzerindeki olumsuz etkilerini anımsamak yeterlidir.

[17] Yeşiller’in küçük ve orta burjuvazinin saflarındaki “küreselleşme mağdurları”nın tepkisini özel olarak çekmesinin (örneğin köylü protestolarında) nedenlerinden birisi de bu misyonudur.

[18] Handelsblatt gazetesinin Pekin muhabiri Gusbeht’in “Çin’in bir tekno-ulusuna engellenemeyen yükselişi” adlı makalesine göre, Çin’de yatırımı olan Alman şirketlerinin neredeyse yarısı, Çinli rakiplerinin beş yıl zarfında kendi branşlarının inovasyon lideri olacaklarını beklemektedir. (HB, 25.01.24, sf.25)

[19] Tagesschau (2021) “China überholt deutsche Maschinenbauer”, https://www.tagesschau.de/wirtschaft/unternehmen/maschinenbau-exporte-china-vdma-101.html

[20] Biden ABD’si, oluşturduğu devasa fonlarla, yabancı sermayeyi ülkeye çekti. Teşvikler ABD’de yatırım ve üretim yapılması şartıyla verilmekte, Alman tekelleri de bu fırsatları kaçırmamak için ABD’deki yatırımlarını artırdılar ve son verilere bakılırsa ABD’deki yatırımları Çin’dekine kıyasla daha hızlı büyümektedir.

[21] von Buttlar, H; Haerder, M. (2023) “Ich würde nie gegen Deutschland wetten”, WirtschaftsWoche, 52, 17-19.

[22] Üretimi yurtdışına kaydırmalar yeni değil, elbette enerji fiyatlarındaki artışlar ek bir ivme kattı. Ancak, sanayinin ülke değer üretimindeki payının büyük arayla en yüksek olduğu ülkenin Avrupa’da Almanya olması bir yana, “sanayisizleşme” çığırtkanlığının gerisinde asıl olarak tekelci burjuvazinin klasik şantaj politikası durmakta. Bununla, toplumsal kaynakların hükümetçe tekelci burjuvaziye aktarılmasına toplumun rıza göstermesi amaçlanıyor.

[23] Mart 2022 Haziran 2023 arasında AB ülkeleri “enerji krizi”nde kendi şirketlerine toplam 140 milyar avro aktardı. Almanya, şirketlerine 72,8 milyar avroyu aktararak, AB’nin diğer 26 üyesinin verdiğinden daha fazlasını vermiş oldu.

[24] 100 milyarlık özel fon öncesinde de askeri harcamalar artırılmıştı. 2013’te bu harcama 33,3 milyar avroyken, 2022’de 53 milyara çıkmış, yani % 59 oranında artmıştı. Buna rağmen ama Almanya’nın 2022’deki askeri harcaması GSYİH’nın ancak %1,39’u etmekteydi. (HB, 03.01.2024, sf. 4) En son Savunma Bakanı, Almanya’nın bu yıl NATO’nun GSYİH’nın %2’sini ayırma kriterini yerine getireceğini müjdeledi! Scholz daha iddialı konuştu; Almanya’nın silahlanmaya 2030’lara kadar bu oranın altına düşmeden harcama yapacağını belirtti. Ekonomik büyümede sıçramalar olmadan silahlanmaya ayrılacak bu onlarca milyar avronun nasıl finanse edileceği bir sır olmasa gerek! Bugünlerde ovuşturmaktan elleri yara olan Alman silah sanayisinin temsilcileri, bir milli sanayi politikası talep ediyorlar. Bu taleplerini de en son SPD’nin Ekonomik Forumu, IG Metall sendikası ve Alman Güvenlik ve Savunma Sanayisi Birliği’nin yaptığı ortak açıklamayla yinelediler. Görünen o ki, tekelci burjuvazi, silahlanma üzerinden, gerek işçi sınıfının bir kesimini, gerekse küçük ve orta ölçekli işletmelerinin silahlanma sanayisi ekosistemine entegre olanlarını kapsayan yeni bir milli ittifak kurmaya çalışmakta.

[25] Almanya’nın bazı eyaletlerindeki üniversitelerde “sivil hüküm” uygulanmakta, bu üniversiteler askeri araştırmalardan uzak durma ve desteklememe kararı almışlardı. Şimdi bu hüküm bazı eyaletlerde iptal edilmekte. Bavyera eyaleti ise, eğitim ve bilimin militaristleştirilmesinde yeni kararlar aldı, üniversitelerine “sivil hüküm” yasağının getirilmesi bunlardan birisi. F. Ordu da Almanya çapında okullarda çeşitli aktivitelerle genç kuşağı militarizme kazanmaya çalışmakta.

[26] FAZ (2024) “Bundeskanzler Scholz übt Selbstkritik”, https://www.faz.net/-gpg-blbtv

[27] İç istihbarattan sorumlu F. Anayasa Koruma Dairesi’nin eski başkanı olan ve aşırı sağa göz kırpan açıklamalarıyla dikkat çeken H. G. Maassen, geçtiğimiz gün CDU’dan ayrılarak Değerler Birliği adında bir parti kurdu.

[28] “Halkçı”laşma burada hem nasyonal sosyalizmden esinlenerek etnik olarak Alman olmayanları “yabancı” olarak halktan dışlayan içeriğiyle (völkisch!), hem de daha geniş toplumsal kesimler açısından seçilebilir olma anlamında kullanılmaktadır.

[29] Tekelci burjuvazinin temsilcileri, AfD’ye olan seçmen eğilimini yeniden mevzilenme adımları açısından kırılması gerektiğini düşünüyorlar.Buna hizmet edecek gelişmeleri de destekliyor. Örneğin son günlerde Almanya çapında milyonların katıldığı AfD karşıtı eylemler düzenlendi. Anti-faşist bir sağduyuyla ortaya çıkan bu eylemler, kısa sürede başta hükümet partileri olmak üzere burjuvazinin çeşitli kesimlerince yedeklenmeye çalışıldı. En son otomobil tekeli VW’nin merkezinin bulunduğu Wolfsburg’daki AfD karşıtı mitinge VW de çağrı yaptı, çok sayıda VW işçisinin katıldığı mitingde VW Yönetim Kurulu Başkanı da bir konuşma yaptı!

[30] Örneğin Ukrayna savaşının diplomatik yolla çözülmesi, yaptırımların Rusya değil Almanya ekonomisini vurduğu, doğal gazın doğrudan Rusya’dan alınması gerektiği gibi. Bu gerçekçilik ama ulusalcı bir perspektife dayanıyor.

[31] Bugünün sertleşen dünya koşullarında Willy Brandt döneminin dış politikasını izlemek gibi.

[32] Unutmayalım ki Almanya’nın bir özelliği de, tekelci burjuvazi ile işçi sınıfı arasında 1981/91 dönemecinde işçi sınıfının tarihi yenilgisi üzerine oluşan sınıflar arası güçler dengesini başarıyla muhafaza eden ülkelerin başında gelmesidir.

[33] Alman ekonomisi büyümezken, tekeller muazzam kar artışları kaydediyorlar. Çarpıcı olan ama, büyüyen birikimlerinin görece az bir kısmını yeniden üretime yatırmalarıdır. Artan karlar özellikle son iki yılda büyüyen bir oranda temettü olarak hissedarlara dağıtılıyor ya da kendi şirket hisselerini geri satın alıyorlar (aynı andaysa örneğin otomobil tekelleri, elektrik araçlarda güçlenmek için devletten kaynak talep ediyorlar!). Alman ekonomisi küçülürken, borsasında rekorlar kırılması bir tesadüf değil.

[34] Özellikle çekirdek sanayideki sendika bürokrasisi Alman sermayesine hizmet eden kampanyalar düzenliyor. Enerji fiyatlarının düşürülmesi, silah sanayisinin korunması vb. gerekçelerle üyelerini seferber ediyor. Bu yaklaşımının işçilerin çıkarına olduğunu savunuyor. Başta bu sav olmak üzere, Alman işçi hareketinin genel durumunu ayrı bir yazıda değerlendirmek gerekiyor.