Nuray Sancar
Miras
Cumhuriyet, 2. Mahmut’un Osmanlı ‘reformları’na kadar uzatılabilecek, 2. Meşrutiyet dönemine doğru da keskinleşen çelişki ve çatışmaları bakiye almıştı. Osmanlı aydınlarının çalışmaları, işçi sınıfı ve örgütleri, Anadolu’da vergilere ve baskılara karşı halk hareketleri[1], Kürt bölgelerinde isyanlar, ekmek isyanları, 1822’de Girit ayaklanmasıyla başlayan ulusal-ayrılıkçı hareketler imparatorluğun sonlarına doğru teb’anın hoşnutsuzluğunun boyutlarını gösteriyordu. Bu tablo dünya kapitalizmiyle ilişki içinde başlayan Osmanlı-Türkiye kapitalizmini saltanat kabuğuna sığdırabilmek için atılan her adımın, bir sonrakini gerektirdiği ve gidişatın nihayet kesin bir kırılmayla sonuçlandığı Cumhuriyet’ten az öncesine aittir.
Abdülhamit 1876 yılında tahta çıktığında ise Osmanlı ekonomisi 1873 yılında başlayan genel iktisadi bunalımın etkisindeydi. Kırım Savaşı borçlarının ödemesi zorlaşmış, Osmanlı ticareti zayıflamış, fiyatlar düşmüş, tarım gerilemiş durumdaydı. Uluslararası sermayeye tanınan imtiyazlar ekonomik krizin sonuçlarını Avrupa’daki kadar olmasa da çoğaltmıştı. İmparatorluğun ekonomisinin nasıl düzeleceğine ilişkin kalem oynatan aydınlar arasındaki Ahmet Mithat Efendi serbest ekonomiyi, yabancı mallara ilişkin rüsumun artırılmasını, Avrupa’dan gelen yatırımcılara belirli süre ile sınırlı olmak kaydıyla çeşitli imtiyazlar verilmesini öneriyordu. Onun serbestlik önerisine karşı Çar Petro gibi dirayetli bir liderin kontrolünde sanayileşmeyi öneren, ekonomik işlerin padişahta merkezileşmesini savunan bürokratlar da vardı. Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonominin nasıl düzeleceğine ilişkin her karar imparatorluk sınırları içindeki ticaret sermayesini ve onu besleyen yerli işletmeleri geliştirirken meta üretimini de çeşitlendirmekteydi.
1851-1873 yıllarında fabrika kuracak özel teşebbüs mensuplarına başta gümrük ve vergi muafiyetleri olmak üzere birtakım kolaylıklar sağlanmıştı. Abdülhamit döneminde, 1888’de ise bu fabrika inşası için gerekli malzemelerin vergiden muaf tutulması getirildi. Bayındırlık, ulaştırma, sanayi tesisi ve madencilik alanında uygulanan imtiyaz sistemi bir bölgede aynı türden ikinci bir fabrikanın kurulmasını yasaklayarak ‘tekelleşmeyi’ de teşvik etti. Gümrük vergisi muafiyeti giderek yabancı sermaye için tüm imtiyazlarda işletildi. Fabrika kurulumu için devlet arazileri bedava tahsis edildi. Gerekli hammaddenin temininde, üretilen metanın satışında tekel hakkı tanındı. Ürünlerin devlet tarafından satın alınacağı garanti altına alındı.[2]
İmtiyazlar, tahsisler, muafiyetler ile Osmanlı topraklarındaki sermaye hareketi aynı zamanda yerli burjuvazinin de bazı sektörlere yatırım yapmasını tetikledi. Kapitalizm, saltanatın mezar kazıcılarını yarattığı gibi yeni sınıfın mezar kazıcısı proletaryanın da önünü, Osmanlı’nın geniş topraklarının içinde açmış oluyordu; ekonomik bakımdan çöküntüyü derinleştiren bağımlılık ilişkileri sermaye transferini, yatırımlarını ve kapitalist pazarı genişleterek yeni bir evreye geçerken uyruğu Türk olan bir burjuvazi de yer yer tarım ürünlerinin tedarikçisi, giderek manifaktürel üretimin sahibi olarak belirmekteydi.
Ne var ki bu reformlar bile Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtaramadı. İmparatorluğun parçaları içindeki milliyetlerin bağımsızlık mücadeleleri, Anadolu’daki halk hareketleri ve 1908 Devrimi ile hemen ardından çıkan grevler yepyeni sosyal sorunlar ortaya çıkarmıştı. 1908 devriminin hemen ertesinde patlayan yaygın grevlerle proletarya iş saatlerinin kısaltılması, hafta sonu tatili, çalışma koşullarının düzeltilmesi, alacakların ödenmesi gibi taleplerle yol almaya çalışıyor, dayanışma dernekleri kuruyor, bir yandan da sosyalizm fikri bir seçenek olarak kimi Osmanlı aydınları arasında itibar görmeye başlıyordu.
Bu gelişmeler karşısında İttihat Terakki’deki iki eğilimden biri işçi kesimini doğru yola sevk etmek için sendikaların kurulmasıydı. Böylece işçilerin “mantıktan yoksun istekleri sendikalar yoluyla denetlenebilirdi.” Fakat “her türlü sosyalist emellerden kaçınmak kat’iyyetle lazımdır.”[3]
Meclisi Mebusan’da Tatil-i Eşgal Kanunu görüşülürken hükümet adına konuşan Adliye Nazır Vekili Ali Bey şöyle diyordu: “Ben amele tanımam, sermayedar tanımam. Yalnız vatanın menfaatini düşünürüm… Bizim sendika teşkilinin yasaklanması hakkında kanun çıkarılmasını teklif etmemiz sadece amaleyi himaye maksadıyladır. Yoksa sermayeyi himaye maksadıyla değildir. Çünkü sendikaların elinde amele emin olunuz ki esir olacaktır.”[4]
İttihat Terakki döneminde ‘bütün çalışanların’ mesleki bölümler halinde örgütlenmesine yönelik adımlar atıldı. İşverenlerin işçileriyle aynı ‘teşkilata’ dahil edildiği bu yapıların, meslek gruplarının birliğine (tevhidine) dayalı ekonomik bir ahenk ortaya çıkaracağı düşünülüyordu. Bu, sınıfların tevhidi fikri Cumhuriyet döneminin kuruluş dönemini yöneten kadroların da en önemli hedefi haline geldi.
İşçi sınıfı mücadelelerinin ve diğer sosyal tabakaların ‘mantıktan yoksun’ taleplerini[5] ferdi menfaatten milletin ortak çıkarına bağlamak ve bu kesimlere daha ulvi ve yüksek emeller göstermek, kaderde kıvançta devletle birlikte hareket edebilmelerini kolaylaştırmak için o yüzyılın başında izlenen yöntemler, bugünkü Türkiye’nin dinamiklerini anlamak bakımından da önemlidir. Türkiye kapitalizminin yaratmak istediği, ancak bunu her fırsatta bozguna uğratmaya hazır çelişkilerin kanunla ya da zor yoluyla bastırılmasına eşlik eden, burjuvazinin kurumlarını ve hedeflerini sağlamlaştırma ve sınıfları yurttaş ferdiyetinde çözerek modernleştirme hamlesi uzun tarihin resmi gündemi haline geldi.
1923’e gelinceye kadar Balkan-Kuzey Afrika- Ortadoğu’daki topraklar Osmanlı’dan kopmuştu ancak kalan coğrafyada kendi iç evrimini geçirmeye devam eden bu sosyal güçlere; Kurtuluş Savaşı’na padişahlık dönemindeki imtiyazlarını korumak, Sultanlık rejimini kurtarmak için katılan muhafazakâr kesimlerin, yerel çıkarlarının peşindeki konformist eşrafın, etnik kimliklerin birbiriyle uyumsuz beklentileri de dahil oldu. Bu çelişkili sosyal tabloya, düzenli ordulaşmaya ve devlet şemsiyesi altına girip çözülmeye karşı çıkan silahlı milislerin direncini, mandacılıktan yana olanları, daha Kurtuluş Savaşı sırasında, liderin merkezi otoritesine şu veya bu nedenle karşı çıkan ‘silah arkadaşları’nın tepkilerini de eklemek gerekir. Bunların bir kısmı daha Cumhuriyet arifesinde, bir kısmı ise Cumhuriyet’ten hemen sonra tasfiye edilecek, eski rejim kalıntıları yeraltına çekilerek gününü beklemek zorunda kalacaktı.
Feodal toprak ağalarıyla ittifak halinde iktidarı ele geçiren Türk burjuvazisi, eğemenliğini sürdürebilmek ve sağlamlaştırabilmek için rejimin ideolojik hegemonyasını yıkmak ve bu hegemonyanın taşıyıcısı insan unsurunu bertaraf etmek, kendi kültür ve ideolojsini egemen kolmak zorundaydı. Bu nedenle eski rejimin kalıntılarına ve ‘tehlikeli’ yeni sosyal güçlere karşı savaş açmakta gecikmedi.
Kemalist iktidar Misakı Milli içindeki parçalı yapıyı duygudaş bir millet halinde inşa edebilmek ve devlet nüfuzunu tesis edebilmek için ihtiyaç duyduğu meşruiyet zeminini genişletmek amacıyla bir çok yönteme başvurdu. Bu yöntemler arasında tasfiyelerden toplumsal hareketlerin yasaklanmasına kadar bir dizi şiddetin uygulanmasıyla birlikte zihniyet dünyasının düzenlenmesi vardı. Bu ikincisinin bağlamında Taha Parla’nın deyimiyle “toplumsal yaşamın her alanında, sağduyu eseri ve kamuya yararlı sayılan tutumların görüşlerin ve açıklamaların bir parametresi ve gerekçesi hükmünde”ki ilkelerin formülleştirilmesi yer alıyordu.[6] Ne var ki bu formüller gökten zembille inmemişti; feodal üretim ilişkilerinde belirli bir çözülmeyi tetikleyen, Avrupalı kapitalistlerle pazar-ticaret-meta üretimi-borçlandırma gibi çok boyutlu ekonomik ilişkiler ile birlikte bunlara eşlik eden kültürel değerler, daha Cumhuriyet’ten çok önce imparatorluğun belli başlı merkezlerinde etkisini yaymaya başlamıştı.
Sınıf analizlerini bile resmi ideolojik perspektiften yapan günümüz entelektüelleri, dönüşümü, geleceği önceden gören yazarların erkenden parlayan fikirlerinin etkisi olarak açıklarlar. Bu aydınların ileri halkasında ise Mustafa Kemal bulunmaktadır. Gelgelelim Osmanlı’dan yeni Türkiye’ye miras kalan sadece bu parlak fikirler değil; bu topraklarda Batı mali sermayesinin kompradoru olarak faaliyet gösteren ağırlığı ticarete dayanan Türkiye burjuvazisinin bir sermaye ve kültür birikiminin ortaya çıkmasıdır.
Nihayet imparatorluğun ayakta kalmak için uyguladığı sınırlı reformlarla yetinemeyecek düzeye gelen Osmanlı-Türk burjuvazisi, ayakta kalışını uzatmak için borçlandıkça borçlanan, reayadan giderek daha fazla artı ürün ve vergi talep eden, işgal güçleriyle işbirliği halindeki saltanata karşı, halk hoşnutsuzluğunu da arkasına alarak mevcut siyasi kabuğu kırmaya hazırdı. O halde aydınları saltanat rejmiine karşı çıkmaya zorlayan durum iktisadi ve sosyal hayattaki eğişime bağlı olarak ortaya çıkmıştı. Türkiye kapitalizminin yolunu açacak fikirler uzun bir mücadelenin birikimi olarak gelişti.
Öte yandan dünya işçi sınıfının da son derece hareketli olduğu 1908-1910 yılları arasında Selanik, İstanbul, İzmir, Bursa ve daha az olmak üzere diğer kentlerde ortaya çıkan grevlerle beliren ‘amele taifesi’nin huzursuzluğu Cumhuriyet’e miras kalmıştı.
1908 Devrimi’yle iktidara gelen İttihat Terakki; tütün rejisi, liman halı fabrikası, incir, cam, fırın, demiryolu, matbaa, tuğla fabrikası, tabakhane, tramvay, feshane-i Amire, kömür-bakır madenleri, sabunhane- zeytinyağı, gaz kumpanyası, Şirketi Hayriye gibi işletmelerde ardı ardına sökün eden grevleri Tatil-i Eşgal Yasası’yla karşılayarak yasaklama yolunu seçmişti. Cumhuriyet rejimi ise yasaklamaların, hapis tehdidinin yanı sıra işçi sınıfının varlığını reddetmeyi tercih etti. Öyle ki yeni devletin resmî ideolojisini özetleyen ‘sınıfsız İmtiyazsız kaynaşmış bir kitle’ içinde eritmeye çalıştığı her milliyetten ezilen sınıflar ülkenin kalkınması için Mustafa Kemal’in deyimiyle ‘lazımı ve melzumu’ olan bir meslek grubuna indirgenerek pohpohlanırken aba altından sopa gösterilmeye devam edildi.
Cumhuriyet ile birlikte iktidara gelen Kemalist burjuvazi henüz feodal ilişkilerin tasfiye edilmediği, nüfusun büyük bir çoğunluğunun geçimlik tarımla geçindiği kır’daki üretim ilişkilerinin tasfiyesinden çok, üretimin modernizasyonu ve köylü kitlelerin Cumhuriyet ilkelerine kazanılmasına önem vermişti. Türkiye’de yoksul köylülerin hayatını kolaylaştıracak, feodal ağaların nüfuzunu kıracak bir toprak reformu hiçbir zaman yapılamadı; feodal toprak ilişkilerinin çözülmesine ilişkin çaba göstermedi. Üst yapıda modernizasyonla yetindi.
Tarımsal üretimin teknolojik bakımdan yenilenmesi, köylünün hurafeler ve gerici fikirlerle örülü zihniyetinin rejime kazanılması, dini taassubun etkisinin kırılarak devlet dini ekseninde hareket eden bir topluluk haline gelebilmesi için Taha Parla’nın sözünü ettiği formülleştirmeler hazırlanmaya başlandı.
Cumhuriyetin hemen ardından başlayan inkılaplar bu dolaysız formülleştirmenin en göze çarpanıydı. Ancak bunlardan ibaret değildi. Cumhuriyet Türkiye kapitalizminin yeni,güncel ve uzun vadeli ihtiyaçlarına uygun bir inşa faaliyetine derhal başladı.
Edebiyattan sanata, mimariden kentleşmeye, ritüellerden eğitime kadar her yeri kuşatan ve her adımın parametresi olan, bugün dahi şu veya bu şekilde etkisini sürdüren cumhuriyet ideolojisi, geçmişle hesaplaşarak, onunla tartışarak, yeni bir geçmiş kurgulayarak şekillenmiştir. Bu durum, ulusal birliğin normlarını oluşturmak yükümlülüğüyle yüz yüze kalmış ulus devletleşme yolundaki her topluluk için geçerlidir. Ve aslında her yerde, mayası siyasal iktidarın kuruluşundan çok önce hem zihinsel olarak hem de pratik mücadeleler içinde hazırlanmaya başlanmıştır. 18. yüzyılın Aydınlanmacıları, Fransız ve Alman felsefecileri, Almanya’nın romantik edebiyatçıları, siyasetçilerden çok daha önce eski düzeni eleştirip yeni bir düzenin zihinsel koşullarını oluşturdular.
Cumhuriyet; Osmanlı’dan devraldığı yüzde 80’i köylülerden, yüzde 20’si kentlilerden oluşan nüfusu talim ve terbiye edebilmek için kitlesel eğitim kurumları açtı, yeni simgeler yarattı. Devlet yönetme pratiği içinden ‘zor’u devralmasına karşın kültürünü reddi miras ettiği Osmanlı geçmişine bir sünger çekti. Türk milleti için farklı ve resmi bir süreklilik kurgulayarak resmi tarih yazımını teşvik etti ve bir gelecek vizyonu hazırladı. Bu da, uluslararası kapitalizmin seviyesine yetişmek ve rekabet edebilmek için gündelik yaşam alışkanlıklarının, simgelerin, ritüellerin, davranış ve düşünme kalıplarının milli bir çerçevede yeniden harmanlanmasından oluşan bir Batılılaşma uhdesiydi. Bu uhdenin gerçekleşmesi için “400 yıl bekleyecek zamanımız yok”[7] diyen Mustafa Kemal ve kurmaylarının toplumun zihniyetini dönüştürmek ve kültürlü bir kitle yaratmak için acelesi vardı. Çünkü rejimin hegemonik üstünlüğünün şartı, taşıyıcı kolunlarından kolonlarından biri de ‘beşeri sermaye’ (insan gücü) olacaktır.
Eldeki beşeri sermayenin kapitalizmin disiplinli emek rejimine nasıl uyarlanacağı, bir ayağı köyde proletaryanın sermaye birikim sürecine amade bir kitleye nasıl dönüştürüleceği; gayrı müslim tebaanın nasıl siyasi iktidarın hedeflerine bağlanacağı kökeni eskilere dayanan bir tartışmadır. Parametreleri de Batı kapitalizminde hazır bulunmuş ve Türkiye koşullarında, ideolojik ve kültürel restorasyonla yol almaya çalışılmıştır
Milletin özündeki medeniyet
1839 yılında yayınlanan Tanzimat fermanı ile 1876’daki 1. Meşrutiyet arasındaki dönemde, kendileri de Avrupa’da bulunmuş ve oradaki devlet oluşumlarıyla sosyal hayatı incelemiş olan Osmanlı aydınları, Namık Kemal ve Ziya Paşa başta olmak üzere anayasal bir monarşi ve Padişah yetkilerinin Meclis türü bir heyete dağıtılması konusunda yayınlar çıkarmakta, yazılar yazmaktaydı. 1789 Fransız Devriminden ilham alınan demokratik tahayyül, ilerleme, evrim kavramları bu yazarların çalışmasında önemli bir yer edinmeye başlamış, İmparatorluktan ayrılmak isteyen ulusların mücadelesi de vatan kavramının doğuşuna ilham vermişti. Vatan’ın, Namık Kemal ile entelektüel tartışmalara dahil olmasıyla birlikte, toplumdaki yeri mahalli kimliğiyle sabitlenen, feodal ilişkiler içindeki nüfusun bu toprağa yeni bağlanma biçiminin ne olacağı sorusu da gündeme gelecekti. Eldeki hazır model, yani Avrupa’daki gelişim düzeyi, kırsal bölgelerinde neredeyse Ortaçağ ilişkilerinin hüküm sürdüğü, başkenti gerilikten mustarip bir ülke için taklit edilebilir bulunuyordu.
Batılılaşma bir hedef olarak Tanzimat aydınıyla ama daha çok Meşrutiyet öncesindeki Osmanlı aydınlarının gündemine girdi. Bunun Osmanlı topraklarındaki kapitalist yayılma ve burjuvalaşmayla dolaysız ilgisi açıktır. Bu aydınlar toplumun Batıdaki kurumların benzerlerinin Türk ‘vatan’ında da kurulmasıyla ilerleyeceğini düşünüyorlardı. Bu durum ise onların Osmanlı toplumundaki değişimlerin sosyo ekonomik nedenlerine ilişkin sınıfsal bir analiz yetisine sahip olmadığını, değişimlerin kültürel görüngüleriyle ilgilendiklerini gösterir. Bunda elbette yaşadıkları zaman bağlamındaki meta üretiminin düzeyi belirleyiciydi. Gelişmiş kapitaist ülkelerin düzeyine birtakım davranış modellerinin ithaliyle geçilebileceğini düşünmekteydiler.
Gelgelelim Avrupa’da yüzlerce yıllık birikimin, 200 yıllık mücadelelerinin ürünü olarak ortaya çıkan yasal düzen ve sosyal yapı bir çırpıda, 600 yıllık eski bir bedene bir elbise gibi hemen geçirilebilecek bir şey olamıyordu. Nüfusun büyük çoğunluğu Müslüman olan ve toplumsal hayatta kadınla erkek arasında kaç göçün yaşandığı, batıl inançların hâkim olduğu bir ülkede Batılılaşmanın çeşitli yorumları ancak parodi olabilirdi.
Nitekim dönemin klasikleri arasına giren birçok edebiyat ürünü özentiye dönüşen Batılılaşma hevesini yerdiler. Fransızca konuşmaya çalışan, Fransız romanları okuyan, hayatını kazanmak için hiçbir şey yapmasına gerek olmayacak kadar mirasyedi-tuzu kuru, batılılaşmayı jestler, snopluk, kibar konuşmak ve kılık kıyafet olarak anlayan bir edebi tip alay konusu oluyordu.[8]
Bu karikatürleştirme bir yana bırakılırsa, arayışın en önemli faydası, toplumsal ‘kıymet hükümleri’nin (değer yargılarının) değişebilirliğine ve zamanının geldiğine işaret etmesiydi. Batılılaşma hevesinin kurulu Osmanlı düzeni için tehlikeli olacağını düşünerek geleneğe sarılanlar ile Osmanlı aydınları arasındaki tartışmalardan Cumhuriyet dönemindeki atılımları kolaylaştıracak bir zihinsel birikim süzülerek oluştu. Genç Cumhuriyetin elitleri, bir kültürel ve fikri evren oluşturmak için kendilerinden önceki kuşaklardan kalan hazır birikime sahiptiler.
Cumhuriyet’ten sonra ancak bir yıl yaşayabilmiş olan Ziya Gökalp’in ‘mefkuresi’ bu birikimi toparlayarak sadeleştirmiş; hars (kültür) ve medeniyet arasında Cumhuriyet kadrolarının da rehber edineceği ilişkiyi gerekçeleriyle tarif etmişti.
“Harsın içinde yer alan unsurlar, ancak cemiyetin bütün fertlerinde duygu birliği meydana getiren, yani cemiyetin bütün fertleri arasında uyumu ve dayanışmayı sağlayan kurumlardır. Bir milletin fertlerini duygu birliğinden yoksun bırakan ya da fertler arasındaki iş bölümünü engelleyen kurumlar milli harsa zarar verir. Bizde Levanten ya da kozmopolit adı verilen bir sınıf vardır ki bu sınıftan olanlar Batı’nın bilimsel metotları ve teknikleri yerine estetik, ahlak ve felsefe ile ilgili inanışlarını ve genel adetlerini, gösterişli hayatlarını ve huylarını almaya çalışırlar. Yani medeniyet adı altında, başka milletlerin milli harslarını yalan yanlış taklit etmeye kalkarlar… Bu insanların dili ortak olsa bile vicdanı ortak olmadığı için aralarında uyum sağlanamaz.”[9]
Ziya Gökalp ‘hars’ın milli; aynı gelişmişlik düzeyinde olan milletlerin toplumsal hayatlarının ortak bütünü olan medeniyetin ise milletler arası olduğunu ve medeniyete her milletin kendi harsıyla katılması gerektiğini yazar. Ona göre, Osmanlıyı yönetenler bir sınıfı (milleti hakime), yönetilen Türkler de (milleti mahkûme) diğer sınıfı oluşturuyordu ve iki sınıf da birbirini sevmiyordu. Osmanlı döneminde halkın ve yönetenlerin iki ayrı kültürü ve dil vardı. Bunun nedeni “kozmopolit sınıfın kendi çıkarını milli çıkarın üstünde görmesi ve Türk’ün kültürüne ve hayatına zararlı olan emperyalizm alanına atılmış olmasıydı.” Şimdi önce milli harsı bulmak, sonra medeniyete katılmak gerekir. ‘Hars’ı birleştirecek olan şey ise siyasi birliktir.[10]
Gökalp’e göre Osmanlı’nın sağlayamadığı milli birliğin şartı, halkın üstünde apayrı bir sınıf olarak duran saltanat gerçekliğinin yerine parçalı halk kesimlerini devletin etrafında toplayan birliğin hedeflenmesidir. Ziya Gökalp bu siyasi birliği bozan unsurların Avrupa’da da ortaya çıktığını, sınıfçılık, vatan düşmanlığı ve asker düşmanlığı biçiminde belirdiğini söyler. Oysa bütün meslek mensuplarının, kendi çalışmalarından doğacak ortak ‘kamu menfaati’ gerektirdiğinde kendi menfaatlerinden fedakârlık etmeleri esastır.[11] Dolayısıyla Türkler toplumun ahengini bozan düşmanca eğilimleri birlik lehine eriten kültürlerine dayanmalı, toplumsal barış sağlanmalıdır.
Oysa toplum nesnel olarak kolektif çıkar gruplarına bölünmüştür. Bu kesimlerin, devletle olan çelişkisi, devlet eliyle gerçekleştirecek ideolojik ‘terbiye’ ve tedrisatla nihayet bulacak gibi değildir. Her zaman olduğu gibi ideolojik nüfus mühendisliğine şiddet de eşlik edecektir. Bu şiddet 1920’de Mustafa Suphi ile birlikte 15 Komünistin öldürülmesini takiben Osmanlı topraklarında kurulu irili ufaklı, sosyalizm yönelimli çevreleri üzerinde estirilen terörle devam sürdü. 1921’de işgal koşulları altında izin verilmeyen ancak Sosyalist Fırka’nın çağrısıyla fırka binasının önünde bando eşliğinde toplanarak yapılan, mavi işçi gömleği giymiş ve kırmızı boyun bağı ile kırmızı rozet takmış Şirketi Hayriye, Tramvay kumpanyası ve Haliç idaresi işçilerinin katıldığı, bazı işyerlerinde iş bırakma eyleminin yapıldığı 1 Mayıs etkinliği 1922’de daha güçlü kutlanacaktı.[12] 1 Mayıs mitingleri düzenleyen işçilere 1923’te artık izin verilmemiştir. 1925’te genç Cumhuriyet’in yüz yüze geldiği Şeyh Sait İsyanı ve Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast nedeniyle yapılan tahkikat ve takibat sonucu idamlar gerçekleştirilmiş, birçok muhalif bu vesileyle cezaevine atılmıştır. Buna her türlü muhalefet eylemi ve kuruluşunun yasaklandığı Takrir-i Sükûn kanununun çıkarılması eşlik etti. İttihat Terakki dönemindeki Ermeni mezalimi ve 1922’deki Rum mübadelesi de ‘ne komünizme ne kapitalizme benzeyen Türk tipi bir düzen’in inşası için gerekli zemini yeni rejime sağlamıştır.
Muasır medeniyet için kitle terbiyesi
600 yıllık bir imparatorluğun yıkımından, ekonomisi bozuk, halkı yoksul bir ülkenin devralınmasından sonra genç burjuvazi daha 1922 yılındaki İzmir İktisat Kongresinde rejimin yönelimini belirlemişti. Özel kapitalist teşebbüsün zayıflığı göz önünde bulundurularak sermaye birikiminin devlet rehberliğinde, merkezi yatırımlarla hızlandırılması, özel teşebbüsün de desteklenmesi hedefleniyordu. Bunun Türkiye’yi Avrupa kapitalizminden ayıran yepyeni bir yol olduğu düşünülmekte, iddia edilmekteydi. Devlet, kararın kendisinde merkezileştiği bir organ olarak sadece iktisadi gelişmeyi denetlemekle kalmayacak, ayrıca ‘beşeri sermaye’yi de şekillendirecekti.
Bu, her şeyden önce bu insan gücünün şekillendirilmesini de liderin şahsında merkeze bağlamak anlamına geliyordu. Bu bakımdan hem Cumhur Reisi, Halk Partisi kurulduktan sonra parti başkanı ve aynı zamanda Millet Meclisi başkanı olarak rejimin başına geçen mustafa Kemal’in, daha kendi zamanında, bir kült olarak ‘imal’i kendisi sağken, kendisi ve ekibi tarafından gerçekleştirildi.
350 kişilik Meclis’te 158 oyla cumhurbaşkanı seçilen Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları için 1925 olayları ve Takriri Sükun’a rağmen eski rejimin gerici kalıntıları, Türkiye’nin izleyeceği yol konusunda gerici muhalifler, İttihat Terakki’den gelenler, liberal burjuvazinin temsilcileri gibi Meclis’te de yer alan kadrolar nezdindeki meşruiyet sorununun aşılması, yeni iktidarın etkisining üçlendirilmesi gerekiyordu. İnkılapların büyük bir çoğunluğu gerçekleştirildikten sonra 1927 yılında aylar süren yazım aşamasını takiben Atatürk’ün Millet Meclisi kürsüsünden beş gün boyunca okuduğu Nutuk, hem Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluşuna ilişkin atılan adımların meşruluğunu teyit altına almaya hem yeni bir yol çizmeye yöneliktir.
Mustafa Kemal Nutuk’ta Kurtuluş Savaşı’nın Kazım Karabekir gibi kurmaylarını, liderlik konusunda hak ve pay sahibi olabilecek, kendisine biat etmekte tereddütlü kadroları eleştirir. Öte yandan irtica doğrudan doğruya hedef alınır. Mustafa Kemal Nutuk’ta şöyle diyordu:
“Efendiler! Milletimizin başında, cehil gaflet ve taassubun ve terakki ve temeddün (ilerleme ve medeniyetin) düşmanlığının alameti farikası gibi telakki olunan fesi atarak onun yerine bütün medeni alemce serpuş olarak kullanılan şapkayı giymek ve bu suretle Türk milletinin, medeni hayati içtimaiyeden (medeni sosyal hayat), zihniyet itibarıyle de hiçbir farkının olmadığını göstermek bir lazıme idi. Bunu Takriri Sükun Kanunu cari olduğu zamanda yaptık…
“Efendiler, tekke ve zaviyelerle türbelerin seddi ve alelumum tarikatlerle şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık ila… birtakım unvanların men ve ilgası (yasaklanması ve kaldırılması) da Takriri Sükun devrinde yapılmıştır. Bu husustaki icraat ve tatbikat heyeti içtimaımızın (toplumumuzun), hurafeperest, iptidai (ilkel) bir kavim olmadığını göstermek noktai nazarından, ne kadar elzem idi; bu takdir olunur.”[13]
“Türk milletini medeni cihanda layık olduğu mevkie yükseltmek” Mustafa Kemal’in hem medenileşme meziyetinin zaten ruhunda olduğunu söylediği Türk milletinin batılılardan hiçbir farkının olmadığını göstermek hem de inkılapların felsefesini devam ettirmekle mümkün olacaktı. Çoğu kez simgesel izlenimi veren inkılaplar milli birliği temsil eden bir giysinin milletin bedenine mecburi biçilmesi anlamına geliyordu. Devlet kontrollü Tevhidi İktisadiye (ekonomik birlik) tevhidi Tedrisat (eğitimin birliği), Tevhidi Meskulat (sikkelerin tekliği), dil ve alfabedeki değişim ve Medeni Kanun ile birlikte yurttaşlığın görev ve haklarıyla biçimlendirilmesi ve bunların zaman alıcı, öze ilişkin değişmeden önce görünürlük kazanması için kararnamelerin çıkarılması dönemin milli siyasetinin bir gereğiydi. Milli irade, ve milli ülkünün oluşumu için adımlar kesintisiz bir biçimde atılacaktı.
Her tarikatı simgeleyen farklı kılığın erkeklere fötr şapka, kadınlara döpiyes giydirme koşuluyla toplumsal farklılıkların ve çelişkilerin görünmez olması bu çelişkilerin üstesinden gelindiği anlamına gelmez. Devlet ile, artık kendisine halk diye hitap edilen topluluğun kaderde ve kıvançta birleşmesi gerekir.
Mustafa Kemal 1931’de yaptığı bir konuşmada “Türkiye Cumhuriyeti halkı ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat ferdi ve içtimai hayat için işbölümü itibariyle mesai erbabına ayrılmış bir camia telakki etmek esas prensiplerimizdir. Çiftçiler, küçük sanat erbabı ve esnaf, serbest meslek erbabı, sanayi erbabı, tüccar ve memurlar Türk camiasını teşkil eden başlıca çalışma zümreleridir… Fırkamızın gayesi sınıf mücadelesi yerine içtimai intizam ve tesanüt temin etmek menfaatlerde ahenk temin etmektir.”[14]
Mustafa Kemal Türk milleti arasındaki sınıf kavgalarına izin verilmeyeceğini birçok kez ifade etmektedir. Öyle ki, cumhuriyet devletini yönetenlerin bilinç altında sınıf mücadelesi korkusunun önemli bir yer tuttuğunu, ahenkli bir toplumun ön koşulu olarak telaffuz edilen ‘sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış’ bir kitle hedefi için çıkarları farklı kesimlerin talep mücadelelerine yönelmesini engellemek, bunun yerine halka ortak bir ülkü, çıkar ve biçim kazandırmak; Türk milliyetçiliğini ve Türklük bilincini zerk etmek gerekir.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yönetici sınıfların ideolojisinin ve kültürünün reddi miras ilan edilmesinden sonra uzak kökleri araştırmak için kurulan Türk tarih ve dil kurumlarının formüle ettiği Orta Asya geçmişi, Türklüğün, Avrupa’dan farklı bir kültürel kökeninin olduğu iddiasına bir zemin açmıştır. Bu köken, Nutuk’ta Mustafa Kemal’in uzun uzun kurguladığı, yakın tarihin resmi yazımına ulanır. Mitolojik geçmişlerini Yunan medeniyetine kadar uzatarak, çağlar öncesindeki medeniyetle süreklilik ilişkisi kuran Avrupa uluslarının karşısında Türk ulusunun medeniyet yüklenici, diğerlerinden özgün ve özel kolonları Orta Asya’dan taşınmıştır. Türk’ün benzemezliği tarihinin de benzemezliğinden gelir. Türk milletinin içindeki ve tarihindeki medeniyet nüvesi ruhun ve özün derinliklerinden su yüzüne çıkarılmalı, çağdaş Türkiye’nin modern bir kültürü Türk geçmişin izini takip ederek oluşturulmalıdır. İlerleme Orta Asya’dan Anadolu’ya yürüyen, sayısız devlet kurmuş Türklüğün doğasında vardır.
Fransız Devrimi hiçbir şeyin yerinde kalmayacağı, değişimin değişmeyen tek gerçek olduğu ve her topumun ileri doğru hareket ettiği fikrini bir ‘kamusal felsefe’ olarak yerleştirmişti. Eski barbar, göçebe kavimlerden imparatorluklara ve oradan bugünkü sanayi toplumlarına doğru gelişim aynı doğrusal ilerleme çizgisini izliyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu emperyalizm çağında gelişmiş kapitalist ülkelerin kalkınma retoriğinde yer alan ilerleme; az gelişmiş ve geri kalmış ülkelerin çok çalışarak, bir gün ileri kapitalist ülkelerin düzeyine erişileceği beklentisi Kemalist burjuvazinin de rehber edindiği bir kavramdı; Türkleştirilmişti. Pozitivist bilimin bu başlıca anahtar kavramı, Kemalist rejim için de ilerlemeyi Avrupa kapitalizmine erişmek, onunla rekabet etmek, az gelişmişliğin verdiği kompleksi alt edebilmek için elzem görünüyordu.Batıda kendi gelecekteki suretini gören genç burjuvazi, toplumsal bağları yeniden kurmak için, geleneksellik ile modernlik arasındaki çelişkiyi aynı modernlik izlerinden geçerek çözmek gerektiğine inanmıştı. Anahtar, devletin ve liderin elindeydi.
Demirağlarla ördük…
Cumhuriyet yönetimi kendi çağının ruhunu (zeitgeist) oluştururken, binalardan meydanlara, evlerden okullara kadar yayılan yeniden düzenleyici bir çağdaşlaşma ülküsünü söylevler, yayınlar, gazeteler, sanat ve edebiyat yoluyla sürekli ve istikrarlı bir biçimde yeniden üretilen resmi ideolojisi ekseninde formülleştirdi.
‘Anayurdu dört baştan kuşatan demir ağlar’da hareket eden metalar ile birlikte Anadolu’ya kültür elçileri ve “hüküm yargıları”, ahlak ve toplumsal ilişkilerin yeni normları taşınıyor; Sümer ve Hittiler’de medeniyetin Türkler’e ait tarihsel izlerini ve köklerini bulmak için arkeologlar, köy okullarında ve enstitülerinde Türk aydınlanmasının tohumlarını ekmek üzere öğretmenler, Cumhuriyet imamları, ressamlar, halka dönme projesinin aydınları gidiyordu.
Osmanlı’nın başkenti, İstanbul’un yerine Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın komuta merkezinin yerleştiği Ankara’nın modern bir şehir olarak imarı için yurt dışından mimarlar getirilmiş, eskinin bezemeli, kubbeli mimarisi yerine ‘betonarme çelik ve cam kullanımı, kübik formların, geometrik şekillerin ve Kartezyen ızgaraların’ kullanıldığı Le Corbusier mimarlığına sadık binaların inşasına başlanmıştı. “Bu modernist bakış açısına biçim veren karmaşık sanayi toplumlarının yeni ihtiyaçları, araçları ve teknolojileri, rasyonel bir ilerlemeden geçmekte olan evrensel bir tarihin ihtiyaçları, araçları ve teknolojileri olarak görülüyordu.”[15]
Tanzimat’tan beri Osmanlı aydınlarının aklını yoran Batı’nın tekniği ile yerli kültür ikileminin çözümü ‘ileri’ ülkelerden, ülkede olmayan maddi ve zihinsel varlıkların ithali ve bunun Türk benliğine ve yaşayışına uygun kültürle sentezi şimdi yeni devletin rehberliğinde gerçekleşmekteydi. Ankara’nın Yenişehir toprağına kazmalar Avrupalı mimarın ilmi, Türk amelesinin iş bölümü ve Türklüğün uhdesiyle inmekteydi. Ele güne ve köylüye göstermelik köylerin inşasıyla yeni yaşam alanları pratik olarak örneklendirilmekteydi. Kadın erkek, çoluk çocuk ailece boş zaman etkinliklerinin yapılacağı açık alanlar, parklar, yapay göllerde oluşturulan aile gazinoları kaç göçsüz, kibar ve medeni ilişkilerin, toplumsallaşmanın alanları olarak inşa edildi.
Ankara’nın şehirleşmesi genç burjuvazinin Osmanlı geçmişinin mirasını reddederek açtığı bir Tabula Rasa’yı nası doldurduklarının simgesidir. Geniş caddeleri ve modern binalarıyla ‘Avrupa artık Ankara’dan başlamaktadır’.[16] Milli birlik de liderin çevresinden. Türkiye’nin daha Mustafa Kemal zamanında yerleştirilmeye başlanan ve zamanla her meydana dikilecek Atatürk heykelleri, her okula ve resmi kuruma yerleştirilen büstler, liderin imgesinde milli birliğin kayıtsız şartsız birliğinin şartına işaret etmekteydi.
Cumhuriyet İkinci Mahmut döneminde uygulanan ritüelleri de yeni bir içerikle devralmış, dini bayramlara paralel milli bayramlar ilan etmiş; bunları çocuklara, gençlere, askere emanet etmişti. Okullardaki açılış ve kapanış törenleri, cumhuriyet bayramındaki fener alayları, devlet erkanının katıldığı danslı balolar bu ritüeller arasında sayılır. Della Fave, bu ritüelleri “insanlar bir kez toplandıktan sonra diğerlerinin de kendi inançlarını taşıdığı görerek tahkim olurlar” diye açıklar. D’Aquile ise törensel ritüellerin zıt kültürel unsurların birliğini simgelediğini not düşer.[17] Nitekim boş zaman eğlencelerinden resmî törenlere kadar insanların bir araya geldiği her ortam ‘eşitlikçi, katılımcı, hiyerarşik olmayan, duygudaşlığı temal alan’[18] işbölümü basit, yönetici-yönetilen ayrımının olmadığı eski toplulukların geçmişten kalan alışkanlıklarının yeniden yapılandırılarak aktüele sürümüdür. Dolayısıyla Türk birliğinin simgesel olarak sahnelenme alanları olarak ortaya çıkar. Gerçekten de Türkiye sonuçta koca bir sahne haline geldi. Türk kalkınmasına eşlik eden modernleştirmenin alameti farikaları her fırsatta sahnelenip sergilenmekteydi.
Sürekli değişim halindeki bir toplumu ortak hedeflere bağlamak gibi bir gaye içindeki Halk Partisi de gündelik hayatı yerelden kuşatabilmek için kurduğu halkevlerinde seminerler, sergiler, eğitim çalışmaları düzenledi. Köy enstitülerinde modernizasyonu ve iktidar ideolojisini köye taşıyacak genç aydınlar-ögğretmenler yetiştirilmeye başlandı. Gerçekte İttihat ve Terakki’nin bir mensubunun, çok önceden işçi sınıfı için söylediği ‘mantıksız istekleri’ rejimin ortak menfaat olarak belirlediği düzlemde şekillendirebilmek, denetim altına almak, halkın ‘rasyonel olamayacak kararlar’ını ‘doğru yola’ kanalize etmek için düşünülen eğitim ve terbiye kurumlarının arasında Halkevleri bu bakımdan özel bir yer tutar.
Ziya Gökalp’ten bu yana, Batıdaki kitlelerin toplumsal devrimler ve kargaşa dönemlerinde oynadığı rolden nasıl sakınabileceğine ve toplumun nasıl bir düzen içine sokulacağı sorusuna ‘kesintisiz terbiye’ yanıtı verilmişti. Burjuva iktidar da bunun farkındaydı.[19]
Artık zaten yaşamakta zorlanan kurumların ve alışkanlıkların yerine yapılandırılmış alışkanlıkların geçirilmesi teşvik edilen milli bir nüfus oluşturulurken; buna rağmen ve buna paralel olarak, ahenk içinde yaşamaya zorlanan çelişki ve çatışma öğeleri de ister istemez birikiyordu. 1927’de çıkarılan Sanayi Teşvik kanunu ile kurulan şirket sayısı beş yılda 1473’e, sanayi işçileri ise 17 binden 62 bine çıkmıştı. Mustafa Kemal “hiç milyonerimiz yok ama biraz parası olana engel olacak değiliz demekteydi. Büyük arazi sahiplerini de himaye edeceğiz.”[20]
Bu tablo toplumun türdeşleştirilemeyeceğini; zenginle yoksul arasındaki yaşam farklılıklarının realite tarafından durmaksızın üretildiğini ve devletin bütün çabalarına rağmen bu çatlakları sıvayamadığını gösterir. Ama kendisini çatışmayı önlemek için hakem olarak tayin eden de aynı devlettir.
Devlet bu perspektifle eski saray kültürünün yerine modern sanatı geliştirmek, aydınlarla halk arasındaki kopukluğu ressam, müzisyen ve yazarları halk eğitimine dahil etmek için daha kuruluş yıllarında özel seferberlik ilan etti. Osmanlı’nın son dönem aydınlarının fikriyatı Avrupa şehirlerinde dönüşmüş, oradan memleket zihniyetini etkileyebilmek için yayınlar çıkarmışlardı. Benzer hamleler yeni rejimden de geldi. 1924’te Musiki Muallim Mektebi, Osmanlı’dan devralınan Dar-ül Elhan Belediye Konservatuarı adını aldıktan sonra doğu musikisi eğitimi kaldırılmış, okulda 60 kişilik orkestra ve seksen kişilik koro oluşturulmuştur. İstanbul’daki Saray Orkestrası ve Armoni Mızıkası Ankara’ya taşınarak filarmoni orkestrasına dönüştürüldü. Birçok müze açıldı.[21] Birçok müzik insanı ve ressam Batı sanat tekniklerini öğrenmeleri için Avrupa’ya gönderildi ve bunların eserlerinin sergilenmesi ve sahnelenmesi için devlet organizasyonları yapıldı.[22]
Mustafa Kemal Nutuk’ta şöyle söylüyordu: “Türk milletinin tarihi bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki milletimizin yüksek karakterini yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara olan sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür.”[23]
Bu milli ülküye hizmet edecek milli bir sanatın ortaya çıkması ve icrası için Kurtuluş Savaşı konularının, modernleşme atılımlarının, köy realitesiyle yeni insan figürlerinin tuvale taşınması yetmeyeceği için, daha uzun vadeli bir sanat zihniyetini milli temellerde oluşturmaya yönelik yönlendirme ve organizasyon da devletin işiydi. Bu ihtiyacı gidermek için model alınan eylem Rus Narodnikleri’nin ‘halka doğru’ sloganı ve Sovyetler Birliği’ndeki halk kültürünü derlemeye yönelik foklorik araştırmalardır. Halk müziği örneklerini toplamak üzere Türkiye’ye çağırılan Bela Bartok, halkın yaşayışını resmetmek için hükümetin düzenlediği yurt gezilerine ressamların dahil edilmesi, halkın özündeki milli kültürün çekip alınması için yapılan bir tür arkeoloji çalışmasıydı. Mustafa Kemal’in kendisi de gittiği gezilerde bu aydınları yanında götürmekteydi.[24]
Kültür savaşları
“Güya bizde farklı sınıflar varmış gibi kurulan fırkaların sonuçlarını gördük” diyordu Mustafa Kemal. 1930’da kurulan ve liberalizmi savunan Fethi Bey ve Ahmet Ağaoğlu’nun yönetimindeki Serbest Cumhuriyet Fırkası kısa sürede kapatılmıştı. Siyasi partilerin kurulmasına izin verilmeyen bir coğrafyada TKP de yeraltında faaliyet yürütmekteydi. 1950’lere kadar yeni bir yasal parti ortaya çıkmadı. Bu, siyasi görüşlerin denemeler ve edebiyat ürünleri olarak yayılmasının da yolunu açtı.
Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir gibi nedamet getirmiş eski komünistlerin Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile birlikte kurduğu Kadro dergisinde rejimin icraatı ve hedefleri gerekçelendirilip derinleştirilirken, muhafazakâr-milliyetçi, liberal, halkçı-demokratik yayınlar ve yazarları da giderek çoğalmaya başlamıştı. Burjuvazinin kuşatıcı resmi ideolojisine karşı mücadelenin siyasi kanalları bulunamadığı ölçüde kültürel alan bir kavga alanı haline gelmişti. 1930’lu yıllardan başlamak üzere; aralarında Sabahattin Ali, Behçet Necatigil, Rıfat Ilgaz, Sait Faik, Sabiha Sertel, Aziz Nesin’in de bulunduğu edebiyatçılar toplumsal çelişki ve çarpıklıkları işledikleri eserlerle öne çıktılar. Ne var ki bu aykırı ses sık sık rejimin sert duvara çarptı. Sebahattin Ali faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Kimileri tutuklandı, Nazım Hikmet yıllarca cezaevinde tutuldu. Dönemin ilerici yazarlarının yazdığı Tan gazetesi milliyetçi bir güruhun linçine uğradı.
Zafer Toprak geçiş sorunsalının bir suç ve ceza öyküsü olduğunu yazar. “Yurttaş yargılanır hapse girer ama her geçen gün yurttaşın yaşam alanı genişler”[25] demiştir ve nitekim öyle olmuştur.
Nazım Hikmet daha 1929 yılında Sertel çiftinin yönettiği Resimli Ay dergisinde “putları kırıyoruz” kampanyası başlatarak Mehmet Emin Yurdakul ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu hedef almış, Karaosmanoğlu da Nazım’ı cevaben ‘vatan haini komünist’ olarak hitap etmişti.
Nazım Hikmet’in muhafazakâr yazar Peyami Safa ile tartışmaları da siyasi tezlerin kültürel bir perspektifle tartışıldığı arenada gelişir. 40 kuşağının ilerici-devrimci yazarları bir yandan Cumhuriyet rejimiyle halkın kazanımlarına sahip çıkarken, diğer yandan da sınıfsal yarılmaya işaret etmekte, Türkiye’nin geleceğine ilişkin mevcut yönetimden farklı önerilerde bulunmaktaydılar. Onların çabaları siyasi iktidarın tek tip yurttaş yaratma çabalarının boşunalığını kanıtladığından engellenmeye çalışılmaktaydı.
Kemalist Batılılaşma ve çağdaşlaşmanın ortaya çıkardığı ahlaki dönüşümün milli şuurla kurduğu ilişkileri eleştiren Peyami Safa “Son günlerde ‘milli edebiyat yok, sınıf edebiyatı vardır’ gibi tekerlemelerin bazı neşriyat arasında görülmesi bize bu satırları yazdırdı… Türk diliyle kendini ifade eden bir edebiyat o dili konuşanları birbirinden ayırmayı değil, ancak muasır büyük milletlerin yekpareliğine doğru götürecek birlikten doğduğu gün beşeri kıymetini bilecektir.”[26] En önemli eseri olan ve İstanbul’un biri yoksul diğeri zengin iki semtindeki yaşam biçimlerini karşılaştıran Fatih Harbiye’de yazarın tercihi muhafazakar Fatih’den yanadır. Harbiye-Nişantaşı hattı ise, Türk şuurunun, ahlakının dejenere olduğu muhittir. Peyami Safa Sözde Kızlar adlı romanında da Harbiye ile temsil edilen ona göre yozlaşmış yaşam tarzına özenilmesinin kendince yol açacağı felaketleri kurgular. Rejime bağlı, Türk geleneksel ahlakının erdemlerine uzak duran, ‘batılılaşmış dejenere’ yazarlar kadar bölücülük yaptıklarını düşündüğü sosyalist yazarlara da karşıdır. Peyami Safa elbette bu konuda yalnız değildir; birçok muhafazakar sanatçı, devletin halkı sevk ettiği kültürel yolu, eğitim kurumları ve talim terbiyenin müfredatını aynı gerekçeyle eleştirirler.
Peyami Safa’ya göre bu felaketlere yol açan resmi müfredat, daha önceki yarım yenileşme hareketlerini yürüten yarım adamların milletin başına sarmış olduğu bir belaydı. Türk bünyesi hem şark ve garp hem de din ve milliyet arasında yarımşar ve sakat iki parçaya bölünmüştü. Oysa ki Osmanlı garpçılığını, kangren olmuş taraflarını atmak şartıyla yaşatmak kabildi.[27]
Peyami Safa’nın bugün bile yaşayan, hatta mevcut AKP iktidarı tarafından resmi olarak savunulan görüşlerinin temeli, cumhuriyetle birlikte serencamı yarım kalmış, kitle imalatını cumhuriyet elitlerinin fikriyatından daha farklı; dinsel-muhafazakar ve milliyetçi bir fikriyatla tasarlayan, hakim sınıf çerçevesinden dışlanmış Osmanlı mirasyedisi üst sınıfların olduğu kadar, geleneksel gündelik hayata hızla giren değerlerle kendisini tehdit altında hisseden toplumsal kesimlerin hissiyatından oluşur.
Peyami Safa’nın ılımlı bir Cumhuriyet düzeltmesi olarak beliren itirazına, Türk ırkçılığının dönemdeki temsilcisi Nihat Atsız ve benzerleri açık komünizm düşmanlığı ile dahil oldular. Bu kesime göre, otantik kültürün ve geleneğin taşıyıcısı olan köylülük şehirlerde boy atan dejenerasyonun ilacıydı: “Senelerden beri İstanbul sokaklarında proletaryaya ilanı aşk eden gençler, eğer bu feryatlarında samimi iseler Anadolu’ya koşmalı, orada köylü için bıkmaz ve usanmaz bir aşk ile çalışmalıdırlar… Yoksa şehir sokaklarında savrulan naralar, renkli salonlarda yapılan münakaşalar ve nihayet bir Türk köyünden çok daha konforlu hapishane odalarında okunan kitaplar ve ancak mahkemelerde dile gelen tezlerle Türk köylüsü kurtarılmış olmaz.”[28]
Birinin eski şaşaalı başkentin Fatih’inde, diğerinin de köyde bulduğu otantik kültür hazinesiyle, ahlaki direniş mevzisini tahkim etmek için gösterdikleri yazınsal çaba, ajitasyon yoğunluğu artan bir siyasi gericilik içinde harmanlanarak ilerleyen yıllarda çeşitli kargaşaların itici gücü olmuştur.
Cumhuriyetin kültürel kuruluşunun parametrelerine yönelik tartışmalar, toplumsal zihniyetin, egemen ideolojik kuşatma altında bile parçalı olduğunu gösterir. Milletin ana eksenden ayrılan parçalarını ‘birlik’ altında buluşturmayı hedefleyen cumhuriyet rejiminin güvenlik sorunu olarak gördüğü irtica ve komünizm kendi kültürel ve siyasi tezleriyle bu birlik kurgusuna meydan okumaktadır.
Ama öte yandan 1930’larda faşist diktatörlüklerin belirmesiyle başlayan dünya iklimindeki değişiklikler, bu diktatörlükler ile ilişkilerini geliştiren Türkiye yönetimini de etkisi altına almış; ırkçı turancı fikirlerin, şovenizmin yayılması konusunda gerekli ‘devlet teşviki’ yapılmıştır. Bunda Avrupa devletlerinde yükselen Sovyet-ve komünizm nefretinin de etkisi vardır. Devlet mevzuatındaki Alman etkisi düşünsel iklimi de şekillendirecektir. Soğuk savaş dönemi ile birlikte Türkiye üzerindeki Alman nüfuzunun yerini Amerikan kudreti aldığında anti komünizm dalgasının kondüktör bölmesinde bir nöbet değişimi yaşanmış olur. Türkiye’de komünizm tehdidine karşı yukarıdan aşağı gericileştirme, şovenizm devlet eliyle örgütlenmektedir.
1950’lerde Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu dergisine el altından ödenek ayıran Menderes’in zamanında bu muhafazakâr gericilik daha da palazlanacaktır. 1951’deki TKP’nin önder ve aydın kadrolarına yapılan operasyonlarla birlikte Menderes döneminin ‘her mahallede bir milyoner yaratma’ sloganıyla keskinleşen emperyalist bağımlılık ilişkileri ve bir süre sonra da sınıfsal ayrışmanın alametleri açıkça görülmeye başlayacaktır.
Menderes iktidarının bir darbeyle devrilmesine kadar varan egemen sınıflar arasındaki çatışma şiddetlenmiş, hem de kitle tabanını dini-muhafazakâr kültür ekseninde örgütlemeye çalışan, 6-7 Eylül gibi bir toplumsal fecaatla zirvesine ulaşan milliyetçi şoven aksiyon, rejim yeni bir istikamete çekilmek üzere bastırılmıştır.
ABD emperyalizminin açtığı “soğuk savaş”ın Türkiye’deki yankısı anti komünist propagandanın yoğunlaşması oldu. ABD’nin Kemalist ulusalcılığa ve devlet rejmine ilişkin en gerici akımları desteklemesi ve bugünkü AKP’nin hareket zeminini oluşturan müdahalelerinin de ortamı budur. Daha sonra Yeşil Kuşak, türk İslam Sentezi gibi Türk burjuvazisinin ABD politikalarına yedeklendiği siyasi ‘açılımlar’ın ipuçları da bu zamanda görülür.
Soğuk Savaş döneminde, McChartizmin solcu entelektüeller üzerindeki kuşatması içeride edebiyat alanındaki iç tartışmaları da yoğunlaştırmıştı. Politik bağlantıları olan muhalif sanatçıların eserlerini, varoluş koşullarını sorgulamaya açan angaje sanat tartışmaları bu dönemde yoğunlaştı. İkinci Yeni şairlerinin ilk eserlerini verdiği, yeni biçim ve anlatı özelliklerinin denendiği bu dönemde sanat perspektifleri canlanmıştı. Tanzimat’tan bu yana hâkim olan edebiyatın (ve sanatın) toplumsal yarar sağlaması bir kenara bırakılarak, estetik özerkliği olan bir edebiyat paradigmas’nın inşası için yapılan analizler, kültür insanlarından sadakat ve yancılık bekleyen eski Kemalist ilkenin aşınmasını sağladığı gibi, TKP’nin etkisindeki sanatçılara da yeni bir mücadele alanı açmıştı.
Kemalist sol, komünist yazarlar ve 40 kuşağı yazar ve şairleriyle devamcılarının her türlü sansüre, cezalandırmaya rağmen çalışmaları devam etti. Toplumsal gerçekliği yansıtan bir dizi ürün de yayınlandı. Mete Kaan Kaynar bu döneme ilişkin bir algıya işaret eder; “‘İkinci Yeni’nin yarattığı tartışmalar sonucu edebi kanonun şiirdeki değişime odaklanması toplumcu kesimin 1960’lara kadar içine kapandığı ve şiir yazmadığı, yazıyorsa da yayımlamadığı yönünde bir algıya yol açmıştır.”[29] Oysa bu çok doğru değildir. Köy edebiyatı denen, Anadolu’daki toplumsal çelişki ve çarpıklıkları yansıtan, geleneksel ile mücadele eden veya kentteki sosyal hayatı konu edinen ‘sosyal realist’ edebiyat, resim, sinema eserleri büyük ölçüde 50’ler tarihini taşır. Hapisten çıktıktan sonra yurtdışına çıkmak zorunda kalan Nazım Hikmet şöyle demektedir: “Sanatkâr türküsünü dinletmek için en uygun şekilleri durup dinlenmeden, ömrünün sonuna kadar aramak zorundadır.”
Geleneğin direnişi
Bu ara başlık, Türkiye, Zaman ve en son Karar gazetesinde yazıları yayınlanan, muhafazakâr yazar Beşir Ayvazoğlu’nun bir kitabının başlığıdır aynı zamanda. Ayvazoğlu kitabına, iki yüzyıldır halkı adam etmeye çalışan aydınların devletin bütün imkanlarını kullanarak halkı sözümona uygarlaştırmaya çalıştıklarını ve böylece toplum hayatında ne devam eden bir gelenek ne bir müessese bırakılmış olduğunu iddia ederek başlar. Ona göre, geçmiş birikimin kesintiye uğratılmasıyla bir kişilik bölünmesi ve kültür buhranı ortaya çıkmıştır. Ve bu, Batı’yla karşılaştıktan sonra gerçekleşmiştir. Oysa geçmiş kendisini otomatik olarak korumakta, en yenilikçi aydınların içinde bile sonuna kadar bir vicdan azabı gibi konuşarak beklenmedik zamanlarda beklenmedik yerlerden filizlenmektedir.[30]
Eski tartışmaların uzantısı olan bu iddialar, Cumhuriyetin ‘muasır medeniyet’e ulaşma hamlesi içinde batı kapitalizminin tekniğini olduğu kadar zihniyet dünyasını da içeren kültür hamleleri karşısında ister kazanan istemez bir usturup Osmanlı kültürünün reddi mirasına ilişkin bir eleştiridir. Ayvazoğlu’nun sözünü ettiği kültür buhranı, yenilmiş ve yeni rejimin bir bileşeni olması kurucu kadrolar tarafından engellenmiş Osmanlı elitlerinin sonraki kuşaklarına ait siyasi iddiaların taşıyıcısı olan bir kültürel evrene ilişkin hayalinin güncel ve nostaljik iç çekmesidir. Ama bireysel değildir. 1923’ten sonra uzun süre geriye çekilen ama bir dip akıntı olarak yoluna devam eden muhafazakâr-dini talepleri görünür kılan alan Halk Partisi döneminde de vardır, ancak bunu bir kültür ikiliği olarak rejime siyaseten ikame eden Menderes olmuştur.
Menderes ile birlikte şiddetlenen egemen sınıfların şiddetli rekabeti ve bu rekabeti daha da şiddetlendiren uluslararası ekonomik ve siyasi koşullar, Cumhuriyet öncesinden gelen bir kültürel devamlılığın taşıyıcısı ‘sağcı entelektülleri’ ve onları teşvik eden siyasi partileri de çoğalttı.
Bugün Menderes dönemini köken olarak alan, Osmanlı dahil geçmişin imitasyonlarını kendi bedeninde de üretmekten geri kalmayan AKP iktidarı ile bu ‘geleneğin direnişçi’lerinin kurduğu kültür kanonu artık bir resmi kültürdür. Bunun nedeni, sermaye birikim sürecine her fırsatta bastırılmış ve mağdur edilmiş olduklarını söyleyen kesimlerin dahil olmasının yolunu açan bölüşüm düzenidir.
AKP iktidarı için de kültür, bugün bir padişah gibi sarayda oturan tek adamın rejiminin ihyası ve meşruiyetinin koşuludur. Tam da bu yüzden Mustafa Kemal zamanında olduğu gibi topluma yeni bir yaşam biçimi dayatılmış AKP, ödül-ceza sistemiyle sermaye dolaşım sistemine katılan yeni unsurlar ile birlikte halk birliğini kendi ekseninde oluşturmak için mesai harcamıştır, harcıyor da.
Hurafeleri yeniden canlandıran, dini kurumları çoğaltan, muhafazakar kültürü maddi manevi destekleyen, şoven bir zihniyet ortamını körükleyen araçlara sahip iktidar kedi döneminin milli birliğini en gerici çıtadan kurmaya çalışmaktadır.
Milli birliğin din ve muhafazakâr kültür birliği ekseninde kurulacağı, sınıf çatışma ve çelişkilerinin ortak duyuş ve düşünüş biçiminin inşa edilmesiyle öteleneceği, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi sınıf çıkarlarının ancak iktidarın suyunda yürüyerek ‘kamu menfaati içinde eritilebileceği’ inancının patenti doğal olarak AKP’ye rezerve sayılamaz.
Bugün tekelci burjuvazinin bir kesiminin iktisadi çıkarlarını ve siyasi gericiliklerini temsil eden AKP iktidarı kültürel yarılmayı özellikle kışkırtmış, Erdoğan’ın söylediği gibi, her alanda iktidar olmalarına karşın kültürel iktidarı ele geçirememişlerdir.
100 yıllık cumhuriyetin günümüzdeki mirası egemen sınıfların iç rekabetinin bir tür yansıması olan kültürel şizofreniden kaynaklanan gerilimlerdir. Ne var ki Türkiye sadece bu şizofrenik gerilimden ibaret değildir. Her iki akımın boyun eğdirmek için özel bir çaba harcadıkları demokratik halk kültürü dünya çapındaki muazzam birikimini miras edinen erken örneklerinden itibaren her türlü gerici yaptırıma, baskıya, sansüre rağmen direnmeye devam ediyor. Buna on yıllardır kendi dillerini konuşmak, kendi şarkılarını söylemek için mücadele eden ezilen Kürt ulusunun, Cumhuriyetin ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampanyalarıyla inşa edilen tekçiliği ile sonraki iktidarlar dönemindeki baskılara ve en çok da 22 yıllık AKP yönetimine karşı direncini de eklemek gerekir.
100 yıllık egemen sınıf serencamındaki kültürel şizofreniye reddi miras hakkı kapitalizmin mezar kazıcılarıyla ezilenlere geçmiştir.
KAYNAKLAR
Ayvazoğlu, B. (1997) Geleneğin Direnişi, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
Balcı, Y. (2002) Türk Romanında Aydın Problemi (1908-1950), Birinci Baskı, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Berkes, N. (2002) Türkiye’de Çağdaşlaşma, 1. Baskı, YKY, İstanbul.
Bostancı, N. (1990) Kadrocular ve Sosyo Ekonomik Görüşleri, Birinci Basım, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Bozdoğan, S. (2012) Modernizm ve Ulusun İnşası: Erken Cumhuriyet Türkiyesi’nde Mimari Kültür, Üçüncü Basım, Metis Yayınları, İstanbul.
Durna, T. (2009) Kemalist Modernleşme ve Seçkincilik: Peyami Safa ve Falih Rıfkı Atay’da Halkın İnşası, Dipnot Yayınları, Ankara.
Eliçin, E. T. (1970) Kemalist Devrim İdeolojisi, İlk Yayını, Ant Yayınları, İstanbul.
Gökalp, Z. (1974) Yeni Türkiye’nin Hedefleri, Baha Matbaası, İstanbul.
Gökalp, Z. (1992) Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, 1. Cilt, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
Gökalp, Z. (2012) Hars ve Medeniyet, Toker Yayınları, İstanbul.
Jusdanis, G. (1998) Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür: Milli Edebiyatın İcat Edilişi, Birinci Basım, Metis, İstanbul.
Liakos, A. (2008), Dünyayı Değiştirmek İsteyenler Ulusu Nasıl Tasavvur Ettiler, 1. Baskı, İletişim yayınları, İstanbul.
Kaplan, M. vd. (Haz.) (1981) Atatürk Devri Fikir Hayatı, Cilt 1 ve 2, Birinci Baskı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Kars, H. Z. (1983) 1908 Devrimi’nin Halk Dinamiği, İkinci Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul.
Kaynar, M. K. (2017) Tarihin İnşası ve Siyaset 2. Cilt, 3. Baskı, Lambert Academic Publishing Türkçe Özel Seri.
Kaynar, M. K. (Haz.) (2019) Türkiye’nin 50’li Yılları, 3. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
Memiş, Ş. (2019) “Sultan 2. Abdülhamit Döneminde Yerli Üretimi Teşvik Politikası Olarak İmtiyazlar”, Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 41, Sayı: 2.
Özbudun, S. (1977) Ayinden Törene, Anahtar Kitaplar Yayınevi, Birinci Basım, İstanbul.
Parla, T. (1991) Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları Cilt 1 ve 2, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
Sanat Dünyamız Dergisi (2003) Dosya: Ulus Sanatla Kurulur mu? Cumhuriyet 1923-1933, Sayı: 89, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Tanpınar, A. H. (2022) Yaşadığım Gibi, 14. Baskı, Dergah yayınları, İstanbul.
Tekiner, A. (2010) Atatürk Heykelleri: Kült, Estetik, Siyaset, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
Toprak, Z. (1998) Bir Yurttaş Yaratmak, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul.
Toprak, Z. (2016) Türkiye’de İşçi Sınıfı, 1908-1946, Birinci Basım, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
Toprak, Z. (2017) Yeni Hayat: İnkılap ve Travma 1908-1928, 1. Baskı, Doğan Kitap, İstanbul.
Üstel, F. (2008) Makbul Vatandaşın Peşinde- II: Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, 3. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
Yeşilkaya N. G. (2003) Halkevleri İdeoloji ve Mimarlık, 2. Baskı, İletişim yayınları, İstanbul.
[1] 1906-1908 yılları arasında Anadolu’daki eylemler Erzurum, Diyarbakır, Bitlis, Can, Kayseri, Sivas, Kastamonu, Ankara, İstanbul, Trabzon ve Sinop’ta ortaya çıktı. Çoğu örgütsüz bu hareketler yerel idarecilerin görevden alınması, yolsuzlukların son bulması ve ağır vergilerin indirilmesi talebiyle gerçekleşti. Doğu’daki isyanların çoğu Hamidiye Alayları’nın köylüler üzerie uyguladığı baskı, yağma, talan ve zorbalığa karşıydı. Kars, H. Z. (1983) 1908 Devrimi’nin Halk Dinamiği, İkinci Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul.
[2] Memiş, Ş. (2019) “Sultan 2. Abdülhamit Döneminde Yerli Üretimi Teşvik Politikası Olarak İmtiyazlar”, Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 41, Sayı: 2.
[3] İttihat Terakki gazetesinden alıntılayan Toprak, Z. (2016) Türkiye’de İşçi Sınıfı, 1908-1946, Birinci Basım, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, sf. 37.
[4] Toprak, Türkiye’de İşçi Sınıfı, sf. 70-72.
[5] Cumhuriyetin terbiye hedefinde talepler de vardır. Yurttaşların taleplerinin milli iktisata, milli kültüre ve aileye uygun biçimde şekillenmesi için yöntem üretir, yol gösterir ve biçimlenmiş talebi sistemin dayanağı haline getirir. Örneğin bu bakımdan kadınlara özel bir rol yüklenir. Çünkü kadın talep demektir. Maarif Vekaleti Talim ve Terbiye Dairesi Reisi İhsan Sungu’nun sunduğu, Ankara Radyosu’nda yayınlanmış nutuklar arasında yer alan bir konuşmada şöyle bir ifade yer alır: “Türk kadını…Türk ekonomisinin istihsal cephesinde nasıl mühim bir unsur olmakta ise istihlak cephesinde de o kadar etkili bir rol oynar. Kadının evde yiyecek, giyecekleri ve kullanılacak maddeleri seçmekte olan hâkim ve nazım rolü, memleketin istihsali üzerine de müessir olur. Meselâ Türk fabrikaları kumaş çıkarırken, ancak Türk kadınının beğenebileceği kumaşları piyasaya atmak mevkiindedir. Çünkü bu işte Türk kadını ekonomik tâbiriyle ‘taleb’i temsil etmektedir. Bunun içindir ki yerli mallarımıza rağbeti artıracak, yerli mallarımızın şu veya bu sahada nefasetini yükseltecek en önemli unsur, Türk kadınıdır.” (Toprak, Z. (1998) Bir Yurttaş yaratmak, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul)
[6] Parla, T. (1991) Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları Cilt 1 ve 2, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 15.
[7] Mustafa Kemal’in yabancı bir gazateciyle müzik konusundaki bir diyalogundan:
“…Atatürk: Bunlar hep Bizans’tan kalma şeylerdir: Bizim hakiki musikimiz Anadolu hakında işitilebilir Gazeteci: Bu nağmelerin ıslahıyla terakki etttirilmesi mümkün değil midir?
Atatürk: Garp musikiciliği bu hale gelinceye kadar, ne kadar zaman geçti?
Gazeteci: Dört yüz sene kadar geçti.
Atatürk: Bizim bu kadar zaman beklemeye vaktimiz yoktur. Bunun için Garp musikisini almakta olduğumuzu görüyorsunuz.” (Katoğlu, M. (2003) “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Sanat ve Kültür Hayatının Oluşumunda Kamu Yönetiminin Rolü”, Sanat Dünyamız Dergisi, Sayı: 89, sf. 179)
[8] Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası ile Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendisi bu eserlerden başlıcaları.
[9] Gökalp, Z. (2012) Hars ve Medeniyet, Toker Yayınları, İstanbul, sf. 16.
[10] Gökalp, Hars ve Medeniyet, sf. 34.
[11] Gökalp, agy, sf. 46.
[12] “1922 1 Mayısı’nda Türkiye sosyalist Fırkası, Türkiye İşçi Derneği, Beynelmilel İşçiler İttihadı, Sosyal Demokrat Fırkası; Ermeni Sosyal Demokrat Fırkası, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist partisi ve bazı esnaf komisyonlarının çağrısıyla Sultanahmet’te toplanarak Pangaltı’ya yürüyen, çoğu gayrımüslim işçiler konuşmalar yaptılar, eğlenceler düzenlediler. Sonra Şişli’deki, Kırmızı bayrak asılı Türkiye Sosyalist Fırkası’nın önüne gelerek bayramlaştılar.” Toprak, Türkiye’de İşçi Sınıfı, sf. 339-43.
[13] T. Parla, T. (1991) Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları Cilt 2, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 155-56.
[14] Parla, agy, sf. 214.
[15] Bozdoğan, S. (2012) Modernizm ve Ulusun İnşası: Erken Cumhuriyet Türkiyesi’nde Mimari Kültür, Üçüncü Basım, Metis Yayınları, İstanbul, sf. 16.
[16] Bozdoğan, agy, sf. 83.
[17] Özbudun, S. (1977) Ayinden Törene, Anahtar Kitaplar Yayınevi, Birinci Basım, İstanbul, sf. 126.
[18] Turner’den aktaran Özbudun, agy.
[19] Recep Peker: “Liberal devlet tipi içinde işçi sınıfı ve patron sınıfı, bunun daha geniş manasıyla proleter ve burjuva sınıfları iki düşman cephesi halinde birbirine karşı çarpışıp dururlar. Bunlar; millet birliği gibi büyük ve mukaddes davanın yanında hiçbir kıymeti olmayan ve millet varlığını tahrip eden zehirli telkinler mahsulü suni bir heyecanın vecdi içinde vuruşup dururlar.” (Aktaran Toprak, Bir Yurttaş Yaratmak, sf. 29)
[20] Toprak, agy, sf. 11-12.
[21] Katoğlu, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında…”, sf. 179.
[22] M. Kemal: “Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller lazımdır ve bilirsiniz ki bu temellerin en mühimlerinden biri sanattır. Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir.” (Aktaran Öndin, N. (2003) “Cumhuriyet’in Kültür Politikası ve Sanat”, Sanat Dünyamız, Sayı: 89, sf. 148)
[24] Ahmet Hamdi Tanpınar: “Biz inkılabımızla, müdahaleci ve otoriter bir kuvvet tarafından tarih akışına müdahale ederek hamleler yapmak mecburiyetindeyiz. Bu otoriter ve inkılapçı kuvvet bizim nazarımızda devletten biratetir. Onun içindir ki Türk inkılabının devletçilik prensibi, inkılabın kendisinde mündemiç en ileri vasıftır.” (Aktaran Öndin, agy, sf. 157)
[25] Toprak, Bir Yurttaş Yaratmak, sf. 4.
[26] Durna, T. (2009) Kemalist Modernleşme ve Seçkincilik: Peyami Safa ve Falih Rıfkı Atay’da Halkın İnşası, Dipnot Yayınları, Ankara, sf. 58.
[27] Durna, agy, sf. 64.
[28] Aktaran Toprak, Bir Yurttaş Yaratmak, sf. 39.
[29] Uçar, A. (2019) “Ellili Yıllarda Edebiyat Ortamı”, Türkiye’nin 50’li Yılları içinde, M.K. Kaynar (ed.), 3. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 478.
[30] Ayvazoğlu, B. (1997) Geleneğin Direnişi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, sf. 11-15.