Metin Berk Süer
Bu yazıda, ilk olarak, toplumsal ilişkilerin şekillenişinin ana devinim odağı haline gelmiş olan kentlerin, tarihsel ve sınıfsal olarak gelişim ve değişiminin şekillenmeye başladığı 1800’lü yıllardan 1917’ye kadar bir okumasını sunacağız. 1917’de kesintiye uğrattığımız bu süreci, Ekim Devrimiyle birlikte SSCB’de kent ve şehircilik ilişkilerinin değişim ve dönüşümüne odaklanarak, tarihin diğer dönemlerinde ortaya çıkan dinamikleriyle ilişkileri ve farklılıklarıyla ele alacağız. Buradan hareketle, özellikle kapitalizmin fiziksel ve sosyal olarak örgütlediği kentlerin sosyalizmde nasıl farklı bir kent deneyimi ve toplumsal paydalar bütünü yarattığına odaklanacağız.
Toplumlar tarihinde sınıfların oluştuğu ve üretim ilişkilerinin artı-ürün üretir hale geldiğinde, bu gelişmelerin yaşandığı birikim mekanlarının, bugün açısından tanımladığımız kentlere benzeyen mekanlar halini aldığını söyleyebiliriz. İlk kentin ne zaman ve nerede ortaya çıktığı sorularına verebileceğimiz yanıtlar bugün için hala netleşmiş değil. Dolayısıyla antik zamanlardan bugüne ulaşan her kalıntının kent olmadığını belirterek başlayalım. Bir yerin veya sınırlı bir coğrafik alanın kent olarak adlandırılabilmesi veya kırsal alandan ayrıştırılabilmesi için gerekli olan sınıflandırmaların hangi kıstaslara göre oluşturabileceği uzun yıllardır tartışılan bir sorun. Konuyla ilgili olarak Max Weber’den Karl Marx ve Friedrich Engels’e; Emile Durkheim’dan Georg Simmel’e kadar pek çok düşünürün ortaya koymuş olduğu birbirinden farklı kriterler bulunuyor.
Bugün açısından baktığımızda bir mekanın kent yerleşimi olmasının temel şartının, sınıf ilişkilerinin oluşmuş ve gelişmiş olması, artı-değer birikiminin sınıfsal gelişim düzlemi içerisinde farklı birikim alanlarından akarak merkezde toplanması olduğu belirtilebilir. Örnek vermek gerekirse, feodal toplumda yeterince somutlaşmayan artı-değerin genel formasyonu olan tarım, zanaat ve ticaret ekseninin sınırlandırmış olduğu üretim ilişkilerine uygun olarak biçimlenmiş olan kentler; bu üçlü formasyon doğrultusunda üretilen mekanların kentteki baskınlığına yol açmıştır. Antik dönemden kalma kent merkezleri dahil olmak üzere, tarımsal üretimin değil; üretilen ürünlerin pazarı olmanın merkezi mekanı halini alan kentler, ticaretin gelişimi ile birlikte, Avrupa’da birbirine çok benzeyen feodal kentlere dönüşmüştür. Ticari hacmin kentlerdeki genişlemesiyle birlikte eski kentlerin bu yelpazedeki önem katsayıları çeşitlilik göstermiş ve yeni kentler ortaya çıkmıştır. Üretim formasyonu tarım ve zanaat olan feodalizmin çözülüp kapitalizmin doğuşuyla, kentler, sanayinin merkezileştiği mekanlar olarak belirmeye başlamıştır.
Kapitalizmin ve sınıfsal temsilcisi burjuvazinin kentteki egemenliğini pekiştirdiği dönemler açısından; barınma başta olmak üzere, sanayi dışındaki faaliyetlerin kentlerde nasıl konumlandırılacağı, temel tartışmalardan biri haline gelmiştir. Kapitalizmin verili koşulları içinde dönemin yapısına ve kapitalizmin gelişim dinamiklerine uygun olarak arazi kullanımı ve bunun planlanması adı altında sistemleştirilen ve kent içerisinde herhangi bir odak için yer seçimini farklı kâr-zarar dengelerine oturtan teoriler ortaya çıkmıştır.
Kapitalizmin gelişimiyle birlikte kentlerin geleceği her zaman sorgulanan bir kavram haline gelmiş ve üretim ilişkilerini belirleyen yeni faktörlerle birlikte kentlerde kapitalizmin yansımaları da farklılaşmıştır. Kapitalizmin erken dönemlerinde kent merkezlerinde sanayi üretiminin ve ticaretinin yoğunlaştığı döneme özgü olarak, kent merkezleri hem ağır sanayi üretiminin hem de üretilen ürünlerin tüketim mekanlarıyla birlikte barınma mekanlarının yoğunlaştığı yerler haline gelmiştir. Bu süreçte kentler, emeğe duyulan ihtiyaca karşılamak üzere ciddi bir emekçi göçünün hedefi olmuş ve dünyada ilk kez metropol kavramı bugün de kullandığımız karmaşıklık ve yoğunluğu tarifleyen şekilde ortaya çıkmıştır. Bu sürecin Avrupa’da ilk ve en net olarak tanımlanabileceği kent olan Londra’nın nüfusu 1801 yılında 960 bin kişiyi aşarak, tarihte eşine rastlanmayacak ölçüde yoğunlaşmıştır.[1] Bu yoğunluk sadece Londra ile sınırlı kalmamış, başta Avrupa ve Kuzey Amerika’da sermaye birikiminin önemli kentleri de kısa süre içinde milyonlarca insanın yaşadığı metropolitan alanlara taşarak, sınırlarını genişletmiştir. 1880’lerde Prusya kentlerinin nüfusu 2 milyon, Fransa kentlerinin nüfusu 1 milyon artmıştır. 1890’lara gelindiğinde Londra ve Paris’in nüfusu yüzyılın ortalarına göre iki kat, Berlin’in dört kattan fazla artmıştır.
Geçmiş yıllarda tanımlandığı gibi kentlerin tarihi merkezleri artık kentin sınırlayıcısı değildir. Genişleyen nüfus ve ekonomik faaliyetlerin dağılımıyla birlikte kent sınırları uydu kentler ve banliyölerle genişleyen bir forma ulaşmıştır. Kapitalizmin gelişimi ve kentlerde biriktirdiği artı-değer devasa boyutlara ulaştığı ölçüde, kentlerin kapitalist ilişkilerdeki rolü de daha açık biçimde belirmiştir. Bu rol, sınıfsal ilişkiler içerisinde yer alan yarılmanın net bir şekilde fiziksel olarak gözlemlenebildiği mekanlardaki akışları ve hareketleri tanımlayan bir noktaya denk düşer. Burada, kapitalizmin yüz yıllardır gelişen kentsel ilişkilerin kimlik kodları çerçevesinde, geçmiş mirasın minimalize edildiği; kapitalizmin yarattığı değişimlerin ise maksimize edildiği gerçeğiyle yüzleşiriz. Sanayi Devrimiyle birlikte kentler özel mülkiyete dayalı bölüşüm ilişkilerinde kentsel rantı önceleyen birincil mesken halini alırken; bu meskeni tutan sınıf olan burjuvazi, kentte var olan karşıtı işçi sınıfıyla orta sınıfların kentteki mekanları üzerindeki egemenlik alanını oldukça hızlı bir şekilde genişletmeye başlamıştır. Bu nedenle kent, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki katı ve büyüyen karşıtlığı daha görünür hale getirmektedir.[2] Bu askıya alınmış ilişkiler ve karşıtlık halleri sonucunda kentte var olan mekansal bölünmeler, kapitalist ekonomideki yapısal durumun coğrafi yansımasından ibaret hale gelmektedir.[3]
Kapitalizmin yaşanmazlığı ve değişime dair fikirler
- yüzyılın sonunda burjuvazinin, farklı bir kimliğe bürünmesinde başat rolü oynadığı kentlerde sanayinin yayılmışlığının yaratmış olduğu değişim, başta ortaya çıkan kirliliğin kent yaşamına yansımasıyla kentleri kısa süre içinde yaşanamaz hale getirmeye başlamıştı. Özellikle Londra’da bu dönemlerde kentin ismi ile özdeşleşen “Londra Sisi”, kentteki hava kalitesinin aşırı derecede kötüleştiği koşulları yaratmıştır. Sanayi ve konutlarda üretilen kirli havanın etkileri o kadar ileri bir noktaya ulaşmıştır ki, “en büyük savaşlardan daha ölümcül” olarak nitelenmeye başlamıştı.[4]
Hava kalitesinin yanı sıra kente yaşanan göç dinamiğine bir cevap üretilmemiş olmasının yarattığı konut yetersizliği, emekçi sınıfların kent merkezlerinde sağlıksız koşullarda yaşamını sürdürmesine neden olmuştur. Yaşam ve barınma hakkının emekçi sınıfların oluşturduğu kentli yığınların hayatından koparılmış olması; kentin işleyişi açısından başka sorunların da yaşanabilmesinin önünü açmıştır. Tüm Avrupa’daki merkezi metropol alanlarında kirlilik, konut sorunu, kentsel trafik gibi sorunların tarihte hiç olmadığı ölçüde ayyuka çıkması, kentlerin hem tarihsel ve sosyal çekirdeğine zarar vermiş hem de daha önemlisi kentleri yaşanabilir yerler olmaktan uzak bir noktaya taşımıştır. Bu o kadar önemli bir düğüm noktası halini almıştır ki, Avrupa ve Amerika metropollerinde kent ile ilgili çözüm önerileri ve kentlerin nasıl düzeltilebileceğine dair birçok teori hem akademi hem de uygulama alanında ön plana çıkmıştır. 1800’lerin ortalarında ortaya çıkmış olan sosyalist ütopyalar, “Park Hareketi”, “Arts and Craft Hareketi”, “Güzel Şehir Hareketi”, “Bahçe Şehir Hareketi” gibi kentleşme sorununa bir manifesto sunan hareketlerin tamamı bu dönemde şekillenmiş ve geleceğe yönelik yeni perspektifler sunma çabasını yansıtmışlardır. Ebenezer Howard öncülüğünde İngiltere’de ortaya çıkan “Bahçe Şehir Hareketi”[5] kentlerin içine düşmüş olduğu hem nüfus hem de ekonomik-iktisadi planlamanın karşısına, metropol yaşamının alternatifi olarak, kent merkezlerinden uzak, doğa ile bütünleşik yeni uydu kent modelleri koymayı ummuştur. Nüfusu, ekonomik kaynakları ve ulaşım standartları belirli olacak köy ve kent arasında alternatif bir yaşam merkezi sunulmasıyla, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm kentli paydaşlara bir çıkış yolu öngörmüştür. Yine dönemin önde gelen ütopyacı sosyalistlerinden olan Robert Owen, Charles Fourier ve Saint Simon gibi düşünürler de, emekçi sınıfların içine düşmüş oldukları sefalet koşullarının karşısına, işçilerin daha rahat şartlarda, hak sahibi olarak üretim yapabilecekleri alanlar olan çeşitli yapılaşmış ütopya önerilerinde bulunmuşlardır.[6]
Kentlere sunulan bu çözüm reçetelerinin oldukça önemli bir kesişim noktası vardır. Ortaya konulan, radikalliğine bakılmaksızın alternatif kent yaşamı ve kent yapılaşması önerilerinin tamamının çıkış noktası; içlerinde ciddi bir kapitalizm eleştirisi taşımaları ve ana hareket noktalarını bu eleştiri üzerinden kurgulamış olmalarıdır. Kentlerin geldiği yaşanamaz koşulların en önemli sebebi olarak görülen kapitalizm ve onun temsilcisi burjuva sınıfının kentteki tahakkümünü sınırsız derecede artmış olması durumunun; kentin içine düştüğü durumun birinci sebebi olduğunu ortaya koyan bu teori ve önerilerin ciddi şekilde kapitalizmin alternatifini aradıklarından söz edebiliriz. Bu teorilerin diğer bir ortak noktası ise, kapitalizmin alternatifini ararken, ana itici gücünü işçi sınıfının daha iyi yaşam koşullarına sahip olması motivasyonu ile ortak olarak geliştirmeleridir. Kapitalizmin kentleşme pratiğini değiştirme çabalarının altında yatan önemli ve “naif” düşünce; en çok ezilen ve en kötü koşullarda yaşamaya mahkum edilen emekçi sınıflara daha iyi koşullar sunabilmektir. Tabii buradaki cüretin örgütlü bir işçi sınıfı mücadelesinden güç almadığının, işçi sınıfı ve kenti düşünen aydın zümrelerin teorileri olarak şekillendiğinin farkında olmak da önemli bir gerekliliktir. Üstenci bir bakışın ürünü olsalar da, kapitalizmin yarattığı kentin değişmesi ve yerine başka bir “şey” konulması gerektiği fikri, dönem açısından oldukça canlı ve taraftar toplayan bir fikir haline gelmiştir. Marx’ın da toplumsal değişim açısından sınıfsal analiz ve sistemini oluşturarak ortaya koymuş olduğu bu yılların, kendi dinamiği içinde oldukça devingen yıllar olduğundan ve kapitalizmin ciddi anlamda hedef tahtasına konduğundan bahsedebiliriz.
1800’lerden başlayarak, kapitalizmin yarattığı kentlere karşı oluşmaya başlayan ve özellikle Marx ve Engels’in 1848’de “Komünist Manifesto” ile işçi sınıfının kapitalizmi yenilgiye uğratabilecek yegâne sınıf olduğunu ortaya koymaları; 1917’de Çarlık Rusya’nın Bolşevikler tarafından yıkılarak yerine dünyanın ilk işçi sınıfı yönetiminde olan devlet aygıtının koyulduğu yıllara giderken önemli bir spektrum yaratmıştır. 1800’lerin kendi dinamikleriyle kapitalizmin şehircilik modeline karşı gelişen tüm karşı çıkışların tutarlı ve gözlemlenebilir fiziksel bir çözüme denk düşmediği yıllar süren gelişmenin ardından; 1917’de kurulan işçi sınıfı devleti, tarihte o güne dek ilk defa kapitalizmin alternatifi olan sosyalizmin kök saldığı ve gelişebileceği şartları yaratmıştır. Bu şartlarda kent ve şehircilik kavramları da, yine tarihte ilk defa kapitalizmin alternatifini inşa etmenin tarihsel zeminini oluşturma ihtiyacına yanıt olarak yenilenmiştir. 1917’de yaşanan devrim ve onun kente olan etkileri, 1800’lerden itibaren Avrupa ve ABD’de kapitalizme ve kapitalizmin kente biçtiği biçeme karşı aranan alternatiflerin somut olarak karşılık bulduğu ilk deneyim ve çarpışma alanı olarak ortaya çıkmıştır. Bu açıdan Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan kentleşme dinamiğinin; yıllar içinde farklı toplumsal sınıfların da katkılarıyla şekillenen kentsel ilişkilerin, işçi sınıfının öncülüğünde yönetilmesinin orijinalliği içerisinde incelenmesi gerekmektedir.
Sosyalizmin kentte egemenliği
Tarihsel anlamda Avrupa’nın düşünsel etki alanından uzaklaşmış olan Çarlık Rusya’sındaki reform hareketleriyle birlikte, kentlerin de, “Avrupalılaşma” hedefi doğrultusundan St. Petersburg öncülüğünde tekrar ele alındığını görebiliriz. St. Petersburg üzerinden kurgulanan yeni kentleşme modeliyle kente dair projeler sadece bir Avrupa şehri inşa etmeyi amaçlamıyor; Rusların bir Avrupalı olarak kabul görmesine yönelik adeta ütopik bir kültür mühendisliği projeleri olarak ön plana çıkıyordu.[7] Avrupa’daki diğer imparatorluklara oranla çok daha geniş bir coğrafyaya hükmeden imparatorluğun kentsel dağılımı da birbirinden farklı özelliklere sahipti. Rusya’da feodalizmle şekillenen, fakat 1800’lü yıllarla birlikte kapitalizmin üretim ilişkileri içerisinde kök salarak geliştiği kentlerin mirası, 1917’de, Avrupa kapitalizminin miras bıraktığı kentsel doku ve ilişkilere benzer şekilde Sovyetler Birliği’nin sınırları içinde kaldı. Kentsel ilişkilerin yarattığı mekanlar da doğal olarak, sosyalizmin toplumsal yaşam kurgusuna yakınlık taşıyan yapılar değildi. Sosyalizm açısından olmazsa olmaz olan sınıfsız ve özel mülkiyetin olmadığı bir toplumsal yapı yaratmanın gereği olarak, kent yaşamını oluşturan tüm ilişkilerin de, bu hedefler doğrultusunda yeniden organize edilmesi ve ele alınması gerekiyordu. 1917’den önce Çarlık mensuplarına ait olan topraklar, yapılar, fabrikalar artık devlete, dolayısıyla topluma ait olacak şekilde kamulaştırılmış; kentlerde kapitalizm döneminde en önemli amaç olan sermaye birikimi ve kapitalist özel mülkiyet ilişkileri adım adım lağvedilmişti. Bu gelişmelerle birlikte kentlerin içine düştüğü kapitalist kimlik tamamen parçalanarak, kentte inşa edilen en küçük yapıdan bütünüyle kurulacak olan yeni bir kentsel yaşama kadar her şey, geçmiş birikimlerle birlikte sosyalizmin yol göstericiliği altında “tepetaklak” edildi. Geçmişte kentten dışlanan emekçi sınıflar artık kent yaşamının dinamizmini kuran ve geliştiren toplumsal itici güç haline geldiler. Dolayısıyla kentler, bir an önce sosyalist bir anlayışla yeniden planlanmalı ve kentsel yaşam da bu doğrultuda düzenlenmeliydi. Sadece kentleri değil, kırsal bölgeleri de belirli bir sistematik içerisinde dönüştürme zorunluluğu, sosyalizmin kent-kır dengesi çerçevesinde eritmesi gereken farkları oluşturuyordu. Marksizm açısından sosyalizmin kentlerinde gerçek kılınması gereken en önemli iki hedef, sınıfsız bir yaşam doğrultusunda kapitalist özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, yani “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”nin gerçekleştirilmesi ve buna bağlı olarak, bir kentsel gelişim kurgusu oluşturularak, kentle kır arasındaki dengesizliğin ortadan kaldırılmasıyla sanayi ve tarım proletaryası arasında yaşanmakta olan mekansal farklılık ve dezavantajların olumlu bir birliğin sürekliliğine dönüştürülmesiydi.
Sovyetler Birliği’nde ortaya koyulan kentleşme deneyimini, devletin yüz yüze olduğu şartları gözeterek, çeşitli dönemlere ve dönemlerin şartlarına göre incelemek doğru olacaktır. Bundan dolayı, devletin uygulamış olduğu kentleşme pratiklerini belirli konu başlıklarıyla ele almak gerekir. Sovyetler Birliği’nin ulaşmayı amaçladığı kentleşme hedeflerini, kurumsal olarak, kente dair kararların alınacağı ve geniş ölçekli planların yapılacağı kurumları kurmak ve işletmek, kentsel ilişkileri düzenlemek, barınma ve konut sorununu çözmek, kentteki kamusal alanları ve ihtiyaçları karşılamak, geç endüstrileşen toplumda göçü ve kentli nüfusu dengede tutmak ve yeni Sovyet kentlerinin kurulmasının çalışmalarını yapmak olarak özetleyebiliriz.
Devrimle birlikte değişen kentsel ilişkilerin niteliği
“Gelişmiş sosyalizmde geleceğin şehrinin resimlerini çizmeyi romancılara bırakacağız. Bugün, çağdaş teknolojiye ve şu anda elimizde bulunan maddi olanaklara dayalı çağdaş inşaatımızla ilgileniyoruz.”[8]
Sovyet Mimar N. A. Miliutin’in de altını çizdiği şekilde, sosyalizmin egemen olduğu SSCB topraklarında geleceğe yönelik “salt teori” üretiminden öteye geçen bir pratik anlayışla, andan başlayarak geleceği şekillendirme işini kentlerin dönüşümü ile sürdürerek, hayatın bütün alanlarına yaymak, devletin ilk hedeflerindendi. Sosyalizmin egemen olduğu dönem öncesinde hayli popüler hale gelmiş alternatif toplum ütopyalarda beliren kent tahayyülünün sosyalizmle bir gerçekliğe ulaşmış olması, kentlerde atılacak adımlar için vakit kaybetmeden ilerlemenin ve önceki dönemlerden kalan tüm ilişkileri değiştirmeyi şart kılıyordu. Uzun yıllardan beri kentlerin kapitalist ideaların ötesine geçme imkanı bulduğu SSCB’de, bu imkanı değerlendirme yolunu inşa eden ana kentleşme politikasının temel hedefleri iki şekilde açıklanabilir. Bu hedefler; hali hazırda belirli bir büyüklüğe ulaşmış olan büyük kentlerin büyümelerini sınırlandırmak ve bir bölümü yeni kurulmuş olan küçük-orta ölçekli uydu kentleri güçlendirmek olmuştur.[9] Bu temel hedefi takip eden sonraki hedeflerse, hali hazırda kentlerdeki tarihi dokuyu ve çevresel ilişkileri koruyup geliştirmek; tehdit altındaki tarım arazilerini korumak ve üretimi sürdürmektir. Burada izlenen yol ve yöntemler, kenti temsil eden kullanıcıların lehine politikaların üretilmesinin önünü açmıştır. Bu açıdan bakıldığında, kentlerde ön plana koyulan atılımlar; konut ve altyapı sorunlarını çözmek, ulaşım sorununu en aza indirmek ve kentlerdeki istihdam alanlarını çeşitlendirerek güçlendirmek olmuştur. Yeni kurulacak olan kentler açısından ise, yerleşmemiş kentsel nüfus ve ilişkileri organize etmenin dezavantajları, kentlerin kurulumu ve diğer kentler ile kuracağı ilişkiler değerlendirilmiştir. Yeni kurulması planlanan bölgelerde inşa edilecek olan istihdam merkezli alanların kendi başlarına bırakılmaları ve salt ekonomik gelire odaklı olarak kentsel ihtiyaçlardan kopmuş bir halde kalmaları olasılığına karşı çözümler üretilmiştir. Bu açıdan, küçük ve orta ölçekli kentler, kırsaldaki yerleşim alanlarının kent merkezlerine oranla yaşamış oldukları “doğal” izolasyonun üstesinden gelmek adına bölgesel olarak belirlenen merkez kentlerdeki döngüye dahil edildikleri kümeler olarak konumlandırılmıştır.[10]
Sovyet kentleri açısından bir diğer önemli yaklaşım bütünü ise, kentlerin kurulması ve gelişmesine yönelik farklı iki düşünce kampının temsilidir.[11] Bu yaklaşımlar bütününü farklılaştıran şeyse, Sovyet planlama odakları arasında nüfusu yüksek olan kentlerde ve kentsel yoğunluğu düşük olan, yeni yapılaşacak alanlarda geleceğe nasıl bir yaklaşımla ilerleneceğine verilen yanıtlar olmuştur. Birinci grup; kentlerde kültürel bir merkez etrafında, yüksek nüfus yoğunluklu klasik kent biçiminin sosyalizmin dinamizmi içinde kentsel kararlarda belirleyici olması gerektiğini düşünür. İkinci grup ise, özellikle yeni kurulacak olan uydu kentler üzerinden, daha radikal kentsel-mimari özelliklere sahip “bahçe şehir” konseptli ve düşük yoğunluklu kentlerle planlama pratiğinin fiziksel olarak ifade edilmesi gerektiğini düşünür. Bugünden baktığımızda, SSCB coğrafyası üzerinde bulunan kentlerde, iki planlama yaklaşımının da kendisine farklı ölçeklerde yer bulabildiği görülmektedir. Özellikle devletin “önemli” ve nüfusu yüksek olan kentlerinde daha çok birinci grubun temsil ettiği görüşler doğrultusunda yapılaşmış alanlara çokça rastlanabilirken; ikinci grubun temsil ettiği görüş ise, banliyö bölgeleri olarak gözlemlenebilen uydu kent parçalarında “yeşil kuşak” odakları ile kendine yer buldu. İki teori açısından da var olan ve kurulacak olan kentlerin aslında başat olarak belirlenecek unsurları, kentin iktisadi kimliğinin belirlenmesi ve bu iktisadi kimlikle bütünleşecek şekilde bir büyüme sınırının ortaya koyulması ve sonrasında kentte yer alan mikro uygulamalara bir geçiş sağlanmasıydı. Belli başlı kentler, özdeşleştiği iktisadi yönelimlerle birlikte belirli sıfatlar taşıyarak tarihteki yerini almış ve ciddi nüfus büyüklüklerine ulaşmışlardır.
Sovyetler Birliği’nde 1926’da nüfusu 100 bine ulaşmış olan şehirlerden sekizi, on yılda nüfuslarını ikiye katlayarak büyümüştür. Bu büyümeyi kıyaslayabilmek için dünyadaki diğer kentlerdeki büyüme ve kentleşme hızlarına baktığımızda; Amerika Birleşik Devletleri tarihinde sadece 4 kentin bu kadar hızlı büyümüş olduklarını gözlemleriz. (Chicago, Detroit, Los Angeles ve Houston).[12] Bu büyüme kategorisine dahil edilen sekiz Sovyet kentini incelediğimizde, kentlerin önemli ölçüde bir iktisadi kimlikle birlikte büyüdüklerini veya kurulma aşamasından itibaren iktisadi koşullarının büyümelerinde önemli bir rol oynadıklarını söyleyebiliriz. Donbass bölgesinde kömür madenciliği ve sanayi bölgesinin merkezi olan Stalino yani Donetsk; Volga’da Stalingrad; Ural sanayi bölgesinin merkezi Sverdlovsk; Kuzbas kömür madenciliği ve sanayi bölgesinin baş idari merkezi Novosibirsk; Karadeniz Kuşağı’nda bir demiryolu ve sanayi merkezi olan Voronezh ve Moskova’nın kuzeydoğusundaki Merkezi Sanayi Bölgesi’ndeki Gorki, Yaroslavl ve Ivanovo gibi kentlerin Moskova ve St. Petersburg haricinde önemli hale gelen kentler olarak ön plana çıktıklarından bahsedilebilir.[13] Bu kentler, hem SSCB açısından kapitalizmin alternatifi olan sosyalist ekonomik yatırım programının bir yansıması, hem de kentleşme pratiği açısından önemli bir gelişim odağı haline gelmiştir. SSCB’de kentleşme, devletin planladığı ve bir seri halinde yürüttüğü sanayileşmenin bir parçası olmuştur.[14]
SSCB’de barınma sorunu kentlere yaklaşımın çözülmesi gereken birincil odaklarından birini oluşturuyor olsa da, bu sorun, kente yönelik diğer atılımlardan kopuk ve bağımsız düşünülmüyordu. Aksine, kentlerin bir bütün olarak ele alınması ve sınıflı toplumların kentlerinde var olan sorunların çözüm alanı olarak geliştirilmesinin gerekliliği; Sovyetler açısından önemli hedeflerden biriydi. Bu açıdan bakıldığında, bir Sovyet kentinde barınma sorununa dair ortaya koyulan çözümlere ek olarak; bir kentin nasıl yeni bir planlama ve işleyiş pratiğine dahil edileceğine dair oldukça yoğun tartışmalar örgütleniyor ve sonuçlandırılmaya çalışılıyordu. Sosyalizmin ideolojik yoğunlaşması, kentleri de, yurttaşların bütünü ve tüm kentsel ilişkiler ile birlikte kavrama ve bu kavrama fiilini bir organizasyonel bütünlüğe kavuşturma gayesini yaratmıştı. Sovyet kentlerinin işlevsel ve yapısal olarak ele alınışında ilk hedefin “sosyalist yaşam tarzının tezahürünün ve somutlaşmasının” kent mekanında karşılığı olarak şekillendiğini görürüz.[15] İkinci olarak ise, bütün Sovyet coğrafyasında yaşayan yurttaşların kültürel, maddi ve estetik gereksinimlerinin olabildiğince kapsamlı bir şekilde karşılanmasının gerekliliği yerini alır.[16] Bütünüyle bu iki gayenin ortaya koyulması ve gerçekleştirilmesi için yapılan tüm planlama çalışmaları ve hazırlıklarının bütünü, kentlerin olabildiğince titiz bir biçimde örgütlenmesi ve hedefe yönelik sistematik adımların atılmasını zorunlu hale getirmiştir. SSCB’de yeni şehirlerin planlanması ve inşası için kapsamlı ve bağlayıcı devlet standartları ve düzenlemeleri ortaya çıkmıştır.[17] Sosyalizmin kendine hedef olarak koymuş olduğu bu sıkı disiplin alanı içinde kentlerin kategorizasyonu ve hiyerarşik olarak aldıkları biçimler de şu ilişki içerisinde kendilerine yer buluyordu. Örneğin, yaklaşık 200.000 ila 250.000 nüfusa sahip orta ölçekli bir şehir;
− Şehir
− Yerleşim bölgesi: 20.000–60.000 nüfuslu
− Konut kompleksi (mikro rayon): 8.000–12.000 kişi
− Yerleşim grubu (mahalle): 1.000–3.000 kişi
şeklinde konumlanan bir nüfus ayrımı üzerinden belirli planlama ölçeğine dahil edilen kentlerde, yaşamı kurgulama adımları yurttaşları da kapsayan süreçlerle birlikte fiziksel anlamda kendine yer bulmaya başladı.
Öncelikli çaba: Kamusalı yeniden kodlamak ve yaşamı kentle var etmek
“…bir toplumsal baskı aracı olmaktan çıkan kent; özgür ve yaratıcı çalışmanın, sakinleri arasında eşitliğin ve dostluğun merkezi haline geldi.”[18]
SSCB’de kentlerin çehresi mikro ölçeklerden değiştirilmeye başlamıştır. Genel anlamda kentteki kamusal yapının yeniden var edilmesini içeren yaklaşım genel bir planlamaya dahil olsa da, müdahale ölçeği, mahallelerdeki yaşamı değiştirme önceliğiyle kurgulanmıştır. Kent yaşamını sınırlayan sınıf ilişkilerini ortadan kaldırarak yerine yeni bir kamusal devinimi koymayı amaçlayan yaklaşımlar bütünü, herhangi bir mahallede yaşamını sürdüren Sovyet yurttaşının kamusal hayata katılımını ve buradaki temsilini tamamen değiştirmiştir. SSCB için öncelikli ekonomik bölgenin de merkezi olan Moskova’dan; Sibirya’daki oldukça küçük ölçekli bir kent olan Angorsk’a kadar, yurttaşların bulunduğu her alanda yeni bir hayatı var etmenin adımları atılmıştır.
Ortalama olarak 3 bine yakın yurttaşın yaşamakta olduğu mahallelerin tüm ihtiyaçlarının belirlendiği bir plan dahilinde yeni yaşam alanları inşa edilmeye başlamıştır. Bir mikrorayonda, öncelikli olarak ücretsiz olarak sağlanan eğitim ve sağlık hizmetleri merkeze yerleştirilmiştir, bununla birlikte mahalle birimlerinde yaşayan okul çağı öncesindeki çocuklar için de gerekli kreşler açılmıştır. Bu kreşler aracılığıyla çocuk bakımı evde “kadınların görevi” olmaktan çıkarılarak, tüm eğitim hayatı, kent içinde yeniden ve ortak olarak üretilen kolektif bir hal almıştır. Eğitim ve sağlık birimleri haricinde mahallelerde yaşayan tüm yurttaşların hizmetlerine yönelik mekanlar da, mahallelerin merkezlerinde inşa edilerek kullanıma sunulmuştur. Mahalleler için birinci servis alanı olan bu mekanlarda; bireysel ihtiyaçların toplumsal olarak karşılandığı çamaşır yıkama ve ütüleme alanları, fırın ve süthane, aile toplantıları, buluşmaları için sosyal alanlar ve tamirat atölyeleri konumlandırılmıştır. Bu mekanların tamamı, kapitalizm içerisinde oldukça bireysel olarak sürdürülen ve para karşılığında alınabilen hizmetler durumundayken; SSCB’de konutun içinden çıkarılarak, kamusal hayat içinde yeni bir anlam kazanmıştır. Yurttaşlar yaşadıkları mahallede, dakikalarca uzağa gitme gereği duymadan hayatlarına devam edebilmek için gerekli olan tüm hizmetleri bir arada ve “kâr karşılığı” olmadan üretebilecekleri mekanlara sahip olmuşlardır. Aynı şekilde, mahalle alanında bulunan ticari birimler de, yurttaşların gündelik hayatları açısından önemli olan gereksinimlerin karşılanmasında minimum yolculuk gerektirecek şekilde konumlandırılmıştır. Gündelik hayatın tamamını saracak bir yapılaşma planına dahil olarak, mahallelerin ticari merkezlerinde; kuaför, postane, giyim mağazaları, marketler, maaş ödemeleri için banka şubesi gibi yapılar inşa edilmiştir. Bugün açısından, SSCB’de kentlerin merkezlerinin tamamen idari binalardan oluştuğu algısının aksine, mikro şekilde planlanan bir yeniden ele alışla kentler farklı bölgelere ve yurttaşların ihtiyaçlarına uygun şekilde düşünülmüştür. Kentlerin merkezlerinde bulunan idari yapılar ve kültürel-merkezi alanlar açısından bulunan yoğunlaşma; mahalleler içerisinde daha toplumsal ve birlikte yaşam ölçeğine küçülerek ayrı bir dinamik haline gelmiştir. Bir Sovyet yurttaşı, kendisine tahsis edilen konuta kapanarak değil; tersine, hayatın akışının ana gövdesini oluşturan kamusal yaşamda kendi kimliğini kazanacak şekilde bir kent hayatına sahip olmuştur.
Aynı şekilde, dönemin önde gelen yapılarında biri halini alan “işçi lokalleri ve kulüpleri” de, ortaya çıktığı İngiltere örneğinden farklılaşarak, işçi sınıfının birincil sosyalleşme alanı haline gelmiştir. Bu farklılaşma; işçi kulüplerinin SSCB açısından temsil ettiği değerle birlikte düşünüldüğünde daha da önem kazanmaktadır. İşçi kulüplerinin mekansal yoğunluğunun nedeni, işçi sınıfının içinde bilimsel sosyalizmin gündelik hayat ile olan bağını kurabileceği her türden sosyal aktiviteye imkan tanımasıydı. Bu açıdan işçi kulüpleri, SSCB açısından oldukça önemli ve örnek gösterilebilir her türden faaliyetin yoğunlaştığı mekanlar olarak, her mahallede veya her fabrikanın yakınında inşa edilmiştir. Hatta bu yoğunlaşma durumu, uluslararası ölçüde SSCB’nin mekansal temsilinin bir fragmanı haline gelmiştir. 1925’te Paris’te yapılan “Dünya Fuarı”na Sovyet sanatçı Alexander Rodchenko’nun tasarladığı “İşçi Kulübü” pavyonu ile katılım gösteren SSCB; tüm dünyaya, işçi kulübü ile değişen kent yaşamı ve gündelik hayatın yeniden üretim mekanlarının nasıl şekillendiğinin bir ön izlenimini sunmuştur.[19] SSCB’de işçi kulüpleri, özellikle 1932’ye kadar mimarların ve sanatçıların üzerinde oldukça fazla tasarım denemesi yaptıkları mekanlar olmalarının yanı sıra; bir toplumun nasıl mekanlar ürettiğinin de bir yanıtını oluşturmuştur.
Mahalle alanları dışında kentin makro formunu büyük ölçüde şekillendiren merkez bölgelerindeki yoğunlaşma ise, mahalle ölçeğinin kapsama alanından taşan gündelik rutine bir karşılık verilecek şekilde kurgulanmıştır. Örneğin her mahallenin kendi içindeki toplumsal yoğunluğa hizmet edecek kültürel tesisler ve lokaller bulunmasına rağmen; kentin bütününe hitap edecek olan kamusal-kültürel etkinlikler açısından daha büyük ölçekli kültür merkezleri ve sosyal alanlar var edilmiştir. Bu anlamda SSBC’de kültür sarayları-merkezleri, üniversiteler, opera salonları, müzeler gibi yapılar, kentin simge yapıları olmalarının yanı sıra; sosyalizmin kültürel-sosyal-bilimsel gelişiminin gözlemlenebilir odakları halini almıştır. Bu açıdan, kent içinde ulaşımın kapsamı da, inşa edildiği yıllar ve yapım yöntemleri düşünüldüğünde, metro ve raylı ulaşım sistemleriyle birbirine bağlanarak, bütünlüklü bir kamusal ulaşım-yaşam dengesi ön plana alınmıştır.
SSCB’de yurttaşlar için 1925’li yıllarda kişi başına 10 metrekare olarak belirlenen yeşil alan, bugün açısından Türkiye’de 2023 yılının imar mevzuatında belirlenen kişi başı metrekareyle aynı olmasına karşılık; Türkiye’nin pek çok kentinde bu rakam karşılanamaz haldedir. İstanbul’da ortalama yeşil alan 2,2 metrekare, Paris’te ise 10 metrekaredir. Planlama geçmişinden kopmuş ve kapitalizmin vahşi şekilde yeniden inşa edilmesiyle kentsel alanların özel sermayenin eline geçtiği Moskova’da ise, bugün hala bu rakam %18 seviyesinin üzerindedir.[20] Bu durum SSCB’de ortaya koyulmuş olan planlama anlayışı kapsamında yeşil alanların planlaması ve yurttaşlara sunulması çalışmalarının, günümüzde bile çağdaş ve ilerici bir kimlikle ilişkilendirilebileceğini gösteren bir örnektir.
Bir dönüm noktası olarak barınma sorunu ve konut politikası
1917’de gerçekleştirilen devrimin ardından devlet yönetimi tüm Sovyet yurttaşlarının insanca barınmasını sağlamayı merkeze alan bir konut politikası oluşturdu. Çarlık döneminde başta kırsal alanlarda ve büyük kentlerin yoğun nüfusa sahip bölgelerinde oldukça kötü koşullara sahip olan konutların durumu; insani şartlarda asgari barınma ihtiyaçlarını karşılamak üzere inşa edilen kurumsal mekanizmalarla ivedilikle dönüştürülmeye başlandı.[21] 1918’de iç savaşın devam ettiği süreçte kurulan kurumlar aracılığıyla, Sovyet hükümetinin kentsel ilişkileri düzenleme bağlamında attığı ilk adımlar, özel toprak mülkiyetini, üretim araçlarını ve ev sahipliği hakkını ortadan kaldıran kararnamelerin çıkarılması oldu.[22] Burada değinilen ev sahipliği hakkının ortadan kaldırılması süreci; kentte barınma hakkını bir şekilde sağlamış olan emekçilerin mülksüzleştirilmesinin değil; barınma hakkını asgari olarak karşılamaya çalışan sınıfsal bir yaklaşımın ürünü olmuştur. Kentte burjuvazi ile arasında bir yaşamsal uçurum bulunan emekçi sınıflar açısından kavram ve gerçek olarak “ev”in emekçilerin elinden alınabilir hak olmaktan çıkarıldığı yeni düzenlemeyle, bu hakkın alınıp satılabilirliğinin önüne geçilmiştir.
Bu kararnameleri, kentsel konut stokunu verimli değerlendirebilme ve konutsuz yaşamaya mahkum edilen yurttaşları bu hakka kavuşturmayı hedefleyen bir belediyecilik yasası izledi. Çarlık Dönemi’nde farklı özel mülkiyet alanlarına dahil olan kentlerdeki taşınmazların büyük bir kısmının devlete veya yerel idare birimlerine ait olduğunu tescil eden bu yasayla, kentsel alanlarda 1914’ten beri durgun hale gelmiş olan inşaat faaliyetleri yeniden başladı. Böylece, mevcut konut stokunun planlı bir şekilde yeniden dağılımının yapılması ve hızla bu konutlarında yaşayacak yurttaşların yerleştirilmeleri süreci başlamış oldu. Bu süreçte milyonlarca işçi ve ailesi özellikle büyük kentlerde kullanılmayan veya atıl durumda olan konut alanlarına yerleştirilerek, barınma hakkı programına dahil edildi. Sadece Moskova’da barınma hakkından yoksun şekilde hayatını sürdüren 1 milyon 700 bin kişiden 500 binine konut tahsis edildi.[23] Bu durum, günümüz açısından, bir ilk olarak, kentlerde bulunan boş konut stokunun gerektiğinde ne kadar verimli ve işlevsel kullanılabileceğinin bir örneği olarak tarihte yerini almıştır. Dünyada farklı kentleşme ve konut üretim faaliyetlerinde bulunan dinamiklerin başarabildikleri ve hayata geçirebildikleri planlar açısından; SSCB’nin bu motivasyonu dünya tarihinde eşine az rastlanır bir ivme yaratarak farklılaşmıştır. Öyle ki, 1929-1960 yılları arasındaki sürede yapılan beş “5 Yıllık Kalkınma Planı” ile birlikte 334 milyon metrekarelik konut yapılmıştır. Bu önemli atılım döneminin 2. Dünya Savaşı koşullarında sekteye uğradığı düşünürsek, SSCB’nin kısa süre içerisinde barınma sorununu önemli ölçüde çözdüğü sonucuna varabiliriz. Bu sorunun çözümü, büyük ölçüde sosyalizmin önünü açtığı özel mülkiyete dahil olmayan konut üretimidir. Öyle ki, kapitalizmin başat temsilcisi olan ABD’de 1918-1960 yılları arasında 21,7 milyon konut yapımı tamamlanmıştır.[24] SSCB’de tamamlanan konut sayısı, ortalama 50 metrekarelik bir konut büyüklüğünü düşündüğümüzde, 6,68 milyon konuta denk düşmektedir. SSCB, ABD’den daha az konut üretmiş olmasına rağmen, konut üretimine ve bu konutların bir dönem ücretsiz, bir dönem ise “cüzi” miktarda kira bedeliyle yurttaşlara sunulduğu sosyalizm koşullarında tüm Sovyet coğrafyasında yurttaşların konuta olan erişimi garanti altına almıştır. ABD ise, SSCB’den neredeyse 3 kat daha fazla konut üretimi yapmışken; kendi coğrafyası içerisinde herkesin barınma hakkından yararlanabildiği bir kent ortamını sağlayamamış; aksine kentsel ranta dayalı, giderek mülksüzleşilen ve ancak kredi ile ev sahibi olunabilen bir toplumsal yapı yaratmıştır. Bu fark, SSCB’de konut atılımının, sadece sayılara bağlı olmayan; ama sosyalizmde burjuvazinin değil emekçilerin ihtiyaçlarını önceleyen politik hattın gelişim ekseninin ABD’nin aksine farklı bir yönde kendini var etmesi ile açıklanabilir.
Burada önemli bir noktanın da altını çizmemiz gerekir. Hızlı bir şekilde yurttaşların başlarını sokabilecekleri mekanlar tahsis etmeyi merkezine alan bu plan; zorunlu olarak büyük ölçüde mevcut yapılara minimum müdahale ve iyileştirme yaparak ilerlemiştir. Bundan dolayı, farklı kent bölgelerinde, bu yeniden yerleştirme işlemleri sonucunda eski konutların yıpranmışlıkları artmıştır. Bu kısmi dezavantaja rağmen konutlara yerleştirilen binlerce işçinin konut sorunlarıyla kentsel altyapı sistemlerine erişim sorunu çözülmeye başlamış; daha da önemlisi, 1921 yılında başlayan NEP[25] dönemine kadar konutlardan herhangi bir kira veya ekstra ücret talep edilmemiştir.[26]
NEP dönemine kadar geçen sürede yaşanan görece kısıtlı ekonomik koşullar nedeniyle ekonomik açıdan sınırlı müdahale olanaklarıyla yapılabilen konut atılımları; 1921’den sonra daha farklı bir ivme yakalamıştır. Atılımlar, 1920’li yılların sonlarında devletin “5 Yıllık Kalkınma Planları” yapmaya başladığı dönemle birlikte daha kapsayıcı ve cüretkâr bir hal almıştır. 1928’e kadar geçen dönemde, Sovyet yurttaşlarına yeni konutların inşa süreçlerinde yer alabilme ve bu süreçlerde farklı kiralama ve hesabına çalışabilme yöntemleri sunuldu. Bu süreçte, yurttaşların bu programa verdiği destek ve sağladıkları katkı önemli bir noktaya gelmiştir. 1923-1926 yılları arasında 16 milyon metrekarelik yeni konut alanı inşaatının %83,7’sine yurttaşlar bireysel olarak katılarak, devletin bu dayanışma sürecinde aktif rol oynamışlardır.[27]
1921 ile 1928’li yıllar arasında, önce NEP, daha sonra ise Beş Yıllık Planlar döneminde inşaat ve konut üretim faaliyetlerinde oldukça ciddi bir canlanma oldu.[28] Fakat gelişen toplum ve artan nüfus karşısında yapılan konut atılımlarının, koyulan hedefler ile tam anlamıyla doğru orantılı olarak geliştiğinden bahsetmemiz zordur. SSCB’de işçi sınıfı devletinin kurumsallaştığı ilk 10 yıl içerisinde barınma sorununu çözecek önemli atılımlar olmuştur, ama toplam konut hacmine yapılan net eklemelerle şehir nüfusunun sürekli artan büyümesi arasındaki fark hemen kapanmamıştır. Sosyalizmin inşası için gerekli olan sanayi atılımları için kentlerde kurulmaya başlanan sanayi tesisleri, işçi sınıfının kırsal bölgelerden kentlere akmasına neden oldu. O günlere kadar nüfusu 1 milyonu geçen iki kentin, Moskova ve St. Petersburg’un nüfusları gözle görülür ölçüde arttı. Nüfusu 100 bini geçen Sovyet kentlerinin sayısı da 31’den 82’ye yükseldi.[29] 1926 ile 1939 yılları arasında kentlerde yaşayan nüfusun 26 milyon 314 bin kişiden 56 milyon 909 bin kişi seviyesine ulaştığı Sovyet kentlerinde, köyden kente gelen veya kentteki doğal nüfus artışıyla kent hayatına katılan herkes için barınma hakkının sağlanması en önemli sorumluluklardan birisi haline gelmiştir. Bu önemli sorumluluğun yanı sıra Sovyet coğrafyasının farklı alanlarında kurulan kentlerde hem istihdamı gerçekleştirmek hem de kent yaşamını kurgulamak adına “göç”, teşvik edilen bir program dahilinde ele alınmıştır. Kır ve kent arasındaki ayrımın ortadan kalkması ve buradaki denge durumunun bir an önce sağlanabilmesi için plan dahilindeki göçlerle yeni coğrafyalardaki kentlere bir akış programlanmıştır. Bununla birlikte, dengenin tek yönlü sağlanamayacağı gerçeği göz önüne alınarak, özellikle doğuyu kapsayan kırsal yoğunluklu alanlarda dönüşüm faaliyetleriyle köylerin tamamen boşaltılmasının önüne geçilmiştir.
Devlet barınma sorununu çözmek amacıyla oldukça geniş bir operasyonel süreç başlatmış olsa da gerekli istihdamın farklı alanlardaki sanayi yatırımları üzerinden yaratılması dolayısıyla ortaya koyulan hedeflere tam anlamıyla ulaşılamamıştır. Kentsel alanlardaki konutlar, fiilen 155 milyon metrekareden 254 milyon metrekareye yükselerek, %64’lük bir artışa ulaşmıştır. Fakat bu muazzam artışa rağmen, kentsel nüfus da %185 artışla 21,4 milyondan 61 milyona yükselmiştir.[30] Buradan, konut üretimi ile nüfus arasındaki devasa uçurumun kapatılamadığı ve SSCB’nin konut edindirme programının başarısız olduğu gibi yanlış sonuçlar çıkarılamaz. Sovyet programı bu konuda başarısız olmamış; aksine, aradaki farkı dengelemek üzere farklı atılımların ve çözümlerin önü açılmıştır. Kapitalizmin kendi dinamikleri içerisinde beklenecek şey olan “barınma hakkından yoksun bırakma”, SSCB için tercih edilebilir bir durum olmadı. İnşa veya rehabilite edilen konutlarda yurttaşlara sunulan koşullardaki farklılaşmalarla bir dengelenme yaratılmaya çalışıldı. İlk farklılaşma, konutlarda yurttaşlara sunulan metrekarelerde düzenlemeler yapılması olurken, bunun sonucunda, Sovyet coğrafyasında 1923’te ortalama 7.25 metrekare olan kişi başı konut metrekaresi, 1940’lara gelindiğinde 4.15’e kadar indirilerek gözlemlenebilir ölçüde küçültülmüştür.[31] Bu durum, özellikle 1933 sonrasında yoğunlaşan savaş tehdidi dolayısıyla yavaşlayan konut üretimiyle barınma sorunu arasında oluşabilecek olası bir dengesizlik durumunun önüne geçmek amacıyla atılmış bir adım olarak ön plana çıkmıştır. 1944 yılından sonra konut metrekarelerinde tekrar bilimsel olarak ortaya koyulan standartlara dönülmüştür.
İkinci farklılaşma ise, kentsel olarak ortaya koyulacak olan toplumsal yaşam dinamiğinin konut sınırlarından taşarak, kendisini kamusal alanlarda var etmesi için geliştirilen programlar ve yapılan planlardır. Sovyet kentlerinden yeni kurulmuş veya tarihsel olarak günümüze kadar gelmiş en önemli dinamiklerden biri, kentin kurduğu ilişkilerdeki değişimdir. Yerleşim alanları ve ötesinde planlanmış olan ve kağıt üzerinde oldukça sabit bir panorama sunan kentler; aslında toplumsal yaşamı farklılaştırmış ve bunu fiziksel mekanları yeniden organize ederek tutarlı hale getirmiştir. Yeniden organize edilen kent yaşamında, yoğunlaşılan konut alanları inşasının hızlı ve prefabrike yöntemler gerektirmesi dolayısıyla kentte gerekli diğer toplumsal işlevleri karşılayacak olan binalar, konut alanlarının dışında ayrı bir sosyal bütün oluşturacak şekilde konumlandırılmıştır.[32]
Kapitalizmin kâr ve rant alanından kopmuş olan kent mekanı kendisini tamamen kamusal önceliklerle geliştirme imkanı bulmuş; bunun ötesindeyse, kapitalizmin toplumsal yaşam nüvelerinin yerini alan sosyalist toplumun genel ilkeleriyle yeni kentlerde sosyalist bir kent hayatını inşa edilmiştir.
SSCB’de değişen kent kimliği ve tarihte aşındırılan eşiğin önemi
“Berlin, Moskova’dan gelmiş biri için ölü bir şehir. Sokaktaki insanlar umutsuz bir biçimde yalıtılmış gibiler; tek tek her insan diğerlerinden alabildiğine uzak ve koca sokağın ortasında yapayalnız. Dahası Zoo Garı’ndan Gnınewald’a giderken geçtiğim bölge, sanki fırçalanıp cilalanmış gibi, aşırı ölçüde temiz, aşırı konforlu göründü gözüme. Bir şehrin ve sakinlerinin imgesi için geçerli olan şey, zihinsel süreçler için de geçerli: Kazanılan yeni bakış açısı, Rusya’da geçirilen zamanın en tartışmasız sonucu.”[33]
Sovyetler Birliği, koyduğu kentleşme ve kentsel müdahale hedefleri açısından zaman zaman hedeflerine ulaşamadığı durumlarla karşı karşıya kalmış olsa da, dünya tarihi açısından başka bir hayatı ve bu hayatın kentlerini gerçek kılmaya en ileri ölçüde yaklaşan deneyim alanı olmuştur. Walter Benjamin’in Berlin’den Moskova’ya yaptığı iki aylık ziyaret sonrasında tanımlamış olduğu şekliyle, SSCB kentleri, o güne kadar kapitalizmin sınırları içine sıkışmış insanlar tarafından “yeni bir bakış açısı” kazanmanın önemli dönüm noktasını oluşturuyordu. Aynı ilişkiyi, 1930’lu yıllarda Moskova Planı için yapılan yarışmaya katılan birçok mimar ve kent plancısının, dünya üzerinde önerdikleri cesur ve radikal fikirlerin gerçekleşebileceği tek coğrafya olarak SSCB’yi görmeleri ve bunun yarattığı motivasyon ile yarışmanın beklenenden fazla bir katılıma sahne olması örneğinde de gözlemleme şansını elde ederiz. SSCB’de yaratılan kentlerin “ruhu” kapitalizmsiz kentleşmenin mümkün olduğuna ve bunun kentler için doğru model olduğuna olan ikna gücüyle, ortaya çıktığı yıllarda ciddi bir kırılma yaratmıştır. Kenti sadece bir mekanlar bütünü olarak değil; kentliyle birlikte, bir kimliğin inşası olarak gören Sovyet yaklaşımı, kendi deneyi öncesinde “hayal” olarak görülen pek çok hayati değişimi, sınırlı olanaklar içinde toplumsal yaşamda fark yaratacak ölçüde başarmıştır. Bu başarının altında yatan temel faktör, sosyalizmin, bir birikim alanı olarak kendinden önce kapitalizme karşı gelişen fikir ve uygulamaları es geçmeden, bu altyapının üzerine işçi sınıfının örgütlü değiştirme ve yeniden organize etme gücünü katarak kentleri ele almış olmasıdır. SSCB’de kentlerin kimliği, değişen toplumun kimliğinden soyut bir şekilde ele alınmamıştır. Aksine, kent alanı ve mekanları, değişen toplumsal kimliklerin bir yansıması olarak yeniden düşünülerek, kapitalizmin açmazları karşısında, sosyalizmin inşa edildiği bir süreçte, SSCB’nin kentleşme deneyiminin oldukça önemli bir örneklem alanı oluşturduğuna ve bu alanın günümüz açısından artı ve belirli eksileriyle birlikte kentlere dair yol gösterici olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Günümüz kentlerinde yaşanan pek çok problem ve aksaklığın karşısında çözüm oluşturabilecek taleplerin birçoğunun, 1920’li yıllarda başka bir coğrafyada gerçekleştirilmesinin büyük bir ilgiyi hak eden tarihsel önemi; sonradan SSCB’nin yozlaşması ve kapitalizmin restore edilmesi süreci de göz önüne alınarak, bugün yeniden ve yeniden ele alınmalıdır.
[1] Landers, J. (1993) “In Death and the Metropolis: Studies in the Demographic History of London, 1670–1830”, Cambridge Studies in Population, Economy and Society in Past Time, sf. 44-45
[2] Saunders, P. (2003) Social Theory and the Urban Question, 2nd ed., Taylor and Francis, sf. 2
[3] Harvey, D. (1991) Social Justice and the City, Wiley-Blackwell, sf. 252-53
[4] Russell, H. R. (2009) London Fogs, Dodo Press, Moskova, sf. 4
[5] Bahçe Şehir konsepti, Ebenezer Howard’ın 1890’lı yılların son dönemlerinde İngiltere’de artan sınıfsal ayrım ve bunun sonucu olarak kentlerin yaşanamaz hale gelmesine karşı alternatif bir öneriydi. Bu öneri doğrultusunda yeni “bahçe şehirlerin” kurulması, kır-kent temelinde nüfus dengesinin sağlanması ve ekonomik yapının korunması öngörülmüştür.
[6] Ütopik sosyalizm, Henri de Saint Simon, Charles Fourier ve Robert Owen’un eserleri ile açıklanmış ilk modern sosyalist düşünce akımları için kullanılan bir terimdir. Ütopyacı sosyalizm genellikle, bir toplumun arzu edilen yönde hareket etmesi için itici unsur olacak olumlu idealler taşıyan hayali veya fütüristik toplumların vizyon ve ana hatlarının sunumu olarak tanımlanmaktadır.
[7] Figes, O. (2003), Natasha’s Dance: A Cultural History of Russia, Macmillan
[8] Miliutin, N. A. (1974) Sotsgorod: The Problem of Building Socialist Cities, Massachusetts, sf. 53
[9] Markov, E. M. and V. P. Butuzova (1986) “The Problems of Small and Medium Size Communities and Waysto Solve Them” (unpublished), Central Research and Design Institutefor Town Planning, Gosgrazhdanstroy, USSR
[10] Markov and Butuzova, “The Problems of Small and Medium Size Communities and Ways to Solve Them”.
[11] Starr, S. F. (1976) “The Revival and Schism of Urban Planning in 20th Century Russia” in The City in Russian History, ed. M. F. Hamm, Lexington: University of Kentucky Press, sf. 222-24
[12] Chauncy, D. H. (1945) Geographical Review, 35 (1), sf. 111
[13] Chauncy, Geographical Review, sf. 112
[14] Ostroglazov, G. I. (1993) New Points on the Map of the USSR, Moscow. Derleme olan bu yayının tamamındaki veriler sırası ile bu kaynaklardan değerlenmiştir. Great Soviet World Atlas, Tsentral’ny Ispolnitelny Komitet i Sovet Narodnykh Komissarov, Vol. i, Moscow, 1937, Plates 147-148 and ISI (values of production in 1913, prices as of I926-I9 27); 1924-1927: Atlas of Industry of the USSR, Vysshi Sovet Narodnogo Khozyaystva, Moscow, I930-I93I (number of workers and value orquantity of production); 1932: Industry in the USSR at the Beginning of the 2nd 5-Year Plan: Geographical Atlas, Vsesoyuzny Kartograficheski Trest, Moscow, 1934 (value orquantity of productionor number of workers on Jan. I, I933); 1935: Great Soviet World Atlas, Vols. I and 2, Moscow, 1937-1939, passim (value of production in 1935 in prices as of 1926-1
[15] Orlov, Mark A., Sazanov, Boris.V. and Fedoseeva, Irina R. Nekotorye voprosypro ektirovaniya sistem obsluzhivaniya bytagorodsk ogonaseleniya [Some problems of designing municipal service systems], in Arhitektura SSSR, vol. 38, no. 8, 1970, sf. 26–29
[16] Shkvarikov, Vyacheslav, A., Dietheoretischen Grundlagen der Gestaltung der sowjetischen Stadt [The theoretical foundations of the design of the soviet city], in Deutsche Architektur 8/1968, sf. 454
[17] Leucht, Kurt W. Strukturelle Gliederung der Stadt [Organisational structure of the city], in Deutsche Architektur 3/1962, sf. 154–155
[18] B. Svetlichny, ‘Les villes de l’avenir’ in V pomosch politecheskomu samoobrazovaniyu, No.10, 1959, Recherces Internationales a la lumiere du Marxisme, vol. 7-10, sf. 210-211; Aktaran: Zigurds L. Zile, Programs and Problems of City Planning in the Soviet Union, 1963, sf. 25
[19] İşçi Kulübü, Sovyet sanatçı, heykeltıraş ve konstrüktivizmin kurucusu olan tasarımcı Alexander Rodchenko’nun bir eseridir. 1925 Paris Dünya Fuarı’ndaki Sovyet Pavyonu için inşa edildi.
[20] http://www.worldcitiescultureforum.com/data/of-public-green-space-parks-and-gardens
[21] Parkins, M. F. (1953) City Planning in Soviet Russia, Chicago, University of Chicago Press, sf. 50
[22] Syrodoyev, N. (1975) Soviet Land Legislation, Progress, Moscow, sf. 81 ve Mezhevich, M. N. (1978) Kompleks noyeplan irovaniye krupnykhgorodov, Planovoyekhozyaystvo, No. 3, sf. 111.
[23] Bol’shaia Sovetskaia Entsiklopediia (Great Soviet Encyclopedia), 2nd ed., vol. XII, sf. 302.
[24] https://www.statista.com/statistics/1041889/construction-year-homes-usa/
[25] NEP, yani “Yeni Ekonomik Program”, kısaca SSCB’nin kuruluşundan 4 yıl sonra 1921 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi 10. Kongresi’nde kararlaştırılmış ve resmi olarak 21 Mart 1921 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sosyalist devlet yönetiminde iktisadi bir geçiş dönemi olarak, kısmi bireysel girişim ve sermaye birikimlerine olanak tanıyan ekonomik dönemdir ve 1928 yılında sona erdirilmiştir.
[26] Hazard, J. (1939) Soviet Housing Law, New Haven: Yale University Press, aktaran Parkins, M. F. (1953) City Planning in Soviet Russia, Chicago, University of Chicago Press, sf. 270.
[27] Sosnovy, The Housing Problem In The Soviet Union 73, 1954, Aktaran: Zigurds L. Zile, Programs and Problems of City Planning in the Soviet Union, 1963, sf. 22
[28] The National Economy of the USSR, 1932
[29] Chauncy D. Harris, Geographical Review, Jan., 1945, Vol. 35, No. 1 (Jan., 1945), pp. 107
[30] N. A. Voznesenskii, Voennaia Ekonomika SSSR Periode Otechestvennoi Voiny (Moscow, 1948), translated into English as Economy of the USSR During World War II, Washington, D. C., Public Affairs Press, sf. 8.
[31] Parkins, M. F. (1953) City Planning in Soviet Russia, University of Chicago Press, Chicago, sf. 50.
[32] Ivanova, A. D. (1975) Planung und Bebauung von Mikrobezirken’ [Planning and development of micro-districts], in Deutsche Architektur 10/, sf. 573
[33] Benjamin, W. (2001) Moskova Günlüğü, Metis Yayınları, İstanbul, sf. 136.