David A. Spencer[1]
Çalışmanın ortadan kalkmasına dair öngörülere hem akademik hem de popüler söylemde çokça rastlamak mümkün. Önde gelen bazı ampirik çalışmalardan (Frey ve Osborne, 2017; ayrıca bkz. Acemoğlu ve Restrepo, 2017) beslenen bu söylem, yeni dijital ve robotik teknolojilerdeki sürekli ve üstel ilerlemeyi vurgulamakta ve bu teknolojileri işin sonu ile ilişkilendirmektedir (Brynjolfsson ve McAfee, 2014; Ford, 2015). Gelecekte, birçok (belki de çoğunun) iş görevinin tamamen otomatize edileceği tahmin edilmektedir. Görünüşe göre çok sayıda işçi, hayatını işsiz olarak sürdürme ihtimaliyle yüz yüze kalacaktır.
Bazı yazarlara göre çalışmanın sonu olasılığı özellikle daha yüksek işsizlik ve daha büyük eşitsizlik tehdidi nedeniyle korku uyandırıyor. Çalışmanın ortadan kalkması durumunda işçileri korumak için toplumun belirli reformları benimsemek zorunda kalacağı ileri sürülüyor. Bu reformlar, yeniden beceri kazandırma politikalarından temel gelir sağlamaya kadar genişleyecektir (Brynjolfsson ve McAfee, 2014; Ford, 2015). Bununla birlikte bazı yazarlar daha az çalışma gerektiren bir gelecek olasılığını memnuniyetle karşılıyor. Gerçekten de bazı radikal sesler, kitlesel otomasyonunu ‘iş sonrası’ ütopyasına giden bir yol olarak benimsiyor (Mason, 2015; Srnicek ve Williams, 2015). Bir ‘tam otomasyon’ programı için çağrıda bulunuyor ve çalışmanın ortadan kalkacağı bir dönemi dört gözle bekliyorlar.
Bu makale, otomasyon ve işin geleceği konusundaki mevcut tartışmaya eleştirel bir bakış açısı sunmaktadır. Bu, iktisat ve politik ekonomiden alternatif bakış açılarının çatıştığı bir tartışmadır ve bu, perspektifler arasındaki anlaşmazlıkların yanı sıra ortaya çıkan fikir birliği alanlarını belirtmesi açısından ilgi çekicidir. Bu, özellikle, çalışmanın yok oluşu fikrinin entelektüel ve politik yelpazedeki yazarların dikkatini nasıl cezbettiğini ve bu fikrin, otomasyonun iş hacmini azaltmaya hizmet ettiği farklı gelecek vizyonlarını nasıl beslediğini göstermektedir. Bu vizyonlar, işin insan yaşamındaki rolü ve işin azaldığı bir topluma geçmenin çekiciliği (arzu edilirliği) üzerine birbiriyle rekabet eden fikirler üzerine inşa edilmektedir.
Makale, otomasyonla ilgili modern tartışmalardaki bazı temel pozisyonları ortaya koyarak ve bunların zayıf yönleri ve gelişme alanlarını göstererek katkıda bulunmaktadır. Makale nihayetinde daha az ve daha iyi iş elde etmek için otomasyonu kullanmanın ütopik vizyonuna sempati duyarken, bu vizyonun gerçekleştirilmesinin önündeki engelleri açıklığa kavuşturuyor ve bu engellerin aşılması için toplumda köklü reformlara olan ihtiyacı vurguluyor. Otomasyonun çalışmanın sorunlarını tek başına çözdüğü fikri mülkiyet ilişkilerinde değişiklik ihtiyacına vurgu yapan bir argüman lehine reddediliyor. Makalede sunulan argüman ve eleştiriler, önceki çalışmalarda (Spencer, 2017) yapılanları genişletilip güçlendirmektedir –özellikle, teknolojik ilerlemenin ekonomik ve politik boyutları, teknolojiyi azınlığın değil çoğunluğun yararına kullanma olasılıkları üzerine yaklaşımlar genişletilmiştir.
Makale aşağıdaki gibi düzenlenmiştir: İkinci bölüm, bir iş azaltma mekanizması olarak otomasyona ilişkin bazı tarihsel arka plan bilgileri sunuyor. Burada, otomatikleştirilmiş (‘işsiz’) bir gelecek olasılığı üzerine iki önde gelen rakip pozisyon olarak Marx ve Keynes’in yazılarına odaklanılmıştır. Üçüncü bölüm, kapitalist toplumda işin azaltılmasına doğru ilerlemeyi tartışmaktadır. Bu tartışma, kapitalizm altında daha az çalışmanın önündeki bazı kalıcı engellerin belirlenmesine yardımcı olmaktadır. Dördüncü bölüm, otomasyon konusundaki modern tartışmada uzlaşma ve anlaşmazlık alanlarını ortaya koymaktadır. Farklı entelektüel ve ideolojik konumlardan yazarların çalışmanın ciddi bir tehlike altında olduğu ve otomasyonun daha az çalışmanın olacağı bir geleceğe yol açacağı konusunda nasıl hemfikir oldukları; ancak, çalışmanın yok olmasının işçiler ve toplum açısından sonuçları konusunda anlaşamadıklarını gösteriyor. Bölüm, teknolojik ilerlemeye rağmen ve tam da bundan dolayı gelecekte de çalışmanın devam etmesinin nedenlerini ihmal eden pozisyonların eleştirisiyle başlamaktadır. Özellikle teknolojinin, niceliğinden çok işin niteliği açısından daha büyük bir tehdit oluşturduğu ileri sürülmektedir. Beşinci bölüm, hem ana akım hem de radikal konumlardan otomasyona yönelik bazı yaygın politika önerilerini ele almakta ve eleştirmektedir. Altıncı bölüm, daha az ve daha iyi çalışmanın olduğu bir geleceğe ulaşmak için teknolojiden yararlanma fırsatlarını ele almaktadır. Yedinci bölümle sonuçlanıyor.
Çalışmadan kaçış: Marx ve Keynes’i karşılaştırmak
Toplumda işin azalması için gerekli koşulları yaratan teknoloji kavramı, uzun yıllardır sosyal ve ekonomik düşünceyi canlandırmaktadır (Spencer, 2009; Hermann, 2014). Marx ve Keynes gibi farklı yazarlar, insanlardan ziyade makinelerin toplumsal ihtiyaçları karşıladığı bir geleceği dört gözle beklemişlerdir (bu gelecek vizyonunu paylaşan diğer yazarlar arasında Lafargue (1893), Russell (1932) ve Gorz (1985) bulunmaktadır). Aşağıda, Marx ve Keynes’in farklı vizyonlarını ortaya koyuyoruz. Tartışılacağı gibi, bu vizyonlar işin statüsü ve değerine ilişkin farklı fikirler içermektedir. Ayrıca, farklı şekillerde, kapitalizm sonrası bir gelecekte çalışmayı aşma olasılığına olasılığına işaret ediyorlar.
Marx, kapitalizmin teknolojik ilerlemeyi nasıl sınırlandırdığını vurguladı. Teknoloji, üretim ve tüketimin sürekli genişlemesine yol açan kapitalizmin itici gücü iken, kullanımı işçilerin sömürülmesi ve yabancılaşması ile sınırlıydı. Kâr elde etme hedefi, teknolojinin işçilerin yararına değil kapitalist işverenlerin yararına kullanılması anlamına geliyordu. Marx, teknolojinin neden olduğu iş ve işçilerdeki bozulmanın altını çizdi. İşçiler teknoloji tarafından özgürleştirilmedi; aksine köleleştirilmişlerdi. Teknoloji işçilerin karşısına yabancı ve düşman bir güç olarak çıktı, işin içinde ve dışında yaşam kalitesini baltaladı. Teknolojinin işçilerin özerkliklerini ve bilişsel güçlerini kaybetmelerine neden olarak, onları makinenin ‘uzantısına’ indirgemesi (Marx, 1976: 799) fikri, kapitalizmde teknoloji kullanımına yönelik daha geniş eleştirinin bir parçasını oluşturdu.
Kapitalist toplumda daha kısa çalışma garanti edilmiyordu, tersine, bireysel kapitalist işverenlerin eğilimi, işçilere, sağlıkları pahasına olsa da daha uzun süre çalışmayı dayatmaktı. Marx’ın görüşüne göre, aksine, işçiler daha kısa çalışma saatlerini güvence altına almak için kolektif olarak örgütlenmek zorundaydı. On dokuzuncu yüzyıl boyunca çalışma süresini sınırlandıran yasal düzenlemelerin yürürlüğe girmesi, işçilerin kolektif mücadelesindeki başarısını yansıtıyordu ve çalışma süresinin kısaltılmaya devam edilmesi, işçilerin kapitalist toplumda pazarlık güçlerini korumalarına ve artırmalarına bağlı olacaktı.
Yine de, kapitalizm eleştirisinin ötesinde, Marx, teknolojinin gelecekte nasıl farklı şekilde kullanılabileceğine dair olumlu bir vizyon sundu. Kısacası kapitalizmden komünizme geçişle birlikte, çalışmayı azaltmak ve boş zamanı uzatmak amacıyla teknolojiyi doğrudan ve proaktif olarak kullanmak mümkün olacaktı. Üretim ilişkilerini dönüştürerek çalışmanın kendisini, yabancılaştırmayan, ama insanın kendini gerçekleştirdiği bir faaliyete dönüştürmek de mümkün olacaktı. Bu durumda Marx, teknolojinin insan özgürlüğünü ve refahını hem çalışma içinde hem de dışında genişletme umudunu taşıdı (Sayers, 2005).
Ünlü bir pasajda, Marx, komünizmin “özgürlük alemi”ni “zorunluluk âlemi” pahasına nasıl artıracağından bahsetti (Marx, 1992: 959). İkincisinde insanlar toplumun maddi ihtiyaçlarını karşılamak için gereken çalışmayı gerçekleştireceklerdi. Marx, burada, teknolojinin kullanılması sayesinde insanlara kendi seçtikleri faaliyetlerde yaratıcı tutkularının tadını çıkarmaları için daha fazla boş zaman bırakacak ve daha az zaman alacak olmasına karşın çalışmanın gelecekteki komünist bir toplumda gereklilik olarak kalacağını belirtti. Daha fazla özgür yaratıcı faaliyet arayışı, komünizmde bir öncelik olacak –kapitalizmde daha fazla artı emek zamanı yaratma ve bununla birlikte daha fazla iş yaratma amacının yerini alacaktı. Bununla birlikte Marx, aynı zamanda, komünizmin çalışma özgürlüğüne ve kendini gerçekleştirmeye olanak sağlayacağını vurguladı (James, 2017). Bu, kısmen, ağır işleri azaltmak ve ortadan kaldırmak için teknoloji kullanımından kaynaklanacaktır.
Komünizm altında, ağır işlerin kaldırılması kilit bir görev haline gelecek ve iş kalitesinin artması için önemli bir temel sağlayacaktır. Ağır işlerin otomasyonunun ötesinde, çalışmanın toplumsal ilişkileri de dönüşecektir. İşlerin kolektif ve kooperatif koşullar altında yapılması ve işçilerin yaptıkları işi kontrol edip yönetebilmeleriyle işçilerin niteliksel deneyimine katkıda bulunacak yeni bir yaratıcı unsur oluşacaktır. Komünizm altında çalışma, “en az enerji sarfiyatıyla ve insan doğasına en uygun ve yakışır koşullarda” gerçekleştirilecektir (Marx, 1992: 959). Bu tür koşullar, işçilerin çalışmayı, iş dışında sürdürdükleri faaliyetlerle aynı şekilde, özgür ve tatmin edici bir faaliyet olarak deneyimlemelerini sağlayacaktır. Gerçekten de, Marx’ın bakış açısından, gelecekteki komünist bir toplumda çalışma, “hayatın birincil isteği” haline gelme potansiyeline sahipti (Marx, 1978: 531).
Çok farklı bir ideolojik bakış açısıyla yazan Keynes de (1930), otomasyon yoluyla çalışma süresinin azaltılmasını destekledi; ancak, bu hedefe ulaşma yolu Marx’tan farklıydı. Ona göre, daha az işin olduğu bir gelecek, toplumda herhangi bir devrimi ve komünizme geçişi gerektirmiyordu; bunun yerine kapitalizm altında gerçekleştirilebilirdi ve gerçekleştirilecekti. Torunlarımız için Ekonomik Olasılıklar adlı 1930 tarihli ünlü makalesinde, Keynes, sürekli sermaye birikiminin daha az çalışma saati ve daha uzun boş saatlerin olduğu bir dünya sunacağına ilişkin esasen olumlu bir gelecek vizyonu ortaya koydu. Keynes, okuyucularını kapitalizmin temel faydalarına ikna etmek istedi. Onlara kapitalizmin eninde sonunda bunu başaracağını ve kısa vadede “teknolojik işsizlik” sorunu ile karşılaşılırken bu sorunun uzun vadede çözüleceğini göstermek istedi. Aslında, insan emeğinin teknolojiyle yer değiştirmesi, daha az iş yükünün olduğu daha iyi bir gelecek için olanaklara işaret ediyordu ve teknolojinin ilerlemesi, boş zaman toplumu yolunda desteklenecekti (Skidelsky ve Skidelsky, 2012: 15-16).
1930’da yazan Keynes, 15 saatlik bir çalışma haftası oluşturmanın 100 yıl alacağını düşünüyordu. 2030’a gelindiğinde, toplumun acil sorunu insanlara iş bulmak değil boş zamanları yaratıcı faaliyetlerle doldurmanın yollarını bulmak olacaktı. Keynes, çalışma alışkanlığının insan psikolojisine derinlemesine yerleştiğini ve işçilerin işin haftada sadece birkaç saat alacağı bir duruma uyum sağlamasının zaman alacağından endişeliydi. Bununla birlikte, daha kısa bir çalışma haftasına geçiş, daha iyi bir boş zaman odaklı varoluşun umut ve vaadiyle doluydu.
Keynes’in görüşüne göre, daha kısa bir çalışma haftası, para kazanma içgüdüsü peşinde koşan kapitalist işverenler tarafından gerçekleştirilecekti. Keynes böyle bir içgüdüyü tatsız ve ahlaksız olarak görse de, üretkenliği artırmak için gerekli teknolojiyi ortaya çıkarmak için bunun gerçekleştirilmesini gerekli görüyordu. Daha fazla para peşinde koşmadan toplum, çalışmadan tasarruf etme araçlarından yoksun kalırdı. Ancak Keynes, para kazanma arzusunun zamanla azalacağını düşündü (Skidelsky ve Skidelsky, 2012: 17–18). Toplum daha az çalışmanın yollarını güvence altına aldıkça, yeni daha yüksek seviyeli değerler yerleşecek ve insan davranışına rehberlik edecekti. Keynes’in öngördüğü daha iyi (post-kapitalist) bir gelecekte, toplum sanata ve güzelliğe parasal kazanç çabasından daha fazla değer verecek ve buna bağlı olarak iş dışında yaratıcı faaliyetlere daha fazla zaman ayırmaya çalışacaktı.
Keynes’in vizyonu, iki temel açıdan Marx’ın vizyonundan farklıydı. Birincisi, daha az çalışmanın olacağı bir geleceğe geçişi, sermaye birikiminin gerekli ve hatta otomatik bir sonucu olarak gördü. Marx’ın aksine, Keynes komünizme geçme çağrısını reddetti ve bunun yerine okuyucularının kapitalizme sadık kalmasını istedi. Bununla birlikte, yukarıda bahsedildiği gibi, Keynes daha az çalışmanın kapitalizme meydan okuyacağını ve kapitalizmin sönümlenmesine yol açacağını hissetti. İkinci olarak, Marx’tan farklı olarak Keynes, ekonomik düşüncede yaygın olan, çalışmanın bir ‘yararsızlık’ olduğu fikrini korudu. (Spencer, 2014). Keynes’e göre otomasyonun amacı, çalışmayı kapitalizm altında yabancılaştırıcı biçiminden kurtarmaktan çok, onu reddetmekti. Keynes, çalışmanın kendisini bir ödül haline getirmenin fırsatı olarak görmedi ve bunun yerine teknolojinin insanların çalışmadan yaşama özgürlüğünü genişletmek için varolduğu bir gelecek vizyonunu sundu.
İşin sürekliliği: Kaybolan cennet mi?
Marx ve Keynes’in bu iki vizyonu, başkalarına günümüzün ötesinde düşünme ve insanların değil makinelerin toplumdaki gerekli işlerin çoğunu yaptığı bir gelecek hayal etmeleri için ilham vermeye devam ediyor. Yine de, bu vizyonlar gerçekleşmemiş ütopyalar olarak duruyor. Teknolojide süren ilerlemelere rağmen çalışma varlığını koruyor. Kapitalizm insanların yapması için daha fazla iş yaratmayı başardı ve işin reddedildiği bir sisteme doğru yol aldığına ya da kendi sonuna doğru ilerlediğine ilişkin hiçbir işaret göstermedi. Kapitalizm altında teknolojinin kullanımı işin kötüleşmesinin bazı unsurlarını kesinlikle ortadan kaldırmış olsa da, görünüşe göre işçileri işten özgürleştirmede başarısız oldu. Gerçekten de onun etkisi, işçiler için yeni gerilim ve çekişme kaynakları yaratarak çalışmayı sürdürmek olmuştur.
Kapitalizm tarihi çalışma saatlerinin nasıl önce yükselip sonra nasıl düştüğünü gösteriyor. Kapitalizm koşullarında çalışma saatleri 19. yüzyılın başlarında doruk noktasına ulaştı. Bu dönemde haftalık 70 saati aşan çalışma işçiler için sıra dışı değildi (Nyland, 1986; Hermann, 2014). On dokuzuncu yüzyılın sonlarından yirminci yüzyılın başlarına kadar çalışma saatlerinde meydana gelen düşüş, kısmen, işçilerin başarılı muhalefetinin yol açtığı devlet politikasındaki değişimlerden kaynaklanıyordu. Bu, işçilerin, çalışma süresine yasal ve diğer sınırlamaları getiren sendikalar ve diğer kooperatif örgütler aracılığıyla yürüttükleri toplu mücadelenin sonucuydu. Kapitalist ekonomilerde çalışma saatleri yirminci yüzyılın başlarından bu yana düşmüştür, ancak düşüş hızı önceki dönemlere göre biraz daha yavaş olma ve ülkeler arasında farklılıklar gösterme eğilimindedir. (Golden, 2009). Dikkate değer bir örnek verecek olursak, Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde, aslında çalışma saatleri 1970’lerden bu yana artış işaretleri göstermiş ve daha kısa çalışma saatlerine doğru uzun vadeli eğilimi tersine çevirmiştir (Friedman, 2017). Kadın katılım oranlarındaki artış da, birçok kapitalist ülkede kişi başına çalışma saatlerinin artması anlamına gelmiştir (Hermann, 2014). Ayrıca, çalışma süresi azalan işçiler için bile, kısmen teknolojiyle bağlantılı iş yoğunluğundaki artışlar işin maliyetine eklenmiştir (Green, 2006).
Kısacası, kapitalizm teknik değişimle üretkenlikte muazzam artışlar sağlasa da, bu artışların tümü daha kısa çalışma sürelerini desteklemedi. Maddison’dan (2001) alıntı yapan Hermann (2014: 49), “1870 ile 1998 arasında ortalama emek üretkenliği (çalışılan saat başına GSYİH olarak ölçülür) ABD’de 15 kat ve Avrupa’da 18 kat artarken, istihdamda kişi başına çalışma saati yarıdan biraz fazla azaldı.” Üretkenlik artışının çalışma süresindeki düşüşleri kendiliğinden garanti etmediği açıktır; tersine, bu tür büyümeye rağmen daha uzun çalışma saatleri devam etti. Bu gerçek, Keynes’in 2030’a kadar 15 saatlik çalışma haftası tahminine ulaşma olasılığı hakkında ciddi şüphelere yol açtı. Gerçekten de, mevcut eğilimlere göre, birçok ülkede haftalık çalışma saatlerinin Keynes’in tahminin iki katından daha fazla olacağı görülüyor.
Teknik ilerleme ile yavaşça düşen, hatta yükselen çalışma saatleri arasında görünen paradoks iki faktörle açıklanabilir. İlki, tüketimciliğin etkileri ile ilgilidir. Kapitalist işverenlerin reklam ve pazarlama yoluyla daha fazla talep yaratma çabası, üretkenlik kazanımlarının daha az çalışma saati yerine daha yüksek tüketimle emildiği anlamına gelmektedir (Hunnicutt, 1988). Savaş sonrası dönemde, güçlü bir refah devleti ve güçlü sendikalar altında, işçiler daha yüksek tüketimi destekleyen yüksek ücretleri güvence altına alabildiler. 1970’lerden bu yana, refah devletinin küçülmesi ve sendikaların gücünün azalmasıyla birlikte, işçiler durgun ya da düşen ücretlerle karşı karşıya kaldılar, bu da tüketimi sürdürmek ya da artırmak için borca girme ya da kredi alma zorunda oldukları anlamına geldi. Burada, daha yüksek tüketimin elde edilmesi, daha uzun çalışma saatleri pahasına olmuştur. Genel olarak, kitle reklamcılığı ve pazarlamayla desteklenen güçlü tüketim normlarının varlığı ve devamlılığı, daha kısa çalışma saatlerine geçişi engellemiştir (Cowling, 2006).
İkinci faktör, işçilerin pazarlık gücünün yokluğuyla ilgilidir. İşçilerin daha kısa çalışma saatlerini güvence altına alma yeteneği, kapitalizmin ekonomi politiğindeki değişikliklerden etkilenmiştir. Savaş sonrası dönem, işçilere daha kısa çalışma saatleri elde etmeleri için bazı pazarlık kozları sağladı. Bu gücün her zaman doğrudan çalışma süresinde belirleyici bir azalmaya dönüşmemesi gerçeği, hem daha yüksek tüketimi ve daha uzun çalışma saatlerini besleyen tüketimciliğin etkilerini hem de daha kısa çalışma saatleri yerine daha yüksek ücretlere öncelik veren sendikaların eğilimlerini yansıtıyordu (Hunnicutt, 1988). 1970’lerden bu yana, neoliberal politika ve uygulamaların yükselmesi nedeniyle işçilerin pazarlık gücündeki düşüş, çalışma saatlerinin kısalmasına yönelik eğilimi durdurmuştur (Hermann, 2014). Giderek zorlaşan ve aslında düşmanca bir pazarlık ortamıyla karşı karşıya kalan birçok işçi, aynı veya daha düşük ücretler karşılığında aynı veya daha uzun çalışma sürelerine razı olmak zorunda kaldı. Yine Amerika Birleşik Devletleri, 1970’lerin başından bu yana, işçiler için değişmeyen ya da düşen ücretler pahasına çalışma saatlerinin arttığı bir ülke olarak öne çıkıyor. Birleşik Krallık’ta da, 2007-08 krizinden bu yana geçen on yılda, istihdam artar ve çalışma saatleri sabit kalırken gerçek ücretlerde düşüş yaşandı (Haldane, 2015).
Keynes’in hatası, hem tüketimciliğin daha uzun çalışma saatleri talebini sürdürmedeki etkilerini hem de daha kısa çalışma saatlerini engellemede çalışanların zayıf pazarlık gücünü görmezden gelmekti (Friedman, 2017). İlk durumda, yanlış bir şekilde, tüketici isteklerinin doğal bir üst limite sahip olacağını varsayıyordu – bu durumda, kapitalizm tüketimi canlandırmanın daha karmaşık yollarını geliştirdikçe tüketicinin isteklerinin nasıl çoğalacağını tahmin edemedi (Skidelsky ve Skidelsky, 2012). İkinci durumda, kapitalist işverenlerin üretkenlik artışından elde ettikleri kazancı işçilere daha yüksek ücret ve daha kısa çalışma saatleri şeklinde aktaracağını varsaydı – kapitalistlerin, kazanca el koymak için üstün güçlerini nasıl kullanacaklarını ve işçilerin hem daha yüksek ücret hem de daha kısa çalışma süresi taleplerini nasıl reddedeceğini öngörmede başarısız oldu. Bu gerçek, Marx’ın kapitalizmde çalışma süresinin azaltılmasının önlenmesinde eşitsiz güç ilişkilerinin önemine dair görüşlerini bir ölçüde doğrulamaktadır.
Gerçek şu ki, kapitalizm çalışma saatlerinde bir azalma potansiyeli yaratmış olsa da, bu potansiyeli tam olarak gerçekleştirmek için gerekli koşulları her zaman geliştirmemiştir. Aslında, teknolojik ilerlemeyle bağlantılı üretkenlikteki sürekli kazanımlara rağmen, çalışma süresini koruyan ve hatta uzatan baskılar yarattı. Aynı zamanda, işi nüfusun daha büyük bir kısmına yayarak, istihdamı korumaya ve hatta büyütmeye hizmet etti. İşin niteliği açısından, kapitalizm imalattaki bazı kirli ve tehlikeli işleri (en azından Batı kapitalist ekonomilerinde) otomatikleştirmeyi başarırken, aynı zamanda hizmetlerde daha güvencesiz, güvensiz ve düşük ücretli işler yarattı. Teknoloji, hizmet ekonomisindeki işçiler için özgürleştirici değil; tersine, pek çoğu için çok az maddi getirisi olan ağır işler anlamına gelmektedir. Aşağıda göreceğimiz gibi, bu arka plana ve bağlama rağmen, bazı yazarlar şimdi otomasyonun baskısıyla gelecekte çalışmanın ortadan kalkacağını ileri sürüyor. Marx ve Keynes’in ruhuna uygun olarak, daha az ve hatta sıfır işin olduğu bir dünyaya geçişi öngörüyorlar.
Robotlar gelişirken: Daha az mı yoksa daha çok mu iş?
Teknolojideki gelişmelerin çalışmanın azalmasına yol açacağına dair büyüyen bir inanç var (Brynjolfsson ve McAfee, 2014; Ford, 2015). Daha önemlisi, teknolojinin sadece çalışma süresinde erozyona değil, aynı zamanda birçok yerleşik işin toptan ortadan kalkmasına da yol açacağı öngörülüyor. Bilgi işlem gücündeki ilerlemeye, robotik ve yapay zekadaki gelişmelere özellikle dikkat çekiliyor. Gelecekte sürücüsüz arabalardan kendi kendilerine düşünebilen robotlara kadar “akıllı” makinelerin yaratılmasının, sayısız işte insanların yer değiştirmesine yol açacağı öne sürülüyor. İnsan sürücüler, depo görevlileri, perakende çalışanları, gazeteciler ve finansal aracıların tümü, becerileri ve yeterlilikleri makineler tarafından kopyalandığı için önümüzdeki yıllarda ihtiyaç fazlası haline gelecekler. Firmalar, insanlar yerine makineleri işe almayı daha kolay ve daha uygun maliyetli bulacak ve otomasyonun yaygınlaşması beklentisi, mevcut iş fırsatlarında bir daralmaya neden olacaktır.
Bazı yazarlar, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki mevcut işlerin yarısına yakınının önümüzdeki 20 yıl içinde otomatik hale geleceğini öngörüyor (Frey ve Osborne, 2017). Birleşik Krallık için tahminler, 15 milyon işin otomasyon riski altında olduğunu gösteriyor ki, bu, mevcut işgücünün yaklaşık yarısına denk geliyor (Haldane, 2015). Gelişmekte olan ülkelerde potansiyel iş kaybı tahminleri daha da yüksek. Örneğin, Hindistan’daki işlerin üçte ikisinden ve Çin’deki işlerin dörtte üçünden fazlası otomasyona karşı savunmasız görülmektedir (Frey ve Osborne, 2015). Tüm dünyada milyonlarca işçinin kitlesel işten çıkarılma ve işsiz bir gelecek olasılığıyla karşı karşıya olduğu görülmektedir.
Yukarıdaki beklenti, daha yüksek eşitsizlikle birlikte artan işsizlik potansiyeli konusunda bariz endişelerin yükselmesine neden oldu. Gelecekte, işçiler gelir elde etmek için çalışmaya güvenemezlerse ve geçinmek için başka yolları da olmazsa, o zaman ekonomik yoksullukla karşı karşıya kalacaklardır. Daha yüksek eşitsizlik, otomasyonun getirilerinin toplumdaki bir azınlığa aktığı durumdan kaynaklanacaktır. Dolayısıyla, robot sahipleri, gelire erişememe nedeniyle ekonomik zorluklara maruz kalması muhtemel olan toplumun geri kalanı pahasına olsa da, muazzam bir kazanç elde edecektir. Bu endişeler, işçilerin teknolojideki son gelişmelere ayak uydurmasını sağlayan eğitim ve öğretim yatırımlarından otomasyon tarafından işinden edilen işçileri destekleyen temel gelire kadar farklı politika önerilerine yol açmıştır (Brynjolfsson ve McAfee, 2014; Ford, 2015).
Bununla birlikte, bazı yazarlar, çalışmanın azalması olasılığına olumlu tepkiler verdiler. Otomasyonun neden olduğu kargaşayı fark ederken, bunda iş yükünden kaçma fırsatı görüyorlar. Dikkate değer bir örneği ele alırsak, Srnicek ve Williams (2015) işin otomasyonunu memnuniyetle karşılıyor ve insanlığın işten özgürleştiği bir geleceği dört gözle bekliyorlar. İşin ortadan kalkacağına dair öngörüleri kabul ediyor ve aslında işin sonunu getirmek için bir “tam otomasyon” politikasını savunuyorlar. Mason (2015), teknolojik ilerlemede çalışmanın sona erdiği ‘kapitalizm sonrası’ bir gelecek potansiyelini görerek, bu görüşü yineliyor.
Yukarıdaki katkılar, otomasyonla ilgili çağdaş tartışmadaki uzlaşma alanlarını göstermektedir. Hem ana akım hem de radikal görüşlerde çalışmanın ortadan kalkmaya hazır olduğu ve toplumun bunun sonucuna yanıt vermesi gerektiğine dair bir kabul var. Konumların farklı olduğu yerler otomasyonun sonuçlarına dairdir. Brynjolfsson, McAfee ve Ford’unki gibi bakış açıları, (daha yüksek işsizlik ve artan eşitsizlikle ölçülen) otomasyonla ilgili endişelerini dile getiriyor ve gelecekteki bir tekno-distopyayı önleyecek politikaları destekliyorlar. Srnicek, Williams ve Mason’un çalışmalarıyla bağlantılı daha radikal perspektifler, aksine, otomasyonun faydalarına (ağır işlerin reddi ve insan özgürlüğünün genişletilmesi) daha fazla odaklanıyor, çalışmanın aşılacağı ve nihayetinde ortadan kaldırılacağı bir tekno-ütopya yaratmanın yollarını vurguluyorlar.
Bununla birlikte, yukarıdaki uzlaşma alanları eleştirilebilir. İlk olarak, teknolojinin geçmişte olduğu gibi çalışmayı azaltmaktan çok onu arttırma olasılığının yüksek olduğu söylenebilir. Burada, Huws’un (2014) yazıları, teknolojinin nasıl iş artırıcı olabileceğini ve olduğunu göstermesi açısından öğreticidir. Huws, teknoloji üretimi için gerekli hammaddelerin çıkarılmasından tüketimindeki satış işlevlerine ve artık gerekli olmadıklarında ortadan kaldırılmaları görevlerine kadar yeni teknolojiyle bağlantılı sayısız işin altını çizdi. IPhone gibi teknolojilerin üretimi, satışı ve ortadan kaldırılması, farklı ülkeler ve sektörlerde milyonlarca işi (ve işçiyi) destekleyen geniş değer zincirleriyle ilişkili olabilir. Teknolojinin kullanımı da metalaştırma için yeni fırsatlar yaratarak daha fazla iş için bir katalizör haline gelebilir. Firmaların daha fazla ürün satmasına ve dolayısıyla daha fazla istihdamı desteklemesine olanak tanıyan İnternet tarafından açılan pazarlama fırsatlarını düşünün. İnternetin bakımıyla ilgili görünmez ve çoğu zaman ücretlendirilmeyen işleri de düşünün. Huw’un vurguladığı nokta, otomasyon yoluyla işin yok olacağını öngörenlerin, teknolojinin işi genişletme ve insanların bugünkü gibi çalışma ve harcamalarını devam ettirmelerini sağlama gibi sonuçlarını gözden kaçırmış olmalarıdır.
İkinci bir eleştiri, kapitalizmin çoğu zaman işçiler için daha kötü koşullarda olsa da, işi yeniden üretme ve aslında genişletme kapasitesiyle ilgilidir. Burada, daha az çalışmanın önündeki kısıtlamalar olarak tüketimcilik ve işçilerin zayıf pazarlık gücüne ilişkin önceki tartışmayı referans verebiliriz. Yukarıda belirtildiği gibi, kapitalizmin dinamiği, işçileri çalışmaya ve tüketmeye devam ettirmektir, çünkü bu, kâr elde etmenin zorunluluklarına uygundur. Pazarlama fırsatlarını genişletmek için teknolojinin kullanılması, çalışmayı ve tüketimi sürdürme fikrine uyuyor. Ancak, teknolojinin sermaye maliyetlerini düşüren yeni çalışma yöntemlerinini güvence altına almak için kullanılması ve işletilmesi fikri de vardır. Maliyetleri düşürmenin yollarını aramak, işlevlerin otomasyonuna ve emeğin yerinden edilmesine yol açar, ancak aynı zamanda kısmen işgücünü işe alma teşvikini artırarak yeni iş yaratır. Teknoloji, daha farklılaşmamış iş biçimleri yaratarak mevcut işgücü havuzunu genişlettiği ölçüde, ücretler üzerinde aşağı yönlü bir baskı kurar, bu da kapitalist işverenler için işgücünü kullanmayı daha cazip hale getirir. Aslında, ücretlerin düşürülmesi, ekonomik olmadığı düşünülen teknolojiye yatırım yapmaya engel olabilir. Örneğin, Birleşik Krallık’taki elle ve diğer ülkelerdeki işlerini düşünün – bunlar, otomatikleştirilebilecek ancak mevcut ucuz işgücü nedeniyle devam eden eski çalışma biçimleridir. Sendikalardaki gerileme, ve daha düşmancası, “işveren-dostu” bir politika ortamı nedeniyle işçilerin pazarlık gücü zaten düşükse, otomasyon süreçleriyle birlikte işçilerin güçlerinin daha da azalması muhtemeldir. Yine de burada işçiler işsizlikle değil, daha çok ve daha kötü kalitede işle karşı karşıya kalacaklar. Temizlik ve yemek pişirmekten bebek bakıcılığı ve köpek gezdirmeye kadar, düşük ücretli ve üretkenliği düşük işlerin çoğaldığı bir gelecek hayal edilebilir. Bu durumda, işçiler işe alınmaya devam edecek, ancak neredeyse hiçbir gerçek değeri olmayan işlerde çalışacaklar.
Teknolojinin kendisi, işçilerin çıkarlarına zarar verecek şekilde iş olanaklarını genişletmek için zaten kullanılıyor. Amazon’un Mechanical Turk ve TaskRabbit gibi modern istihdam platformlarını ele alın. Teknolojinin olanaklı kıldığı bu platformlar, kapitalist işverenlerin işleri kendi içlerinde üstlenmelerine kıyasla daha düşük maliyetle dışarıdan sağlamalarını mümkün kıldı. Mevcut iş kanunlarını ve sosyal korumaları bypass eden işler yaratıldı. Kapitalist işverenler, uzaktan ve herhangi bir resmi iş sözleşmesi olmaksızın işe alarak, işçilere karşı ahlaki sorumluluklarını göz ardı etme eğiliminde olmuştur (ya da olageldiler). Bunun bir sonucu, istihdam platformlarının daha düşük ücretli, kuralsız ve güvensiz işler yarattığı için eleştirilmesidir (Bergvall-Kåreborn ve Howcroft, 2014). Bunların büyüme ihtimali, işçilere açık olan işin kalitesini daha da aşındırmayı vaat ediyor.
Sözde “gig” ekonominin bir parçası olarak Uber ve Deliveroo gibi firmaların yükselişi, en son teknolojinin daha aşağı işgücü piyasası uygulamalarıyla nasıl birleştirildiğinin bir başka örneğidir. Daha az işçi hakkına sahip tek kullanımlık bir işgücü yaratmak için teknolojinin kullanılması, işe aldıkları pahasına yukarıdaki şirketlerin sahiplerine fayda sağlamıştır. Özellikle, bu durum işçiler için hastalık ücreti, tatil ücreti ve asgari ücret ödenmeden daha uzun çalışma saatleri anlamına gelmiştir. İşçilere “esneklik” sağladığı söylenen “gig” ekonomide çalışmak, işçilerin zorluklarla kazanılmış haklarını aşındırma ve baltalamanın bir aracı haline gelmiştir.
Ayrıca, teknoloji, işyerlerinde çalışanları izlemeyi sıkılaştırmak ve işi yoğunlaştırmak için de kullanılmaktadır. İşçiler artık iş sürecinde eylemlerinin an be an teknoloji tarafından kaydedilmesi ve değerlendirilmesi ile karşı karşıya. Ayrıca, günün her saati “ulaşılabilir” olmayı gerektiren e-mail kullanımı ve dijital planlama biçimleri aracılığıyla işçiler normal iş saatleri dışında izlenme ve çalışma ile karşı karşıya kalırlar (Luce, 2015). Eleştirmenler, çalışanların daha müdahaleci ve yoğun bir çalışma ortamına maruz kaldığı yeni bir “dijital Taylorizm” (Schumpeter, 2015) biçiminin yaratıldığına işaret ediyor. Çalışanlar tarafından giyilebilen ve hatta vücudun içine yerleştirilebilen daha sofistike gözetim teknolojisinin geliştirilmesiyle birlikte, gelecekte işi izlemek ve yoğunlaştırmak için muhtemelen daha geniş bir faaliyet alanı olacaktır. Bu durumda, korku, robotların işin yerini almasından ziyade işin giderek daha külfetli niteliklere sahip robot benzeri bir deneyime dönüştürülmesiyle ilgilidir.
Özetle, hem ana akım hem de radikal perspektiften çalışmanın ortadan kalkışı öngörüleriyle ilgili bir sorun, çalışmanın artışı ile teknolojinin ilerlemesinin nasıl el ele gidebileceğini görememeleridir. Başka bir deyişle, kapitalizmin işi yeniden üretme ve daha az çalışılan bir geleceğe geçişi önleme olanağını gözden kaçırıyorlar. Diğer sorun ise, teknolojinin iş kalitesine yönelik tehdidini ve düşük kaliteli işin teknolojik ilerlemeyle birlikte devam etme ve hatta çoğalma kapasitesini görmezden gelmeleri veya az göstermeleridir. Bu bağlamda “robotların yükselişi” retoriği, kapitalist toplum içinde geliştikçe teknolojinin yarattığı diğer acil sorunlardan dikkatleri uzaklaştıran bir şey haline gelebilir. Sonraki iki bölümde, özellikle teknolojinin –daha az ve daha iyi iş elde etmek için nasıl kullanılacağına ilişkin– politika ve reform konularına dönüyoruz.
Otomasyona cevaplar: İşi kurtarmak mı yoksa reddetmek mi?
Otomasyona ilişkin güncel politika yanıtları, çalışmanın doğası ve rolü, toplumda çalışmanın devam etmesine izin veren koşulları sağlamanın yararı veya aksi yöndeki farklı görüşlerden ilham alır. Aşağıda, literatürdeki iki yaygın konumu vurguluyoruz. Her ikisinin de problemli olduğu tartışılacaktır. İkincisi, çalışmanın ortadan kalkması öngörüsünün ötesine uzanır, işin niceliği ve niteliğiyle bağlantılı olarak teknolojinin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair daha temel sorular ortaya atar.
İlk görüş, işin yok oluşuna yol açan baskılar bağlamında bile çalışmanın niçin sürdürülmesi gerektiğine ilişkin nedenler sunuyor. Bu pozisyonun bir versiyonu çalışmayı özünde “iyi bir şey” olarak görüyor– çalışma performansı, ücret alımının ötesinde insan sağlığı için gerekli görülüyor. Brynjolfsson ve McAfee (2014: 213) bu görüşü temsil etmektedir. Çalışmanın kendisini “faydalı” olarak tanımlıyorlar ve çalışmayı otomasyondan kurtaracak politikalar için çağrı yapıyorlar. Bu, insan yaşamının çalışmayla zenginleştiği ve çalışmanın ortadan kalkmasının toplumda varoluşsal bir krize yol açacağı temeline dayanmaktadır. Bu görüşün bir varyasyonu, çalışmayı tüketimin sürdürülmesi için önemli görmektedir (Ford, 2015: 191). Bu varyant, tüketici harcamalarını yeniden üretmek ve eksik tüketim krizini önlemek için çalışmayı destekler. Otomasyonun yıkıcı etkileri, daha doğrudan, işin çok daha kıt hale geleceği bir dünyada işçileri finansal olarak destekleyen temel bir gelirin sağlanmasıyla karşılanacaktır (Ford, 2015: 256).
İkinci pozisyon karşıt görüştedir, buna göre çalışma insan refahı üzerinde geriletici bir etkide bulunur. Doğrudan bir refah kaynağı olarak çalışma takıntısı, iş dışındaki yaratıcı faaliyetlerin önemsenmediği veya reddedildiği bir yaşamı teşvik ettiği için tehlikeli görülür. İşe kölece bağlılık, iyi yaşanmış bir hayatın işten özgürlüğü ve bol boş zamanı nasıl gerektirdiğini gözden kaçırır (Srnicek ve Williams, 2015: 126: ayrıca bkz. Weeks, 2011). Bu görüş, işin ötesinde yaratıcı faaliyetler için zaman yaratarak çalışmayı reddetmenin (veya “ortadan kaldırmanın“) bir yolu olarak otomasyonu destekler.
Yukarıdaki iki pozisyonun her ikisine de meydan okunabilir. İlki, teknoloji kullanımıyla bağlantılı olanlar da dahil olmak üzere çalışma maliyetlerini ıskalıyor. İşçilerin özgürlüğüne ve işin kalitesindeki artışa katkıda bulunduğu durumlarda çalışma süresini azaltmanın değerini görmede başarısız oluyor. Aslında, tüm işlerin ‘iyi’ olduğu hissi, işçilere maliyeti ne olursa olsun, her türlü işin yaratılmasını haklı göstererek dikkatleri daha az ve daha iyi iş elde etme hedefinden uzaklaştırır. Toplam talepte bir azalmayı önlemek için çalışmanın temel bir gelirle desteklenmesi gerektiği görüşü, çalışma sisteminin olduğu gibi kabul edilmesine yol açar. Aslında temel gelir, tüketime destek olur ve çalışmayı desteklemek için bir araç haline gelir– bu anlamda mevcut durumdan radikal bir kopuş sunmaz, daha çok işçileri aynı çalışma-tüketim döngüsüne yönlendirir. Temel geliri savunan Ford (2015: 265–66), bunun büyümeyi desteklemek için tasarlandığı ve kapitalizmin kendisini reforme etme gibi daha geniş bir amacı olmadığı konusunda nettir. Büyümenin ve aslında kapitalizmin ötesine geçme konusunda Keynes’inki gibi herhangi bir radikal vizyon, bu durumda ortadan kalkar.
Yukarıda özetlenen (çalışmayı reddetmenin faydasını vurgulayan) ikinci pozisyonun işin kalitesinde ilerleme ihtiyacı ve olasılığını ihmal ettiği görülebilir. Uzun vadeli bir hedef olarak işten tasarruf etme takdire şayandır ve desteklenmeye ihtiyacı vardır (aşağıya bakınız). Ancak iş gelecekte de devam edeceği için şu anda işin kalitesini yükseltecek önlemleri desteklemek de bir görevdir. Post- (veya ‘anti’-) çalışma pozisyonları çalışmanın ortadan kalkmasını kesin olarak kabul eder ve çağdaş işyerlerindeki –örneğin daha güçlü sendikalara ve iş yasalarına ihtiyaç gibi– işçilerin işte daha iyi sonuçlar elde etmelerini destekleyecek değişimi küçümseme eğilimindedir. Yukarıda açıklandığı gibi teknolojinin çalışmanın kalitesini bozma ve zayıflatma eğilimi göz önüne alındığında, bu tür bir değişim özellikle önemli görülebilir.
Başka bir konu daha vurgulanabilir. Bu, teknolojiyi sadece çalışma süresini kısaltmak için değil, aynı zamanda çalışmanın niteliksel içeriğini geliştirmek için kullanma fikri ile ilgilidir. Yukarıda belirtildiği gibi, Marx’ın daha iyi bir gelecek vizyonu yabancılaştırıcı olmayan bir faaliyet olarak çalışmanın iyileştirilmesini gerektiriyordu ve bu kısmen teknolojinin kullanımıyla ilgili görüldü. Bazı modern post (veya ‘anti’) çalışma perspektiflerinin, çalışmanın nasıl olumlu ve tatmin edici bir faaliyete dönüştürülebileceğini ve otomatize edilmiş geleceğe dair radikal bir vizyonun hem daha fazla boş zamanın hem de daha yüksek kalitede işin elde edilmesini nasıl içerebileceğini belirsizleştirdiği iddia edilebilir.
İşin geleceğini yeniden hayal etmek: Daha az ve daha iyi çalışma için durumu yeniden ifade etmek
Yukarıdaki tartışma temelinde iki çıkarsamada bulunulabilir. Bunlardan biri, günümüzde çalışmayla ilgili sorunların üstesinden gelme ihtiyacıdır. Bu sorunlar arasında düşük ücret, iş güvencesizliği, uzun çalışma saatleri (burada ‘mesai saatleri dışında’ çalışmanın artması bir sorundur), daha fazla izlenmekle ilgili özerklik eksikliği, çalışma hayatının stres ve gerginlikleriyle bağlantılı fiziksel ve ruhsal hastalıklar vardır. Yukarıda tartışıldığı üzere, teknolojinin belirtilen sorunları azaltmadığı, aksine arttırdığı açıktır. İşçilerin çalışma hayatındaki hak ve çıkarlarını destekleyecek yeni düzenlemelere ihtiyaç vardır. Politik müdahale için bir alan, Uber gibi şirketlerde kendi hesabına çalışanların statüsüyle ilgilidir. Bu kişilere, normal işçilerle aynı hakları ve korumaları sağlamak olumlu bir hareket olacak ve eğer sendikaların güçlendirilmesiyle birleştirilirse, ‘gig’ ekonomide çalışanların maddi koşullarının güçlendirilmesine yardımcı olacaktır (Friedman, 2014). Böyle bir müdahalenin ötesinde, çalışma saatlerini refah, çevresel ve ekonomik gerekçelerle kısaltmak için güçlü bir zemin vardır ve bu otomasyonun yapabileceği şeylerden bağımsız olarak böyledir (Coote ve diğerleri, 2010).
İkinci düşünce, çalışmanın geleceği ve otomasyonun bu gelecekteki rolüyle bağlantılıdır. Burada alınan pozisyon otomasyonun toplumdaki çalışmayı azaltmanın bir aracı olması gerektiğidir. Özellikle de çalışma süresinin kısaltılmasına ve işin nüfus içinde daha eşit bir şekilde dağıtılmasına izin verecek şekilde kullanılmalıdır. Bu ikinci açıdan, bazıları için fazla çalışma ve bazıları için ise işsizliğin mevcut olduğu anormal durumun üstesinden gelmeye yardımcı olacaktır. Ortalama çalışma süresini azaltarak mevcut nüfus içinde işleri daha eşit şekilde paylaşmak, çok çalışanların daha az çalışmasını ve hiç çalışmayanların bazı işlere katılmasını sağlayacaktır. Ek olarak, otomasyon insanların çalışmayı bir tatmin kaynağı olarak deneyimlemesine de olanak sağlamalıdır. Otomasyon, angarya işi azaltarak ve çalışmada yaratıcı faaliyetler için fırsatları genişleterek işin kalitesine katkıda bulunmalıdır. Bununla birlikte, teknolojinin işi azaltma ve kalitesini iyileştirme kapasitesi hakim mülkiyet ilişkilerine meydan okumaya bağlı görülebilir– aslında, bunun üretimin demokratikleşmesi ve bir ortak veya kolektif mülkiyet sistemine geçişi gerektirdiği görülebilir. Bu tür koşullar, işçileri işsiz bir gelecekte desteklemek için gelirin yeniden dağıtımına olanak tanıyacak ve işçilerin refahlarını artıracak şekilde çalışmalarını sağlayan iş organizasyonu biçimlerinin yaratılmasına temel oluşturacaktır.
Yukarıdaki pozisyon, Brynjolfsson ve McAfee (2014) ve Ford (2015) gibi yazarların duruşuyla keskin bir karşıtlık oluşturuyor. Ford mülkiyet sorunlarından kaçınır ve yerine statükoyu koruyan politikalar önerir. İşin kendisi uğruna ya da tüketimi desteklemenin bir yolu olarak çalışmayı “kurtarma” üzerindeki odaklanmaları boş zamanı genişletmek için tasarlanmış reformların reddedilmesi pahasınadır. Ayrıca, teknolojinin ileri amaçlar için kullanımındaki kapitalist mülkiyetten kaynaklanan sınırları ihmal ederler. Kapitalist işverenlerin teknolojinin çalışma süresini kısaltmak için kullanılmasına karşı direnme yolları ve işçilerin zayıf pazarlık gücünün teknolojiden elde edilen kazançların -daha kısa çalışma saatleri de dahil olmak üzere- daha adil dağılımını nasıl engelleyebileceği göz ardı edilmektedir.
Srnicek ve Williams (2015) kapitalizmin ötesine geçen reformlar ileri sürüyorlar. Ancak, çalışmayı esasen refahın düşmanı olarak gören argümantasyon tarzları tarafından engelleniyorlar (ayrıca bkz. Weeks, 2011). Çalışmayı kaçınılması ve aslında ortadan kaldırılması gereken bir faaliyet olarak resmetmeleri bakımından, pozisyonları Keynes ve diğer ana akım iktisatçılarınkine benzer. Niyetleri öyle olmamasına karşın çalışmanın maliyetleri ile kapitalizmde beliren çalışma biçimi arasındaki bağı belirsizleştiriyorlar. Sonuç olarak, üretimin organize edilme ve kontrol biçimini değiştirerek çalışmanın maliyetlerinin üstesinden gelme olasılığını kaçırıyorlar. Kısacası, çalışmanın “ortadan kaldırılması” üzerindeki vurgu daha iyi çalışma koşullarının dile getirilmesini engelliyor.
Yukarıdaki argüman, işi ‘yüceltme’ girişimi değil (Srnicek ve Williams, 2015: 126), daha ziyade mülkiyet ilişkilerindeki değişiklikler yoluyla çalışmanın yabancılaşmasına karşı mücadele olasılığını kabul etmektir. Bu, Srnicek ve Williams (2015: 146-48) tarafından dile getirilen teknolojinin “yeniden amaca uygun hale getirilmesi” ile ilgili argümanın geliştirilmesi, yani, teknolojinin işçilerin çıkarlarını yansıttığı ve temsil ettiği koşulları yaratma sorunudur. Teknolojinin demokratik kontrol altına alınmasıyla, çalışmanın, aynı şekilde boş zamanın özgürleştirildiği ve kendini gerçekleştirmenin iş ve iş dışında sağlandığı bir konuma ilerlemek mümkündür.
Belirtilmesi gereken önemli bir nokta, teknolojinin acımasız ve amansız tarzda çalışan tarafsız bir güç olmadığıdır. Daha ziyade, üretim politikaları ve aldığı biçimler tarafından şekillendirilir -çalışma içinde ve dışında insanların yaşamlarını iyileştirme kapasitesi- içinde bulunduğu mülkiyet ilişkilerine bağlıdır. Kapitalizmde, üretimin eşitsiz mülkiyeti teknolojiyi kısıtlar ve hem çalışma süresini kısaltmak hem de işin kalitesini yükseltmek için kullanımını sınırlar. Bu durumda, toplum teknolojiyi daha az ve daha iyi çalışmak için kullanmak istiyorsa, işyerinde demokrasiyi benimsemesi ve işçilerin üretim üzerindeki mülkiyet haklarının genişletilmesi gerektiği ileri sürülebilir. İşçilerin sesini ve gücünü artırmak, teknolojinin sermaye sahiplerine toplumun geri kalanı pahasına fayda sağlayan sonsuz tüketim ve üretim için israf edilmesi yerine insani hedefler için kullanılmasını sağlamaya yardımcı olacaktır. Kısacası, teknolojinin faydalarının kullanımı ve tahsisi konusunda işçilerin demokratik söz sahibi olduğu yeni çalışma organizasyonu biçimleri yaratma fikri, pozitif sosyal değişime odaklı bir politika ve siyasi gündemi harekete geçirmek için kullanılmalıdır.
Sonuç
Şimdi otomasyon tartışmasına yeni bir ilgi var. Yeni dijital ve robotik teknolojilerdeki ilerlemenin, daha az çalışma gerektiren bir geleceğe yol açacağı iddia ediliyor. Tarih, otomasyon yoluyla işin ortadan kalkması yönündeki tahminleri çürütmüşken, bu sefer farklı olacağı ve çalışma günlerinin sayılı olduğu tartışılıyor. Özellikle, entelektüel ve politik yelpazenin farklı konumlarındaki yazarlar çalışmanın ortadan kalkması olasılığını benimsiyor. Bazıları işsizlik ve eşitsizlik üzerindeki olumsuz etkilerden endişe duyarken, daha radikal sesler çalışmanın ötesine geçme ve bir boş zamanlar dünyasının yaratılması için yeni fırsatlar görüyor. Ancak her iki yaklaşımda da gelecekte işin azalacağına ilişkin bir güven söz konusu.
Bu makale, işin otomasyonu ile ilgili endişeleri ele aldı. Ekonomik ve sosyal düşüncede otomasyon aracılığıyla işten kurtulma fikrinin varlığını göstererek işe başladı. Yukarıda gösterildiği gibi, Marx ve Keynes, teknolojiden yararlanma yoluyla çalışma süresinin azaltılmasının iki önde gelen savunucusu olarak öne çıkıyor. Yine de, insanlığı işten özgürleştirme vizyonu tam olarak gerçekleştirilmedi. Kapitalist ekonomilerde ortalama çalışma saatleri düşerken, bu düşüş üretkenlik artışına nazaran zayıf kaldı. Daha genel olarak, teknolojideki hızlı ilerlemeye rağmen çalışma insan yaşamına egemen olmaya devam etti.
Makale, daha az çalışmanın önündeki aynı engellerin gelecekte de varlığını sürdüreceğini göstererek, çalışmanın ortadan kalkmasıyla ilgili tahminleri baltalıyor. Aslında, teknolojideki gelişmeler büyük olasılıkla insanların yapması için daha fazla iş yaratacaktır. Bu, kapitalizmin teknolojiyi çalışmayı sürdüren ve çoğaltan şekillerde kullanma kapasitesini yansıtır. Teknoloji kapitalist toplumsal ilişkiler altında gelişirken, işçileri işte tutma ve boş zamanın uzatılmasını engelleme eğilimi de var olacaktır.
Teknolojiyle ilgili kaygının, iş hacmi üzerindeki etkisinden ziyade iş kalitesi üzerindeki etkisi ile ilgili olduğu ileri sürülmüştür. Yeni dijital teknolojiler halihazırda daha kısa süreli, güvencesiz ve sömürülen bir işgücü yaratmak için kullanılmaktadır. Gelecekteki yaygın kullanımları daha fazla işçiyi daha kötü nitelikli işlerde çalıştırma yönünde tehdit oluşturuyor.
Sorun teknolojinin kendisi değil, onun kapitalizm altında kullanılmasıdır. Teknolojinin kâr için kullanımına yönelik eğilim, özellikle, işçilerin iş yükünü azaltmak ve işin niteliksel içeriğini geliştirmek için teknolojiye güvenemeyeceği anlamına gelir. Daha az ve daha iyi işi güvence altına almak için tek umutları, teknolojinin kapitalist işverenlerin doğrudan kontrolünden kurtulduğunu görmektir. Yukarıda vurgulandığı gibi ve Marx’ın argümanlarına uygun olarak, –doğal olarak daha çok faydalı çalışmayı teşvik ederken daha fazla boş zamanı destekleyen– daha insancıl bir çalışma ortamı arayışı, teknoloji kullanımı üzerinde gücü işçilere veren mülkiyet değişikliklerini gerektirir. Çalışmanın azaldığı ve aynı zamanda nitel anlamda da geliştirildiği otomasyona dayalı bir gelecek hayal etmek ütopik değildir; ancak, böyle bir gelecek için toplum özellikle işçi mülkiyetine geçişi içeren radikal bir dönüşümden geçmelidir.
Kaynaklar
Acemoglu, D. and P. Restrepo (2017), ‘Robots and Jobs: Evidence from US Labor Markets’, NBER Working paper no. 23285.
Bergvall-Kåreborn, B. and D. Howcroft (2014), ‘Amazon Mechanical Turk and the Commodification of Labour’, New Technology, Work and Employment 29, 3, 213–223.
Brynjolfsson, E. and A. McAfee (2014), The Second Machine Age: Work, Progress, and Prosperity in a Time of Brilliant Technologies (New York: Norton).
Coote, A., J. Franklin and A. Simms (2010), 21 Hours: Why a Shorter Working Week can help us All to Flourish in the 21st Century (London: New Economic Foundation).
Cowling, K. (2006), ‘‘Prosperity, Depression and Modern Capitalism’, Kyklos 59, 3, 369–381.
Ford, M. (2015), The Rise of the Robots. Technology and the Threat of Mass Unemployment (London: Oneworld).
Frey, C. and M. Osborne (2015), Technology at Work (Oxford: Citi GPS).
Frey, C. and M. Osborne (2017), ‘The Future of Employment: How Susceptible are Jobs to Ccomputerisation?’, Technological Forecasting and Social Change 114, 254–280.
Friedman, G. (2014), ‘Workers without Employers: Shadow Corporations and the Rise of the Gig Economy’, Review of Keynesian Economics 2, 2, 171–188.
Friedman, B. (2017), ‘Work and Consumption in an Era of Unbalanced Technological Advance’, Journal of Evolutionary Economics 27, 2, 221–237.
Golden, L. (2009), ‘A Brief History of Long Work Time and the Contemporary Sources of Overwork’, Journal of Business Ethics 84, 2, 217–227.
Gorz, A. (1985), Paths to Paradise: On the Liberation from Work (London: Pluto Press).
Green, F. (2006), Demanding Work. The Paradox of Job Quality in the Affluent Economy (Princeton: Princeton University Press).
Haldane, A. (2015), ‘Labour’s share’, Speech at the Trades Union Congress, London 12th November 2015. http://www.bankofengland.co.uk/publications/Documents/speeches/2015/speech864.pdf (accessed 30 September 2017).
Hermann, C. (2014), Capitalism and the Political Economy of Work Time (Abingdon: Routledge).
Hunnicutt, B. (1988), Work without End: Abandoning Shorter Hours for the Right to Work (Philadelphia: Temple University Press).
Huws, U. (2014), Labor in the Global Digital Economy (New York: Monthly Review Press).
James, D. (2017), ‘The Compatibility of Freedom and Necessity in Marx’s Idea of Communist Society’, European Journal of Philosophy 25, 2, 270–293.
Keynes, J. (1930), ‘Economic Possibilities for Our Grandchildren’, in J. Keynes (ed.), Essays in Persuasion (London: Norton), pp. 358–373.
Lafargue, P. (1893), The Right to Be Lazy: Being a Refutation of the “Right to Work” of 1848, translated by Harriet E. Lothrop (New York: International Publishing).
Luce, S. (2015), ‘Time is Political’, Jacobin Magazine. https://www.jacobinmag.com/2015/07/luce-eight-hour-day-obama-overtime/ (accessed 30 September 2017).
Maddison, A. (2001), The World Economy: A Millennial Perspective (Paris: OECD).
Marx, K. (1976), Capital, Vol. 1 (London: Penguin).
Marx, K. (1978), ‘Critique of the Gotha Plan’ in Tucker, R. (ed.), The Marx-Engels Reader (New York: Norton), pp. 523–541.
Marx, K. (1992), Capital, Vol. 3 (London: Penguin).
Mason, P. (2015), Postcapitalism. A Guide to Our Future (London: Allen Lane).
Nyland, C. (1986), ‘Capitalism and the History of Work-Time Thought’, British Journal of Sociology 37, 4, 513–534.
Russell, B. (1932), ‘In Praise of Idleness’, in B. Russell (ed.), In Praise of Idleness and Other Essays (1935) (London: Unwin), pp. 11–25.
Sayers, S. (2005), ‘‘Why Work? Marxism and Human Nature’, Science and Society 69, 606–616.
Schumpeter, (2015), ‘Digital Taylorism’, The Economist, 12th September. http://www.economist.com/news/business/21664190-modern-version-scientific-management-threatens-dehumaniseworkplace-digital (accessed 30 September 2017).
Skidelsky, R. and E. Skidelsky (2012), How much is enough? Money and the Good Life (London: Penguin).
Spencer, D. A. (2009), The Political Economy of Work (Abingdon: Routledge).
Spencer, D. A. (2014), ‘Conceptualising Work in Economics: Negating a Disutility’, Kyklos 67, 280–294.
Spencer, D. A. (2017), ‘Work in and beyond the Second Machine Age: The Politics of Production and Digital Technologies’, Work, Employment and Society 31, 142–152.
Srnicek, N. and A. Williams (2015), Inventing the Future. Postcapitalism and a World without Work (London: Verso).
Weeks, K. (2011), The Problem with Work: Feminism, Marxism, Antiwork Politics, and Postwork Imaginaries (Durham: Duke University Press).
[1] Spencer, D. A. (2018) “Fear and hope in an age of mass automation: debating the future of work”, New Technology, Work and Employment, 33, 1–12.