Burak Bağçeci
Kapitalizmin tekelci döneminde bilimsel projelerin kapsamının olağanüstü büyümesi, bilimsel etkinliğin giderek daha fazla toplumsallaşması, büyük bilimsel projeler için devletlerin kamu kaynaklarından devasa bütçeler ayırması ve bilimsel etkinliğin sonuçlarının günlük hayatlarımızı artık daha doğrudan ve hızlı etkiliyor olması, 20. yüzyıldan itibaren halk kesimlerinin -kimi zaman kuşkucu biçimlerde- bilimsel tartışmalara ve bilim politikalarına olan ilgisinin büyümesine yol açtı. Özel olarak da doğal felaketler, dönemsel olarak bilimi kamuoyunda daha kapsamlı ve popüler tartışmaların konusu haline getiriyor. Bilim ve toplum arasındaki bu “yakınlaşma” tek başına olumlu gibi gözükebilir. Ancak bunun gerçekleşme biçimi yapısal sebeplerden ötürü genellikle oldukça sorunlu. Örneğin yakın tarihte yaşanan Kovid-19 pandemisi ve 6 Şubat 2023 Maraş depremlerinde de görüldüğü üzere, bilimin medya kanallarında konu edilme biçimi genellikle oldukça didaktik bir “akıl verme” örüntüsünü takip ediyor. Bu yaklaşım bilimi kerameti kendinden menkul bir güçmüş gibi görüyor.
Özellikle 6 Şubat depremlerinden sonra böylesi tartışmaların hem sürdürülme biçimi hem de içeriği oldukça radikalleşerek popülerleşti. Birçok bilim insanı “bilimin yolundan yürünmesi” için toplum kesimlerini ve politikacıları muhatap alarak dil döktü. Akla ilk gelen isim Celal Şengör. Yalnız değil, zaten popüler bir çizginin temsilcisi, ama belki de en popüler ve en ileriden temsilcisi. Hatırlamak gerekirse, Şengör’e göre, depremin yarattığı yıkım bilime yeteri kadar değer verilmediği için olmuştu. Kendi alanlarındaki başarılarıyla anılan bilim insanlarının çoğu da aynı ön kabulleri aktarmayı ve çağrılar yapmayı sürdürdü. Celal Şengör’ün yeniden ürettiği klasik anlatıya göre, 6 Şubat depremlerinde yaşanan yıkımın sebebi ülkeyi cehaletin yönetmesi. Böylece karşımızda gerek depremin gerekse bilimin kendisinin bütün toplumsallığının dışına çıkarıldığı bir söylem yığını duruyor. Uzmanlar ise, adeta ilahi bir mesajı topluma aktarmaya çabalayan bir peygamberi andırıyorlar. Bilimin sözünü dinlememiz gerektiğine göre, bilimin sonuçlarını, ama yalnızca sonuçlarını bize gösteren uzmanlara da koşulsuz şartsız kulak vermemiz gerekiyor, buradaki resme göre. Bu resimdeki sorunlu yapıyı tartışmaya, böylesi bir bilim insanı algısına daha dikkatli bakarak başlayalım.
Popüler bilim anlatısında bilim insanı temsili
Bir bilim insanını gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Çoğumuzun aklına popüler kültüre ait bir imge ve onun çağrışımları gelir: Dağınık saçlar, kötü bir giyim, tikler, garip davranışlar… Konuşmasından kolayca anlaşılabileceği üzere sosyal becerileri düşük. Neden önemli biri olduğu bilinmese, herkesin peşinen deli diyeceği biri. Bu topluma ait değil gibi, nitekim yaptığı işi yapabiliyorsa bizden biri olmasa gerek. Sıradan insanın değerlerinden, ilgilerinden, istek ve arzularından çoktan vazgeçmiş, daha çocukluğunda bir garip olduğu fark edilmiş, kendini bir tek yüce amaca adamış. Üstelik bizde olmayan bir şeylere, hiç değilse doğuştan gelen bir üstün zekaya sahip olmalı ki, sıradan insanın anlamaya mahir olmadığı meseleleri anlayıp biz sıradan olanlara anlatabilsin. Dolayısıyla sözlerine koşulsuz kulak vermemiz gereken biri. Halbuki toplumun normalinden bu kadar sapmış duran bir kimliğin toplumsal varlığına ontolojik bir üstünlük atfetmenin kendisi çelişik bir tutum, nitekim kendisinde hem deliliğe varan bir gariplik sezdiğimiz hem de sözlerin en kıymetlisinin ağzından çıktığına inandığımız bir kimlik nasıl gerçek olabilir?
Kendisi belirli bir soyutlama düzeyini yansıttığına göre her temsil, bir düzeyde karikatürize olma potansiyeliyle varlık kazanır. Ancak bilim insanı temsiline dair bu karikatürün kendisinin ve dolayısıyla çelişik doğasının çok daha başka yerlerde ve derinde kök salmış olması, bu yazının konusu. Her filmde, her kitapta, her anlatıda kendini tekrar eden ve gerçekliği olmayan bu bilim insanı temsiliyle bilimin kendisinin temsili arasındaki örtüşme, bir noktaya işaret ediyor nitekim. O nokta, popüler kültürde kendini durmadan tekrar eden ve ortak hafızamızda imgeleşen bu bilim insanı temsilinin, hâkim bilim anlayışı tarafından şekillendirildiği gerçeğidir. Öyle ki, eğer bilim aşkın bir etkinlikse, bunun doğal sonucu, bilim insanının da bir nevi aşkın bir varlık olarak kabul edilmesi ya da aynı anlama gelecek şekilde, onun eylemlerinin insani varlığının yadsınmasıyla denk olarak kabul edilmesidir.
Hâkim bilim anlayışı
Bu aşkınlık iddiasının dayandığı temel nedir? Denilebilir ki, 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar -kendisine karşıt teorik pozisyonlar olsa da- teorik gücünü kesin olarak kabul ettiren, doğal biçimde kabul gören pozitivist bilim felsefesinin yarattığı standart bilim anlayışıdır. Bu bilim anlayışı, artık akademik olarak da farklı ideolojik çerçevelerden gelen eleştiriler ve ampirik çalışmalarla epey zayıflatılmış, sorgulanmaya başlanmıştır. Ancak ondan hala hâkim anlayış olarak bahsediyor oluşumuz, bilimsel kurumlar ve bilimin kamusal temsilleri üzerindeki felsefi ve sosyolojik hegemonyasının sürüyor oluşundan kaynaklanıyor. Öyle ki, pozitivist felsefelerin hâkim olması, hâkim sınıf olan burjuvazinin sınıfsal çıkarlarının bu alandaki tarihsel dışavurumu olarak anlaşılmalıdır, onun egemenliğinin sürdüğü koşullarda bu ideolojik hakimiyetinin sürmesi de olağandır.
Klasik pozitivizmin kendisi bir yana, bugün bilimsel bilgiye ve onun kültürel alanlarına dair hâkim olan paradigmayı tartışırken, bahsedilen pozitivizmin yekpare bir felsefi sistem olmadığı gerçeğini baştan vurgulamak gerek. Belki daha çok bir okul olarak görülebilecek olan pozitivizmin tarihsel gelişimini ve bu okulun içindeki farklı pozitivizm ekollerinin varlığını yadsıma tehlikesine düşmemek için, bahsedilenin, hâkim-standart bilim anlayışı olduğu ve onun da temelinin şu ya da bu biçimde pozitivizme dayandığını vurgulamak en azından bir çerçeve çizmeye yeter.
Şu hâlde pozitivist bilgi teorilerinin ortaya koyduğu yaklaşım, bilimsel bilginin epistemolojik üstünlüğünü tesis etme misyonunu yerine getirir. Örneğin erken dönem bilgi sosyolojisi, bilimsel bilginin içerik olarak kendine özgü bir doğası olduğunu ve diğer bilgi türleri gibi incelenemeyeceğini kabul ederek, bilimsel bilginin, sosyolojinin dışında bırakılması gerektiğine inanıyordu. Bilimsel etkinliği aşkın bir rasyonalitenin ürünü ya da onun toplumsal yaşamda vücut bulmuş biçimi ve bilimsel bilgiyi de bilgi türleri arasında bir tür anomali olarak görmenin temeli, bilimsel bilginin doğasına dair bu pozitivist teoridir. Modernizm ve burjuva aydınlanmacılığının temel kabulleriyle doğrudan bağlantılı olan pozitivist teoriler, bilimsel bilginin doğal süreçlerin bir yansıması olduğunu, deney ve gözleme dışsal-sosyal etkiler tesir etmediği sürece -ki bilim insanının dikkat etmesi gereken ilk şey budur- sonucunda elde edilen bilginin kesin bir doğruluk değeri taşıdığını iddia eder.
Bilimsel bilginin bilişsel içeriğinin özgünlüğünün nedenine dair farklı yaklaşımlar vardır. Ancak temel alınan, Hans Reichenbach’ın bilimsel bilginin keşif bağlamı ve gerekçelendirme bağlamı arasında yaptığı ayrımdır. Bu ayrımı ortaya koyan Reichanbach, sosyal etkilerin keşif süreçlerine bilim insanlarına etki ettiğini, ama bilimsel bilgiyi saf, evrensel-objektif bilgi yapan şeyin, onun, diğer bilgi türlerinden farklı olarak, tarih-üstü bir pratikle gerekçelendirilmesi olduğunu ifade eder. Gerekçelendirme bağlamında işleyen metodolojinin, bilimsel bilginin evrensel olarak geçerli bir objektiflik ifade etmesinin kaynağı olduğunu, bilimsel bilginin tutarlılığının ve güvenilirliğinin de mantık bilimine bağlı olduğunu iddia ederek[1], kendinden sonra gelenler için önemli bir açıklama bırakır.
Carnap ve Popper’da da bu ayrım temeldir ki, Popper’ın mantıksal pozitivizme en yakınsadığı teorik uğrak burasıdır. Carnap’ın dahil olduğu, Viyana Çevresi diye anılan mantıksal pozitivizm ekolünün gerekçelendirme bağlamına dair tezi, bilimsel yöntemin “doğrulanabilirlik” ilkesine bağlı olduğu fikridir. Mantıksal pozitivizme göre, bilim, deney ve gözlem verilerinin tarafsız bir şekilde ortaya çıkarmaya mahir olduğu doğadaki düzenlilikler üzerinden tümevarım yoluyla yasalar elde etmenin sistematik etkinliğidir.[2] Yani teori, deney verilerinin mantıksal temsilidir. Popper ise, bilim ile bilim olmayan arasındaki sınır çizme probleminde “yanlışlanabilirlik” ilkesini ortaya atar. Ona göre bilimsel teori yanlışlanabilir olmaya açık olmalıdır, buna izin vermeyen “kapalı” sistemler bilimsel değildir.[3]
Bilim felsefesindeki farklı yönelimlerini gördüğümüz bu standart bilim anlayışı, bilgi sosyolojisi açısından da belirleyicidir. Bilim sosyolojisini 1960’lara kadar domine eden Merton’un işlevselci sosyolojisi de, keşif ve gerekçelendirme bağlamları arasındaki bu ayrımı temel alır ve bilimsel bilgiyi değil, bilim topluluğunu sosyolojik bir inceleme nesnesi olarak kabul eder. Ona göre, bilim insanları, otoriteleri ve tarafsızlıkları sorgulanmayan bir elitler grubu oluştururlar ve bu sosyal grubun etkinliğinin özel yanını oluşturan onun normatif değerleri; evrenselcilik, komünalizm, örgütlü şüphecilik ve çıkarsızlık/tarafsızlıktır.[4] Bilimsel camia bir şekilde gerekçelendirilmiş, yani “onaylanmış bilgi” üretmenin araçlarına sahip olmuştur, çünkü Merton da, bilimsel bilginin içeriğinin sosyal etkileşimden tamamen bağımsız olduğu ve bu yüzden bilimin kendisinin objektif ve evrensel bir gerçeği ifade ettiği kabulünü sürdürür. Bu bakımdan Merton’un bilim sosyolojisi de pozitivizm temellidir. Karl Manheim, Werner Stark gibi bilgi sosyologları ise, bu türden bir ayrımın sınırlılıklarını epey zorlasalar da aşmamışlar, bilimsel bilginin içeriğini özel bir durum olarak kabul etmeye ve doğa bilimlerinin yöntem ve kavramlarıyla sosyal tarihin incelenmesi arasında net bir ayrım yapılması gerektiğini vurgulamışlardır. Örneğin, sosyal gelişmelerin bilimsel bilginin içeriğini etkilemediğini söylerken bilim insanının araştırma ilgisini belirlediğini ifade ettiğinde, Stark’ın, en azından bilimin sosyal yönünü de odağına aldığı görülür.[5]
Özetle pozitivizmden şu ya da bu ölçüde etkilenen hâkim bilim anlayışının resmi aşağı yukarı şöyledir: Doğal dünyada bir devinim olsa da, bu devinimin altında yatan ve değişmez tek-biçimlilikler vardır. Bilimsel etkinlik, deney ve gözleme dayalı olarak, gerçeğin bilgisini aynen temsil eden yasalar takımı ortaya çıkarır. Bilimsel bilgi, gözlemcinin niyet ve değerlerinden etkilenmez, saf, evrensel-objektif bir gerçekliktir. Ancak, bilimsel etkinliğin nesnesi olan gerçeklikle kurduğu ilişki açısından deney ve gözlemin rolünü abartan böylesi bir yaklaşım, bilimsel etkinliği oldukça dar, sınırlı parçalarda hareket eden, bağlam ötesi bir halde anlamak ve ona topluma yabancı bir güç rolü atfetmek demektir.
Bilimin toplumsal bağlamına dair
Fakat bilimsel etkinliğin kapitalizm koşullarında görülmemiş biçimde toplumsallaşması ve sonuçlarının toplumsal etkileriyle hiç olmadığı kadar karşı karşıya gelinmesi, bu “yabancı” gücün toplumsal bağlamının daha güçlü sorgulanmasına yol açmıştır. Bilim felsefesi ve sosyolojisinin içeriği ve biçimini domine ederek şekillendiren pozitivist bilgi teorilerine karşı en ciddi itirazlardan biri Thomas Kuhn tarafından yapılmıştır. Kuhn, özellikle Popper ile polemik halinde, bilimin gelişimine dair hâkim olanın ötesinde bir tarih yazımı geliştirir. Ona göre, bilimdeki teori seçiminde evrensel, aşkın bir rasyonalite işlemez. Olası teoriler arasında hangisinin seçileceğini belirleyen nötr bir veri setinden bahsedilmez. Bilim camiası arasında teori seçimi süreci 5 ana kritere (doğruluk, basitlik, tutarlılık, verimlilik, kapsamlılık) dayanmaktadır ve bunlar, objektif araçlar olmaktan ziyade öznel faktörler olarak, kültürel değerlerden etkilenmektedir. Nitekim Kuhn’un bilimsel etkinliğe dair açtığı çerçeve, verili koşullarda bilim insanlarının sürdürdüğü faaliyetin bir paradigmanın içinde gerçekleştirildiğidir. Her paradigma belirli ön kabuller, hipotezler, inanışlar içerir ki, örneğin deney ve gözlem de paradigma tarafından belirlenir. Gözlem teori yüklüdür, farklı paradigmaların içindeki bilim insanları farklı gözlemlere yönelebilir ve gözlem verilerini de farklı yorumlar. Buna göre Kuhn, bilim tarihini, deney ve gözlemin bağımsız verilerine dayanan bir birikim süreci olarak değil, paradigma değişimleri olarak kendini var eden devrimci süreçler olarak anlar. Kümülatif bir tarih anlatısının yerine Kuhn, farklı dönemlerin farklı paradigmalarının eş-ölçülemez olduğu fikrine dayanan bir bilim tarihi çerçevesi geliştirmiştir. Mantıksal pozitivizme göre, örneğin, Newton fiziği Einstein fiziğinin bir “özel durumudur”; Kuhn ise, farklı paradigmaları yansıttıkları için birbirleriyle doğruluk ölçütü üzerinden kıyaslanamayacaklarını savunur. Nitekim dünyayı nereden gördükleri ve dolayısıyla kavram setlerinin anlamı farklıdır; kütle, hız, zaman gibi temel kavramlar bile paradigmaya bağlı olarak farklı içerikler taşır.
Özellikle Kuhn’dan sonra bilimsel etkinliğin toplumsal bağlamına ve sosyal yönlerine dikkat çeken tartışmalar, hâkim bilim anlayışının dışında bir bilim ve bilim insanı anlayışının olanaklarını oldukça artırmıştır. Güçlü Program (David Bloor, Harry Collins, Barry Barnes vd.), Aktör-Ağ Teorisi (Bruno Latour, Michel Callon vd.), Sosyal İnşacılık (Wiebe Bijker, Trevor Pinch vd.) gibi teori ve metodolojiler farklı yönleriyle bilim, teknoloji ve toplumun karşılıklı ilişkisine dönük değerli katkılar ortaya koyar.
Ancak eleştirel bir bilim okumasının açtığı bütün olanaklara rağmen, çoğunlukla post-modern bir çizgide hareket eden bu türden yaklaşımların da, örneğin bilimsel bilginin tamamen kültürel bir içerik taşıdığı iddiası gibi aşırı rölativist bir çizgiye savrulabildiği ve bilime olan güvensizliği ve bilinemezciliği teşvik etme riski taşıdığı söylenebilir. Bu da bizi, genel bir modelden, bilimsel bilgiyi ne sosyal düzene ne de doğal dünyaya bağlayan gerekli teorik ve pratik bağıntılardan, bilimsel ilerleme kavramından, ayrımsal değerlendirme kriterinden yoksun bırakır.
Şu hâlde bilime dair bakış açıları, iki uca savrulmuş gözükmekte. Bu, diyalektik materyalizmin aksine sosyal ve doğal gerçekliği tarihselliği ve ilişkiselliği içinde kavrama yeteneğinden yoksun olan bütün sosyal teoriler için aşağı yukarı böyledir. Gerçekliğin belli parçalarını kendi soyutlama düzeyi içinde en doğru şekliyle yansıtabilir, bu kapsamda doğrudurlar da. Ancak gerçekliğin kendisi ilişkisel bir bütündür ve uçlaşan bilim anlayışlarının karşısında Marksizmin teorik üstünlüğü, işte bu noktada, ilişkisel bütünlüğü açıklayabilme kapasitesinde yatar.
Nitekim Marksizmin bilim anlayışı, doğa bilimlerine ve deneysel araştırmaya duyulan güvenin, gözlemlenebilir olgular arasındaki düzenlilikleri mantıksal temsiller olarak ifade etmenin ötesine geçme yeteneğinin ve sosyal koşulların bilimsel araştırma üzerindeki kaçınılmaz etkisi üzerindeki ısrarın bir bileşimidir. Öyle ki Marx ve Engels, doğa bilimlerindeki teorilerin insan zihninden bağımsız nesnel gerçekliğe ilişkin gelişmiş içgörüler sağladığını, nitekim bu gerçekliğin bilinebileceğini ve düşünce dünyamızın bilimsel araştırma yoluyla gözden geçirilebileceğini düşünüyordu. Ancak bu, Marksizm için, mantıksal tümdengelim kuralları kadar genel, tarih ve toplum üstü, eksiksiz bir kurallar kitabı aracılığıyla gerekçelendirilen, yalnızca gözlemsel verilerin belirleyiciliğinde gelişen bir bilimsel yöntem idealini kabul etmek demek değildir. Nitekim Marx ve Engels, bilimsel etkinliğin toplumsal-sınıfsal çıkarlardan kaçınılmaz ve derinden etkilendiği konusundaki ısrarında hem pozitivist-deneyci, kaba materyalist akımlarla, hem de bilinemezci ve idealist felsefelerle aralarına kalın bir çizgi çekmiştir. Dolayısıyla Marksizmin teorik üstünlüğü, aynı zamanda bir bilim felsefesi olarak, şu fonksiyonlarının bir sonucudur: Doğal dünyayı insan zihninden bağımsız nesnel bir gerçeklik olarak görme anlamında materyalisttir. Hareket halinde, süreçsel, gelişimsel olma anlamında diyalektiktir. Olguları yalıtık değil, gömülü oldukları ilişkisel bütün içinde görme ve açıklama açısından radikal biçimde bağlamsal ve ilişkiseldir. Pozitivist veya indirgemeci olmadan deneycidir, akılcı olmayı burjuva rasyonalizmi gibi idealizme savrulmadan sürdürebilir. Böylece bilimsel bilginin aşkın bir evrensel rasyonalite tarafından gerekçelendirildiğini değil, insan pratiğinde sınandığında doğruluk ve geçerlilik kazandığını ortaya koyar.[6] Dolayısıyla Marksizm, yalnızca maddi gerçekliğin ontolojisi anlamında değil, onun bilinebilirliğinin yöntemi konusunda da materyalisttir.
Öyleyse bilim-toplum ilişkisine dair sorunları ve çözüm önerilerini tartışırken hem hakim bilim anlayışının hem de onun post-modernist eleştirisinin eleştirisini kapsayan Marksizmin teorik çerçevesi, var olan sınırlılıkları görmek ve aşmak için bilimin nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair gerçekçi bir çözümü ortaya koyar. Nitekim bilimsel bilginin yalnızca pozitivist kavranışı değil, rölativist kavranışı da onun kamusal temsillerine ve bilimin toplumla nasıl bir ilişki kurması gerektiğine dair sorunlu örüntüler ortaya çıkarır.
Fetişletirilmiş bilimin kamusal görünümleri
Örneğin bu uçlardan biri olan hâkim bilim anlayışının biricik meşru bilgi kaynağı olarak ampirik gözlem, deney ve doğrulamayı vurgulayan felsefi ve metodolojik çerçevesi, birkaç temel teorik sonuç ve kültürel kabul doğurur. Bunlardan biri, bilim ve onun uygulanması anlamında teknik ve teknolojinin[7], her türlü sosyal problemi çözmek için kullanılabilecek rasyonel araçlara dönüşmesidir. Toplumsal alanların dışında varlık kazanan bilimsel bilgi ve teknolojinin çekirdeği, toplumsal tarihi etkileyen, ama ondan etkilenmeyen dışsal bir güç gibi gözükür. İkincisi, bilim, gerçekliği anlamanın özel bir aracı değil, ama adeta ilahi bir şekilde hakikatin kendisi ve biricik biçimi haline gelir.
Bilimsel bilginin pozitivistlerce epistemik otoritesinin tesis edilmesi, dolayısıyla, bilimsel bilginin, diğer bilgi türleri üzerinde ve bilimsel etkinliğin bütün toplumsal yaşam üzerinde adeta bir “üstünlük taslaması” biçimine dönüşür. Bilimin fetişleştirilmesi öylesine egemen bir ideolojik tahakküm biçimini almıştır ki, bilimin (burada kastedilen de doğa bilimleridir) kapsamı dışında kalan bütün sosyal pratikler ve bilgi türleri anlamsız, boş çabalar olarak görülme eğilimindedir. Toplumun kültürel yaşamının kapsamında kalan değer ve pratikler avam ve değersizdir. Siyaset, felsefe, estetik, spor, diyelim ki moda, tüketim alışkanlıkları, popüler kültür, sosyal medyada geçirilen zaman vb. bilimin yüce idealleriyle aynı terazide tartılıp anlamsızlığı kanıtlanması gereken bilgi türleri, alışkanlıklar ve etkinliklerdir. Son dönemde epeyce karşılık bulan “Gençler siyasetle zaman harcamak yerine robot yapın!” söyleminde en kristalize halini alan, bilimcilik diye tarif edilebilecek bu ideolojik konum, Mulkay’ın Manheim’dan aktardığı gibi, burjuvazinin egemenliğinin gelişmesiyle doğrudan bağlantılıdır:
“Burjuvazi sosyal ve politik üstünlük konumuna ulaştıkça, bilimsel bilgi ve bununla ilgili epistemoloji entelektüel yaşama yayılmaya ve egemen olmayı başladı. Sonuç olarak, Mannheim, neredeyse tüm bilgi iddialarının, baskın bilimsel bilgiden türetilen bir epistemolojiye göre ölçüldüğünü savunur.”[8]
Bilimi, kendi başına insanlığın yolunun aydınlatıcı meşalesi ve toplumsal ilerlemenin kaynağı olarak anlamak, dolayısıyla, en başta tartışmaya açtığımız bilim insanlarının toplumdaki rolüne ilişkin dar ve idealize edilmiş bir bakış açısıyla at başı gider. Bilim insanı temsili de idealleştirilir ve onlar yalnızca bilgi arayışına odaklanan nesnel ve rasyonel bireyler olarak tasvir edilir. Sözüm ona bilimin normatif yapısına uygun düşmeyen tutum ve yöntemler baştan elimine edileceği, bu normlara uymayan bir etkinliğin sonucunda üretilen bilgi bilimsel olarak onaylanmayacağı için bilim camiası pirüpak bir şekilde var olmaya devam eder. Bu görüş, bilim insanlarının rasyonel ölçütleri takip eden robotlar değil de, bizler gibi insanlar olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesinin örneklerinden biridir. Halbuki onlar da, kendi önyargılarından, değerlerinden, ideolojik-politik tutumlarından etkilenirler. Üstelik sadece bir toplumun parçası olan tek tek bireyler olarak değil, aynı zamanda, toplumsal bir kategori olan ve dolayısıyla zamansız ve mekânsız var olamayacak olan bir bilim camiasının parçası olarak, bu grubun iç ve dış sosyal dinamikleri tarafından şekillendirilirler.[9]
Bilim-toplum ilişkisinde hâkim paradigmanın sınırlılıkları
Bu resim, sonuçta, bilim-toplum, bilim insanı-cahil kitleler, rasyonel akıl ve irrasyonel tutum gibi kaba ikilikler bırakır önümüze. 6 Şubat Maraş Depremleri sürecinde kamuoyunda daha fazla görünürlük kazanan tartışmalar da bu türden ikilikleri, hâkim bilim anlayışı ve bilim insanı temsilini ve bunlar arasındaki ilişkileri daha berrak şekilde önümüze çıkardı.
Celal Şengör’ün dediği gibi, felaketlerin sonuçları, karşı karşıya olunan yıkımlar, gerçekten bilime yeterince önem verilmediği için mi oluyor? Soruna bu türden bir yaklaşım getirmenin hâkim bilim anlayışının kabulleri tarafından ortaya çıkartıldığını görmüş olduk. Ancak bilim, toplumsal süreçlerden bağımsız olmadığına göre, onun üretim koşulları da, sonuçları da, kapitalist ilişkilerden ve toplumun sınıflı yapısından bağımsız olarak var olmuyor. Dolayısıyla sorun, bilime yeteri kadar önem verilmemesi veya toplumun cahilliği değil, bilimsel etkinliğin verili toplumsal-tarihsel koşullarda hangi sınıfların çıkarı tarafından doğrudan (sermaye sınıfının aktüel çıkarlarına göre bilimsel üretime somut müdahaleleri) veya dolaylı olarak (kapitalizmin eğilimlerine bağlı olarak bilimin gömülü olduğu toplumsal ilişkiler ağı içerisinde varlık kazanması) yönlendirilmesi sorunudur. Dolayısıyla “Bilime kulak verin, her şey bilimin sözünü dinlemediğiniz için oluyor” söylemi Şengör gibi televizyona çıkan neredeyse her bilim insanının temel kabulü olmasına rağmen, depremde de gördüğümüz üzere, başımıza gelen her türden felaket, cehalet, cahillerin yönetimi, bilimden uzaklaşma yüzünden değil bilim ve teknoloji kapitalizmin kâr amacına göre üretildiği için oluyor. Nitekim kimse cahil olduğundan, bilimin önemini kavramadığından alınması gereken önlemleri almamazlık etmiyor. Öncelenen, bir sınıfın çıkarları olduğunda, ne bilim ve teknolojiye ayrılan bütçeler toplum yararına olacak alanlara ayrılıyor, ne de bütçeler kentlerin depreme hazırlıklı hale getirilmesine ve buna uygun bir şehir ve bölge planlanması dikkate alınarak hazırlanıyor.
Örneğin imar aflarını getirenler, depremin ne olduğunu bilmiyor mu? “Depreme dayanıklı” diye sattıkları projeleri depremde yerle bir olan müteahhitler, bilim yerine safsatalara mı inanıyor? Bu inşaatları denetleyen ve onay veren kurumların mühendisleri temel statik ve mukavemet bilgisine sahip olmadıkları için mi bu kararlara imza atıyor?
Sorunun cevabının “hayır” olduğunu görmek çok zor değil. Nitekim bütün bunlar, inşaat şirketlerinden siyasetçilere kadar uzanan bir çıkar ortaklığının son derece bilinçli ve sınıfsal tercihlerine göre şekillendiği için gerçekleşiyor. Daha fazla kâr ve rant motivasyonu, sürekli büyümek zorunda olan sermayenin varlık koşulu olduğu sürece de gerçekleşmeye devam edecek.
Sonuçta, basit önerilerinin neden dikkate alınmadığını bir türlü anlamayarak, kendini paralayan bilim insanlarının naif duyguları, kapitalist gerçekliğin katı duvarlarına böyle çarpıp dönüyor. Halbuki kapitalizmin bilimi sermayenin çıkarlarına tabi kıldığı gerçeği, bu basit önerilerin neden dikkate alınmadığının çok açık bir cevabı olarak karşımızda duruyor. Dolayısıyla bilimi bağımsız ve tarafsız bir etkinlik olarak kavramak, bilim insanlarının toplumdaki rolüne dair aldıkları tutumu da son derece sınırlıyor. Üstelik bilimsel gerçeklere dikkat çekmek için kendini paralama hali bile, -bilim insanlarının niyetleri gerçekten bilim ile toplum arasındaki ilişkiyi kuvvetlendirmek olsa da- genellikle bu niyetin tam tersine hizmet ediyor. Nitekim ortada kapitalizme içkin yapısal bir sorun olduğundan, toplumu “aydınlatma” faaliyeti yürütmenin kendisi, biçim olarak, kendi karşıtına hizmet etme potansiyeli taşıyor. Çünkü bu türden bir bilim-toplum ilişkisi, pozitivist temelinden dolayı, toplumun zaten bilimsel bilgiyi anlama kapasitesine sahip olmadığı ön kabulüne dayanıyor. Dolayısıyla, bilim iletişimi açısından tek yönlü, yukarıdan aşağı, didaktik bir biçimde “toplumu eğitme” görevi ortaya koyuyor. Bu da, bilimin kendisinin değil, onun sonuçlarının halkın anlayabileceği şekilde basitleştirilerek (bilimsel bilgiden popüler bilgiye dönüştürülerek) aktarılması anlamına geliyor. Dolayısıyla, toplumun bilime karşı tutumlarını şekillendiren karmaşık sosyal ve kültürel faktörleri de aşırı basitleştiriyor. Halkın şüpheciliğinin veya bilimsel iddiaların reddinin, genellikle kurumlara güvensizlik, sınıfsal-siyasal koşullar ve kültürel değerler gibi daha geniş toplumsal meselelerin sonucu olduğunu ve bunların da kapitalist ilişkiler tarafından şekillendirildiği gerçeğini görmezden geliyor.
Halbuki toplum, ne kendisine verilen bilgiyi koşulsuz kabul edebilecek, ne de eğitilmesi gereken bir toplam olarak ele alınabilir. Nitekim toplum yekpare bir bütün değildir, farklı sınıflardan ve toplumsal kategorilerden meydana gelir. Dolayısıyla anlamak ve öğrenmek, bu sosyal ilişkiler kümesinin içinde gerçekleşen pratik ve aktif bir süreçtir. Dolayısıyla bilimsel bilginin toplum tarafından anlaşılması da bağlamsaldır.[10]
Öyleyse, sorunun kökten çözümü, ne halkın “eğitilmesiyle” ne de bilimi dinleyen liyakatlilerin devlet yönetimine gelmesiyle gerçekleşebilir. Daha doğrusu, bütün bunlar gerekli olabilir, ama yeterli değildir. Nitekim toplumun ve politikacıların bilim karşısındaki kuşkucu veya reddiyeci tutumu veya toptan ilgisizliği, ne tek başına bilimsel bilginin, ne de toplumun kendi varlığına içkin ve değişmez bir özden kaynaklanmaz. Ya da kamu spotunu andıran bir bilim iletişimi denemesiyle çözülemez. Toplumun, gerçekleştirilen bilimsel bilgi üretimine ve bilimsel tartışmalara aktif katılımının ve denetiminin kamusal mekanizmalarının sağlanmadığı koşullarda bilimin anlaşılması, “değer görmesi” ve bilimin toplum yararına gelişip uygulanması kolay değildir. Dolayısıyla bilimin toplum yararına üretilmesi ve uygulanması, bilimin hem gelişimini sınırlayan ve sermayenin çıkarlarına tabi kılan, hem de kapalı kapılar ardında üretilmesini sağlayarak onu bir “giz” haline getiren kapitalizme karşı mücadeleyi, bilimin özgürce gelişebileceği toplumsal yapının inşa edilmesini gerektirir.
[1] Reichenbach, H. (1961) [1938] Experience and Prediction: An Analyses of the Foundations and the Structure of Knowledge, 5. Baskı, Phoenix Books, The University of Chicago Press, Kanada.
[2] Carnap, R. (1974) An Introduction to the Philosophy of Science, Dover Publications, ABD.
[3] Popper, K. (1972) The Logic and Evolution of Scientific Theory, NDR Radyo Konuşması.
[4] Merton, R.K. (1942) The Normative Structure of Science
[5] Mulkay, M. (2023) [1979] Bilim ve Bilgi Sosyolojisi, Çev. A. Öncel, E.A. Turğuter, 1. Baskı, Fol Yayınları, Ankara.
[6] Engels, F. (2014) [1927] Doğanın Diyalektiği, Çev: Arif Gelen, 4. Baskı, Sol Yayınları, Ankara.
[7] Esasında bu da teknolojinin oldukça dar bir tanımıdır. Teknolojinin üretim ve kullanım bağlamlarını kapsayan daha geniş bir sosyal tanımlama tartışması için bknz. Feenberg, A. (1991) Critical Theory of Technology, Oxford University Press.
[8] Mulkay, M. (2023) [1979] Bilim ve Bilgi Sosyolojisi, Çev. A. Öncel, E.A. Turğuter, 1. Baskı, Fol Yayınları, Ankara, sf. 38.
[9] Bu, elbette nesnel gerçekliğin, hakim bilim anlayışının post-modernist eleştirisinde zaman zaman karşımıza çıktığı gibi, toplumsal ilişkiler tarafından inşa edildiğini veya tamamen kültürel olarak anlam kazandığı anlamına gelmez.
[10] Felt, U. (1999) “Why Should the Public “Understand” Science? Historical Perspective on Aspects of the Public Understanding of Science”, The Public, Science and Technology içinde, M. Dierkes & C. Von Grote (ed.), Harwood Academic Publishers, Amsterdam, 7-38.