| Sinan Birdal
“Katı olan her şey buharlaşıyor.”
Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto (1848)
“Nesneler parçalanır, merkez tutamaz”
William Butler Yeats, İkinci Geliş (1919)
2023 seçimlerinin ardından en çok konuşulacak başlıklar kültür kavgası, kimlik siyaseti ve kutuplaşma olacak. Ağırlaşan geçim koşullarına, yoksullaşmaya ve kamu hizmetlerindeki işlevsizliklere rağmen, Erdoğan’ın tabanını bir arada tutabilmesi, sınıf çelişkilerinin siyaseti açıklamaktaki yetersizliğine kanıt kabul edilecek. Bu yazının amacı, halihazırda siyaset bilimciler, gazeteciler, köşe yazarları, siyasi danışmanlar, düşünce kuruluşları, kamuoyu yoklamaları, siyaset yorumcuları ve siyasetçiler tarafından üretilen, tüketilen ve dolaşıma sokulan hakim tezi eleştirerek, işçi sınıfının nasıl siyasi bir güç haline geleceğine dair tezler geliştirmek. Bunun için öncelikle sosyal bilimlerdeki hakim paradigmanın tartışmasıyla başlayacağım. Bu egzersizin işçi sınıfının siyasetçilerine siyasal söyleme müdahale için katkı sağlayacağını umuyorum.
Merkez-çevreden kültür kavgasına
Önde gelen siyaset bilimcilerden Profesör Ersin Kalaycıoğlu 2018 seçimlerinin ardından Türkiye’ye dair şu tespitte bulunuyor:
“Merkez-çevre arasındaki çatışma ve iktidar kavgası bitti ancak değer yönelimleri, yaşam tarzı farkları ve kimliğe atfedilen değer hala Türk seçmenin oy verme davranışındaki temel belirleyenleri oluşturuyor.”[1]
Kalaycıoğlu’na göre, 16 Nisan 2017 referandumuyla beraber geleneksel, dinsel ve etnik-milliyetçi seçilmiş siyasetçilerden oluşan çevre, laik, modernleştirici, akılcı siyasi ve bürokratik elitlerden oluşan merkezi yendi. Seçim siyasetiyle gerçekleşen elit değişimi eski merkezi yok etti, ancak yeni bir merkez yaratmadı. Böylece merkez-çevre çatışması sönümlenerek bir kültür kavgasına (Kulturkampf) dönüştü.
Kalaycıoğlu’nun tezi ilginç bir dizi soruyu gündeme getiriyor: Kültürel çatışmanın ömrü siyasal çatışmadan daha uzun olabilir mi? Kültürel değişim siyasal değişimden daha yavaş mı gerçekleşiyor? Kültürel çatışma siyasetten ne kadar özerk? Siyasal çatışmanın bitmesine rağmen siyasal davranışı belirlemeye devam eden kültürel çatışma tezinin bir siyaset bilimci tarafından ortaya atılması kendi başına dikkate değer. Sosyal bilimlerde her disiplinin kendi kurumsal varoluşunu, ele aldığı konunun özerkliği iddiasına dayandırdığı düşünülürse, Kalaycıoğlu’nun siyasetin özerkliğinden kültürün özerkliğine, siyaset bilimci Şerif Mardin’den antropolog Nur Yalman’a doğru yönelen bu teorik müdahalesini nasıl yorumlamalı?
Mesele sadece teorik değil aynı zamanda metodolojik. Nitekim Kalaycıoğlu’nun uyguladığı niceliksel metotlar, sanayileşmiş modern toplumlara uygun olduklarını iddia edegeldiler. Dolayısıyla modernlik öncesi, “ilkel toplumları” yorumlamaya yönelik geliştirilen antropolojik metotlar (örneğin etnografi, katılımcı gözlem, sözlü tarih ya da saha bilgisi olarak özetleyebileceğimiz gündelik deneyimler) Kalaycıoğlu’nun tercih ettiği metodoloji tarafından modern kitle toplumunu açıklamakta yetersiz sayılmaktaydı. Oysa Kalaycıoğlu’nun Kulturkampf tezi, tam da niteliksel metotların uzmanlığına giren kültürel değerler ve yaşam tarzı gibi konuların önemini vurguluyor.
Kamuoyu araştırmalarının ve bunlara dayanan siyasi danışmanlığın basiretinin bağlandığı bir dönemde siyaset biliminde de bir kriz yaşanmaması şaşırtıcı olurdu. Siyasal aktörlere yukarıdan kuş bakışı bakan bir sistem analizinden, (aktörlerin gözünden olmasa bile) aktörlerle aynı göz seviyesinde bakan bir sosyal analize geçmek kuşkusuz yeni gözlemler yapma ve yeni tezler geliştirmeye fırsat sunabilir, ancak siyaset bilimindeki teorik ve metodolojik sorunları çözmeyecektir.
12 Mart tezleri
Kalaycıoğlu’nun Amerikan Sanatlar ve Bilimler Akademisi’nin prestijli dergisi Daedalus’un 1973 tarihli ve “Geleneksel-Sonrası Toplumlar” başlıklı sayısında yayımlanan iki makaleye atıf yapması dikkat çekici. Bunlardan birincisi, meşhur merkez-çevre tezinin ilk formüle edildiği siyaset bilimci Şerif Mardin’in (1973) “Merkez-Çevre İlişkileri: Türk Siyaseti İçin Bir Anahtar” başlıklı makalesi; ikincisi ise, antropolog Nur Yalman’ın (1973) “İslam’da Laiklik Üzerine Bazı Gözlemler: Türkiye’de Kültür Devrimi” başlıklı makalesi. Kalaycıoğlu’nun (2022) başlığı Yalman’ın tartıştığı Kulturkampf kavramına Mardin’in anahtar kavram statüsünü veriyor: “Kulturkampf ve Türkiye’de Oy Verme Davranışı: Türk Parti Siyaseti İçin Bir Anahtar?” Kalaycıoğlu’nun izlediği ve siyaset bilimine hakim olan pozitivist epistemoloji maalesef merkez-çevre ve kültür kavgası kavramlarının siyasal düşünceler tarihi içinde eleştirel bir şekilde ele alınmasına ve dolayısıyla teorik bir eleştiriye tabi tutulmasına fırsat vermiyor. Halbuki eldeki teorilerin açıklayamadığı durumlarda, pozitivist epistemoloji dahi teorik eleştirinin gerekliliğini vurguluyor. Buna göre, teorilerin Türkiye’deki siyaseti düzenli ve devamlı olarak bir anomali, bir istisna olarak tanımlaması ve bunun teorilere getirilen eklerle açıklanması (bazen yeni değişkenler, yeni koşullar, dış etkenler ya da yeni parametreler) bir araştırma geleneğini dejenere eder. Böylece teorik çerçeve farklı ve yeni durumlara özgü geçici ek açıklamalarla muhafaza edilir ve tutarsızlıkları hasır altı edilir. Teorik dejenerasyona çözüm bir paradigma değişikliğidir, yani teorinin hem açıkladığı hem de açıklayamadığı olguları açıklayabilen yeni bir paradigmanın inşasıdır.[2] Bugün siyaset biliminde kamuoyu araştırmalarının ve kamuoyundaki siyasi tartışmanın temelini oluşturan paradigma 12 Mart darbesi ertesinde belirginleşti. Bu bir tesadüf değil. Aslında bugünkü siyasal ayrışmaların (cleavages) tümü, 12 Mart darbesine giden süreçte, darbe sırasında ve darbe sonrasında alınan siyasal tavırlar ve bu tavırların ideolojik olarak gerekçelendirilmesine geri götürülebilir. Dahası, kontrgerilla aygıtından sosyalist partilere kadar her siyasal aktörde örgüt ve kadro düzeyinde süreklilik gözlemlemek mümkündür. 12 Mart, günümüz siyasetinin ufkunu çizen kurucu andır.
Merkez-çevre tezinin çıkış noktasını Bülent Tanör’ün “popülist anayasa gelişme tezleri” olarak tanımladığı bir pozisyon oluşturur. Tanör’e göre, bu ortak tezin kökeni Demokrat Parti (DP) hareketine ve çevresine dayanmaktadır. Buna göre, 27 Mayıs 1960’ta iktidar tıpkı Osmanlı’daki gibi Yeniçeri (ordu), medrese ve ulema (üniversite ve yargı) tarafından gasp edilmiştir. “Bu tezlerin birleştirici noktası siyasal ve anayasal gelişmelerimizi, ‘bürokrasi’ adını verdikleri bir tabaka ya da ‘sınıf’ ile ‘halk’ adını verdikleri kesim arasındaki ‘çelişki’yle açıklamalarıdır. Bu şemada, ‘egemen’ ve ‘ezen’ rolünü oynayan ‘bürokrasi’dir.” [Tırnaklar yazara ait].[3] Osmanlı’nın cumhuriyete özgün mirası, siyasal çatışmanın sınıflar değil, devlet bürokrasisi ve halk kitleleri arasında olmasıdır. Bu tez, 12 Mart sonrasında CHP’nin Ortanın Solu’nun askeri darbe karşısında aldığı tavra da ilham kaynağı olmuş ve Ecevit Halkçılığının ideolojik bel kemiğini oluşturmuştur. 1973’te yayımlanan Mardin’in merkez-çevre ve Yalman’ın kültür devrimi teorilerini bu siyasal bağlamda yorumlamak gerekir.
Kültür kavgası ve kontrgerilla
Ecevit’in kasketinde simgeleşen popülizminin 1973 seçimlerinde yüzde 33, 1977 seçimlerinde yüzde 41’le sandıkta elde ettiği zaferler bugünün CHP’si için de bir model oluşturuyor. Ancak CHP’nin halkçılık hamlesinin başarıya ulaşmasının temel koşulunun 12 Mart’tan sonra büyümeye devam eden toplumsal hareketler olduğunu unutmamalı. Özellikle Ortanın Solu kadrolarının DİSK’le kurduğu ilişkinin CHP’nin yükselişindeki rolünün altını çizmeli. Nitekim, Ecevit’in düşüşündeki temel neden bu ilişkinin bozulması oldu. 12 Mart’ı Ortanın Solu’na karşı bir hareket olarak yorumlayan Ecevit’in, 12 Mart operasyonlarında ve işkencehanelerinde ortaya çıkan kontrgerilla konusunda geri adım atması ve 1 Mayıs 1977’deki kontra saldırıdan iki sene sonra 1979’da 1 Mayıs’ı yasaklaması, CHP’yi 12 Eylül’den önce siyasi bir hortlağa dönüştürmüştü. Dağa taşa adı yazılan Ecevit ve DİSK böylece Evren cuntası tarafından kolayca tasfiye edilebildi. Dolayısıyla, Ortanın Solu’nun 12 Mart’a karşı tavrı doğru, lakin devlet ve toplum analizi yanlıştı. Parlamentoda Orgeneral Gürler’e Çankaya yolunu kapatabildi, ama kontrgerillanın toplumsal hareketlere, seçmenine ve kendisine yönelik harekatını engelleyemedi. Günümüzün kültür kavgası da dönemin ajitasyon ve provokasyonlarında nüvelendi. “LGBTci” söyleminin atası “şapkasını kapıya asan komünistler”, “mum söndü” söylemleriydi.
AKP’yi mayalayan Milli Görüş hareketinin kültür kavgasının ilk hamlesi, 1973 yılında CHP-MSP koalisyonunun İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk’ün, Gürdal Dayar’ın cumhuriyetin 50. yılı münasebetiyle ürettiği “Güzel İstanbul” heykelini müstehcenlik gerekçesiyle Karaköy’den kaldırmasıydı. Ancak döneme damga vuran, 1978’deki Malatya, Maraş ve 1980’deki Çorum katliamlarıydı. Anti-komünizm çizgisinde buluşan Ülkücü ve Akıncıların Alevilere karşı giriştiği katliamlar, bugünkü kültür ve kimlik çatışmalarının temel ekseni olarak öne çıkarılan etnik milliyetçilik ve mezhepçiliğin temelini attı. Siyaset bilimindeki hakim paradigma din ve milliyetçilik meselelerini soyut bir değerler ve kimlikler çatışmasına indirgerken, kültür kavgasının bir ayaklanma bastırma stratejisi olarak nasıl işlediğini gözden kaçırıyor.
Toplumsal ayrışma ve siyasi ittifaklar
Hakim paradigma, Seymour Martin Lipset ve Stein Rokkan’ın toplumsal çatışmaların siyasal sisteme nasıl tercüme edildiklerini ele alan 1967 tarihli “Ayrışma Yapıları, Parti Sistemleri ve Seçmen İttifakları: Bir Giriş” başlıklı makalesine dayanır. Bu önemli makalenin eleştirisini burada sunmak mümkün olmayacak, ancak yayımlandığı dönemin bağlamına oturtmak Türkiye’deki merkez-çevre paradigmasının eleştirisi açısından elzem. Nitekim makalenin yayımlandığı 1967 yılında, Türkiye gibi, ABD’de de teorinin üretildiği üniversite sistemine ve siyasal sisteme karşı öğrenci seferberliği yükselmekteydi. Bu seferberlik, McCarthycilik sonrasında, 1950lerin ortasında beliren “uzlaşma döneminde” ABD’deki merkez sola hakim olan New Deal liberalleri için bir şoktu. Lipset ve Rokkan teorik çerçeve olarak Soğuk Savaş’ın modernleşme kuramının temelini oluşturan sosyolog Talcott Parsons’ın entegrasyon modelini esas alırken, 1962’de Tom Hayden tarafından kaleme alınan ve Demokratik Bir Toplum İçin Öğrenciler (Students for a Democratic Society) örgütünün kurucu metni olan Port Huron bildirisi Parsons’ı sert bir şekilde eleştiren C. Wright Mills’e atıf yapmaktaydı.[4] Parsons ve New Deal liberalleri için 1950’lerin liberalizmi, ABD toplumundaki ırk ve sınıf farklılıklarını siyasal topluma entegre edebilmekteydi. Mills’e göre ise, bu yaklaşım, ABD toplumunun bir iktidar elitinin, askeri-sanayi kompleksinin eline geçmiş olduğunu gizlemekteydi.
Aslında 1968 hareketi, Lipset ve Rokkan’ın makalesini mürekkebi kurumadan eskitmişti. Nitekim, bu makale, 1920’lerde oluşan parti sisteminin ve siyasal fayların 1960’larda da devam ettiğini öne sürmekteydi. Amerikan rüyasına ulaşımı en kolay olan üniversite gençliğinin yükselttiği özgürlük talebi, tıpkı Türkiye’deki muadilleri gibi, ABD’deki ana akım siyaset bilimine de (bugüne kadar devam eden) ciddi bir meydan okumaydı: Sistemin entegrasyonu işlememekteydi. Günümüz kültür kavgalarının ana karakteri olan yeni muhafazakarlık, bu meydan okuma karşısında New Deal liberalizmi ve 1930’ların Troçkizminden muhafazakarlığa göç eden aydınların katkısıyla oluştu. Nihat Erim, Doğan Avcıoğlu’nun ofisinden Tağmaç ve Sunay’a ipini kaptıran Gürler-Batur cuntasının bahşettiği Başbakanlık ofisine taşınırken, Nixon da büyük kentlerdeki toplumsal muhalefete karşı Demokrat Parti’den kopan eski liberallere sosyal politika ve aile politikası programı yazdırmaktaydı.[5] Bu siyasi bağlamda Lipset ve Rokkan’ın ayrışma teorisi, 1968’in yarattığı ayrışmaları öngöremeyen bir model olarak belirdi ve çok geçmeden 1968’i maddi geçim sorunlarını aşmış müreffeh bir toplumdaki yeni “post-materyalist” değerlerin ifadesi olarak yorumlayan Ronald Inglehart (1977) tarafından güncellendi. Güncel kamuoyu araştırmaları hala Inglehart’ın değerler araştırması hipotezlerini ve ölçme yöntemlerini kullanmaktadır.
Türk ideolojisi: Biz bize benzeriz
Lipset ve Rokkan modelinin Türkiye’ye uygulanması ise modelde ciddi çarpıtmalarla gerçekleştirildi. Ergun Özbudun, modelin eleştirilerine hak vermekle beraber yine de Türkiye siyasetine uyduğunu öne sürüyor.[6] Ancak Şerif Mardin’in 1973 uyarlamasını esas aldığında Özbudun, Lipset ve Rokkan’ın orijinal modelinden uzaklaşıp, Tanör’ün popülist anayasa tezi adını verdiği düşünceleri tekrarlıyor. Nitekim, Mardin’e göre, merkez-çevre Osmanlı-Türkiye örneğinde, Lipset ve Rokkan’daki gibi coğrafi değil, esasen kültürel bir olgu olarak tanımlanır. Örneğin, küçük tüccar ve esnaf İstanbul’da ikamet etse de çevre olarak kabul edilir. Özbudun bunun coğrafi bir ayrıma denk düştüğünü not edip İstanbul ve taşra ayrımına dikkat çekse de[7], bu düşünceyi takip edip Mardin’i eleştirmiyor. Tersine, Mardin’in saray merkezli bakışına paralel olarak, tarihçiler Gibb ve Bowen’ın 1950’lerde geliştirdikleri ve Osmanlı tarihçiliğinde uzun zamandır aşılmış olan Oryantalist tezleri tespitler şeklinde sunuyor. Böylece, popülist tezlerdeki gibi, Türkiye siyasetindeki ilk ve kalıcı toplumsal ayrışmanın devlet ve reaya (halk) arasındaki ayrım olduğunu iddia ediyor.
Machiavelli ve Montesquieu’ye uzanan ve Doğu toplumlarında tek-adam yönetimi geleneği olduğunu iddia eden Oryantal Despotizm veya Sultanizm tezleri, Genç Osman’ın 1622’de, I. Charles’tan 27 yıl önce Yeniçeri ve ulema tarafından idam edildiğini unutuyor.[8] Tıpkı cumhur kavramını ilk dile getirenlerin Yeniçeriler olduğunu unuttuğu gibi. Aynı tarihyazımı, Batılılaşma ve yukarıdan devrim ikonu olan II. Mahmud’un Bektaşi dergahına bağlı Yeniçerileri ezip, yeni kurduğu ordunun adını Muhammed’in Askerleri koymasını ve Selefizme yaklaşan bir ilmihali dayattığını da görmezden geliyor. Halbuki, Celal Bayar’ın, Ahmet Hamdi Başar’ın Yeniçeriyi Milli Birlik Komitesi, ulemayı da 27 Mayıs Anayasa Komisyonu olarak yorumu doğruysa, halk egemenliğini de sultan temsil ediyor. Bu çarpık tarihyazımının birtakım ön kabuller, ön koşullar veya ek değişkenlerle (halihazırda sorunlu olan) Lipset ve Rokkan’ın modeline eklemlenmesi, sonunda, çevrenin merkezi ele geçirdiği ama merkezleşmediği, tüm iktidarın tek bir adamda yoğunlaştığı ama merkezin olmadığı bir manzaraya götürüyor. Merkezsiz Sultanizm nasıl bir şey ola ki? Çevrenin merkezi işgal ettiği, merkezi merkezden uzaklaştırdığı, ama yeni merkez haline de gelmediği bir anda, merkez-çevre kavramlarının herhangi bir anlamı kalıyor mu? Yön bile tarif edemeyen mekansal kavramları hala teorik bir açıklama için temel kabul etmek nasıl açıklanabilir? Lipset ve Rokkan’ın iki ayrı coğrafi ve işlevsel ayrışma ekseni tarif eden orijinal modeli tarihsel, toplumsal verilere daha uygun açıklamalar sunabilirken, Mardin’in kültürel çevre-merkez modelinde ısrar niye? Sanırım burada, Türkiye’deki hakim ideolojinin, yani devlet ideolojisinin akademik üretime etkisine bakmak gerekiyor. Nitekim, CHP hala Ortanın Solu’nun ötesinde bir anayasal tez geliştirebilmiş değil. Aksine, 2010 referandumunda AKP entelijansiyasının talan ettiği “biz bize benzerizci” popülist anayasa tezlerini paylaşıyor.
Özgünlüğümüz: Soyuta Karşı Somut
Hakim paradigmaya rakip bir paradigma nasıl üretilebilir? Öncelikle, alternatifi, Mills’in “soyutlanmış ampirisizm” adını verdiği epistemoloji içinde aramamalı. Ekonomik değişkenlerin karşısına kültürel değişkenleri koyan bir teorinin çözümü, kültürel değişkenlerin karşısına ekonomik değişkenleri koyan bir teori olamaz. Bunun yerine, ekonomi ve kültürü birbirine dışsal, bağımsız olgular olarak tanımlayan pozitivizmden ziyade, bunları birbiriyle içsel bağlantılı alanlar olarak tarif eden diyalektik bir bakışa ihtiyaç var. İkincisi, alternatifin başlangıç noktası somut durumun somut tahlili olmalı. Aile, mezhep, etnisite, akrabalık soyut değerler sistemi değil, toplumsal iş bölümünü örgütleyen kurumlar; kültür kavgası ise, bu kurumları politik bir silah haline getiren bir kontrgerilla stratejisidir. Üç, Türkiye’nin özgünlüğünü siyasal mücadelede karşılaşılan somut olgular üzerinden tanımlamalı. 68’in önderlerinden Hüseyin İnan’ın idamı beklerken kaleme aldığı 12 Mart tespiti, merkez-çevre modelinin halı altına süpürdüğü siyasi çatışmaları ifşa ederken somut durumu esas alır:
“Zaman zaman AP’nin iktidardan çekilmek için yaptığı çıkışlar, iktidarın farklı çıkar gruplarından işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarını temel alması ve toprak ağası, tefeci, mütegallibeye karşı tavır takınmasıdır… Gerici sınıfların arasındaki çelişki, toprak reformu konusunda önem kazanmış ve neticede toprak reformundan vazgeçildiği gibi, iktidar değişikliğine gidilerek mesele kapanmıştır. Faşist iktidarın politikası, işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarına önem vermesine rağmen, parlamento, iktidarın toprak ağaları, tefeci ve mütegallibe karşısındaki kısmi olumsuz tavrına karşı bu gerici sınıfların tutucu yapısını ve çıkarlarını koruyacak güce sahiptir. Yani, hükümet ve faşist askerî güçlerle parlamento arasında gerici sınıfların çıkarlarını koruma açısından farklılık vardır.”[9] 481-482)
İnan’ın siyasal analizinde ne bürokrasi, ne parlamento, ne de halk eksiktir. Bunların içindeki ve arasındaki ilişkiler dinamik sınıf çıkarları üzerinden açıklandığında, hakim paradigmanın kurguladığı merkez-çevre, devlet-halk gibi soyut ikiliklerin gizlediği sınıf çelişkileri belirginleşir. Politik saflaşmaların, ayrımların somut analizi, yöntem olarak niceliksel metodu dışlamamakla beraber niteliksel metoda hak ettiği değeri verir. Dolayısıyla, dördüncü olarak, siyasal analizde kamuoyu araştırmalarından elde edilen niceliksek veriler yanında etnografik yöntem vazgeçilmezdir, hatta içinde bulunduğumuz anda niteliksel araştırma niceliksel araştırmanın sorularını, konularını, yöntemlerini belirleyen bir konumda olmalıdır. Bu inceleme stratejisi siyasal mücadele açısından en uygun tercih olacaktır. Nitekim, siyasi partiler sahanın bilgisini işleyen toplu karar verme mekanizmaları, teori de sahanın bilgisini somutlaştıran bir araçtır. Kültür kavgasının, kimlik çatışmasının, kutuplaşmanın anahtarı soyut değerler değil, teşkilattır. İşçi sınıfının özgürlük ve eşitlik mücadelesini marjinalleştiren hayali merkezin buharlaşması, merkezsizleşme hakim paradigma için bir krizin, işçi sınıfı için ise bir fırsatın işaretidir. William Butler Yeats’in dizeleriyle:
“Kuşkusuz ki bir vahiy arifesindeyiz;
Kuşkusuz ki İkinci Geliş arifesindeyiz.”
Kaynaklar
Cooper, M. (2017) Family Values: Between Neoliberalism and the New Social Conservatism, Zone Books, New York.
Hartman, A. (2015) A War for the Soul of America: A History of the Culture Wars, University of Chicago Press, Chicago.
İnan, H. (2013) “Türkiye Devriminin Yolu”, Türkiye Sosyalist Solu Kitabı I: 20’lerden 70’lere Seçme Metinler içinde, E. A. Türkmen (der.), 481-482, Dipnot Yayınevi, Ankara.
Inglehart, R. (1977) The Silent Revolution, Princeton University Press, New Haven.
Kalaycıoğlu, E. (2022) “Kulturkampf and Voting Behavior in Turkey: A Key to Turkish Party Politics?”, Elections and Public Opinion in Turkey: Through the Prism of the 2018 Elections içinde, A. Çarkoğlu ve E. Kalaycıoğlu (Der), 122-132, Routledge, Oxon.
Kuhn. T. S. (1970) “Logic of Discovery or Psychology”, Criticism and the Growth of Knowledge içinde, I. Lakatos ve A. Musgrave (der.), 1-24, Cambridge University Press, Cambridge.
Lakatos, I. (1970) “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”, Knowledge içinde, I. Lakatos ve A. Musgrave (der.), 91-196, Cambridge University Press, Cambridge.
Lipset, S.M ve S. Rokkan (1967) “Cleavage Structures, Party Systems, and Voter Alignments: An Introduction”, Party Systems and Voter Alignments. Cross National Perspectives içinde, S. M. Lipset ve S. Rokkan (der.), 1-64. Macmillan, New York.
Mardin, Ş. (1973) “Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics?”, Daedalus, 102(1): 169-190.
Özbudun, E. (2013) Party Politics and Social Cleavages in Turkey, Boulder, Lynne Rienner, Colorado.
Tanör, B. (2010) Anayasal Gelişme Tezleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
Tezcan, B. (2010) The Second Ottoman Empire: Political and Social Transformation in the Early Modern World, Cambridge University Press, Cambridge.
Yalman, N.(1973) “Some Observations on Secularism in Islam: The Cultural Revolution in Turkey”, Daedalus 102(1): 139-168.
[1] Kalaycıoğlu, E. (2022) “Kulturkampf and Voting Behavior in Turkey: A Key to Turkish Party Politics?”, Elections and Public Opinion in Turkey: Through the Prism of the 2018 Elections içinde, A. Çarkoğlu ve E. Kalaycıoğlu (Der), 122-132, Routledge, Oxon.
[2] Kuhn. T. S. (1970) “Logic of Discovery or Psychology”, Criticism and the Growth of Knowledge içinde, I. Lakatos ve A. Musgrave (der.), 1-24, Cambridge University Press, Cambridge ve Lakatos, I. (1970) “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”, Knowledge içinde, I. Lakatos ve A. Musgrave (der.), 91-196, Cambridge University Press, Cambridge.
[3] Tanör, B. (2010) Anayasal Gelişme Tezleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, sf. 107.
[4] Hartman, A. (2015) A War for the Soul of America: A History of the Culture Wars, University of Chicago Press, Chicago.
[5] Cooper, M. (2017) Family Values: Between Neoliberalism and the New Social Conservatism, Zone Books, New York.
[6] Özbudun, E. (2013) Party Politics and Social Cleavages in Turkey, Boulder, Lynne Rienner, Colorado, sf. 6.
[7] Özbudun, Party Politics and Social Cleavages in Turkey, Boulder, sf. 14.
[8] Tezcan, B. (2010) The Second Ottoman Empire: Political and Social Transformation in the Early Modern World, Cambridge University Press, Cambridge.
[9] İnan, H. (2013) “Türkiye Devriminin Yolu”, Türkiye Sosyalist Solu Kitabı I: 20’lerden 70’lere Seçme Metinler içinde, E. A. Türkmen (der.), 481-482, Dipnot Yayınevi, Ankara, sf. 481-82.