| Yusuf Karadaş

14 ve 28 Mayıs seçimleri, ‘Cumhur İttifakı’nın Meclis’te çoğunluğu sağlaması ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını yeniden kazanması ile sonuçlandı. Seçimlerde böylesi bir sonucun ortaya çıkmasının nedenleri hakkında Erdoğan’ın Anayasa’yı çiğneyerek üçüncü defa aday olmasından seçim yasalarının ve YSK’nin yapısının değiştirilmesine; her türlü baskı, tutuklama, provokasyon ve bölücülük üzerinden sürdürülen kara propagandadan seçim hilelerine, palyatif önlemlerle emekçilerin ekonomik beklentilerini canlı tutmaya yönelik hamlelerden ekonomik durgunluğun ve yüksek enflasyonun Avrupa’yı da etkilemesine ve Türkiye’nin böylesi bir konjonktürden ancak Erdoğan’ın liderliği ile güçlü çıkabileceğine dair devasa propaganda aygıtına kadar birçok nedenden söz edilebilir. Elbette buna iktidarın bu hamleleri karşısında burjuva muhalefetin halkı ikna edebilecek bir tutum ortaya koymaktan uzak olmasının ve dahası mücadele eğilimi içindeki halk kitlelerini pasifize etmesinin de rolünü eklemek gerekiyor. Bu konudaki değerlendirmeler için dergimizde yer alan Çetin Akdeniz yazısına bakılabilir.

Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandığı ve Meclis çoğunluğunu ele geçirdiği halde, 2019’daki büyükşehirleri kaybetme tablosunun yanına bu seçimde bir de AKP’nin kalesi olarak adlandırılan kentlerde 8 ila 15 puan arasında azımsanmayacak bir güç kaybı da eklendi. Erdoğan’ın uzun zamandır sürdürdüğü ve ülkeyi yönetmenin bir aracı olarak kullandığı kimlikler üzerinden kutuplaştırıcı/kamplaştırıcı söylemlerin de bir sonucu olarak, madalyonun öbür yüzünde toplumun yarısını karşısına aldığı bir siyasi tablo bulunuyor. Ekonomide ve dış politikada ciddi sorunlarla yüz yüzeyken, iç politikada yaklaşan yerel seçimlerde büyükşehirleri kazanmadan iktidarını sürdürme konusunda zorlanacağı ortada olan Erdoğan’ın, iktidarının en zor dönemiyle yüz yüze olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.

Erdoğan, karşı karşıya olduğu bu zorlu siyasi tabloda dengeleri lehine çevirmek için hangi hamleleri yapacağının ilk işaretlerini seçim “zafer”ini ilan etmesinin ardından gerçekleştirdiği ‘balkon konuşması’nda verdi. Önce İstanbul Kısıklı’daki konutunda halka yaptığı konuşmada “Kaybettiği vekiller sebebiyle herhalde CHP bay bay Kemal’e hesabını soracaktır” ve “Bunlar LGBT’ci” gibi söylemlerle burjuva muhalefet blokunu iç tartışmalara sürükleme ve zayıflatma hedefini ortaya koydu. Ankara Beştepe’deki sarayında yaptığı balkon konuşmasında ise, “Diyarbakır’da 51 Kürt kardeşimizin ölümüne neden olan bu terörist Selo’dur. Adaletin, hak ve hukukun egemen olduğu Türkiye’de sen 51 Kürt kardeşimizin ölümüne neden olan Selo’yu istediğin gibi dışarı çıkaramazsın. Bizim iktidarımızda böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün değildir” sözleriyle “Selo’ya idam” sloganlarını attırarak, Selahattin Demirtaş üzerinden demokrasi güçlerini hedef aldı.

Öte yandan Erdoğan, “Artık seçim dönemine dair tüm tartışmaları ve çekişmeleri bir kenara bırakarak milli hedeflerimiz etrafında bütünleşme vaktidir” diyerek bütün sermaye güçlerine sesleniyor, onlara “güven ve istikrar” vadederek, “Şimdi biz emin adımlarla ilerliyoruz. Güçlü bir ekonomi yönetimini bu iki kavram üzerine kuracağız” diyordu.

Burjuva muhalefeti iç tartışmalara sürükleyerek direncini kırma, sermayenin daha geniş kesimlerini etrafında birleştirecek yeni bir ‘mutabakat’ oluşturma ve emek ve demokrasi güçlerine yönelik saldırganlığı tırmandırarak sürdürme yeni dönemin öne çıkan mesajları oldu.

  1. Burjuva muhalefeti hedef alırken aynı zamanda “birlik”, “bütünlük” mesajlarını vermesi ilk bakışta çelişkili gibi görünebilir. Oysa çelişki gibi görünen şey aynı hedefin iki yüzünü oluşturuyor: burjuva muhalefeti zayıflatarak sermayenin daha geniş kesimlerini etrafında birleştirebileceği mutabakata alan açmak.

Burjuva muhalefetin seçimler öncesinde en güçlü yanı Erdoğan karşısında ‘birleşebilmesi’ idi. Ancak seçim yenilgisinden sonra bu birlik muhalefetin zayıf karnı haline geldi; ‘Millet İttifakı’nın miadını doldurduğu tartışmaları başladı. Haziran ayı sonlarında kongresini toplayacak olan Akşener’in İP’i, “Millet İttifakı’nın bittiği”ni ilan ederek, milliyetçi-şoven söylem ve politikalar üzerinden daha geniş kesimleri etrafında toplama ve önümüzdeki dönemde elini güçlendirme hesabını yapıyor.

Seçimlere CHP listelerinden giren ve alınan oylar bakımından getirisi oldukça tartışmalı olan Babacan’ın DEVA’sı ve Davutoğlu’nun Gelecek Partisi, karşı karşıya oldukları varlık-yokluk sorununu Meclis’te ortak bir grup kurma ve birleşme üzerinden aşmaya çalışıyor.

Kuşkusuz seçim yenilgisiyle ilgili tartışmaların merkezinde Millet İttifakı’nın da kurucu ve birleştirici unsuru olan CHP ve lideri Kılıçdaroğlu bulunuyor. Fakat bu tartışmalar da, CHP’nin politikasının sorgulanması yerine faturanın kimlere çıkarılacağı ve Kılıçdaroğlu’nun parti başkanlığını bırakıp bırakmayacağı üzerine yoğunlaşıyor.

Oysa CHP’nin başını çektiği burjuva muhalefetin bu seçim yenilgisinin en önemli nedeni, ülke tarihinin en büyük ekonomik yıkımlarından birini yaşıyorken bile işçi sınıfı ve yoksul halkın karşısında tekellerin çıkarlarını savunan bir programla çıkmaları ve demokrasi mücadelesi içindeki halk güçleriyle birleşmek yerine milliyetçi-muhafazakâr güçlerle ittifaka yönelerek onları kazanmaya yönelik söylemlere sarılmalarıydı. Dolayısıyla Türk-İslamcı Erdoğan’ı kendi minderinde yenme girişimi olarak değerlendirilebilecek bu strateji, bir kez daha başarısızlığa uğradı.

Bu stratejinin bir devamı olan ve yaşanan başarısızlıkta önemli bir rolü bulunan bir başka politika da işçi sınıfı ve halkın mücadele eğilimi içindeki kesimlerini “provokasyonlara gelmeme” söylemi üzerinden pasifize edilmesi ve emekçi kitlelerin kendi deneyimlerinden öğrenmelerinin önüne set çekilmesiydi. Sandık dışındaki her türlü mücadele alanı ve aracının reddedilmesi, daha en baştan iktidarın hareket alanını genişleten ve elini güçlendiren bir rol oynadı.

CHP’nin başını çektiği burjuva muhalefet, karşılarında ‘olağan’ bir rejim varmış ve ülke olağan koşullarda seçime gidiyormuş gibi bir tutum aldı. Oysa iktidarın seçim hilelerinin önüne geçilebilmesi, devletin her türlü olanağının iktidarın seçimi kazanması için sefer edilmesinin teşhir edilebilmesi ve her türlü baskı ve kara propagandanın boşa çıkarılabilmesinin yegâne yolu halkın geniş kesimlerinin mücadele içine çekilmesiydi. Oysa burjuva muhalefet böylesi bir hareketi kendi platformu için de tehlikeli gördüğü için halkı vaatlerle oyalamaya dayalı bir politik tutum takındı.

Sadece 6 Şubat depremlerinden sonra sergilediği pervasız tutuma karşı stadyumlardan yükselen “Hükümet İstifa!” sloganları sonrasında iktidarın maçlara seyirci alınmasını yasaklama noktasına gelmesi bile, asıl korkusunun ne olduğu gerçeğini çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyordu. Ama CHP’nin başını çektiği muhalefet de bu eğilimi güçlendirmekten ısrarla kaçındı.

Şimdi iktidarın yerel seçimlerde kaybettiği büyükşehirleri yeniden kazanmak için her yolu deneyeceğine şüphe yok.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı İmamoğlu’na, geçen yılın sonunda YSK üyelerine hakaret ettiği gerekçesiyle 2 yıl 7 aylık hapis cezası verilmesi, bu yöndeki siyasi hesapların bir parçasıydı. İktidarın medyadaki sözcülerinden Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi, seçim sonuçlarının muhalefeti dizayn etme etmek için kullanılması hesabıyla bağlantılı olarak İmamoğlu’na verilen cezayla ilgili istinaf mahkemesi daha kararını açıklamamışken, mahkemenin kararı onayladığını ve Yargıtay sürecinin 6-7 ay içinde tamamlanacağını yazdı. Böylece bir yandan İBB üzerinde kayyum korkuluğu sallanırken, öte yandan CHP içindeki liderlik kavgasının kışkırtılması amaçlandı. Daha önce yaptığı çağrılarla (bunu talimat olarak da okumak mümkün) HDP’ye yönelik kapatma davasının açılmasını sağlayan MHP, bu kez dokunulmazlığı kalkan Kılıçdaroğlu’yla ilgili 28 fezlekeyi hatırlatarak, bu fezlekelerin davaya dönüştürülmesi için savcılara çağrıda bulundu.

Gelinen yerde zaten iktidarın emrine girmiş yargı organlarından hukuk ve adalet beklenmeyeceğine göre, CHP’nin “mahkemelerde hesaplaşma”yla sınırlı bir tutum içine girmesi, rejimin işini fazlasıyla kolaylaştıracaktır. Oysa bugün karşı karşıya bulunulan saldırganlığın ne kadar püskürtülebileceğini, mahkemelerden hangi kararların çıkacağını veya hangi hakkın ne kadar kullanılıp kullanılamayacağını bile ortaya çıkacak güç ilişkisi belirleyecektir. Başka bir deyişle toplumun en az yarısının bu rejime itirazlarını görünür hale getirmeden, halk kitleleri hak ve özgürlükler için mücadeleye sevk edilmeden bu saldırganlığın önüne geçmek olanaklı değildir.

  1. Erdoğan iktidarının sermayenin daha geniş kesimleriyle mutabakat arayışının en somut ifadesi, herkesçe Batı sermayesinin “adamı” olarak kabul edilen Mehmet Şimşek’in adeta bir Düyun-i Umumiye memuru gibi Hazine ve Maliye’nin başına getirilmesi oldu. Burjuva muhalefet Hazine ve Maliyenin başına Şimşek’in getirilmesinden “Erdoğan bizim ekonomi programımızı uyguluyor” diyerek kendisine övünç payı çıkarmakla kalmadı, MİT Başkanı Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler’in Milli Savunma Bakanı olmasını da memnuniyetle karşıladı. Erdoğan’ın yeni kabinesi için “Bazıları Davutoğlu kabinesi diye esprisi yaptı” diyen Gelecek Partisi lideri Davutoğlu, aslında farkında olmadan Erdoğan’ın burjuva muhalefeti etkisizleştirme ve burjuvazinin daha geniş kesimlerini kendi politikaları etrafında birleştirme hedefini de ortaya koyuyordu.

Burjuva muhalefet ve ekonomistler Hazine ve Maliyenin başına Erdoğan’ın kendi deyimiyle “Londra tefecileri”nin temsilcisi Mehmet Şimşek’in ve Merkez Bankası’nın da başına ABD’nin finans sektöründe görevler üstlenmiş olan Gaye Erkan’ın getirilmesini “ekonomide akılcı politikalara dönüş” adına alkışlıyor.  Oysa Erdoğan’ın seçimlere kadar ısrarla ekonomide “düşük faiz-yüksek kur” politikasını sürdürmesinin nedeni akılsızlığından kaynaklanmıyordu. Önceki Hazine ve Maliye Bakanı Nebati, bu politikayı “Enflasyonla birlikte büyümeyi tercih ettik. Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor” sözleriyle özetlemişti. Yani yüksek enflasyon nedeniyle işçi sınıfı ve ücretlilerin yaşam koşulları giderek ağırlaşsa da çarkların dönmeye devam etmesi tercih ediliyordu. Bu tercihin arka planında iktidarın seçimleri kazanmasının da önemli nedenlerinden biri duruyordu: işsizliğin kontrol altında tutulması. Çünkü burjuva iktisatçıların “rasyonel” olarak açıkladıkları politika, birçok firmanın rekabet gücünü koruma adına binlerce işçiyi kapı önüne koymasına yol açacak ve iktidarın en çok korktuğu şey olan işçi sınıfının huzursuzluk ve tepkisinin artmasına neden olacaktı ki, iktidar bu politikanın faturasını “seçimlerin kaybedilmesi” gibi ağır biçimde ödeyebilirdi.

Erdoğan, Şimşek’i göreve getirerek Batı sermayesini ülkeye çekmek için onların istedikleri tavizleri vermeye hazır olduğunu gösterdi. Elbette emperyalist tekeller “önce icraatlarınızı görelim” diyeceklerdir. Şimşek de bu gerçeği çok iyi bildiği için, göreve gelir gelmez “Biz küresel sermayeyi ülkemize çekmek için Ortodoks finans politikaları üzerinde çalışmalarımızı sürdüreceğiz” açıklamasını yaptı.

Bu politikanın ne anlama geldiği biliniyor. Bu politikada mali disiplin oluşturma ve enflasyonun kontrol altına alınması adına faizlerin arttırılması ekonominin bir yere kadar soğutulması, talebin azaltılması ve bütçe harcamalarının kısılması var. Başka bir deyişle ücretler düşürülecek ve yatırımlar durdurulacak. Dahası yeni kaynak oluşturma adına ya yeni vergiler konulacak ya da mevcut vergiler arttırılacak. Seçimler öncesinde “Halkın dertlerini çözeceğiz” diyerek oy toplayan CHP’nin vaatlerinin gerçek içeriğini “Şimşek bizim önerilerimizi ve izleyeceğimiz politikayı uyguluyor” tutumunda görüyoruz. Aslında bu durum, seçimden sonra iktidar olması halinde düşük ücret, işsizlik, yeni vergiler gibi işçi sınıfı ve halk karşıtı ekonomi politikalarını uygulamayı hedefleyen burjuva muhalefetin neden ısrarla halkın mücadelesini örgütlemekten kaçındığı sorusunun da yanıtını veriyor.

Özellikle faizlerin arttırılması sonrasında rekabette zorlanmaya başlayacak şirketler, faturayı işçi sınıfına ödettirmeye çalışacak, işçiler işten atılma ya da ücretlerinin düşürülmesi dayatmasıyla karşı karşıya kalacak. Bunun bir devamı olarak, kayıt dışı çalışma artacak ve mülteci işçiler üzerinden işçi sınıfı içindeki rekabet daha da kışkırtılacak.

Özetle yabancı sermayeyi çekme adına işçi sınıfı ve ücretlilere ağır bedeller ödettirmeye yönelik bir plan uygulanacak. Seçimden sonra İngiltere’den 300 milyar dolar getirme vaadinde bulunan Kılıçdaroğlu’nun da yapmak istediği buydu. Şimdi Kılıçdaroğlu’nun getirmeyi vaat ettiği paraya “tefecilerin parası” diyen Erdoğan, ülkeyi bu tefecilere teslim ediyor.

Bugün Türkiye’de, resmi rakamlara göre, özel sektörde 18 milyon ve kamuda 1,3 milyon işçi çalışıyor. Erdoğan’ın 2018 cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesinde yaklaşık 750 bin taşeron işçiyi kadroya alması sonrasında sendikalı işçi sayısı yüzde 9’a çıkarken, bu oran özel sektörde yüzde 6 civarındadır ki, özel sektördeki işçilerin sadece yüzde 5’i toplu sözleşme hakkına sahip durumdadır.[1] Aynı şekilde AKP’nin iktidara geldiği günden bugüne yasal grevlerin yaklaşık yüzde 70’i çeşitli gerekçelerle yasaklandı. Sadece 2017 ve 2018 arasında 150 bin işçinin katılacağı 7 grevin yasaklanması, bu iktidarın hangi sınıfın iktidarı olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyordu.[2] Bu dönemde “Bizimle beraber grev denilen olaylar ortadan kalktı” diyerek grev yasaklarıyla övünen Erdoğan, yabancı sermayeye de “Bizimle birlikte yol yürüyen hiçbir uluslararası yatırımcı bu ülkede kaybetmemiştir” sözleriyle güvence veriyordu.

Şimşek, “mali disiplin oluşturma” adı altında ülke ekonomisindeki kötü gidişatın faturasını işçi sınıfı ve emekçilere ödettirmeye yönelik “önlemler”den söz ederken, herhalde işçi sınıfının içinde bulunduğu duruma; büyük bölümünün örgütsüz olmasına ve sendikal bürokrasinin işbirlikçi tutumuna güveniyor.

Bu nedenle, bugün Şimşek’in sözünü ettiği programın, zaten Batılı emperyalistlerle daha uyumlu bir programı uygulamasını isteyen ve burjuva muhalefete de bu yönde bir ekonomi programı yazdıran TÜSİAD başta olmak üzere tekelci burjuva çevrelerin iktidarla buluşması ve iktidarla bu sermaye güçleri arasında yeni bir mutabakatın ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Erdoğan yönetiminin Batılı emperyalistlerle ilişkilerini yenilemesi ve içeride de bunun bir devamı olarak burjuva mutabakatının şekillenmesi bakımından 11-12 Temmuz tarihlerinde Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta düzenlenecek NATO Liderler Zirvesi önemli bir dönüm noktası olacaktır. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in Erdoğan’ın yemin törenine katılması ve ardından Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in de katılımıyla Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğini onaylaması gündemiyle bir görüşme gerçekleşmesi, bu yöndeki hazırlıkların işareti olarak anlam kazanmaktadır. NATO Temmuz ayında yapacağı zirvede Rusya’ya karşı güçlü bir ‘birlik’ mesaj vermek istiyor ve bunun için Erdoğan’ın İsveç’in üyeliğini onaylamasını bekliyor. Kuvvetle muhtemeldir ki, Erdoğan’ın NATO’nun isteğini yerine getirmesi karşılığında ABD de uzun zamandır beklettiği Türkiye’ye F-16 uçaklarının satışını onaylama yönünde karar alarak bu süreci pekiştirecektir.

Tam bu noktada İngiliz The Daily Telegraph gazetesinin “Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin AB liderlerini memnun ettiği” analizinden de söz etmek gerekiyor.

Bu analizde AB’nin bu dönem Kılıçdaroğlu’nun kazanması ve bağlı olarak Türkiye ile yakınlaşmak yerine Erdoğan ile mesafeli ama çıkarlara dayalı bir ilişkiyi daha çok tercih edeceği üzerinde duruluyordu. AB’nin Türkiye’de hangi liderle çalışmayı tercih ettiği/edeceği tartışılabilir, ancak tartışılmaz olan şey, Erdoğan’ın kazanmasının hemen ardından Almanya Başbakanı Scholz başta olmak üzere, AB liderlerinin işbirliği yönünde mesaj vererek, Erdoğan’ı davet etmekten geri durmadıkları gerçeğidir.

Erdoğan iktidarının ekonomik alanda Batı sermayesinin ve askeri alanda NATO içinde batılı emperyalistlerin beklentilerini karşılandığı oranda Türkiye’deki insan haklarının, Demirtaş ve Kavala davaları başta olmak üzere Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarının uygulanıp uygulanmamasının ABD ve AB, içeride de TÜSİAD açısından zaman zaman demokrasi laflarının edilmesinin ötesinde hiçbir sorun teşkil etmediğini/etmeyeceğini geçmiş deneyimlerden de biliyoruz.

  1. İktidarın burjuva mutabakat arayışı, aynı zamanda işçi sınıfı ve halka dayatılacak olan “acı reçete”nin ne kadar uygulanıp uygulanamayacağına bağlı olarak şekillenecektir. Bu nedenle, yeni dönemin, emek ve demokrasi mücadelesi bakımından, işçi sınıfı ve halk güçlerine yönelik saldırganlığın artacağı oldukça zorlu bir dönem olacağından şüphe edilemez.

Demirtaş’la ilgili yargı kararlarının uygulanması konusunda “Bizim iktidarımızda böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün değildir” diyen Erdoğan, yeni dönemde de yargının iktidarın talimatlarıyla karar vermeye devam edeceğini daha en baştan ilan ediyor. Gezi davasından tutukluyken Hatay’da TİP’ten milletvekili seçilen Can Atalay’ın Anayasaya aykırı biçimde cezaevinde tutulması konusunda yeni Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un “Gezi davası anayasal düzenle ilgili bir konu” açıklamasını yapması da, demokrasi güçleri söz konusu olunca yargının iktidarın ihtiyaçlarına göre yönlendirileceğini bir kez daha ortaya koyuyordu. Seçimlerin hemen ardından RTÜK’ün FOX TV, Flash Haber, Tele 1 ve Halk TV gibi muhalif kanallara ceza yağdırması, toplantı ve yürüyüş hakkını fiilen ortadan kaldıran yasak ve müdahalelerle işçi sınıfı ve demokrasi güçlerinin her türlü hak eylemi ve protestosunun engellenmesi, Kürt siyasetçilere ve gazetecilere yönelik operasyonlar ve halk mücadelesine karşı mafya organizasyonlarından tarikatlara, Hizbullah’tan cihatçı militanlar ve SADAT’a kadar paramiliter güçlerin ‘hazır’ bekletilmesi yeni dönemin iktidarın baskı ve şiddet mekanizmasına daha fazla sarılacağı bir dönem olacağının işaretleri olarak değerlendirilmelidir.

Dış ticaret açığı, cari açık ve bütçe açığı rekor seviyeye ulaşmışken, “ekonomide rasyonel politikalara dönüş” mesajını veren Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, emperyalist mali merkezlerin dayatmaları doğrultusunda ekonomideki kötü gidişatın faturasının işçi sınıfı ve emekçi halka ödettirmeye çalışılacağı bir program uygulanacağını ilan ediyor. Seçimlerden önce açlık sınırında yaşamaya mecbur edilen emekçi kitlelerin tepkilerini yatıştırmak için EYT’lilere emeklilik, asgari ücret zammı, kamudaki işçilere kadro, sosyal yardımlar, depremzedelere konut, doğalgaz faturalarında indirim gibi mekanizmaları devreye sokan iktidarın, bugün artık işçi sınıfı ve emekçi halktan yükselecek hoşnutsuzluğu eskisi gibi yatıştırma olanağı bulunmuyor. Belki yerel seçimler döneminde kısa süreli bir seçim ekonomisi izlenmeye çalışılabilir, ama bu durum önümüzdeki dönem iktidarın beklentileri yatıştırma yerine çıplak zora daha fazla başvuracağı gerçeğini değiştirmez.

İktidarın işçi sınıfı ve halktan yükselecek tepkileri bastırmak için çıplak zora daha fazla sarılacağı bir döneme girilmiş olması, sınıf mücadelesinin çarpıtılması, üzerinin örtülmesi için devreye sokulan toplumu kimlikler üzerinden bölme, milliyetçi-şoven hassasiyetlerin kışkırtılması gibi enstrümanların devreye sokulmayacağı anlamına gelmiyor. Aksine, “Türban yasası”, “Aileyi koruma yasası” gibi laiklikle ilgili oldukça sınırlı olan kazanımların da rafa kaldırılması anlamına gelecek gerici düzenlemeler üzerinden İyi Parti’den Saadet Partisi’ne, DEVA’dan Gelecek’e kadar burjuva muhalefetin iktidara yedeklenmesi ve bu desteğin faşist rejim inşasını tamamlayacak bir anayasaya dayanak yapılması şaşırtıcı olmayacaktır.

Öte yandan, işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin rejime yönelecek tepkilerinin yatıştırılması için Kürt sorunu üzerinden “bölücülükle mücadele” ve emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesi bağlamında “dış güçlere kafa tutma” gibi söylemler üzerinden İHA, SİHA; TOGG, savaş gemisi üzerinden “Güçlü Türkiye” propagandasına hız verileceğini de şimdiden söyleyebiliriz.

Bu gelişmeler yeni dönemde mücadelenin iki yönünün giderek daha önem kazandığına/kazanacağına işaret ediyor.

Birincisi; demokrasi, insanca çalışma ve yaşam ve laiklik gibi talepler etrafında halk güçlerinin en geniş birliğinin sağlanması.

Yeşil Sol Parti’nin seçimlerde beklenenden az oy alması, TİP’in seçimlere ayrı liste ile girmesi üzerinden sürdürülen tartışmalardan çıkartılması gereken en önemli ders, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bir seçim ittifakı olmanın ötesinde bir mücadele ittifakı olduğu gerçeğinin hatırlanması ve bugün ortaya çıkan açmaz ve yetersizliklerinin aşılmasının yolunun bütün güçlerin halkın en geniş kesimlerini örgütleyip mücadeleye sevk etmek için seferber edilmesinden geçtiğidir. Bu dönem, Sosyalist Güç Birliği’ni oluşturan partiler başta olmak üzere, karşı karşıya kalınan saldırı karşısında ittifakların ve mücadele birliğinin yenilenmesi ve güçlendirilmesi yönünde tutum alınması önem kazanıyor.

İkincisi ve önümüzdeki dönem güç dengesinin değiştirilebilmesi için daha kritik olanı ise, sermayenin topyekûn saldırısına, toplumun kimlikler üzerinden bölünmesine, milliyetçilik ve şovenizme karşı işçi sınıfının politik bir güç olarak örgütlenmesidir. Elbette bu görev, her şeyden ve herkesten önce işçi sınıfı partisinin görevidir.

İşçi sınıfı, karşı karşıya kaldığı saldırılar karşısında kendi sınıf çıkarları etrafında birleşebildiği oranda kapitalist sistemde temel çelişkinin emek-sermaye çelişkisi ve temel bölünmenin işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki bölünme olduğunu da görebilecektir. İşçi sınıfı, işten atmalara, düşük ücret dayatmasına, ağır çalışma koşullarına, sendikal örgütlülüğünün engellenmesine, yeni zam ve vergilere karşı kendi sınıf çıkarları etrafında mücadele edip politik bir güç olarak örgütlendiğinde sadece kimlik siyaseti üzerinden kendisine dayatılan bölünmeyi aşmakla kalmayacak, aynı zamanda bu çıkarlar temelinde demokrasi, Kürt sorunu, laiklik gibi sorunların çözümünde de belirleyici rol üstlenecektir.

Elbette işçi sınıfının kendi politik çıkarlarının nereden geçtiğini görebilmesi, ancak sistemin etkili bir teşhiri ile olanaklıdır. Bugün SİHA, TOGG, savaş gemisi, doğalgaz, Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Kafkasya’daki yayılmacı emeller üzerinden sürdürülen ‘milli çıkarlar’ propagandasının boşa çıkarılabilmesi, ancak işçi sınıfının bu ‘milli çıkarların’ tekelci burjuva gericiliğin çıkarı olduğunu görmesini sağlayacak etkili bir propaganda ile mümkün olacaktır.

Seçimler sonrasında oluşturulmaya çalışılan burjuva mutabakat ve bu mutabakatın dayanağı olarak kullanılmak üzere devreye sokulacak olan topyekûn saldırı karşısında çıkış yolu açıktır: Tek adam rejimine ve faşist inşaya karşı demokrasi, barış, insanca çalışma ve yaşam ve laiklik başta olmak üzere acil talepler etrafında halk güçlerinin en geniş mücadele birliğinin sağlanması; sermayenin saldırı programına karşı işçi sınıfının mücadele ve birliğinin ilerletilmesidir.

Yeni dönemin önümüze koyduğu en önemli görev budur.

Bu görevin olabildiğince ileriden başarılması, Şimşek’le “Ortodoks ekonomi politikalarına geçilmesi”nin –hem de bu kez işsizliğe de yol açarak– kaçınılmazlıkla fatura edileceği işçi ve emekçi kitlelerinin rejimin etkisi altındaki kesimlerinin bile hayal kırıklığına, dolayısıyla tepki ve mücadele eğilimine dayanaklık etmesine, en azından bu ihtimalin mayalanmasına neden olacağı önümüzdeki dönemde büyük önem taşıyor.

Seçim kazanmayı başarmış olsa da, rejim iktidarını, “ince” ve hileli yöntemlerin yanında devlet olanaklarını sonuna kadar kullanarak, ancak küçük bir farkla kazanabildi. Temel bir veri, rejimin iktidarını ülke nüfusunun yarısının itirazı ve muhalefetine rağmen koruyabiliyor olmasıdır. Seçimi kazanması, rejimin yenileyerek güçlendirdiği bir hegemonya ile iktidarını sürdürebileceği ve ülkeyi ve egemenliğini istikrarlı koşullara taşıyabileceği anlamına gelmedi. Tersine, istikrarsızlık unsurları artacak görünmektedir.

Rejime itiraz halinde olan ve nüfusun yarısını oluşturan halkın muhalif kesimlerinin bir bölümünün yeniden rejime ya da kendisini hayal kırıklığına uğratmış olan CHP ve benzerleri oluşabilecek olan Millet İttifakı türünden burjuva muhalefetine yedeklenmesine izin vermeyerek, dayanağımız haline getirmeye yönelik politik tutumlar geliştirebilmeliyiz. Seçimin kaybedilmiş olmasının yol açtığı umutsuzluk/moral bozukluğu ve rejimin girişeceği yeni saldırıların abartılı beklentisiyle geri çekilip savunma pozisyonu alma eğiliminin üstesinden gelebilmeliyiz. AKP yeniden kazandı ve yapacak şey yok tutumu benimsenip savunulamaz. Yenilgi psikolojisinin aşılması ve yaygınlaşmasının önlenmesi şarttır. Eskilerine ilaveten emekçi halkın sırtına yüklenmeye çalışılacak yeni yüklere yönelik tepkilerin örgütlenmesi, görülecektir ki, seçim öncesi oluşan umutvar “kazanıyoruz” çabalarından daha güçlü umutların kabarmasını koşullayacak, mücadele eğilimlerini geliştirecektir. Yeter ki, bu tepkiler en geniş mücadele birlikleriyle örgütlenebilsin.

 

[1] Birelma, A. (2022) Türkiye’de Sendikalar Raporu, Friedrich Ebert Stıftung Yayınları, sf. 2

[2] Age, sf. 6