Seyfi Selçuk
Ekonomik krizin derinleşmesi, artan işsizlik ve yoksullaşma, pandemi sürecini yönetmede yaşanan çuvallama, amiyane tabirle “Yeni Osmanlıcı” hayallerle “İzmir Marşı” eşliğinde yola çıkılan dış politikanın, “Mehter marşı eşliğinde ricat etme” haline dönüşmesi vb. bir dizi sorun yaşayan tek adam iktidarının açmazdan kurtulabilmek adına içeride ve dışarıda baş döndürücü bir hızda peş peşe attığı adımlar, “ne oluyor, tek adam iktidarında Türkiye nereye gidiyor” sorusunu/sorununu politik gündemin merkezine taşıdı.
Kimi akademik ve entelektüel çevreler gelişmeleri “popülist rejimden, otoriter rejime geçiş” biçiminde görüyor, değerlendiriyor. Millet İttifakı’nda cisimleşen ve başını CHP’nin çektiği burjuva muhalefet uzun bir süreden beri iktidarı bir “yönetememe krizi” içinde görüyor ve bu durumu “tek adam yönetiminde Türkiye yönetilmiyor, savruluyor” şeklinde ifade ediyor. Son dönemki gelişmelere ilişkin değerlendirmeleri de yine bu temelde şekilleniyor.
Ülke içinde İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, HDP’ye açılan kapatma davası, Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin TBMM’de Cumhur İttifakı’nın oylarıyla kaldırılmasından sonra cezaevine konulması, Kılıçdaroğlu’nun da aralarında olduğu CHP MYK üyeleri hakkında düzenlenen fezlekelerin meclise gönderilmesi, CHP dahil siyasi partilerin propaganda yapmasına getirilen yasaklama ve engellemeler, Erdoğan’ın ülkeyi “gece yarısı kararnameleri” ile keyfi yönetme tutumunun İçişleri Bakanlığı, valilik ve kaymakamlıklara kadar genişleyen yaygın bir uygulama haline gelmesi ve bu bağlamda pandeminin yurttaşların özel yaşamına doğrudan müdahale etmenin bir aracına dönüştürülmesi, toplumsal olaylarda polislerin görüntülenmesinin genelgeyle yasaklanması vb. gelişmeleri; ve bunlara eklenen, tek adam iktidarının “kan davalıları” olan İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE nezdinde girişilen “mekik diplomasisinin başlaması”na, AB ve ABD’ye yanaşmaya yönelik girişimlere, verilen mesajlara yakından bakarak soruya biz de yanıt vermeye çalışalım.
EKONOMİNİN DURUMU: KRİZ DERİNLEŞİYOR
Ekonomik krizin varlığını Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve yandaşlarının dışında herkes kabul etmiş bulunuyor. Fakat krizin kaynağı konusunda burjuva iktisat çevrelerinde farklı görüşler var. Bir kısmı ekonomik krizin nedeni olarak pandemiyi işaret ediyor. Fakat ekonomik krizi böyle ifade etmenin, niyetten bağımsız olarak tek adam rejiminin eline yaşanan tüm olumsuzlukların kaynağı olarak pandemiyi gösterme kozu verdiğini de kaydetmek gerekiyor.
Doğrusu, Türkiye’nin pandemiye var olan ekonomik kriz koşullarında yakalandığıdır. Ancak, pandeminin ekonomiye olan etkilerini hafife almamak gerekir. İlk defa bu nitelikte bir pandemiyle yüz yüze gelen tüm ülkeler ekonomik olarak olumsuz yönde etkilendi. Ülkemizde ise pandemiye ekonomik kriz koşularında yakalanmış olunması ve tek adam iktidarının pandemi sürecini yönetmedeki tercihleri (eldeki kaynakları neredeyse bütünüyle başta yandaş tekeller olmak üzere tekelci sermayenin çıkarları temelinde kullanması) ekonomik krizi daha da ağırlaştırmıştır. Elbette, hükümetin, döviz kuru, faiz politikası ve dış politikadaki tutumu vb. etkenleri de ekonomik krizi ağırlaştıran etkenler arasında sayılmalıdır.[1]
Türkiye ekonomisi 2018 yılı ortalarından itibaren kriz sürecine girmişti. GSYH büyüme oranının yıllara göre seyri de buna işaret ediyor zaten. GSYH büyüme oranı sırasıyla 2017’de %7,5, 2018’de %2,8, 2019’da %0,9 ve 2020’de 1,8 olmuştur. Ve Erdoğan bekleneceği üzere 2020 yılındaki %1,8’lik bu büyüme oranını ballandırarak anlattı ve yurttaşları ekonomi yönetimine güvenmeye çağırdı. Hatırlatmak gerekir ki Erdoğan ve AKP’nin temel politika tarzı haline getirdiği gerçekleri bükerek, olguları işine geldiği gibi sunma tavrı burada da kendini göstermektedir. Tıpkı bütçe açığı noktasında ya da 128 milyar dolar tartışmasında olduğu gibi.
Bilindiği gibi Erdoğan, 2020 yılı için 239 milyar öngörülen bütçe açığının 172 milyar lira olarak gerçekleşmesi üzerine mealen “hamdolsun bütçe açığı da öngörülenin altında çıkmıştır” demiştir. Fakat 2020 bütçesinde öngörülen açığın başta 138,9 milyar olduğu ve bunun gerçekleşmeyeceği görüldükten sonra rakamın 239 milyar olarak revize edildiği gerçeğinin üzerinden atlamıştır. Benzer biçimde Merkez Bankası tarafından kimlere peşkeş çekildiği az çok tahmin edilen 128 milyar doların üzerine, “bir yere gitmedi, yer değiştirdi” diyerek yatmıştır.
2020 yılı büyüme oranına yeniden dönersek; evet, ABD’nin % -3,5 (negatif) büyüdüğü bir dönemde %1,8 (pozitif) büyüme bir başarı olarak görülebilir. Ancak, 2020 için öngörülen büyümenin %5 olduğunu ve 2020 büyümesinde aslan payını oluşturan üçüncü çeyrekte sağlanan %6,7 oranındaki büyümenin teşvikli kredilerle[2] halkı borçlandırma yoluyla sağlandığını ve bunun gelecek ihtiyaçları (talebi) öne çekmek olduğu gerçeğini akılda tutmak koşuluyla.
Konuyu çok fazla dallandırıp budaklandırmak gerekmiyor, nihayetinde son bir yıldaki veriler ekonominin içinde bulunduğu durumu yeterince yansıtmaya fazlasıyla yetiyor.
Ocak 2020’de %12 olan faiz oranı Nisan 2021’de %19; enflasyon oranı ÜFE’de %6,7’den %35,17’ye, TEFE’de ise 10,94’ten 17,14’e yükselmiştir. Bunlar TÜİK’in rakamlarıdır. Gerçek enflasyon oranı, gıda başta olmak üzere çok daha yüksektir. 2019 yılı sonunda 5,67 TL olan ABD doları Nisan 2021’de 8,35 TL’ye yükselirken, 31 Ocak 2020’de 1 trilyon 328 milyar lira olan merkezi yönetim brüt borç stoku, Nisan 2021’e gelindiğinde 1 trilyon 950 milyar liraya çıkmıştır. Kısa vadeli dış borç stoku 2020 Nisan ayında 164, 6 milyar dolardan 2021 Şubat ayına gelindiğinde 192 milyar dolara yükselmiş[3], Merkez Bankası net döviz rezervi eksi 60 milyar dolara gerilemiştir.Dış ticaret verileri de hiç parlak değildir. İhracatın ithalatı karşılama oranı için 2021 yılı tamamlanmadığı için geçmiş yılların verilerine bakmak gerekiyor. 2018 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı %75,3 iken bu oran 2019’da %84,6 ya yükseliyor, 2020’de ise yeniden %74,7’ye geriliyor. Burada olumlu gibi görünen 2019 yılı rakamı, gerçekte ekonomik kriz nedeniyle üretimin gerilemesi ve ithal girdiye olan talebin düşmesi nedeniyledir. 2020’deki durum ise kredi ve teşviklerle üçüncü çeyrek rakamlarına yansıyan %6,7 büyüme sonucudur. Diğer yandan 2020’de kişi başına milli gelir, 2019 yılına göre 610 dolar gerilemiştir. Döviz kurundaki yükselişe bağlı olarak bu gerileme daha da artmış durumdadır.
Hane halkı borcu Ocak 2020’de 584 milyardan 2020 Eylül’de 790 milyara çıkmış[4], borçlu kişi sayısı 2019 Mayıs’ındaki 31,5 milyondan 2020 yılına gelindiğinde 32, 5 milyona çıkmıştır. Bir avuç tuzu kuru dışında Türkiye halklarının (emekçilerin) tamamına yakınının Erdoğan ve AKP hükümetleri tarafından gırtlağına kadar borçlandırıldıkları görülmektedir.
Üretim alanında da beklenen kalıcı “iyileşme” bir türlü sağlanamamıştır. Sanayi üretiminin temel göstergesi olan imalat sanayi PMI[5] endeksi bir aşağı bir yukarı hareket etmekte, eşik değer olan %50 civarında salınmaktadır. Bu tablo, imalat sanayisi başta olmak üzere üretim (reel) sektörlerinde de durumun hiç parlak olmadığına delalet etmektedir. Ekonominin içinde bulunduğu durumu bir başka açıdan ifade etmek gerekirse; tek adam iktidarı burjuva iktisatçıları dahi şaşkınlığa düşürecek biçimde aynı anda hem döviz kurlarını hem faizleri ve hem de enflasyonu zıplatmayı “başarmıştır”. Üstelik bu durumda bile Erdoğan ironi yaparcasına “ekonomi benim alanım” diyebilmiştir.
Gelinen aşamada en başta “tek adam iktidarının bekası” olmak üzere, hiç olmazsa işsizlik artışını dizginleyecek düzeyde ekonomide “çarkların dönmesi”ni sağlamak vb. her bakımından ekonominin bir parça soluk alabilmesi kritik bir hal almıştır. Bunun için ise, öncelikle faiz, döviz kuru ve enflasyonun kontrol altına alınması gerekmektedir. Gelgelim, bunu başarmak üzere ihtiyaç duyulan döviz nereden bulunacaktır? Hükümetlerin dövize sıkıştıklarında baş vurdukları Merkez Bankası kasası tamtakır haldedir. Net döviz rezervi eksi 60 milyara gerilemiştir, elde kullanılabilir döviz miktarı olarak Swap (takas) yoluyla sağlanan 9,3 milyar dolar bulunmaktadır. Bununla, bir yıl içinde ödenmesi gereken 140 milyar dolar dış borç mu karşılanacak, ithalat mı yapılacak yoksa döviz kurunu dengede tutmak adına piyasaya dolar satışı mı yapılacaktır? Kısacası eldeki para (döviz) sadre şifa olacak gibi değildir. Bu “neresinden tutsan elde kalan” bir açmaz halidir ve ufukta ekonominin yakın vadede krizden çıkarak bir toparlanma sürecine gireceğine yönelik görünür bir veri ve işaret yoktur.
Bu durumda ihtiyaç duyulan kaynağı (döviz) dışarıdan sağlamaya çalışmaktan başka çıkar yol kalmamaktadır. Son dönemde, dış politika alanında başlatılan “diplomasi taarruzu”nun nedeni, siyasi ve askeri kapasitesinin de sınırına gelinmiş olmanın yanı sıra, ekonominin içinde bulunduğu bu kriz halidir de. Erdoğan ve AKP iktidarı döneminde 2002 yılında 130 milyar dolar olan toplam brüt dış borç miktarı 2020 yılı 3. çeyreğinde 435 milyar dolardır.[6]
Erdoğan ve iktidarı ülkenin kaynaklarını emperyalizme yağmalatmış, geleceğini ise ipotek altına aldırmıştır.
İZMİR MARŞINDAN MEHTER MARŞINA DIŞ POLİTİKA[7]
AKP hükümetleri ve tek adam iktidarı döneminde dış politikada geleneksel tutum bir yana bırakılarak, onun yerine “Yeni Osmanlıcılık”la patentlenmiş, özü itibarıyla öncelikle bir bölge gücü olmayı ve fakat giderek onu da aşmayı hedefleyen yayılmacı bir çizgi izlenmiştir. Bu politikaya yönelişin ilk mesajları MİT Müsteşarı Emre Taner tarafından 5 Ocak 2007 tarihinde MİT’in 80. Kuruluş yılı nedeniyle düzenlenen törendeki konuşmayla verildi: “… 21. yüzyılda doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan söz konusu olmakta ve bu durum Türkiye’nin gittikçe genişleyen bir alanda merkezi pozisyon kazandığını/kazanacağını göstermektedir. Bu süreç içinde Türkiye gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da ‘bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir. Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli bir tanımlamayla (kendi konumu ile ilgili) taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak zorundadır. Yalnız savunma pozisyonunda olmak Türkiye’yi haiz şartlar nedeniyle kabul edilemez bir davranış olacaktır. Bu nedenle de Türkiye tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir verimlilikle değerlendirmek durumundadır.”[8]
Türkiye’yi büyük emperyalist güçlerle aşık atacak kapasitede gören, başını Yeni Şafak gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül’ün ve AKP yandaşlığı sayesinde akademik kürsüleri ve gazete köşelerini işgal etmiş kişilerin çektiği Erdoğan ve AKP trollerinin “Türkiye Erdoğan’la birlikte dünyaya ayar verecek konuma geldi” mealindeki hamasi zırvaları bir yana bırakıldığında olan şudur: Erdoğan ve hükümetleri Sovyetler Birliği’nin dağılması, sonrasında Çin’in yeni bir “süper güç” olma yolunda yükselişi vb. gelişmeler sonucunda uluslararası planda ortaya çıkan güç boşluğunu değerlendirmek suretiyle tekelci burjuvazinin yayılmacı hayallerini gerçekleştirmenin zamanının geldiğini düşünerek “kuvveden fiile geçmek” istemiştir. Bunun için “beklenen fırsat”ın Arap halk ayaklanmalarıyla geldiği düşünülmüştür. Gerek Somali’den Katar’a, Arnavutluk’tan Demokratik Kongo’ya, Libya’dan Afganistan’a, Kosova’dan Azerbaycan’a, Irak ve Suriye’den Kıbrıs’a, Lübnan’dan Bosna Hersek’e kadar, üç kıtaya dağılan bir dizi ülkeye kimi operasyonel güç olarak, kimi sembolik, kimi eğitim amacıyla asker gönderilmesi ve askeri üsler kurulmasını; gerek S-400 alımı başta olmak üzere ABD, AB ve NATO rağmına Rusya ile girilen ilişkileri, gerek Karadeniz ve Doğu Akdeniz’deki doğalgaz faaliyetlerini ve gerekse ifade edilenin aksine dik duramadan “Eyyy...”lerle başlayan “diklenme” ve “efelenme”leri bu bağlamda görmek ve değerlendirmek gerekir. Ancak tekelci kapitalizmin doğası gereği yayılmacı emeller gütmek, bunun hayallerini kurmak başkadır bu hayalleri gerçeğe dönüştürmek başka. Gerekli bağımsız mali, askeri ve sınai (teknik) temele sahip olmadan emperyalist güç politikası yürütülemez. Buna kalkışıldığında gerçeğin duvarına çarpılır; iktidarın hesaba katmadığı budur.
Nihayetinde emperyalist güçler Lenin’in belirttiği gibi, “… dünyayı, mevcut sermayeleri, güçleri oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi söz konusu olamaz.”[9]
Türkiye bağımlı kapitalist bir ülkedir. Tekelci sermaye ve tek adam iktidarının Türkiye’yi önce bölgesinde bir güç (bölgesel güç) haline getirmek, sonra daha ileri hedeflere yürümek biçiminde özetlenebilecek yönelimlerinin gerçekleşmesinin maddi zemini bundan dolayı bulunmamaktadır. Oturacak herkesin mali ve bu temel üzerinde yükselen siyasal ve askeri gücü oranında temsil edildiği “kurtlar sofrası”na oturmak ve lokma kapmaya çalışmak herkesin harcı değildir. Günün sonunda “öküze özenen kurbağa”nın durumuna düşmek de vardır.
Yeni Osmanlıcı dış politika; Obama’nın ardından başkan olan Trump’ın Ortadoğu, Suriye politikası, Rusya karşısında aldığı hayırhah tutum, NATO başta olmak üzere üyesi olduğu askeri siyasi oluşumlarda muhataplarıyla araya “mesafe” koyan bir yaklaşım göstermesi ve bu tutumun Transatlantik (ABD-AB) ilişkilerinde yol açtığı sorunlar, Arap halk ayaklanmalarının Kuzey Afrika, Ortadoğu ve bir bütün olarak Arap coğrafyasında neden olduğu belirsizlik hali vb. gibi yönleriyle uluslararası durum ve gelişmeler nedeniyle belli bir dönem sürdürülme imkanı bulabildi. Bu dönem boyunca, özellikle Abdülhamid’den miras “bir emperyaliste karşı diğerini öne alarak engel aşma politikası” oldukça iş gördü. İktidar kah ABD’yle Rusya kah AB’yle Rusya, kah AB’yle ABD arasında bir sarkaç misali salındı.
Ancak, ABD Başkanı seçilen Biden’ın “ABD geri döndü” sloganı eşliğinde işe Transatlantik ittifakını güçlendirmek ve eskiden olduğu gibi uluslararası sorunlarda bu ittifak güçleriyle birlikte hareket etmek istediğini ilan etmekle başlaması ve gelir gelmez Rusya ve Çin’i kuşatacak bir stratejiyi devreye sokması, Libya, Doğu Akdeniz gibi konularda büyük güçlerin doğrudan işin içine girmeleri, Suriye’de Esad rejimi ve Rusya açısından son düzlüğe girilmesi gibi etkenler yeni bir konjonktürün işaretleri oldu.
Biden, ayağının tozuyla CAATSA yaptırımları çerçevesinde Türkiye’yi F-35 projesinden çıkardığı gibi, Erdoğan iktidarının 2,5 milyar dolar ödediği uçakları teslim etmedi ve bir o kadar para ödenen S-400’ün kesin şekilde elden çıkartılmasını şart koştu ve bu durumun NATO üyeliği ile bağdaşmadığını bir kere daha hatırlattı.
20 Ocak 2021 tarihinden itibaren telefon çalsın diye bekleyen Erdoğan ekibi muradına nihayet 23 Nisan’da kavuştu. Biden, 24 Nisan Ermeni soykırımının yıldönümü arifesinde, bir gün sonra Ermeni soykırımını tanıyacağını söylemek için aradı ve sarayın sabırsızlığına aldırış etmeyerek, diğer meseleleri görüşmek için Haziran’daki NATO toplantısını işaret etti. Bu tutumun açık anlamı, Biden’ın Erdoğan’a istediği kıvama gelmesi için süre vermesiydi; Erdoğan’ı izleyecek, atacağı adımlara bağlı olarak Türkiye-ABD ilişkilerinin bundan sonraki seyrini belirleyecekti. Bu tam bir ayar verme haliydi. Biden, Erdoğan’ın pazarlık gücü kalmamış bir halde dizlerinin üzerinde sürünerek karşısına gelmesini tercih etmişti.
ABD, Biden yönetiminde, Trump döneminden farklı olarak Rusya ve Çin karşısında Türkiye’nin açık tavır almasını ve bu güçlere karşı kendisiyle ortak hareket etmesini istemektedir. Büyük güçler arasındaki çelişkilere oynayan “sarkaç siyaseti” bu konjonktürde fazla işlemeyecek duruma gelmiştir.
Bugüne kadar eğitim ve sağlık başta olmak üzere, halkın maddi günlük yaşamını etkileyen alanlardan esirgenen para “Yeni Osmanlıcı” hayaller peşinde silahlanmaya, dincileşme yolunda Diyanet’e ve yandaş tekellere akıtılmıştır. Belirtildiği gibi, ekonomik krizin pandeminin etkisiyle derinleşmiş, ülkeye sıcak para girişi durmuş ve dış borçlanma maliyetli hale gelmiş olması bir yana borç bulabilmek oldukça zorlaşmıştır.
Bu ortamda, dış politikayı salt askeri kapasiteye dayandırarak sürdürmek de giderek olanaksızlaşmıştır.
Özcesi tek adam iktidarı dış politikada da ekonomik alanda yaşadığı açmazın benzeri bir durumla karşı karşıya kalmıştır.
Mali, askeri ve siyasi dayanakları yeni konjonktürde büyük oranda ortadan kalkmış olmakla birlikte mevcut dış politikada ısrar etmek açmazı derinleştirmekten başka sonuç vermeyecektir. Kaynak ihtiyacı yukarı bölümde belirtildiği gibi yalnızca ekonomiye bir soluk aldırabilmek, ekonomik krizin etkilerini bir nebze olsun hafifletebilmek için değil bu dış politika alandaki ihtiyaçlar açısından da acil hale gelmiştir. “Avrasyacılar” başta olmak üzere Türkiye’nin batı ittifakından koparak Rusya ile “ittifaklaşması”nı savunanların göz önüne almadıkları olgu Türkiye’nin Rusya için ekonomik yönden finanse edilip taşınamayacak kadar büyük bir ülke olduğu gerçeğidir. Bu yüzden tek adam iktidarı ve destekçilerinin önünde, ihtiyaç duydukları büyüklükteki bir kaynağı (para-döviz) bulmak için seçenek olarak sadece ABD ve AB yani Batı vardır. Tek adam iktidarının ABD ve AB’ye yönelik açıklamaları ve bu doğrultudaki girişimler ve attığı adımlar, Mısır’dan Yunanistan’a, BAE’den Suudi Arabistan’a, İsrail’e[10] yönelik olarak başlatılan diplomatik süreç, AB şeflerinin peş peşe Ankara’da ağırlanması gibi gelişmelere yakından bakıldığında Batı hattına fiilen ve çoktan girilmiş olduğu görülmektedir. Dış politikada başlatılan bu “atak süreç” yeni konjonktürde dış politikanın ABD ve AB’nin, bir başka ifadeyle Transatlantik ittifakı çıkarlarıyla uyumlulaştırılma süreci olarak yeniden şekillenmekte olduğunu göstermektedir. Ne var ki, ABD ve AB’nin Türkiye’ye karşı koordineli hareket ettikleri ve tercihten çok zorunlulukların öne çıktığı bir dönemde başlatılan böyle bir sürecin sorunsuz ilerleyebileceği düşünülmemelidir. Nitekim Erdoğan ve kurmaylarının AB ve ABD ile arayı düzeltmek üzere yaptığı hamleler Rusya’nın gard almasına yetti. Tek adam iktidarıyla yeni angajmanlara girdiklerinde kamuoylarının göstereceği olası tepkileri yatıştırabilmeleri için AB şeflerinin elini rahatlatmaya yönelik olarak devreye sokulan “Yeni yargı reformu”, “insan hakları eylem planı” gibi “demokratik” maskaralıklar bir tarafa bırakıldığında, bu süreçte Rusya ve Putin’i yerinden sıçratan “Montrö Sözleşmesi”nin gerektiğinde revize edilebileceği yolundaki açıklamalar oldu.
Karadeniz’in “Montrö Sözleşmesi” nedeniyle, ABD’nin (üs ve benzeri yolla) devamlı askeri varlık bulunduramadığı dünyadaki tek deniz olduğu biliniyor. ABD’nin Rusya’yı tam bir kuşatmaya alabilmesi için (şart gördüğü) bu engelin bir an önce kalkması için yanıp tutuştuğu ise öteden beri bilinen bir başka gerçek. Rusya bu konunun kendisi açısından “şuyuu vukuundan beter” bir durum olduğunu göstermek için, pandemi gerekçesiyle anında uçak seferlerini durdurdu ve yaz tatilinde tüm umudunu Rus turistlere bağlamış olan turizm sektörünün, kelimenin tam anlamıyla “belini kırdı”. Benzer biçimde Türkiye’den yapılan tarımsal ithalatı fiilen sınırlandırdı. Suriye’de İdlib’e yönelik hava operasyonları yoğunlaştırılırken, diğer yandan Türkiye’nin İdlib konusunda üstlendiği sorumluluklar hatırlatıldı ve Kafkaslardaki (Azerbaycan) askeri varlığının da Rusya’nın gündeminde olduğu mesajı verildi.
70’li yılların sonunda dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in veciz biçimde “yetmiş sente muhtacız” dediği koşulların benzerini yaşayan ve “kör sente kurşun atar” haldeki tek adam iktidarı için, cepte sayılan turizm ve gıda ihracatından gelecek döviz bir anda hiç olmuştur. Ne var ki, Erdoğan ve kurmaylarının bu sonucu öngörmüş olduklarından şüphe duymamak gerekir. Buna rağmen Montrö Sözleşmesi gündeme getirilmişse bunun başlıca iki amacı olabilir: ABD ve bağlaşıklarına “ben sizlerle yeni bir dönemi başlatmak için gerekirse Montrö’yü bile revize etmeye hazırım” mesajını verirken; Rusya’ya da “ABD ve AB ile gireceğim yeni sürece tolere edilebilecek düzeyde bir tepkinin dışında bir tepki gösterirsen Montrö’yü revize edebilirim, haberin olsun” mesajını vermektedir.
Tek adam iktidarının ABD ve AB ile pek fazla “pazarlık gücü” olmasa da “içeride yapacaklarıma karışmayın, bunun dışında her şeyi müzakere etmeye (siz ‘kabul etmeye’ olarak anlayın) hazırım” biçiminde bir “kırmızı çizgi” çekeceği belli olmuştur. Bu ne ölçüde gerçekleşebilir? Bu bağlamda AB yetkilileri ile yapılan görüşmeler sonrası oluşan “iyimser hava”nın Transatlantik ittifakıyla başlayan yeni dönemin bir fragmanı olup olmadığı, asıl olarak Haziran’da yapılacak Biden-Erdoğan görüşmesi sonrası belli olacaktır.
Ancak, tek adam iktidarının ABD ve AB ile olan ilişkileri bir çırpıda hal yoluna girmeyeceği gibi, Rusya ile olan ilişkileri de aynı hızla kötüleşmeyecek bir süreliğine “türbülans”ta gidilecektir. Uçak bir süre sonra normal (yumuşak) iniş mi yapacaktır, yoksa yakıtı bitmiş uçakların başına geldiği gibi “kontrolsüz sert düşüş”, yani çakılma mı?…
Emperyalistler için tek ilkenin çıkar olduğunu unutmamak gerekir. Bunu, en son, Ankara’da AB heyetinin Erdoğan’la görüşmesi sırasında yaşanan “koltuk krizi” ile ilgili olarak İtalya Başbakanı Mario Draghi’nin yaptığı açıklama bir kere daha gösterdi. “Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davranış şekline kesinlikle katılmıyorum, uygun olmadığını düşünüyorum. Komisyon Başkanı Von der Leyen’ın maruz kaldığı aşağılama beni çok üzdü. Fakat burada üzerinde durmamız gereken bir şey var: Adını koyalım, bu ‘diktatör’ diyebileceğimiz kişilere ihtiyacımız da var. Görüş, fikir, davranış ve toplum vizyonu açısından farklılıklarımızı dile getirmekte açık olmalıyız, ama ülkemizin çıkarları için işbirliğine de hazır olmalıyız. Doğru dengeyi bulmalıyız.”[11] Draghi’nin sözlerini yorumlamaya ne hacet; sadece İtalya’nın Türkiye’nin dünyada 5., Avrupa’da ise Almanya’nın ardından 2. sıradaki ticari ortağı olduğunu hatırlamak yeter.
Mevcut durumdan hareketle “Yeni Osmanlıcılık”ın sonu geldi biçiminde tespitler yapılmaktadır. Bu tür yaklaşımlar bir noktaya kadar doğruyu ifade etmektedir. Evet AKP hükümetleriyle başlayan ve tek adam iktidarı döneminde de sürdürülen dış politika, gelinen yerde bir kez daha duvara toslamıştır. Ancak bundan tek adam iktidarı ve tekelci burjuvazinin emperyal emeller gütmekten vazgeçtiği anlamı çıkmaz, tersine başka “derin stratejiler” temelinde yenilenerek yol almaya çalışılacaktır. Kapitalizm koşullarında başka türlü olamaz zaten.
“İzmir Marşı”ndan, “Mehter Marşı”na tek adam rejiminin dış politikadaki serencamı özetle şimdilik böyledir. Fakat kesin olan bir şey vardır, dışarıda bahar mı kış mı olmasından bağımsız olarak, içeride koyu bir karanlığın hüküm sürmesi istenmektedir.
TERÖR, BASKI, TAHAKKÜM
Tek adam iktidarının, dış politikada sıkıştığı alandan çıkabilmek için yaptığı manevraların bir unsuru olarak gündeme gelen sahte demokratikleşme demagojileri, başını liberallerin çektiği iflah olmaz “iyimser” kesimlerin heyecanlanmasına yetti. Ne var ki ilerleyen günlerde bir gece yarısı operasyonu ile İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, HDP’ye kapatma davası açılması için yapılan girişimler, eş genel başkanlar dahil HDP milletvekillerinin tamamına yakınına ait fezlekelerin ve benzer şekilde CHP lideri Kılıçdaroğlu ve MYK üyeleri hakkında hazırlanan fezlekelerin de meclise iletilmesi, HDP milletvekili Faruk Gergerlioğlu’nun dokunulmazlığının kaldırılarak cezaevine konulması, AKP kongreleri ve tarikat şeyhlerinin cenazeleri hıncahınç doluyken Cumhur İttifakı dışında kalan parti, sendika, oda, baro, dernek gibi oluşumların kongre ve miting gibi etkinliklerine izin verilmemesi, alkol yasağı örneğinde olduğu gibi giderek yurttaşların özel hayatlarına yapılan müdahaleler, CHP dahil muhalif partilerin propaganda faaliyetlerinin yasaklamalar yoluyla engellenmesi, polislerin görüntülerinin alınmasının İçişleri Bakanlığı genelgesiyle yasaklanması, genelgeyle devreye sokulan keyfi uygulamaların Cumhurbaşkanından bakanlıklara, vali ve kaymakamlıklara kadar yaygınlaşması, 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenlere ve taş ocağına karşı direnen İkizdere köylülerine yapıldığı gibi her türlü hak arayışının jandarma, polis gücüyle bastırılması, bekçilerin sokaklarda terör estirmesi vb. uygulamalar, tek adam rejiminden hala “demokratik yönde hamle” yapmasını bekleyenleri ölü gözden yaş gelebileceğini zannedenler durumuna düşürdü. Pandemi yönetiminde sadece kapitalistlerin çıkarlarını önceleyen tek adam iktidarı, işsizlik ve açlıkla boğuşan yurttaşları kaderine terk ederken yap-işlet-devret ya da diğer bir ifadeyle kamu, özel işbirliğiyle yapılan ve devlet garantili şehir hastanesi, otoyol, köprü, tünel, havaalanı vb.nin –üstelik döviz cinsinden– ödemeleri hiç aksatılmadı. Tersine yandaş tekellere kira ötelemesi, vergi indirimi ve benzer yollarla ayrıca milyarlarca lira akıtıldı. Tek cümleyle yolsuzluğun ve kayırmacılığın dibine vuruldu.
Bu sömürü, yağma ve talan düzeninin en son Sedat Peker olayıyla eksik olan parçası da tamamlandı ve gerçek yüzü tüm çirkefliğiyle ortaya çıktı. Bırakalım büyük “demokratikleşme” ya da “normalleşme” hamlelerini, “burjuva demokrasisi” anlamında en ufak bir refleks gösterme ihtimali kalmamış, giderek çürüyen, çürüdükçe çözülen, çözüldükçe mafyalaşan bir rejim ve iktidar mimarisi var karşımızda. Sahip olduğu her şeyi iktidar olmaya borçlu, varlığını ve geleceğini, bekasını yani iktidarda kalmaya endekslemiş bir yapı bu. Siyasetçisinden mafyaya, sermayeden (yandaş tekeller) devlet aygıtına (bürokrasisine) kaynaşmış, iç içe geçmiş bir yapı… İşte bu yapı tek adam rejimini oluşturuyor. Cumhur İttifakı da bu temel üzerinde şekilleniyor.
Bu durumu not edip bir bölümünü sıraladığımız tek adam iktidarının son dönemdeki uygulamalarını yorumlamaya geçebiliriz. Bunlar CHP’nin öteden beri söyleyegeldiği üzere “yönetememe”nin ya da “savrulma”nın bir tezahürü mü?
Ekonominin durumu ve dış politikadaki pragmatizmi aşacak “U dönüşü” üzerinde genişçe duruldu. Bunun işçiler, emekçiler, kır ve kent yoksulları ve küçük esnaf ve dükkan sahipleri ve tekel dışı burjuva kesim üzerindeki etkileriyle devam edebiliriz. Seçimlerde %50’ye yakın oy aldığı dönemde AKP’nin kitle temelini asıl olarak bu sınıf ve kesimden yurttaşlar oluşturuyordu. Ekonomik kriz, pandemi yönetimindeki tercihler, dış politikadaki maceracılık ve hoyratlığın, ekonomik bağımlılığın bir sonucu olarak zaten var olan istikrarsızlığın artması ve bunun etkisiyle TL’nin aşırı değer kaybetmesi, aşırı pahalılaşan dövizin ara mal ithalatına bağımlı sanayi ve tarım sektöründe yaptığı olumsuz etki, gıda başta olmak üzere temel tüketim maddeleri fiyatlarının aşırı yükselmesi sonucu artan hayat pahalılığının yoksul ve dar gelirliler için dayanılmaz boyutlara ulaşması vb. nedenlerle tek adam iktidarı açısından en büyük yarılma (kayıp) da, bu sınıf ve tabakalar şahsında gerçekleşti.
Bu süreçte yüz binlerce işçi işinden oldu, geniş tanımlı işsizlik %30’u buldu. Yüz binlercesi kısa çalışma ödeneği ile yaşamını sürdürmeye çalıştı. Yüz binlercesi ise ücretli izin adı altında günde 47 TL ile geçinmeye (nasıl olacaksa!) mahkum edildi. Evden çalışma yaygınlaştı. Patronlar yol (servis), yemek, internet ve enerji (elektrik) masraflarından kurtulmuş oldu. Şimdi evden çalışma kalıcı hale getirilmek isteniyor. Gübre, tohum, ilaç, mazot gibi girdi fiyatlarının aşırı zamlanması üretici köylüyü üretemez hale getirdi. Köylü, market raflarında fiyatı 6-10 TL’den aşağı düşmeyen domatesi tarlada 1 TL’ye, soğanı 50 kuruşa elden çıkartamadığı için ya tarlada bırakmak ya da dökmek zorunda kaldı. Pandemi döneminde devletten yardım görmeyen esnaf binler halinde kepenk indirdi. Kafe, lokanta, eğlence ve turizm sektörü tam bir iflas ve çöküntü yaşıyor. Organize sanayi bölgelerinde kurulu ve büyük tekellere yönelik yan sanayi olarak çalışan atölyeler, küçük ve orta ölçekli işletmelerin; yani mülk sahibi küçük burjuvazi ve tekel dışı burjuvazinin geniş kesimlerinin durumu ekonomik kriz ve pandemi koşullarında tekellerin baskısı ve dayatmaları nedeniyle her gün daha kötüye giderken bir bölümü de iflasın eşiğine dayandı. Hane halkı borç miktarı AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 6,7 milyar TL’den Eylül 2020 itibarıyla yaklaşık 730 milyar TL’ye ulaşmış bulunuyor. Bunun anlamı hane halkının, borçlanma kapasitesinin çok üzerinde borçlandığı ve yeni borçlanmaya gücünün kalmadığıdır. O yüzden, ayçiçek yağının çay bardağıyla, zeytinin taneyle, ekmeğin dilimle ve çoğu kere veresiye (borca) temin edilmeye çalışıldığı bir yoksulluk tablosu çıkmıştır ortaya.
Ve tek adam iktidarı, bu ortamda elde olan bütün kaynakları bir avuç yandaş tekele akıtmayı sürdürdü/sürdürüyor. Devlet hazinesi kamu ödeme garantili iş yapan yandaşlar için adeta bir emme basma tulumba gibi durmadan çalışıyor: TL değer yitirdikçe yandaş seviniyor, ABD’de enflasyon yükselince yandaş yine seviniyor, çünkü devletten parasını TL değil ABD doları olarak alıyor.[12] Halka, “dövizlerinizi bozdurun TL’ye yatırım yapın” diyen Erdoğan, yandaşlara ödemeleri dövizle (dolar) yapıyor. Ne ala memleket! Bu arada, 2020 yılında dolar milyarderi sayımız 23’ten 26’ya yükseldi. Milyoner (TL) sayımız ise 85 bin 958’e ulaştı.[13] Görüldüğü gibi bir yanda ayçiçek yağını ancak çay bardağı ile alabilen bir yoksulluk birikirken, bir yanda jet hızıyla oluşan milyoner topluluğu, yani AKP oligarkları bulunuyor. Yapılan kamuoyu anketlerinin de gösterdiği gibi Erdoğan ve Cumhur İttifakının seçimlerde sandıktan çıkamayacak duruma gelmelerinin temel nedeni, işçi, emekçi ve yoksul halk kitlelerinin yaşadığı bu ekonomik çöküntüdür.
Erdoğan ve partisi sandık yoluyla iktidarda kalmayı sağlayacak bir seçmen kitlesinin desteğini alabilen bir parti olma pozisyonunu kaybetmiştir. Bu gerçeği bu ülkede en yakından bilen kişi herhalde Erdoğan’dır. Çünkü, yazımıza konu olan bütün hamleler buna işaret etmektedir. Erdoğan ve etrafındaki oligarşik yapının iktidarda kalabilmek için kendilerine çizdikleri yol belli olmuştur. “Anayasa” ve “yasaların” sınırları içinde hareket ederse elde tutamayacağı iktidarı, fiili yönelişlerle devşireceği güçle elde tutmaya çalışmak. Ve buna girişilmiştir. İstanbul Sözleşmesinden çıkış, alkol yasağı, Ayasofya’nın ibadete açılması gibi bir bölümü toplumun yapısını yeniden düzenlemek amaçlı, bir bölümü sembolik anlam içeren adımlar atarak, her şart altında mobilize edip kullanabileceği bir çekirdek kitleyi kopmazcasına konsolide etmek istemiş ve önemli ölçüde etmiştir de. Milliyetçi şoven kesimleri etrafında toplamak için HDP’ye yönelik kapatma süreci başlatılmıştır. 1 Mayıs’ta bir kere daha görüldüğü gibi, sendika bürokrasisi marifetiyle işçi sınıfı ve emekçiler uzun süredir “kontrol altında” tutuluyor olmakla birlikte, ekonomik, sendikal hak temelli mücadelesini sürdürmekte ve potansiyel “yıkıcı bir tehdit unsuru” olarak orada durmaktadır. İşçi, köylü, gençlik, kadın vb. emekçi sınıf ve toplumsal kesimler arasındaki hoşnutsuzluk had safhaya ulaşmıştır. Biriken öfke ve tepkinin kitlesel eylemlere dönüşmesi ihtimali dahi tek adam iktidarının “sert önlemler” almasına yetmektedir. O yüzden en küçük bir eylem ve gösteri pandemi başta olmak üzere çeşitli gerekçelerle yasaklanmakta, ya da şiddetle bastırılarak fiilen imkan tanınmamaktadır. Yani, ateşe dönüşmeden her kıvılcımı çaktığı yerde söndürmek taktiği izlenmektedir. Polisin görüntüsünün alınmasının yasaklanmasında güdülen amaç, polis ve ihtiyaç duyulduğunda milis gücü olarak da kullanılacak olan bekçilerin sokakta terör estirmeleri, 90’lardaki faili meçhul cinayet (katliam), köy yakmalar benzeri biçimde faili meçhul polis ve bekçi eylemleri ve icraatlarını yargı ve yasal bakımdan fiilen kontrol dışına almaktır. Şimdiden Boğaziçi öğrencilerine, İkizdere köylülerine yapıldığı gibi, her türlü muhalif tutum ya “terör eylemi” ya da “terörle iltisaklı” olmakla suçlanarak bastırılmakta ve baskı ve şiddetle toplum üzerinde tahakküm kurulmak istenmektedir. Bütün bunlar ve bunlara ek olarak gece yarısı genelgeleri, Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yasal olup olmadığına aldırış etmeden ülkeyi keyfi biçimde yönetmeye yönelmek, CHP ve Millet İttifakı bileşenlerinin söylediği gibi, ne “yönetememe krizi” ne de “savrulmadır”; bizatihi başlı başına bir yönetme biçimi, yönetme tarzıdır. Erdoğan ve dayandığı tekelci oligarşi bu tarzı yaygınlaştırıp “mükemmelleştirerek”, konsolide ettiği güçlere ve asker-sivil devlet bürokrasisinde örgütlenmiş olmanın sağladığı imkanlara dayanarak nihai amacına ulaşmak istemektedir: Her tür yasal ve hukuksal sınırlamalardan azade, tüm toplumsal kontrol ve denetim mekanizmalarından uzak, en ufak muhalefete izin vermeyen sınırsız bir hükmetme ve iktidar gücü, yani faşizm.
Tek adam rejiminin faşizmi inşa etmek (kurumsallaştırmak) için attığı adımları, ilk seçimlerde gitmeye mahkum, yönetmekten aciz, beceriksiz bir iktidarın son çırpınışları olarak varsaymak ve buna göre politik tavır almanın nasıl sonlanacağını görmek için tarihe bakmak yeter. Çürüyen, çözülen bir iktidar halini almış olmasının tek adam rejiminin gidişini kolaylaştıracak bir unsur olabilmesi için yapılması gereken, kuzu kuzu sandığı beklemek değil, kitlelerin örgütlü gücüyle gidişata müdahale etmektir. CHP’nin “sandığı işaret etmek”le sınırlı tutumu doğru olmamakla birlikte, bir sermaye partisi olarak, tekelci sermayeyle ve devletle olan ilişkileri hasebiyle bu şaşılası bir durum da değildir. Ancak sınıfın devrimci partisinin (EMEP) tutarlı bir antifaşist demokrasi bloku (cephesi) oluşturmaya yönelik önerilerini görmezden gelerek açık ya da örtük biçimde CHP ve Millet İttifakı’nın kapsama alanından bir türlü çıkmak istemeyenlere ne demeli peki? Parlamenter ahmaklığın ne yeri ne de zamanıdır.
Günümüz Türkiyesinin “hali pür melali” özetle budur.
[1] Bu amaçla Merkez Bankası Başkanı görevden alınarak 2020 yılı basında %24 olan faiz oranı üçüncü çeyreğe gelirken %12’ye düşürülmüştü.
[2] Bu amaçla Merkez Bankası Başkanı görevden alınarak, 2020 yılı başında %24 olan faiz oranı, üçüncü çeyreğe gelirken %12’ye düşürülmüştü.
[3] Türmob (2020) “Korona salgınının Türkiye ekonomisine etkileri”, Türmob Yayınları, Ankara.
[4] Gündoğan, M. (2020) “Hane halkı borçlanmasına dikkat!”, Independent Türkçe, https://www.indyturk.com/node/253646/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/hane-halk%C4%B1-bor%C3%A7lanmas%C4%B1na-dikkat
[5] PMI, Satın Alma Yöneticileri Endeksleri. (Purchasing Managers’ Indices – PMI) Bir ülkenin ekonomik faaliyetlerinin sektörel bazda mevcut durumunu ve gelecek dönemlere ilişkin beklentileri gösteren öncü göstergelerden biri.
[6] Cumhuriyet (2020) “Hazine ve Maliye Bakanlığı, Türkiye’nin dış borç stoku verilerini açıkladı”, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/hazine-ve-maliye-bakanligi-turkiyenin-dis-borc-stoku-verilerini-acikladi-1802720
[7] Yazımız bir dış politika değerlendirme amacıyla kaleme alınmadığı için bu alandaki olgulara yalnızca değinmekle ve bu kısıt içinde sonuçlar çıkarmaya çalışmakla sınırlı olacaktır.
[8] Habertürk (2007) “MİT: Tüm kartları değerlendirelim”, https://www.haberturk.com/gundem/haber/11327-mit-tum-kartlari-degerlendirelim
[9] Lenin, V. İ. (2009) Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, 12. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf, 85.
[10] Kudüs saldırıları nedeniyle İsrail’e dönük atıp tutmalar kimseyi yanıltmamalıdır. İsrail ile diplomatik temas ve görüşmelerin belli düzeylerde aylardır sürdüğünü sağır sultan bile duymuştur.
[11] Pınar, Ö. (2021) “İtalya Başbakanı Draghi, Erdoğan için ‘diktatör’ dedi; Ankara Büyükelçisi Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldı”, BBC Türkçe, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-56682760
[12] Yapılan anlaşmaya göre, devlet garantili kişi başı ödemelere her yıl ABD enflasyonu oranında zam yapılıyor.
[13] Kıraç, Ş. (2021) “Pandemide Türkiye’de 85 bin 958 kişi milyoner oldu”, Cumhuriyet Gazetesi, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/pandemide-turkiyede-85-bin-958-kisi-milyoner-oldu-1834791