Ahmet Cengiz
Muhtemeldir ki, yangın faciasının yaşandığı günlerde kaleme alınan bu satırlar okunduğunda ülke gündemi bambaşka bir olay veya olaylarla çalkalanıyordur. Bu olağanlaşmış olağanüstülük, Türkiye’nin politik bakımdan bir süreden beri içinde bulunduğu‚ fırtınalı okyanusta yönünü tutturamama sürecinin alametifarikası olarak artık kanıksanmış bile sayılabilir. O nedenle bu kısa yazıda, malum olan güncel olayları tek tek ele almak yerine, dikkatleri vuku bulan hadiselerin açığa çıkarttıklarına ve bunların yakın gelecek açısından teşkil ettiği anlamlara çekmeye çalışacağız.
PERSPEKTİF KAYMASI
Erdoğan’ın ve iktidarının orman yangınları karşısındaki refleksi, o ana kadar görmeyen gözler için dahi ibretlikti. Refleks diyoruz, çünkü rejim öngörülü ve nizami bir tutum sergileyemedi. Refleks kelimesinde yansıma içkindir, zira muhakeme edilmeden gösterilen bir tepki olduğundan kişinin doğasını ve iç dünyasını yansıtır. Görüldü ki, “asrın lideri” ve kurduğu rejim halkın sorunlarının çözümüne çare üretmek şöyle dursun, kendini sorumlu dahi hissedememektedir. Sorumluluk hesap vermeyi gerektirdiğinden ve hesabı verilerek oy devşirilebilecek bir pratik ve tablo ortada bulunmadığından, sorumsuzluk veya sorumsuz sorumluluk Erdoğan ve rejiminin halk karşısındaki konumunun bir karakteristiği haline gelmektedir. Bu durumun iktidar olmakla, yani yürütme gücünü elinde bulunduruyor olmakla teşkil ettiği tezat, Erdoğan ve rejimini, halkın algısında sadece sorumsuz değil, aynı zamanda halkın yakıcı sorunlarına yabancılaşmış, kendisinin özel gündem ve meseleleriyle meşgul bir iktidar olarak görünmesine yol açmaktadır. Yangın günlerinde beliren “devlet nerede” sorusu bu anlamıyla “sen neyin derdindesin” sorusunu içermekteydi. Devletle ilgili hissedilen namevcutluk, ülkenin özellikle Batı kesimlerinin kitleleri açısından oldukça çarpıcı bir histi. Ev cayır cayır yanıyordu ve baba, devlet baba ortalıkta yoktu![1]
Başka bir ifadeyle, burada mevzu bahis olan kırılma, halk kitlelerinin hem iktidara hem de kendilerinin bu iktidar karşısındaki vaziyetlerine bakışında bir perspektif kaymasına tekabül etmektedir. Perspektif kayması, insanların olup bitene yeni bir açıdan bakması ve öncesinde gör(e)mediklerini görmeye başlamasıdır. Kuşkusuz, farklı ve yeni şeylerin görülür olması otomatikman öncesinden daha ileri bir bilince erişileceği anlamına gelmez. Bilindiği gibi, bu tür kırılmalarla gerçekleşen perspektif kaymalarının nedenlediği bilinç açılmasının muhtevası ve yönü politik mücadelelerinin neticesinde şekillenmektedir.
PARÇALI HEGEMONYA
Malum, Erdoğan rejiminin hegemonyasındaki çözülmeye, burjuva muhalefetinin hegemonyasının güçlenmesi tekabül etmiyor. Erdoğan iktidarı bir yandan bu özgün durumdan hala kendini ayakta tutma imkanını bulurken, diğer yandan ama bu imkanın kendi hegemonyasındaki çözülmeyi engellememesi gerçekliğiyle yüz yüzedir.
Rejimin ve burjuva muhalefetin içine düştüğü bu karşılıklı kifayetsizliğin politik ve sınıfsal olmak üzere iki temel nedeni var. Politik plandaki nedeni, özelde Erdoğan figürünün geneldeyse AKP’nin 2002’den beri yerleşik “Türkiye düzeni” karşısında adeta negatif bir diyalektiğin öznesi olarak etkin olmasıydı. Nitekim bilindiği üzere, aradan geçen süre, yerleşik “Türkiye düzeni”ni yerli ve yabancı sermayenin değişen ihtiyaçları doğrultusunda (12 Eylül ve Özal ile başlamış olan) yeniden biçimlendirilmesi sürecini tamamlamakla geçti.
Ayrıntılarına önceki bir yazıda[2] değinmiş olduğumuz bu sürecin politik neticesi gelinen noktada şu olmuştur: Eski “Türkiye düzeni” birçok yönüyle çözülmüş ama, yenisi de henüz “düzen” vasfını kazanamamış amorf bir yapıyı canlandırmaktadır. Bu bakımdan diyebiliriz ki, iki burjuva fraksiyonun karşılıklı kifayetsizliğinde beliren gerçek, aslında bu iki “düzenin” de 2020’li yıllarının Türkiyesi’nin politik ve sosyal gerçekliğini karşılamaktan uzak olması gerçeğidir. Bu olgunun anlamı, bütün fraksiyonlarıyla burjuvazinin, ülkenin karşı karşıya olduğu sosyal ve ekonomik çelişkileri çözebilme umudunu telkin edebilen ve bu özelliği itibarıyla halk kitlelerini etrafında birleştirebilen politik bir konseptten fiilen yoksun olduğudur. Burjuvazi, işçi sınıfı ve halk kitleleri üzerinde kapsayıcı politik bir hegemonyayı halihazırda kuramamaktadır.
Bu sürdürülemez ve eninde sonunda bir şekilde politik “çözümünü” (açık faşizm veya bir tür tahkim edilmiş burjuva demokrasisinde) bulacak ve mevcut haliyle aslında işçi sınıfına bir fırsat penceresi sunan tarihsel momentin gerisinde, Türkiye burjuvazisinin daha derin bir açmazı bulunmaktadır. Bu açmazı şöyle özetleyebiliriz: Türkiye halklarının çevreden sağlığa, işten refaha, eğitimden demokrasiye kadar uzanan ve toplumsal buhranlara özgü bir eşzamanlılık içinde birikip büyüyen çok yönlü sorunlarının doğası ve bugünkü çapı, Türkiye burjuvazisinin sınıfsal sınırlarını tarihsel anlamda zorlamaktadır. Sermayenin sömürüde kaydettiği düzey, elde ettiği devasa kârlar, yaptığı birikimin hacmiyle ters orantılı ve gelinen yerde hiçbir demagojiyle üstü örtülemez büyük bir toplumsal ve ekolojik tahribat orta yerde durmaktadır.
Burjuvazinin açgözlülük ve kâr hırsındaki pervasızlığının sosyal, ekonomik ve ekolojik sonuçları, onun bu tahribatları gerek kapitalist üretim tarzının sınırları içinde ve gerekse toplumsal rızaya dayanan bir biçimde idare etme imkanlarını aşındıracak bir safhaya doğru yol almaktadır. Bundan ötürü elini çabuk tutmak zorundadır: Ya gidişatı kontrol edemediğinde Erdoğanlı-Erdoğansız faşizme başvurmak ya da egemenliğinin toplumsal zeminini alttan alta oyan bu tahripkar, toplumdaki görece “sosyal entegrasyonu” çözücü ve umutsuzluk yayıcı süreci bir şekilde yönetilebilir ve hafifletebilir bir mecraya sokmak durumundadır.
Burjuvazinin bir sınıf olarak bu konularda halihazırda görüş birliği içerisinde olmadığı, mensubu sermaye gruplarının, sınıf hegemonyasını ortaklaşılan politik bir hedef ve platform üzerinden tesis edilmesini baltalayan fraksiyonlar olarak hareket ettikleri ortadadır. Burada Türkiye burjuvazisi açısından görece yeni olan durum, dünyaya gözünü açtığı andan beri bu tür açmazları aşma aracının, yani “Türkiye düzeni”nin ayırıcı özelliği olarak kolektif kapitalist rolünü üstlenen ordu ve devlet kurumlarının yıpranmış olmasıdır. Bu gerçek, “devlet kuran parti” olarak CHP’yi klasik büyük sermaye açısından işin merkezine kaydırmıştır. Denilebilir ki CHP, yeni bir burjuva “Türkiye düzeni”nin tesis edilip edilmeyeceğinin adeta turnusol kağıdı olma konumuna gelmektedir. Ne var ki, bu “düzenin” niteliğinin ne olacağının bir ipucu olarak, bu partinin halihazırda eski yerleşik “düzen” ile olası yeni “düzen”in ögelerini (sözgelimi dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet oyu ile adalet yürüyüşü) bir arada bulundurduğu gerçeği de görülmelidir. Burjuvazinin mevcut partilerinin “en ilerisi”nin bu gerçekliği, halk kitlelerinin açık hareketiyle fiili bir güç olarak dahil olmadığı herhangi bir demokratikleşme ve sosyal kalkınmanın tamamen sermayenin çıkarlarınca belirleneceğinin somut bir verisidir.
GİDİŞATA MÜDAHALE
Türkiye’deki mevcut rejim, her ne kadar ani bir “baht dönüşü”yle son perdenin kendisini ihya edecek bir şekilde kapanması umuduyla çırpınsa da, içinde bulunduğumuz bu özgün belirsizlik sürecinde işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından altının çizilmesi gereken husus şudur: Ülkenin bugünkü karanlık tablosundan tüm fraksiyonlarıyla birlikte sermaye sınıfı sorumludur ve kendi aralarındaki dalaşta hangisi politik olarak galip gelirse gelsin, hiçbirinin işçi ve emekçilerin yakıcı talep ve sorunlarına çare olacak bir yetisi yoktur. Bunu bildikleri için işçi ve emekçilere‚ “siz oyunuzu verin gerisine karışmayın” demektedirler, zira emekçi halkın lehine herhangi bir adımın atılıp atılmayacağını, atılacaksa ne kadar atılacağını kendileri belirlemek istemektedirler.
Bu husus bugünkü burjuva muhalefetinin ayırıcı bir özelliği de değildir. Zira biliyoruz ki, bu ülke topraklarının egemenlerinin Osmanlı’dan bu yana temel siyasi düsturlarından biri, halk kitlelerinin politik özne olarak devreye girmesini her şart ve koşulda engellemek olmuştur. Örgütsüz toplum gerçeğimizin nedenlerinin tek olmasa da başında gelen, bu düsturun tarih boyunca egemen sınıflarca büyük oranda başarıyla yaşama geçirilmiş ve halk kitlelerine benimsetilebilmiş olmasıdır. Bu bakımdan, görece kısa tarihi ara dönemlerin dinamik sonuçları bir tarafa bırakıldığında, Türkiye’deki örgütlülük şemasının kafa üstü duran bir piramide benzemesi, en üst sınıftan en alt sınıfa doğru gidildikçe örgütlülük oranın azalması şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla bugün tam da ülkenin gelecek yıllarını belirleyecek karmaşık bir sürecin ortasındayken, işçi ve emekçilerin gidişata müdahale etmemelerini sağlamak burjuvazi açısından son derece hayati bir sorundur. Bu sorun, içinde bulunan sürecin nasıl ve hangi sınıfın çıkarları doğrultusunda aşılacağı ve yeniden biçimlendirileceğiyle doğrudan alakalı bir sorundur.
Bundandır ki, toplumsal çözülmenin ilerlediği, sosyal, ekonomik, politik, ekolojik, kültürel, kamusal tahribatın hız kesmediği, umutsuzluk ve çözümsüzlük hissiyatının toplumun özellikle genç ve dinamik kesimlerinde yayıldığı bir süreçte ve her ne kadar bütün bu tahribatın tek ve asıl nedeni olarak Erdoğan ve rejimi gösterilse de, gidişatın tahripkar niteliğinin düzeyinin kapitalist düzenin kendisini işaret ettiği bir safhada, işçi sınıfının ileri temsilcilerinin şu can alıcı yaklaşımı, içinde yer aldıkları güncel mücadeleler içerisinde yaymaları hayatidir: Ülkenin mevcut tablosundan işçi ve emekçiler sorumlu değildir, ancak bu tablonun değiştirilmesi ve acil taleplerle temel sorunlarımızın çözülmesinin sorumluluğunu da bizzat bizler üstlenmek zorundayız! Nerede ve hangi vesileyle olursa olsun, ister TİS, isterse herhangi bir emekçi semtin sorunlarıyla ilgili mücadelede, yakıcı ve güncel talepler uğruna mücadelelerin aynı zamanda ülkenin genel sorunlarıyla ilgili değerlendirmelerin ve çözüm önerilerinin yaygınlaştığı, açıklandığı ve tartışıldığı mekanlar özelliğini kazanmaları tam da bugün elzemdir. Genel çözümsüzlük ve umutsuzluk hissiyatının özellikle işçi ve emekçiler arasında kırılması, dönemsel ve temel sorunların nasıl ve ne biçimde çözülebileceğinin somut ve güncel taleplerle olan alakalarıyla birlikte anlaşılır kılınması büyük bir önem arz etmektedir. İşçiler bilmelidirler ki, ülkenin ve emekçi halkın sorunlarını şu ya da bu kişi veya “devlet büyükleri” çözmeyecektir. Ülke sorunlarının çözümüne ilgi gösterip örgütlenmedikleri sürece işçi ve emekçilerin makus talihleri hep kısa çöpü çekmek olacaktır.
İşçi hareketinin halihazırdaki güçsüzlüğü, örgütlülük oranın düşüklüğü, bilinç düzeyin yetersizliği vb., elbette bunlar somut olgulardır. Ancak, Marksistler sınıf mücadelelerine olgucu bir gözle bakmazlar. Ülke yangın yerine dönüşüyorsa ve dolayısıyla olabilecekler olgusal olarak olanı öteye taşıma dinamiğiyle gebeyseler, verili olanı şu ya da bu şekilde değiştirme ve şu anda bulunduğu noktadan daha ileri bir noktaya taşıma imkanları doğmuş demektir. Bu imkanları görmemek ve beliren potansiyeli kucaklamaya açık bir anlayışla harekete geçmemek, sadece içinden geçtiğimiz süreci anlamamak değil, her geçen gün keskinleşen çelişkilerin büyüttüğü toplumsal öfkenin karşı-devrimci güçler tarafından yedeklenip örgütlenmesini engelleyememek, kısacası bugünden çok daha geri bir noktaya düşürülmek demektir.
[1] “Ev yanıyor baba yok” benzetmesini, “Help Turkey” çağrısı yapan sanatçıların gazetelerde fişlenmesine tepki gösterirken Şahan Gökbakar yapmıştı.
[2] Bkz: Cengiz, A. (2021) “Erdoğan rejimine dair notlar”, Teori ve Eylem, Sayı: 51.