Ekinsu Devrim Danış[1]
Bartın’ın Amasra ilçesindeki TTK Müessesesine ait maden ocağında grizu patlaması nedeni ile 42 işçinin hayatını kaybetmesinin ardından Erdoğan’ın “kader planına inanmış insanlarız, bunlar her zaman olacaktır…” ifadesi iş cinayetlerinin ardından dolaşıma sokulan “tevekkül”, “kader inancı” ve “sabır” söylemlerinin işçiler üzerinde rıza üretecek şekilde nasıl bir dinsel kuşatmaya yol açtığını yeniden gündeme getirdi. Son dönemde burjuvazi ya da mali sermayenin özellikle belirli odakları ile çeşitli tarikat ve cemaatlerin stratejik ilişkisi birlikte düşünüldüğünde hem emek sürecinde hem de yeniden üretim alanında süregelen dinsel kuşatma sınıf hareketinin “durgunluğu”nu açıklamak için de elverişli görünmektedir. Bununla paralel olarak hem burjuva muhalefetin hem de burjuvazinin sözcüsü patron örgütlerinin[2], gitgide sertleşen sınıfsal ayrışmaları, kültürel ayrışmalar ve inanç farklılıkları üzerinden bir okuma ile liberal bir yaşam tarzı farklılığına (yaşam tarzı mücadelesine) çekme çabası ise, emek ve sermaye arasındaki uzlaşmaz çatışmanın soğurulmasına hizmet etmektedir. Dolayısı ile, özellikle dinin işçi ve emekçilerin gündelik ve toplumsal yaşamını kuşatarak ideolojik yeniden üretimini sağlaması ve sermayenin sürdürülebilirliğini garantiye almaya yönelik rolü kapitalist üretim ilişkilerinden, kasıtlı bir şekilde bağımsız tartışılmaktadır.
Bu yazının amacı, Boydak Holding’e bağlı fabrikalarda çalışan işçilerin deneyimleri üzerinden Marx’ın “dinsel ve siyasal aldatmacaların peçesi arkasına gizlenen sömürü” olarak tarif ettiği dinselliğin, sömürüyü gizlemek noktasındaki etkisini, sınırlarını ve bu etkinin kırılma süreçlerini fabrika ölçeği sınırlarında ortaya koyarak; dinin, inançların ve kültürel farklılıkların kendinden menkul anlamlar içermediğini ve sınıfsal ayrışma ya da çelişkilerin içerisinde yeni anlamlar üstlenebildiğini ortaya koymaktır.
Öncelikle sınıf hareketinin durgunluğuna dair küçük burjuva romantik eğilimlerin süregelen yaklaşımları değerlendirilecek olup sermayenin ideolojik yeniden üretiminin son kertede emek sürecinde belirlendiği vurgulanacaktır. Ardından, 24 Ocak kararları ile emeğin kazanılmış haklarının nasıl tırpanlandığı ve Orta Anadolu’da ortaya çıkan yeni sermaye fraksiyonunun sendikasızlaştırılmış, güvencesiz ve kayıt dışı çalışan işçilerin rızasını kazanmak noktasında nasıl bir ideolojik hegemonya ürettiği tartışılacaktır. Sonraki bölümde ise, özellikle kendini dindar-muhafazakâr olarak tanımlayan işçilerin çalıştığı ve tam da o yüzden “durgun” ve “boyunduruk altına alınmış” gibi görünen fabrikadaki emek süreçlerinde işçilerin tekil, örtük ya da açık toplu eylemleri gösterilerek, rızanın sınırları ve kırılma noktaları üzerine bir tartışma sürdürülecektir.
Burjuva Sinizm ya da ‘Elveda Proletarya’
1990’larda Türkiye’de neo-liberalizm ile İslam’ın “stratejik birlikteliği”[3] emek süreçlerindeki değişim ile birlikte emek-sermaye karşılaşmasında enformel emek denetim yöntemlerini belirginleştiren değişikliklerin de önünü açtı. Öte yandan 24 Ocak kararları ile emeğin kazanılmış haklarını gasp etmeye yönelik neo-liberal düzenlemeler (sendikasızlaşma, taşeron çalışma ve güvencesizlik) sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü güçlendirirken; kültürel, dinsel ve geleneksel pratiklerin çalışma ilişkilerine angaje olma biçimindeki bu yeni durum, sermaye ve emeğin karşı karşıya gelme biçimini de değiştirdi. Bu durum, sosyal bilimler literatüründe dindar muhafazakarlığın işçiler içerisinde rıza ya da tabiiyet ürettiğine dair tartışmaları da derinleştirmiştir.[4]
Bir yandan devrimci rolün diğer toplumsal aktörlere geçtiği ve işçi sınıfının ömrünü doldurduğu tartışılırken; bir yandan da bu “sessiz” sınıfın neden “sessiz” olduğunu anlamaya çalışan nedenselci çabalarda da bir artış meydana geldi. Bu durumda ya emek-sermaye çatışmasının evrensel yasalarının işlemediği varsayımına ya da yerel ve kültürel unsurların üretim ilişkilerinden bağımsız olgular olarak, işçi sınıfını onu hareketsiz bırakacak şekilde kuşattığı sonucuna varıldı. İşçilerin dinsel ve burjuva gericilik tarafından hareket etmesine olanak vermeyecek düzeyde kuşatıldığı varsayımı, sosyal bilimcileri kültürün, inanışların ve dinin kendinden menkul bir rıza, tevekkül ya da tabiiyet ürettiği yanılsamasına düşürdü. Bu nedenle, ya uzun erimli ve büyük ölçekli işçi eylemlilikleri ya da emeğin kapitalist emek denetimine tabi kılınma biçimleri üzerine çalışmalar yapıldı. Bu yaklaşımların tortusu ya romantik bir “grev seviciliği” ya da işçi sınıfının “durgunluğu”nu kültürel pratiklerden ve ayrışmalardan okuyan sinik bir eğilim olarak günümüzde de devam ediyor.
Sosyal bilimlere sirayet etmiş bu burjuva idealizmi ancak işçi hareketinin tarihsel gelişiminin ve emek süreçlerinin değişiminin Marksist diyalektik bir yöntemle değerlendirilmesi ile aşılabilir. 2015 yılının şubat ayında Boydak Holding’de yaklaşık 3 bine yakın işçi, ücretlerinin yükseltilmesi, toplu iş sözleşmeleri arasındaki sürelerin kısaltılması talebi ve zorunlu fazla mesai saatlerine itiraz nedeniyle greve gitti. Yine 2014 yılının sonlarına doğru sendika değiştirdikleri için işten çıkarılan Ülker işçilerinin grevi de kendini “hayırsever”, “Müslüman iş adamı” olarak tarif eden patronların bu rıza üretmeye yönelik politikalarının işçiler tarafından nasıl derdest edildiğini ortaya koymuştu. Daha önce grev deneyimi yaşamamış ve büyük bir çoğunluğu dindar-muhafazakâr işçilerden oluşan bir fabrikanın patrona ve yandaş sendikaya karşı gerçekleştirdiği bu eylemler, din ile rıza arasında nedensellik ilişkisi olduğunu varsayan idealizm soslu tezleri de boşa çıkarmıştır. Başka bir deyişle, işçilerin fiili bir grev içerisinde bulunmaları ne onların doğrudan dinsel kimliklerini üzerlerinden söküp attıklarına ne de bu kimliğin işçilerin talepleri etrafında örgütlenmelerinin önünde doğrudan bir engel teşkil ettiği anlamına gelir.
Dünden Bugüne Çalışma İlişkilerinde Dinsel Kuşatma
“İslami burjuvazi” olarak tanımlanan sermayenin yeni fraksiyonunun son otuz yılda nasıl bu kadar güçlü hale geldiğine dair birtakım çalışmalar, çoğunlukla sermaye birikim süreçlerine odaklanırken, emek boyutunu dışarıda bırakarak şu şekilde açıklıyorlar:[5][6] (i) Özal Dönemi’nin de ekonomik teşvikleri ile Anadolu’da ihracata yönelik hızlı bir üretim süreci (KOBİ’lerin yükselişe geçmesi), (ii) Avrupa ülkelerinde çalışan Türk göçmenlerinin birikimleri (örneğin Kombassan, Büyük Anadolu Holding, Yimpas), (iii) 1983 yılından bu yana faaliyet gösteren faizsiz bankacılık sistemi ve (iv) işveren dernekleri aracılığıyla yeni bir ekonomik ağın inşası (örneğin MÜSİAD) ve dini ağlar aracılığıyla topluluk içi dayanışmayı pekiştirilmesi. Bu analizler, sermaye birikim süreçlerindeki değişimleri açıklarken, emek süreçlerindeki değişimleri “burjuvazinin diğer sınıflarla olan ilişkisine bakmaksızın” ele alan bir “burjuva paradigması”na düşmektedir.[7] Bu burjuva paradigma, fabrikaların kendi büyümelerini işçilerin sömürüsünden bağımsız bir kurgu anlatı ile yarattığı “mit” ile de örtüşmeye açıktır. Öncelikle “Anadolu Kaplanları” olarak tanımlanan sermaye gruplarının büyümesinin akademide bu “burjuva paradigma” ile nasıl örtüştüğünü, ardından fabrikaların kendi büyümelerini işçiler nezdinde rıza oluşturacak şekilde nasıl mitleştirdiğini inceleyelim.
Anadolu Kaplanlarının yükselişini neo-liberal dönüşümün başarısı olarak tanımlayan neoliberal yeniden yapılanma anlatıları, yerel düzeyde emeğin kazanılmış haklarına yönelik saldırıları görmezden geliyor. Bedirhanoğlu ve Yalman[8] ise neo-liberalizmin başarı hikayelerinin Anadolu’daki bu yeni emek süreçlerinde ucuz emeği, güvencesizliği ve kayıtsız çalışmayı gizlediğini öne sürmektedir. Benzer şekilde Filiztekin ve Tunalı’ya[9] göre, Anadolu Kaplanları’na takılan “kaplan” betimlemesi gerçekte ihracata yönelik üretim modelinin emeğe yönelik saldırılarının vahşiliğine işaret ediyor. Peki bu saldırının üzerine mistik bir perde çeken “işçi ve patron arasındaki uyumlu çalışma” anlatısının dayandığı zemin nedir?
1990’larda Türkiye’de neo-liberalizmin çalışma ilişkilerinde yaratmaya başladığı dönüşüm ile Anadolu’nun çeşitli illerinde (özellikle Kayseri, Konya ve Gaziantep) yerelin de özgünlüklerini kapsayan paternalist ve rızaya dayalı kontrol biçimleri daha hâkim hale geldi. Özellikle muhafazakâr sermaye gruplarının örgütlü olduğu MÜSİAD’ın önemli rol oynadığı bu süreçte, işçi ve işveren arasındaki çelişkinin yerini uyum söylemleri almaya başladı. Esnek, kayıt dışı ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaştığı emek süreçlerinde işçilerin deneyimlerini anlamlandırma süreçleri de İslami retoriğin kuşatması altında kaldı. Muhafazakâr sermaye gruplarının büyümesi “İslami ahlak” söylemleriyle işçiler nezdinde meşrulaştırılarak, işçi ve işveren arasındaki ilişkiler sermaye lehine yeniden düzenlendi.
Avrupa İstikrar Girişimi, Orta Anadolu’nun sanayileşmesini tartışan İslami Kalvinizm[10] adlı raporunda ancak belirli dini davranışlar çerçevesinde ekonomik gelişmenin mümkünlüğünü tartışıyor. Bu argüman, ekonomik büyümenin belirleyici unsurlarının iş etiği, dürüstlük, sabır ve emek olduğunu savunuyor. Rapor, bu argümanı desteklemek için de İstikbal, Orta Anadolu ve Hes Kablo gibi fabrikaların ortaya çıkmasıyla Kayseri’nin sanayileşme öyküsünün paralelliğini örnek gösteriyor. Bu bağlamda “Bir fabrika açmak da ibadet sayılır” diyen Hes Kablo’nun üretim müdürü, çalışma ilişkilerinde İslam’ın önemli bir unsur olduğunu ifade ediyor. Orta Anadolu’da yükselen sermaye gruplarının kendi “başarı” hikayelerini İslami retorikler üzerinden ifade ediyor oluşu “sermaye”nin vahşiliğini soğurma amacı güdüyor elbette. Özellikle kendilerini “maneviyat”, seküler sermaye gruplarını ise “dünyevilik” üzerinden tanımlayıp ayrıştıran bu söylem artı-değer sömürüsünün gizlenmesi ve işçilerin kendilerini bir “sınıf” olarak tarif etmesinde bir engel haline gelebiliyor.
1990 senesinde kurulan MÜSİAD’ın kurucu başkanı sadece diğer sermaye grupları ile ayrışmayı yeterli bulmuyor. İslami öğreti üzerinden işçileri de kuşatmaya yönelik daha ileri bir adım atıyor. Erol Yarar’a göre, kapitalist toplumlarda insanlar davranışlarını maddi içgüdülerle yönlendirirken, İslami ekonomi “insan ahlakı”na dayanıyor. İslami ahlak çerçevesinde “karşılıklı sorumluluk” kurallarına göre, bu kişi bir işçi ise, işvereniyle uyum ve dayanışma içinde olmalı, görevleri ve talimatları eksiksiz yerine getirmelidir.[11] Ayrıca işçi, en helal gelirin işverenine saygılı olan işçinin geliri olduğu bilinciyle hareket etmelidir. Eğer bu kişi yatırımı olan bir işveren ise, gelirinin bir kısmını yoksul insanlara veya devlete zekât olarak vermelidir. Buna göre, emekçiler çok çalışıp, tembellikten kaçınırken; işverenler, işçilere karşı adaletli davranmalıdır. Bu karşılıklı sorumluluk ilişkisiyle birlikte sınıf mücadelesinin ve nefretin yerini uyum ve sevgi alır.[12] Böylece, bu politikanın dayandığı ahlaki değerler ve roller güvencesiz ve ağır koşullar altında çalışan işçiler açısından kabul edilebilir hale getirilmeye çalışılır. Yine de bu söylemler doğrudan bir rıza ya da “uyumlu çalışma” üretmek noktasında yeterli olamaz. Bu yüzden fabrika ölçeğinde ve yeniden üretim alanında bu savunuların nasıl işlediğini irdelemek gerekir.
Tarikat ve cemaatlerin, 90’lardan günümüze sermayenin çeşitli unsurları ile birlikte piyasa ilişkilerine dönük faaliyetlerini “maneviyat” kabuğu altında meşrulaştırma çabasına karşın “islami ahlak”ın işçilerin aleyhine bir “dünyevilik”te nasıl işlevli hale geldiğini bu dinsel ağların çeşitli fabrika/işyerlerindeki ve mahallelerdeki örgütlenme pratikleri üzerinden izlemek mümkün. 2010 yılında MAS-DAF işçilerinin sendikalaşma mücadelesinin ardından Düzce müftülüğünün camilerde okuttuğu hutbede “işi gereğinden fazla yavaşlatmak ve işyerine zarar vermek, karı ve karlılığı azaltıcı davranışlarda bulunmak çalışanı ağır dini mesuliyet altına sokar”[13] ifadelerini kullanması; 2016 yılında maaşı ödenmeyen BİMEKS işçilerine Murat Akgiray’ın dini referanslara yer vererek işçilerle “aynı gemide” olduklarını söylemesi[14]; Soma’da 301 işçinin yaşamını yitirdiği iş cinayetinin ardından Erdoğan’ın “literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var” ifadesi dinin sınıfsal çatışmaları perdelemeye yönelik işlevine dair yakın dönemin somut örneklerinden. Özellikle belli tarikat ve cemaatlerin etken olduğu fabrikalarda işçilerin dinsel kimliğini ön planda tutarak hareket etmesi işçilerin sınıfsal çıkarları ve ortak talepler etrafında organize olmaları önünde de bir engel teşkil edebiliyor.
Bosch fabrikasında Menzil Tarikatının etkili olduğu bilgisini veren bir işçi, Menzilcilerin seçimlerden iki gün önce tüm üyelerini çağırdığını ve kime oy vermeleri gerektiğini bildirdiğini söylüyor.[15] Benzer şekilde Pirelli lastik fabrikasında çalışan bir işçi 2008 yılında gerçekleşen temsilcilik seçimlerinde Menzil tarikatının şeyhinin kendi üyelerine hangi adayı destekleyeceğini emrettiğini anlatıyor. İşyeri ve fabrikalarda örgütlü olan bu tarikatlar her ne kadar işçi sınıfının ana unsurlarını kapsayacak bir etki alanına sahip olmasa da işçilerin sınıfsal talepleri etrafında bir araya gelmelerini engelleyerek dinsel kimlikleri doğrultusunda karar almalarına sebep olduğu söylenebilir. Memleketçiliğin ve çeşitli cemaatlerin işçilerin ayrışmasında etkili olduğunu ifade eden bir Ford işçisinin açıklaması bu tespiti şöyle destekliyor: “Benim gibi sıfır fireyle çalışan biri bile greve çıktı ama 2015 grevinde Nakşibendi tarikatına üye olan işçiler şeyhin emriyle greve katılmadı.”
İşçi ve patron arasındaki sınıfsal farklılıkların ve uzlaşmaz çatışmanın perdelenmesi amacını güden ve hem işyeri ölçeğinde hem de yeniden üretim süreçlerinde devam eden bu bütünlüklü kuşatma asıl olarak işçi ve “işveren”in birbirine karşılıklı sorumluluğu olduğu fikri ile sürdürülmektedir. Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman “çalışma hayatı ile ilgili birkaç konu”[16] başlıklı yazısında şu ifadelerde bulunuyor:
“İslâmî düzende grevin yer almamasının sebebi hem buna ihtiyacın bulunmamasından hem de bir yöntem olarak grevde, çalışmadan ücret istemek, çalışanlara engel olmak, rızaya dayanması gerekli olan akitte karşı tarafı razı olmadığı bir akde mecbur etmek gibi menfî unsurların bulunmasındandır.”
Tüm Müslümanların eşit olduğunu ve işçi sınıfının grev hakkını “çalışmadan ücret istemek” olarak tanımlayan Karaman, sermaye ve emeğin uzlaşmaz çıkarlarının ve sınıfsal farklılıklarının İslami hukuk üzerinden nasıl gizlenmeye çalışıldığının uygun bir örneği. Yine de özellikle işçilerin fiili bir mücadele sürdürdüğü dönemlerde sermayenin İslami referanslara dayanarak “aynı gemide” olduklarını söylemesi ya da iş cinayetlerinin sermayenin devamlılığı noktasında etkisini perdelemek adına “kader” “tevekkül” gibi İslami referansların kullanılması bir düzeye kadar etkili olmak ile beraber işçi ve işverenin birbirine karşılıklı sorumluluğu olduğu fikri fabrikalardaki gündelik pratik içerisinde de üretilmektedir. Bu yazının temel argümanlarının dayandırıldığı Boydak Holding’e bağlı Boytar firmasında çalışan işçiler, işçi ve işverenin birbirine karşı sorumluluğu olduğunu şu şekilde ifade ediyor:
“Bugün işçi 9 saat çalışıyorsa bunu tamamen o patrona vermek zorunda. Çünkü biz çoluğumuzun çocuğumuzun rızkını orada kazanıyoruz. Rızkı veren Allah’tır ama vesile olan onlardır. İşçinin çalışma ahlakı düzgün olacak. Ya işimden kaytarayım da bugün akşam olsun da eve gideyim mantığı işçi için yanlıştır.”
İşçinin ifadeleri her ne kadar bütün işçilere sirayet etmiş bir görüş olmasa da özellikle “İslami hukuk”a göre çalışma ilişkilerini anlamlandırma eğiliminde olan işçilerin de benzer görüşlerinin olduğunu söylemek mümkün. Bir başka işçi ise fabrikanın iş sağlığı ve iş güvenliği için dağıttığı malzemelerin diğer işçiler tarafından nasıl “sorumsuzca” kullandığını şöyle anlatıyor:
“Vicdansız insanlar var eldiveni bir defa kullanır hemen çöpe atıyor. Tüyü bitmemiş çocuğun hakkı var o Eldiven de çöpe atıyorlar. Sen şu kalemi iki satır yaz çöpe at. Olur mu böyle bir şey. Git Allah’tan Korkma akşama kadar 5 tane eldiven harca, vermiyoruz demezler. 1 hafta boyunca kullanıyordum eldivenleri atmaya kıyamıyorum. Biz o malzemeyi nasıl iyi kullanırsak o malzeme bizim çocuğumuza geri dönecek. Bunu düşünmeyen insanlar var ne diyeceksin.”
İşçilerin büyük bir bölümü fabrikadaki gündelik deneyimlerini anlamlandırırken işçinin çalışma ahlakına başvursa da yönetimle ya da sorumlusu ile yaşadığı çatışmalarda bu İslami referansları işçi lehine yorumlama eğilimi de hayli yüksek. Yazının ilerleyen bölümlerinde dinin çalışma ilişkilerini yorumlamak noktasındaki sınırlılıklarına değinilecek olup işçilerin talepleri etrafında yan yana gelmelerinin önünde engel teşkil eden kültürel, ideolojik ve dini farklılıkların nasıl dağıtıldığı tartışılacaktır. İşçiler her ne kadar din gömleklerini üzerlerinden çıkarıp atmasa da hem yöneticiler ile yaşadığı çatışmada hem de fiili eylemlilik süreçlerinde bu İslami referansları kendi lehine okuyan bir tutum alabiliyorlar.
Boydakların Kurucu Miti
Neoliberal küreselleşme özellikle sendikasızlaştırma yoluyla işçi sınıfının bir dayanışma ve örgütlenme kültürü geliştirmesi için gerekli olanakları sınırlandırırken; işçilerin aile, memleket gibi paternalist bağlarını (iş bulma sürecinde kolaylıklar, köyden yiyecek ve erzak sağlanması vb.) işlevli hale getirdi. Anadolu’daki fabrikalarda enformel sosyal mekanizmalara ve paternalist ilişkilere yerleşmiş kültürel taktikler yardımıyla gerçekleştirilen emek sürecinin kontrolü bunun bir yanıdır.
Emeğin ideolojik kuşatmasını geleneksel sermaye gruplarından farklı retoriklerle sürdürmeye çalışan Anadolu Kaplanları’nın bir örneği olan Boydak ailesinin büyüme hikayesi ise, ailenin büyüdüğü Hacılar ilçesinin sanayileşme hikayesiyle özdeşleşerek yeniden yazılmıştır. İstikbal Mobilya’nın 50. yılı anısına hazırlanan En Makbul İnsan Üreten İnsandır[17] adlı kitapta, Boydak ailesinin mobilya sektörüne girişi ve bu sektörde nasıl büyüdüğüne dair “mütevazı” bir hikâye anlatılıyor:
“Hacılar’ın çocuklarından Mustafa Boydak, zorunlu askerlik hizmetinden yıllar sonra Kayseri’de Eski Sanayi Bölgesi’nde yaklaşık 50 metrekarelik küçük bir atölyeye girer. Ardından Mustafa ve Sami Boydak (kuzenler) Eski Sanayi’deki 50 metrekarelik dükkanlarında el aletleriyle bebek karyolası, gardırop, sandık vb. üretmeye başlarlar.”
Vardar, zamanla bir ustanın bu iki kardeşi mobilya işinde nasıl yetiştirdiğini şöyle anlatıyor: O yıllarda Eskişehir ve Ankara mobilya işine öncülük etti. Cemal Usta Kayseri’ye yerleşmeye geldiğinde, genç çıraklarına mobilya ve mefruşat yapma sanatını öğretir. Öte yandan iki çocuğunun babası, marangozluk sektöründe kalmalarını ve sabırlı beklemelerini ister. Çocuklar, babalarının sabır telkinine rağmen geleceklerini öğrenmek için Kayseri’de Yeşil Hoca olarak bilinen bir adama danışır. Yeşil Hoca, “Dikkatli olun, önce çok zorlanacaksınız ama sabrınız sayesinde önünüz açılacak, çünkü rüyamda bulanık su gördüm ve sonra bu su berraklaştı”[18] der. Bunun üzerine babalarını ikna eden Boydak kardeşler, o günden sonra Cemal Usta’nın da yardımıyla resmen mobilya işine girişirler.
Vardar’ın aktardığı öyküde, Boydak ailesinin daha sonra Yeşil Hoca‘nın öngördüğü gibi uluslararası bir holdinge dönüşecek şekilde mobilyacılıkta lider haline gelmesi neredeyse senaryosu önceden planlanmış ve yazılmış bir hayatın gerçekleşmesi olarak açıklanmaktadır. Boydakların küçük bir atölyeden uluslararası bir holdinge büyüme süreci “sabır”, “çok çalışmak” ve “kader” anlatısı altında yedirilmeye çalışılırken, işçilerin emeğinin dışarıda bırakıldığı ilahi, sorgulanamaz bir mit yaratmıştır. Öte yandan, işçiler tarafından anlatılan başka bir anlatı, Boydakların kendilerinin anlattığı kaderci anlatı ile çelişiyor. Kayseri’ye gittiğimde ziyaret ettiğim bir aile, bir zamanlar Boydak ailesinin bir altın detektörü ile tüm Kayseri’yi dolaştığını ve başkalarına ait altınlarla zenginleştiklerini anlattı. Kayseri’de bulunduğum süreçte farklı işçilerden de Boydak ailesinin “define avcılığı” sayesinde zenginleştiğine dair benzer hikayeler duydum. Bu noktada Boydak ailesinin işçiler ile benzer geçmişlerden gelerek ama çok çalışarak ve sabırla Allah’ın “yürü ya kulum” demesini bekleyerek zengin olduğu anlatısına karşı işçinin bu hızlı büyümeye ikna olmadığını, ama yine de kendini bu denklemin dışında gören başka bir mit yarattığını söylemek mümkün.
Akademik çalışmalara da Anadolu Kaplanları’nın ekonomik başarısı olarak yansımış olan bu burjuva illüzyon ancak “sömürenler ve sömürülenler arasındaki süregiden ilişkilerde ve her bir toplumsal biçimin içindeki krizlere, altüst oluşlara, şiddetli çatışmalara (yalnızca kendi aralarında değil, aynı zamanda kendi sınıfları içerisinde de) yol açabilen çelişkilerde tarihsel bir güç olarak Marksist sınıf kavramı”[19] takip ederek aşılabilir. Dolayısı ile özellikle Anadolu sermayesine emek gücü sağlayan ve iktidarın meşruiyet tabanını oluşturan emekçi sınıfların tabiiyetini ve direnme biçimlerini ortaya koymak, ancak emek ve sermaye çelişkisinin evrensel kuralları takip edilerek mümkün olabilir. Aksi halde Denizli, Antep, Kayseri gibi şehirlerde ortaya çıkan yeni sermaye grubunun sermaye birikim süreçlerinde dine haddini aşan merkezi bir rol atfedilecektir. Burada işçilerin sermaye tarafından nasıl boyunduruk altına alındığını salt “rıza”, “kadercilik” ve “tevekkül” gibi kavramlarla açıklamak, üretim ilişkilerinin sürdürülmesine zemin olan toplumsal/kültürel bağlamın verili ve değişmez olduğu yanılgısına düşürecektir. Bu yanılgı işçi sınıfının tarih sahnesindeki rolünü tamamladığı savı ile de kesişmektedir.
Rızaya Dayalı Kontrolün Unsuru Artı-Değerin Gizlenmesidir
Bu bölümde 1990’lı yıllarda Anadolu’daki fabrikalarda baskın emek rejimi olan ve bugün de küçük ya da orta ölçekli işletmelerde süregelen paternalizme dayanan emek kontrolünün, emek süreçlerindeki denetimin yalnızca bir biçimi olduğu, emek süreci teorisine dayanarak tartışılacaktır. Artı-değerin garantiye alınması zorunluluğunun kaçınılmaz sonucu olan despotik ve disipline dayanan kontrol, kapitalist emek sürecinin zorunlu bir parçası olmak ile beraber rıza, uyum ya da tabiiyetle birlikte ve hatta ona olanak verecek şekilde organize edilmiştir. Başta öne sürdüğümüz savunuya yeniden dönersek, işçiler, emek sürecinde pasif, manipüle edilmeye açık ve “kayıtsız” bir aktörden öte bir sınıf olarak hareket etme olanağının neo-liberal düzenlemeler ile kısıtlandığı bir süreçte yerel, kültürel ve dinsel bağlantılarını da kendi çıkarı ile kesiştiği noktada kullanabilir.
Küçük ya da orta ölçekli fabrikalarda patronun işçinin “babası” olarak aile hayatındaki sorunlardan sağlık sorunlarına kadar dahil olması, gerektiğinde bizzat cebinden çıkararak avans vermesi, işçilerin çocuklarının sünnet düğünlerine katılması, ya da aynı camide namaz kılması gibi pratikler işçinin gündelik ve maddi ihtiyaçlarını karşıladığı durumda rızaya dayalı kontrolü baskın hale getirmiştir. Dolayısı ile düşük ücret ya da sigortasız çalışmaya karşı aktif bir direnişin olmadığı durumda bu gibi pratiklerin sürekliliği ancak işçinin gündelik sorunlarını ve ihtiyaçlarını karşıladığı doğrultuda emek süreçlerinde belirleyici olmuştur. Başka bir deyişle, emeğin denetim süreçleri kendi içinde birçok karmaşık süreci kapsamakla beraber kazanım ve yenilgilere, rıza ve zora, tavizlere ve ikna sürecine dayanmaktadır. Bu yüzden işçinin emek sürecine katılımı, yalnızca rıza/zor ya da tabiiyet/direniş ikiliğinden anlaşılamaz. Bu doğrultuda işçinin tamamen edilgen ve pasif bir kültürel ve ideolojik tabiiyetini değil; emeğin denetim taktiklerinin değişmesinde işçinin aktif bir katılımı olduğunu iddia ediyoruz. Rızanın kırılması da paternalizme dayanan emek kontrolünün yerini daha despotik, teknolojik ve disipline dayanan emek kontrolünün alması ile mümkün olmuştur. Bu iddianın somut örnekleri yazının ileriki bölümlerinde tartışılacaktır.
Boydak Holding’in küçük bir atölyeden uluslararası bir holdinge dönüşme hikayesinde işçileri denetleme stratejilerindeki değişiklik de çatışma, uyum ve tabiiyetin bu kompleks birlikteliğinden kaynaklanıyor. 2015 Şubat ayında 3 bin işçinin katıldığı bir grev deneyiminden sonra Kayseri’de görüştüğüm aynı işçiler “biz artık öksüzüz” diyerek, çalışma ilişkilerindeki paternalist unsurların kırıldığını böyle ifade diyorlardı. Patronun işçiye “bir ihtiyacın var mı?” diye sorduğu süreçten fabrikada görünmemek için koşar adım yürüdüğü bugüne değişen ilişkilerin önemli aktörü, artık patronun “babalığı”nın çalışmadığını öne süren işçilerdir. Patronun rıza doğuran tiyatrolarından[20] vazgeçtiği durumda işçilerin önceki deneyimlerinden yola çıkarak bu tavizlerin devam etmesi noktasındaki ısrarı, işçi ile işveren arasında bir gerilim zemini yaratır. Bu gerilim zemini aslen artı-değerin sömürüsüne dayanan emek sürecindeki tansiyona, çelişkilere ve çatışmaya dayanan ilişkilerin de berraklaşmasına yardımcı olur. Dolayısı ile sömürünün önündeki asıl sis ya da işçiden gizlenen asıl unsur artı-değerin gizlenme sürecidir. Artı-değerin gizlenmesi emek sürecinin denetiminin en belirleyici unsurudur.
Üreticinin üretim araçlarından tarihsel olarak kopuşuna dayanan kapitalist üretim ilişkilerini Marx, şöyle ifade ediyor: “Artı-değer üretimi ya da kazanç elde etme, bu üretim tarzının mutlak yasasıdır.”[21] Kapitalistler, emek sürecinde ortaya çıkan artı-değerin ve sermaye birikim süreçlerinin sürekliliğini garantiye alabilmek için emek sürecini ve işin organizasyonunu denetlemelidir. Bu nedenle, artı değerin yaratılması, sermaye tarafından emek süreci üzerinde en azından asgari düzeyde bir kontrolü zorunlu kılar[22]
Kapitalist emek sürecinin tanımlayıcı özü, artı değerin mistifize edilmesi ve artı değer üretiminin sürekliliğinin güvence altına alınmasıdır.[23]Sermaye, emekçilerin kendilerine ödenen ücretten daha fazla değer üretmelerini, ancak emek sürecini kontrol ederek sağlayabilir. Bu doğrultuda, birçok fabrika artı değeri garanti altına alacak stratejileri besleyecek taktikler üretirken, emek ve sermaye arasındaki çatışmayı gizlemeye çalışarak rızaya ve uyuma dayalı bir emek süreci yaratmanın yollarını da arar. Emeğin denetimi; işçilerin çalışma tempolarını, birim zamanda yaptıkları işi ve üretimin nasıl örgütlendiğini içermekle birlikte, işçilerin birbirleriyle ilişkilerinin, davranışlarının ve tepkilerinin nasıl kontrol altında tutulacağını konu eder. Bu noktada dinsel ve kültürel hegemonya artı değere el konulmasını gizlemek noktasında işlevli olmakla beraber bu hegemonyanın kırılması da son kertede emek sürecinde açığa çıkan sömürü ilişkilerinin sınıf mücadelesine olanak verecek şekilde berraklaşması ile mümkündür.
Despotik Emek Rejimi
1980 sonrası sanayi sektörünün istihdam yaratma kapasitesinde sürekli bir azalma olmasına karşın, gittikçe kuralsızlaşan ve emek cephesi açısından olumsuzluklar üreten piyasanın derinleşmesi, yaşamı devam ettirme noktasında paternalistik ilişkiler ağının yeniden üretilmesinin önünü açtığı söylenebilir. Küçük ve orta ölçekli işletmelerde bugün de halen baskın olan “kollayan ve gözetleyen baba” figürü, 90’ların başında hissedilmeye başlanan esnekleşme, sendikasızlaştırma ve güvencesizleşme ile birlikte yeni bir bağlamda, yeni anlamlar üstlenerek kendini sürdürmeye devam etmiştir. Öte yandan, verimliliği artırmaya yönelik denetim stratejilerinin emek sürecinde hâkim olmaya başlamasıyla birlikte emek sürecinde despotik ve disipline dayana kontrol baskın emek rejimi haline gelmiştir. Bu değişim işçilerin ifadesinde de şu şekilde somutlaşmıştır:
“Ben o işçi-patron yakınlaşmasının Avrupa’daki gibi olmasını isterim. Yani bir şefi bile masamıza oturtamıyoruz, ama ben bunu patronum nezdinde görmek isterim. Bir Müslümanda olmaması gereken özellikler kibir, kendini beğenme. Bizim kâfir dediğimiz insanlarda gurur kibir hiç yok, olmaması gereken Müslümanda gurur kibir var. Biz çalışanız terliyoruz da o yüzden mi bizle aynı masada yemek yemiyor. Bu hani insanın gururunu incitiyor.”
Yukarıdaki ifadeye benzer şekilde birçok işçi, patronun kendini Müslüman olarak tanımlamasına, zekât vermesine, ibadet etmesine rağmen Müslüman olmanın çalışma ilişkilerindeki gereğini yerine getirmediğini söylüyor. Örneğin, fabrikada çekilişle umreye işçi göndermek gibi bir uygulama da var. Fakat çoğu işçi, artık sadece sendikaya ya da ustalara yakın olan işçilerin böyle imtiyazlardan yararlanabildiğini ifade ediyor. Bu noktada işçiler arasında yaygın iki farklı eğilim var. Bir kesim kendi Müslümanlıklarını patronunkinden ayrıştırırken, diğerleri ise Müslüman olmanın çalışma ilişkilerinde o kadar da belirleyici olmadığını ifade ediyor. Eski İstikbal işçisi olan Taner’le olan sohbetimde ilk eğilim şu şekilde yansıyor:
“İnsanların birbirine karşı sorumluluğu vardır. Ben senin her zaman iyiliğini düşünmekle mükellefim. Çünkü dinimiz onu emrediyor. Müslüman Müslümana yardım etmek zorundadır. Zorlukta, darlıkta, hastalıkta…Ölüsünde de dirisinde de. Bu insanlık kanununda da var. Ama fabrikada böyle işlemiyor.”
Taner “fabrikada böyle işlemiyor” deyince, “neden, patron Müslüman değil mi sence?” diye soruyorum. Şöyle yanıt veriyor: “Şimdi her namaz kılan her abdestini alan Müslüman olsaydı bambaşka olurdu. Eskiden cuma namazında fabrikanın tamamı kapatılırdı. Şimdi gruplar var. Her salonda 12 makine var. Patron birkaç grubun çalışmaya devam etmesi gerektiğini söylüyor. Yani dörtte bir çalışmaya devam ediyor.”
Öte yandan, fabrika müdürleri ise kendilerinin Bursa’daki ve Gebze’deki fabrikalara benzemediğini ve işçilerle daha duygusal bir ilişki kurduklarını, kapılarının işçilere her zaman açık olduğunu ifade ediyor. Oysa, İslami retoriğe ve “babalık” rolüne dayanan kültürel hegemonya, fabrikanın ölçeğinin büyümesi, rekabete dayalı bir piyasa içinde büyümesi gibi ihtiyaçlar doğrultusunda yerini ‘verimlilik’ ve ‘kalite’nin örgütlenmesine bırakmış. Küçük işletmelerin büyük çoğunluğunda gözlemlendiği üzere[24] “patron baba”nın iş birliğine, uyumlu çalışmaya ve çeşitli tavizlere dayanan ilişki kurma biçimi, işçi ve patron arasındaki çelişkinin daha sert ama berrak bir zeminde sürmesine olanak verecek şekilde değişmiştir. Bu sertleşen karşılaşmalara karşın işçiyi işin organizasyonunun bir parçası yapmak, işe aktif katılımını sağlayarak verimliliği artırmak ise, işçiler üzerinde yeni tür bir hegemonya kurmanın arayışına sebep oluyor.
Fabrika ölçeği büyüdükçe ve işin organizasyonu değiştikçe, verimlilik ve kaliteye yönelik örgütlenen bir emek süreci, Boydak Holding gibi Orta Anadolu’daki fabrikaların da öncelikli kaygısı haline geldi. Başka bir deyişle, küresel rekabetin talepleri doğrultusunda işin organizasyonu değiştikçe, işçi-işveren karşılaşması farklı biçimlere dönüşüyor ve yeni uzlaşmacı kontrol unsurlarının var olduğu karmaşık (hegemonik ve despotik) bir rejim inşa ediliyor. Kayseri’deki işçiler çoğunlukla otomotiv sektöründe ya da makine yoğun emek süreçlerinde görmeye alışık olduğumuz, işçilerin “Kaizen” adını verdiği bir Japon sisteminin geldiğinden bahsediyorlardı. Boytar fabrikasında Kaizen stratejisi işçilerin üretim sürecine aktif katılımını sağlayarak onları işin fikirsel olarak da önemli bir parçası yapmayı planlayan bir sistem. Henüz yerleşik bir sistem olmasa da Boytar’ın kalite müdürü, Toyota fabrikasını gezdiklerini ve Kaizen’in orada ne kadar başarılı olduğunu gördüklerini anlatıyor. İşçilerin bu sisteme katılımının neden önemli olduğunu sorduğumda ise, şöyle bir yanıt veriyor:
“Kaizen’de bazen ergonomik bir iyileştirme çıkıyor. Adam o işi yapıyor ama aslında o şartlarda yapması çok zor. Bunu söyleme imkânı yoktu belki daha önce. Kumaşı kesiyor ama belki elinde kestiği makas değil de elektronik makasla kesecek. Yani oradaki hizmet sadece kâr odaklı değil ki. Zaten daha çok çalışmayla daha çok verimlilik elde etmek anlamına gelmiyor ki bu. Belki de boşa çalışıyor yani. Bir de onu anlıyor etrafındakiler artık. Onun problemlerini anlayan insanlarla muhatap oluyor. Yani sadece kendi kafasında kalmıyor problem. Onu her gün yaşayan o.”
Kalite Müdürü’nün işçilerin Kaizen adı altında bu öneri sistemlerine katılmasına dair ifadeleri gösteriyor ki; bu sistem hem işin daha kısa sürede yapılarak verimliliğin artırılması hem de işçinin emek sürecinde deneyimlediği “itibarsızlaştırma” ve “haysiyetsizleştirme”yi[25] telafi edecek şekilde, kendi fikirlerinin önemli olduğunu hissetmesi açısından stratejik olarak önem taşıyor.
İşçiler için ise öneri sistemi ayrı bir külfet ve iş olarak görülüyor. Her ne kadar yaptığı işi kolaylaştıracak öneriler ile bu sisteme angaje olan işçiler olsa da büyük çoğunluğu öneri kağıtlarına çeşitli deyişler, şakalar ya da komik öneriler yazarak sistemi işlevsiz hale getirmeye çalıştığını ifade ediyor. İşçilerin emek sürecinde yetkili müdürler ile karşılaşmasında deneyimlediği çatışmalar, işçiler nezdinde asıl rızanın güvencesizlik, işsizlik kaygısı ve temel olarak işçiler arasındaki birliğin eksikliği zemininde kurulduğunu gösteriyor. Fabrikada neredeyse her günlerinin savaş gibi geçtiğini belirten işçilerin “canına tak etmesi”ne rağmen ertesi gün onları fabrikaya yeniden getiren ama tersinden örgütlü tutum almaktan da geri durduran temel unsur ne “kader inancı”, ne “patron baba”ya ihanet endişesi ne de tevekkül…Günümüzde de bir ticari sermaye grubu ile yakınlığı ile bilinen bir tarikatın üyesi olan Müslüman bir işçi asıl sorunun işçiler arasındaki birliğin olduğunu şu şekilde anlatıyor:
“Şöyle bir hadis var: ‘Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır’. Bizim iş yerinde de belli kaidelerimiz var. İşçiler hakkını savunuyor, Allah razı olsun. Ama hakkını savundukları zaman herkes birlik olsa çok güzel olur, ayrı bir şey. Ben bunu sene 97’de yaşadım. Askerden dönünce bir firmada çalıştım. Orada bizim maaşımızı vermediler. Hadi ya ayaklanalım dediler. Öne doğru çıktık. Bir konuşmaya başladım. Arkamı bir döndüm iki kişi kalmış. 1 hafta geçmedi bir kılıf uydurdular. Cavit burada çalışamazsın artık işten çıkarıldın.”
Cavit hoca, iki günlük grevde de diğer işçiler ile beraber eyleme katılan, adalet ve hak arama mücadelesini dini referanslar üzerinden temellendiren işçilerden biri. İşçilerin hak arama mücadelelerini işverenin çalışma ahlakının eksikliği üzerinden meşrulaştırıyor olması sınıf hareketinin politik ve siyasi bir zemine dönüşmesi açısından halen önemli bir engel teşkil ettiğini de göstermektedir. Sınıf kimliği ile dinsel kimliğini uyumlulaştırma çabası her ne kadar onların fiili eylemliliklerini kendi anlam çerçeveleri üzerinden meşru kılma işlevi üstlense de bu hareketin sınırlılıklarına da işaret etmektedir.
Örtük/Bireysel Direnme Pratikleri
Sermayenin emeğe yönelik hem küresel hem de yerel düzeyde saldırıları, yalnızca ücretlerin düşüklüğü, işsizlik ya da despotik denetimin yoğunlaşmasına değil; ama buna paralel olarak işçilerin kolektif örgütlenmesini zayıflatmak ve dayanışma kültürlerini aşındırmasına da neden oldu. Sermayenin sınıfın örgütlü gücünü dağıtma çabası ile işçi sınıfının sermayeye karşı birleşme ve bu bölünmeyi aşma çabaları arasındaki çatışma, sınıf mücadelesinin en temel ve en önemli özelliklerinden biridir.[26]Günümüzde sınırlı da olsa fiili grevler, işyeri eylemleri ya da toplu iş yavaşlatmalar bir yandan devam ederken, asıl olarak işyerlerinde işçilerin talepleri etrafında bir araya gelmesine olanak verecek birliklerin ve işçi komitelerinin inşası birincil önem arz etmektedir.
Ancak çalışanlar, yönetimle karşılaşmalarını bireysel düzeyde yorumlayarak, görünür hale gelen çatışmalara karşı kişisel stratejilere dayalı olarak yanıt verirler. Bu doğrultuda işçilerin fabrikada yaşadığı sorunlara ve haksızlıklara karşı pozisyon alma biçimleri bireysel düzlemde kendilerine nefes alma ve öfkeyi soğutma biçiminde stratejilere dayanarak sürmektedir. Bu bireysel stratejiler (tuvalet molasını uzun tutma, makineye arıza kodu girerek dinlenme süresini uzatma, rapor alma, işi ağırdan alma vb.) her ne kadar işin devamlılığını yeniden üretmek noktasında işçilerin sömürü koşullarına “adaptasyonu” olarak yorumlansa da, bu eylemlilikler nihayetinde fabrikadaki dayanışma kültürünü ve birlikte hareket etme tutumunu inşa eden tuğla görevi de görebilmektedir. Öte yandan, verimlilik ve ürün kalitesinin fabrika açısından üretim sürecindeki en önemli unsurlar olduğu dikkate alındığında, işçinin çeşitli stratejiler ile kendine ayırdığı beş dakikalık “dinlenme” molası bile emek denetiminin en önemli zemini. Boytar kalite müdürü emek sürecinin denetimini ifade etme biçimi argümanımızı destekliyor:
“Yani biz takip etmek istesek RFID kart da takarız adamlara. Düğme şeklinde cihazlar var, takarız. Ruhları bile duymaz. Biz de attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değsin istiyoruz. Bir noktada ustabaşı yani altında beş altı tane adam var, onları takip edebilsin istiyoruz.”
“Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değsin istiyoruz” diyen yöneticinin emek sürecinin denetiminde işçilerin potansiyel itiraz noktalarını da göz ettiğini vurgulaması, denetimin işçi ve yönetici arasındaki karşılıklı gerilim zemini ile paralel işlediğini gösteriyor. Dolayısı ile patronların hem “kaytarma” olarak tarif ettiği pratiklerin önüne geçmenin hem de üretimi ve verimliliği artırmanın önemli bir unsuru olarak “etüt sistemi” çıkarılıyor işçilerin karşısına. Daha önce işçilerde birlik olmadığını ve toplu hareket etmenin mümkün olmadığını ifade eden Cavit Hoca etüt sitemine olan tepkisini şu şekilde ifade ediyor:
“Eğer etütçülerin dini İslam ise yanlışlıkları var. Hakkını nasıl verecekler bilmiyorum. Hakkıyla müdahale etmiyorlar. Adamlar ben tanık oldum yastık dikeceksek 10 saniyede, bir de bunun zaman kaybı var, yorulması var adam ben iğneyi geçiriyorum çıkarıyorum orayı kesiyor. O zaman ne oluyor. Ben bundan normal etüte göre 100 tane çıkaracaksam adam benden bunu 200 tane istiyor. Bu sefer performansı koşmaya başlıyor. Allah onu sana soracak.”
Cavit hocanın aktarımı gibi onlarca işçi etüt sistemini insanca olmayan çalışma koşullarını anlatmak için örneklendirirken, denetimin işçilerin hareket etmesine olanak vermeyecek şekilde kuşatmasının onların gündelik çalışma rutini içerisinde yönetim ile çatışmalı karşılaşmalarının da bir rutin haline geldiğini söylemek mümkün. Bu noktalarda ne gibi stratejiler geliştirdikleri sorulduğunda ise kendi deneyimleri üzerinden çeşitli örnekler veriyorlar.
Öte yandan, gündelik pratikler içerisinde yeniden üretilen sınıfsal çelişkilere dinsel kimliğini ön plana çıkaran işçilerin verdiği reaksiyonlar bu ilişkilerde açığa çıkan çatışmayı soğurma işlevi görüp bir nevi “adaptasyon” üretecek bir biçime de bürünebiliyor. Fabrikada bir sıkıntı yaşadığında bu sıkıntıları nasıl dindirdiğini bir işçi şu şekilde açıklıyor:
“Bazen her şeyi göz önüne aldığım anlarda oldu. Çünkü insanız yani. Kaldırayım şuradan profili yarayım diyon hastaneye de gidiyon. Sonra diyorsun kendine bak burada takken var, bazı kişilere Allah’ın izniyle namaza başlattın, bunlar Allah’ın izniyle senden bir hadis öğreniyorlar. Bu yüzden bazen sabrediyorsun yani. Ondan sonra hemen gidiyom abdest alıyom. Çünkü SAV diyor ki, öfkelendiğiniz zaman abdest alın. Su ateşi alır gider. Çok sinirli olduğunuz zaman da yere çökün. Eğer ki yere çöktüğünüz zaman siniriniz geçmiyorsa yere yatın. Ben bunu yapıyom bazen işin aslı. Camiye gittiğim zaman sinirli olduğumda hemen yere yatıyom.”
Köye gitmek için izin istediğinde fabrika yönetimi tarafından geri çevrilen başka bir işçi ise izin alabilmek için nasıl bir taktik izlediğini şöyle anlatıyor:
“Benim altımda o ara şarjlı araba var. Dedim ben buradan gitmem lazım, ama nasıl. Bir baktım ilerde demir var. Forklifte bindim vardım demire bir tosladım araba demire çarpınca ben kendimi yere attım. O ara kalbimi tutuyorum tabii ölüyorum diye. Bayılmış numarası yaptım. O ara doktor geldi. Burnuma bir şey verdiler, bir çektim içime gözlerim fal taşı gibi açıldı. Zaten ayığım bide içime de çekince gözlerim kocaman oldu. Kalk kalk dedi bir şeyin yok. İnsanları bir yerde buna mecbur bırakıyorlar yani yalan söylemeye. Benim çok arkadaşım vardı mecbur ananem öldü, dedem öldü, nenem öldü diye izin alıp gitmeye çalışanları. Üç defa dedesini öldürdü bir adam yav.”
Bir diğer işçi eşlerinin işçileri kamerayla izlese tanıyamayacağını “bu benim eşim mi?” diye hayret edeceğini, bütün işçilerin insanlıktan çıkmış çalışma koşullarına karşı bir şekilde stres atma yöntemleri geliştirmeye çalıştığını şöyle ifade ediyor:
“Yani şuraya kamera kaydı koy, eşine izlet adamı. Tanıyamaz valla ‘bu benim eşim mi?’ der. O derece yav. Adam çocuk gibi şaklabanlık yapıyor. Bi bakıyon affedersin adam eşşek gibi anırıyor. Çünkü psikolojik yani. Adam böyle birden vaaaa diye bağırıyor mesela. Ama işin içinde olduğum için biliyorum. Depresyona giriyor adam. Ona da saygı duyuyok yani.”
Başka bir işçi, fabrikada öfkelendiğinde ya da strese girdiğinde ne yaptığı sorulduğunda ise, bir önceki işçinin gözlemlerini tasdikleyecek şekilde canına tak ettiği anlarda nasıl bağıra bağıra şarkı söylediğini anlatıyor:
“Bir de benim özelliğim var sinirlenince şarkı söylerim. Ses duyulmadığı için bağıra bağıra söylerim ki sinirim boşalır. Ben böyle şarkı söyleyerek bir şekilde isyanımı bastırırım. Yoksa insanın canına tak ettiği zamanlar oluyor. Makineye sinirleniyorsun, ustaya sinirleniyorsun. Kimi mesela mesajlaşır biriyle, kimi ustasıyla postasıyla şakalaşarak çözer. Herkesin kendine ait bir taktiği vardır.”
Bir diğer yaygın nefes alma alanı yaratma taktiği ise tuvalet molaları. Fabrikanın kameralar ile sürekli izlendiği üretim sürecinde işçilerin telefonlarını kullanabilmek, zihnini ve bedenini rahatlatabilmek için nasıl önlemler aldığını bir işçi söyle anlatıyor: “Tuvalete bir girerdik 3 tane tuvalet var 30 kişi kapıda bekliyor. Zaten adam biliyor 30 dk. da gelmeyeceğini sırasının, ama elini açardı teli oyun onardı. Facebook’a Youtube’a girerdi. Whatsapp’ta yazışırdı. Kimi girer sigara içerdi. Çünkü insanlar uzun çalışıyor, strese giriyor, istirahat saatleri kısa.” Bu bireysel stratejiler her ne kadar “bireysel” olarak görünse de işçilerin diğer arkadaşlarının başvurduğu bu taktikleri patronun lanse etmeye çalıştığı gibi “hak yeme”, ya da “kaytarma” olarak yorumlamaması; aksine ortak bir duygu ve tutum birliği olarak yorumlamaları işçilerin fabrika içerisinde birbirlerini kollama ve bir tür dayanışma kültürü oluşturduklarına dair de önemli bir noktaya işaret ediyor. “Her biri diğeriyle karşılıklı ilişki içerisindeki süreçlerden oluşan bir dünyada, şeyler arasındaki karşılıklı bağlantılar, özlerinde, kendilerini önceleyen koşullarla, gelecekte ortaya çıkabilecek olasılık ve olanaklarla; aynı zamanda verili anda kendilerini etkileyebilecek ve kendilerinin de etkileyebileceği faktörlerle bağlarını taşırlar.”[27] Dolayısı ile, işçilerin gündelik çalışma rutini içerisinde biriktirdiği bu hafıza “spontane” eylemlilik anlarında birbirlerine güven, dayanışma ve ortak hareket etme pratiğini de etkiliyor.
Sonuç: “Durgun” Su da Kayaları Çatlatabiliyormuş
2015 yılı şubat ayında gerçekleşen iki günlük fiili grev sendikanın sözleşme yenileme sürecinde olgunlaştı. İşçiler sendikanın “mücadele diyormuş” gibi gözüktüğünü, fakat patronla anlaşmanın çoktan gerçekleştiğine inandıklarını söylüyor. Özellikle sözleşme süreci öncesinde Öz Ağaç-İş sendikasının genel sekreterinin fabrika içinde dolaşarak işçilerin düşündüklerinden de yüksek bir zam alacaklarını bu nedenle “hakkaniyetli” çalışmaları noktasında telkin ettiğini ifade ediyor işçiler.
O dönem ustabaşı olan fakat fiili grevden sonra işten çıkarılan bir işçi süreci şöyle anlatıyor:
“Lavaboya gidiyordum. Bir grup toplanmış oraya sohbet ediyor. Vardım dedim hayırdır ne oluyor? Kapıyı kapattı temsilciler. “Toplantıdan geldik de” dedi. E sonuç? Patron yüzde 3 teklif etti, ama biz direniyok. Adam yüzde üçe direniyor yav. Sen yüzde üçün neyine direniyon dedim yav. Bu kadar insana sen küfrediyon o zaman dedim ya. Yok dedi arkadaşlar bu daha başlangıç… Neye bağlayacan dedim sen yüzde üç ile başlamış bir anlaşmayı kaça bağlayacan. Yüzde otuza mı bağlayacan dedim. En fazla yüzde dokuz yaparsın sen dedim ya. Sence makul bir zam mı dedim. Zaten o konuşmalar oldu içeride bir sinir hali oldu insanların üzerinde. İnsanlar yüzde üçü, beşi duyunca orada tabii. Çünkü 2007’den bu yana zam alamadığımız için insanlarda bir birikim vardı. Biraz korku biraz endişe, acaba nolur… Zam verirler mi vermezler mi. Zam vermezlerse yürüsek işte isyan etsek veya da başkaldırsak acaba bu bize nasıl geri döner. Çünkü bunları daha önce deneyimlememişiz.”
İşçiler fiili grev öncesinde sendikanın patronla uzlaşmacı tavrına karşı kendi aralarında konuşarak hızlıca “isyan etme” fikrini örgütlemeye başlıyorlar. Burada elbette sendikanın “mücadele ediyormuş” gibi davranmasına dair bir hafıza ve sendikaya güvensizlik başat rol oynuyor. Dolayısı ile düşük bir oranda anlaşılacağına dair deneyimlerinden filizlenen bir öngörü, fabrika içinde süregelen gündelik çatışmalar, öfkelenmeler ve kendi aralarında kurdukları dayanışma kültürü işçilerin sendikaya rağmen süreçte aktif bir rol almalarını sağlayan önemli unsurlar haline geliyor. Dolayısı ile canına tak ettiği durumlarda bireysel ölçekte yanıtlar vermekle sınırlı kalan bağırarak şarkı söyleyen işçiyi de camiye gidip uzanarak öfkesini dindirmeye çalışan işçiyi de sakinleşmek için kendine bir hadisi hatırlatan işçiye de kontağı kapattıran çelişki emek sürecinin asıl dinamiğidir.
Bu fiili eylemin gerçekleşme biçimi elbette birçok fabrikada gerçekleşen “spontane” eylemin gerçekleşme sürecinden de aşina olunacaktır. Fakat eylem sürecini anlatan bir işçinin “bir kıvılcım gerekiyordu” dediği vurgu, herhangi bir hareketin “bir anda” gerçekleşemeyeceğini ancak koşulların olgunlaştığı süreçte yine işçilerin öznel bir müdahalesi ile olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Bu süreçte farklı vardiyadan işçilerin birbirleriyle kurduğu arkadaşlık ve güven ilişkisinden süreçte öne çıkan ileri işçilerin etkisine kadar birçok farklı unsur eylemin ertesi gün de sürmesinde önemli faktörler haline gelmiş. Aynı zamanda Boyder fabrikasının imamlığını da yapan kıdemli bir işçi, başka bir fabrikadaki imamın işçilere “eylemi bitirelim” demesinin işçiler nezdinde nasıl bir öfke yarattığını anlatarak, kendi tutumunu şu şekilde ifade ediyor:
“Ben bazen o kadar sinirleniyorum ki. Takke kafamda Allah’ım yardım eyle diyorum kendi kendime bazen. Çünkü niye hocam diyorlar bana orda. Şimdi ben onlara karşı yalan söylesem sözümde durmasam bu sefer örnek almazlar beni. O zaman lafın, konuştuğun tesir etmez. Yani arkadaşlar Allah razı olsun yanımda bile küfretmezler. Demek ki kişilere güzel bir şey bırakmışım. Boyder 5’in o gün imamı yürüyüşte ne demiş biliyor musun? ‘Arkadaşlar tamamdır birliğimizi yaptık, ama akşam oldu evimize dönelim’ dediği için bu sefer de ona da yuh çektiler.”
İşçinin bu ifadesi iktidar ile en sıkı ilişkileri olan bir tarikatın sözü dinlenen işçisi dahi, işçiler nezdindeki meşruiyetinin sarsılmaması için kendini diğer imamdan nasıl farklı biçimde konumlandırmak zorunda kaldığını gösteriyor. Son kertede fabrikadaki emek sürecinin belirlediği ilişkiler hem patron yanlısı sendikayı yuhalatıyor hem patrondan yana söz üreten imamın meşruiyetini sorgulatabiliyor, hem de “patron baba”nın “aynı gemideyiz” söylemini alaşağı edebiliyor. Dolayısı ile en durgun görünen su dahi güven, dayanışma, birlikte hareket etme ve örgütlenme kültürü yaratarak sağlam kayalarda çatlaklar yaratabiliyor. İşçi sınıfının ileri unsurları için laiklik savunusu da bu sömürü mekanizmasını sürdürmeye yönelik öne sürülen her türlü gerici, idealist burjuva fikri akımla da mücadele etmektir. Diyalektik materyalizmin karşısındaki her fikri akım bugün için burjuva gericiliğini yeniden üretirken; işçi sınıfının ve örgütlerinin en temel görevi, bulunduğu fabrika ve işyerlerinde durgun görüntüye rağmen mücadele dinamiğini, değişimi potansiyelini ve çelişkileri görebilecek ve onun önündeki her türlü engeli alaşağı edecek bir diyalektik-materyalist bakışı devrimci pratik içerisinde ortaya koymak olacaktır.
[1] Bu makale Prof. Dr. Biray Kolluoğlu danışmanlığında 2019 yılında tamamlanan “Forms of labor control, consent and resistance in Islamic enterprises: A study of a factory in Kayseri” (“İslami Şirketlerde Emeğin Denetim Biçimleri, Rıza ve Direniş: Kayseri’de bir Fabrika Örneği”) başlıklı teze dayanarak yazılmıştır. Yazıda ifadelerine yer verilen işçilerin ve çalıştıkları fabrikaların isimleri işçilerin iş güvenliğini sağlamak üzere değiştirilmiştir.
[2] TÜSİAD’ın Küresel Siyaset Forumu Dizisi kapsamında çıkardığı bültenin 3. sayısında Ersin Kalaycıoğlu tarafından “Kültürel Kimliklerin Ürettiği Ayrıklar ve Siyaset” başlıklı bir makale yayınlandı. Toplumun temel ayrışma noktasını farklı yaşam tarzları, inanç noktaları ve kültürel ayrışmalar üzerinden değerlendiren ve çözüm olarak bir arada yaşam (coexistence) perspektifini öneren Kalaycıoğlu’nun bu yaklaşımının işçi sınıfı ve emekçilerin talepleri ile burjuvazinin çıkarlarının keskinleştiği böylesi bir dönemde dolaşıma sokulması bir tesadüf değildir.
[3] Bu yazıda “stratejik birlik” ile vurgulanan Orta Anadolu’daki yeni sermaye gruplarının geleneksel sermayeden farklı olarak neo-liberal iktisadi uygulamaların rasyonalitesini İslami referanslar üzerinden üreterek emek sürecini nasıl denetlediğidir.
[4] Kapsamlı bir çalışma örneği için bkz. Durak, Y. (2011). Emeğin tevekkülü, İletişim Yayınları, İstanbul
[5] Demir, Ö. A. Mustafa A; T. Metin (2004) “Anatolian Tigers or Islamic Capital: Prospects and Challenges”, Middle Eastern Studies, 40(6), 166-188.
[6] Hoşgör, E. (2011) “Islamic Capital/Anatolian Tigers: Past and Present”, Middle Eastern Studies, 47(2), 343-360.
[7] Gündoğdu, İ. (2015) “Yerel Emek Rejimi: Kayseri’de Emek Pazarı, Emek Süreci ve Yeniden Üretim”, Rüzgâra karşı: Emek Süreçleri ve Karşı-hegemonya Arayışları içinde, G. Yücesan Özdemir (ed.) NotaBene Yayınları, İstanbul, sf. 195-224.
[8] Bedirhanoğlu, P., G. Yalman (2009) “Neoliberal Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de Yerel Sermaye: Gaziantep, Denizli ve Eskişehir’den İzlenimler”, Praksis, 19, 241-267.
[9] Filiztekin, A., T. İnsan (1999) “Anatolian Tigers: Are They for Real? New Perspectives on Turkey”, 20, 77-106.
[10] European Stability Initiative (2005) Islamic Calvinists: Change and Conservatism in Central Anatolia, European Stability Initiative, Berlin ve İstanbul.
[11] Yarar, E. (1994) “İş Hayatında İslam İnsanı (Homo-İslamicus)”, Hüner Şencan (Ed.) içinde, 3-15.
[12] Temelli, C. (2015) “Müsiad’ın Söylem ve Pratiklerinde İslam ve Kapitalizm İlişkisi”, Ardahan Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 1(2), 45-52.
[13] Sendika.org (2011) “Diyanetten grev günahtır hutbesi”, https://sendika.org/2011/05/diyanetten-grev-gunahtir-hutbesi-54062/
[14] Celep, B. (2020) “1500 Bimeks işçisi nasıl soyuldu”, https://umutsen.org/index.php/1500-bimeks-iscisi-nasil-soyuldu-betul-celep/
[15] Özkurt, M. (2018) “AKP’de erime var ama asıl kopuş MHP’de”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/354838/akpde-erime-var-ama-asil-kopus-mhpde
[16] Karaman, H. (2017) “Çalışma hayatı ile ilgili birkaç konu”, https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettin-karaman/calisma-hayati-ile-ilgili-birkac-konu-2038523
[17] Vardar, N. (2009) En Makbul İnsan Üreten İnsandır, Atlantis İletişim, İstanbul.
[18] Vardar, age, sf. 40.
[19] Wood, E. M. (1991) The Pristine Culture of Capitalism: A Historical Essay on Old Regimes and Modern States, Verso Yayıncılık, Londra, sf. 8.
[20] Thompson, E. P. (2006) Avam ve Görenek, Birikim Yayınları, İstanbul.
[21] Marx, K. (2000) [1867] Kapital: Birinci Cilt, çev. A. Bilgi, 6. Baskı, Sol Yayınları, Ankara.
[22] Gough, J. (2003) Work, Locality and The Rhythms Of Capital Accumulation, Continuum, Londra.
[23] Burawoy, M. (2012) “The Roots of Domination: Beyond Bourdieu and Gramsci”, Sociology, 46(2), 187–206.
[24] Geniş, 2006; Suğur, 1995; Young, 2009; Durak, 2011; Cengiz, 2011.
[25] Kavrama dair geniş kapsamlı bir çalışma için bknz: Birelma, A. (2004) Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi: Günümüz Türkiye’sinde Üç İşçi Hareketinin Etnografisi, İletişim Yayınları, İstanbul.
[26] Cleaver, H. (2008) “Circuits of Struggle?”, The Political Economy of Communication, 4(1), 3–34.
[27] Ollman, B. (2006) Diyalektiğin Dansı, çev. C. Saraçoğlu, Yordam Kitap, İstanbul.