Nuray Sancar

Devletin dinden ayrıldığı, bütün dinlere karşı yansızlığını koruyarak dini kişiyle vicdanı arasındaki bir mesele olarak tanımladığı; örneğin siyasetin ve eğitimin dine referans veremediği bir laiklik uygulaması, tarihi, bağımlılık ilişkileri içinde şekillenmiş bizimki gibi ülkelerde ülkelerde kurucu resmi söylemde bir ideal olsa da gerçek böyle değildir.  

Laiklik Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devletin din ile, iç ve dış koşullara göre değişen nitelikteki ilişkisini düzenleyen, güvence altına alan bir mekanizma oldu. Bu mekanizmanın emanet edildiği kurum sadece Diyanet İşleri Başkanlığı değildi. Söz konusu olan; başlangıçta tek parti iktidarı bürokrasisi, sonradan irili ufaklı burjuva partileri, ordu, en alttan en üste kadar kadrolarıyla bürokrasi, yerel müftülükler, maaşlı din görevlileri, sayıları her yıl artan imam hatip okulları, medya, ilahiyat fakülteleri dahil olmak üzere, büyük bir çarktır. Her birinin lideri, şeyhi, şıhı ayrı bir dizi mezhebe, tarikatlara, cemaatlere bölünmüş olan İslam dininin devlete ait resmi bir versiyonunu, sınırlarını belirleyerek tanımlamak ve bunu daimi olarak yeniden üretmek için hemen bütün yönetim organları sürece dahil olmuştur.

Böylece laiklik devletin din ile ilişkisizliğini tanımlayan bir kavram değil tersine din ile ilişkisinin biçimlerinden biri haline gelir. Bu ilişki doğal olarak hiçbir zaman sabit kalmamıştır. Her biri ayrı egemen sınıf fraksiyonlarının temsilcisi partiler arasındaki çelişki ve çatışmalar; emekçi sınıflar mücadelesinin yükselen ivmesi; Soğuk Savaş koşulları; Türkiye’nin bölgesel ilişkileri; emperyalizmin bölgedeki çıkarlarının gerçekleştirilmesinde iktidarın üstlendiği rol vb. bir dizi etken bu ilişkinin içeriğini belirleyecektir. Örneğin; ordu gibi laikliğin güvencesi olarak görülen bir kurumun 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 tarihlerindeki darbe ve müdahalelerinde farklılaşan tutumlarının iç ve dış konjonktür değişimleriyle ilgisi vardır.

Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede din egemen sınıflar ile emekçi sınıflar arasındaki çelişkileri yatıştırmaya yarayan elverişli bir ideolojidir aynı zamanda. Bazen Türk milliyetçiliğiyle eklemlenerek gücü artan, saldırgan-linççi bir ajitasyon, bazen milli kimliği yedekleyen bir ümmetçiliğin jargonu, kimi zaman da her ikisi birden gündelik ilişkileri kuşatan sakin bir matriks olarak şekillenir. Soğuk Savaş döneminde, DP iktidarı altındaki ‘komünizm tehdidi’ne karşı bir tür kontra teşkilatlanma sürecinin, 6-7 Eylül 1955’teki yağmada, 70’lerdeki Çorum, Maraş vb. kitle katliamlarında ise bir içtima borusu olarak kullanılmıştır.  

Özal döneminde, çökmekte olan Sovyetler’in hinterlandı içindeki Türkçe konuşan ülkelerin yağmalanması sırasında meşhur düstur ‘Türk İslam sentezi’ydi. ABD emperyalizminin Sovyetlere karşı İslam aleminden güç devşirmeye çalıştığı “Yeşil Kuşak”; Sovyetler yıkıldıktan sonra dillendirilen Büyük Ortadoğu, Geniş Avrasya gibi değişen isimler taşıyan projeler kapsamında Müslüman ülkelerdeki sömürge faaliyetine işbirlikçiliği teşvik eden ‘Ilımlı İslam’ yaratım sürecinin ihtiyaçları da Türkiye’deki laikliğin resmi ele alınışını belirledi.

Ancak devletin din ile ilişkisi, egemen sınıfların içeride kitle kontrolü ve mobilizasyon kaynağı; devlet içindeki dengelerin turnusolu; iktidarların bölgesel ve uluslararası ilişkilerini düzenleyen bir kullanım kılavuzu olmakla kalmadı sadece. Yine, Özal zamanından başlamak üzere, tarikat ve cemaatlerin birikimleriyle üyelerinin ve diğer dindarların küçük mevduatlarını küçük ve orta ölçekli ticaret sermayesi ile ‘yastık altı’ parasını ‘küresel sermaye’ye aktarmayı teşvik eden, bunların bir kısmına holdingleşme yolu açan finans kapital egemenliğinin uluslararası örgütleri sayesinde, bu ilişkinin gerekçeleri dini ve kültürel motiflerle oluşturuldu.

Tarikat ve cemaatlerin ekonomik faaliyetleri “İslami sermaye” olarak adlandırılan birikimin bir bölümünü oluşturur. Daha Özal zamanında Anadolu Kaplanları adıyla pohpohlanan, çoğu dindar yeni burjuva kümelerin, KOBİ’lerin, Anadolu’daki küçük tüccar ve işletmecilerin, esnafın her türlü teşvikle sermaye birikim sürecine katılmasıyla birlikte din, dağıtım-bölüşüm, pazar ve birikim sürecinin motivasyon kaynağı haline gelmeye başlamıştı. İki ana burjuva fraksiyonun dini ve kültürel kavgası biçimine bürünmüş olan paylaşım kavgası ve rekabet, bütün AKP iktidarları döneminin bir realitesidir. Öte yandan, geleneksel sanayi bölgeleri dışında gelişen Müslüman yeni burjuvazi ile bunun etrafında oluşan, örgütsel bakımdan yeni ve deneyimsiz işçi sınıfı ile ara sınıfları aynı siyasi zeminde buluşturan da dini duygudaşlık ve eninde sonunda onunla ilişkilendirilmiş olan geleneksel ortak kültürdü. Tarımdaki kapitalistleşmenin yoğunlaşmasıyla birlikte proleterleşme sürecini şekillendirmek üzere din oradaydı. Böylece laiklik, varlığını Anayasal bir kayıt olarak korusa da, AKP dönemindeki rejimin din ile ilişkisi bu kayıtla değil, özellikle tek adam yönetiminin esnek kriterlerine göre şekillendi.

Yazının devam eden bölümleri; bu girişte kısaca yer alan; Türkiye’de devletin din ile ilişkisizliğini tarif eden değil ilişkisini düzenlemek için araçsallaşan laikliğin siyasal-toplumsal ilişkilere göre değişen kapsamını; uluslararası konjonktürel değişkenlerle aldığı biçimleri ve AKP-Tek Adam yönetimi altında keskin bir viraj alarak seyreden dinselleştirmenin iktisadi ve siyasi gereklerini içererek ilerleyecektir.

Komünizme Barikat Olarak Din

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Sovyetler Birliği ile ABD ekseninde siyaseten ikiye ayrılan dünya, uluslararası sermaye için sadece bu bölünme nedeniyle değil ulusal mücadeleler, Çin’deki iç savaş, Doğu Avrupa’daki dönüşüm, kapitalist ülkelerde antifaşist savaş sırasında güçlenen komünist partiler ve yoksullaşmış emekçi sınıfların her an patlamaya hazır potansiyeli yüzünden, kapitalist eksende yer alan ülkeler için son derece istikrarsızdı. Kurulmakta olan yeni dünya uluslararası sermayenin baş etmek zorunda olduğu yepyeni çelişkilerle doluydu.[1]

Türkiye İkinci Dünya Savaşından sonra yeni dünyanın kuruluşuna yön vermeye çalışan emperyalist mühendislerin Sovyetler ile her türlü ilişkinin kesilmesi konusunda Türkiye’ye yaptıkları baskının, kaderini bu bloğa bağlamış olan yerli burjuvazide de kolay bir karşılığı vardı.

Bu gönüllülük, savaş bitmeden 1944 yılında Bretton Woods sistemi oluşturarak emperyalizminin finansal ağını kuran ve dünya ticaretini ve sermaye dolaşımının merkezine kendisini yerleştiren ABD için bir kazanımdı. Bundan sonraki döneme damgasını vuracak baş emperyalist olarak siyasal bağımsızlıklarını kazanmış veya hala bu mücadelelerle çalkalanan ülkelerin SSCB’ye yakınlaşmasını önlemek, kendi oluşturduğu bloklara dahil etmek veya en azından tarafsızlıklarını güvence altına almak için özel bir siyasi çaba harcamaktaydı. Avrupa da kendi enkazını kaldırmak için uğraşırken ABD’nin birikmiş sermayesi yeni bir evreye giren dünyayı yeniden sömürgeleştirerek dolaşıma girmek ve pazar alanlarını genişletmek için fazlasıyla yoğun bir enerjiye sahipti. ABD’nin devletlerarası ilişkilerin hukukunu şekillendiren ve merkezinde yer aldığı Birleşmiş Milletler Türkiye’nin gönüllü olarak uymaya hazır olduğu bir platformdu.

Nisan 1945’te BM’nin oluşum sürecinde San Fransisko Konferansına katılan Türkiye heyeti orada mevcut tek parti rejimiyle devam edilemeyeceğini anlamış oldu. Savaş sonrası yeni dünya düzenine entegrasyonun koşullarından biri, ABD yardımlarıyla birlikte iktisadi serbestleştirme/liberalizasyon adımları atılırken halkın da bu sürece kaldıraç olmasının seçim yoluyla sağlanmasıydı. Böylece belirli periyodlarla yapılacak seçimlerle siyasal seferberlik sürecine katılan emekçiler birbirine benzeyen burjuva seçeneklerden birini seçecek ve kendi aralarında partilere bölünecekti. Bu, zaten bir dizi yasağın olduğu ülkede işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenme eğilimlerinin, talep mücadelelerinin sınırlanması ve yerine bu potansiyelin burjuva seçenekler içinde eritilmesine yarayacaktı.  

Türkiye Sovyetler’in güney batı komşusu olarak ABD’nin ileri karakollarından biri olma yolunda ilerliyordu. Bunun için ABD sermayesine, askeri üslerine açık kapı politikası uygulaması, içeride de Sovyet etkisinin oluşmasının önlenmesi, zaten zayıf sınıf mücadelelerinin ve Komünist Parti’nin yeraltı faaliyetinin bastırılması gerekiyordu.

Çok partili rejimin ilk hükümet değişikliği savaştan beş yıl sonra gerçekleşebildi. Sanayi burjuvazisi, toprak ağaları-burjuvaları ile ittifakı olan Demokrat Parti, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana göze çarpmamaya çalışan tarikatların desteği ve tek parti iktidarının baskıcı ortamından yılmış kentli sınıfların oylarıyla iktidara geldi.

Programında özel teşebbüs ve sermaye faaliyetinin esas olduğu not düşülen ve verimlilik gerekçesiyle devlet kuruluşlarının özelleştirilmesini gündemine alan Demokrat Parti’nin (DP) Genel Başkanı Menderes “Her mahallede bir milyoner” yaratmak sloganını tekrarlıyordu. Parti zaten CHP’nin devletçi ekonomi politikasını eleştirip özel teşebbüsü destekleyeceğini açıkça ilan ederek gelmişti. DP’yi iktidara getiren yüzde ellilik seçmen oyu, genel siyasi baskıların, halktaki değişim isteğinin ve tek parti dönemi boyunca CHP’nin kendine özgü bir din ve laiklik anlayışı nedeniyle alttan alta biriken tepkiyi arkasına alma gayretinin ürünüdür. Bu toplumsal kaynama hali o denli yoğunlaşmıştır ki DP’li yıllar CHP ile kıran kırana bir kavganın yaşandığı yaşanmasına yol açmıştır.

Sinmiş dini mahfiller DP’nin iktidara gelmesiyle birlikte gün yüzüne çıkabilme imkanı buldular. Anadolu’nun müslüman yoksul halkı DP’nin yerel uzantılarının sürekli dini ajitasyonuna maruz kaldı maruz kaldı. Egemen sınıfların bu yeni nöbetçileri “siyasal oyun”a halkı dahil etmişlerdi.

Aslında daha DP öncesinde, İnönü zamanında artmak üzere imam hatip okulları açılmıştı. DP doğal olarak biraz daha ileriye, ama ilk döneminde epey temkinli gitti. Partide vaktinden önce öten horozlar elendi, kazı ürkütmeden yolmak esas alındı. Menderes “İrticaya ödün vermeyeceklerinin” altını sık sık çiziyordu ve Büyük Cihat gazetesine “Atatürk olmasaydı da Sakarya savaşı kazanılırdı” başlıklı yazı yazan bir DP milletvekilini partiden atarak Atatürk devrimleriyle bir sorunu olmadığını da göstermeye çalıştı. Bu arada parti toplantılarında “memur kadınlar evlerine dönmeli, çocuk yetiştirmeli, dini okullar açılmalı, 1 Mayıs komünist bayramıdır kaldırılmalı, imamlar dini kisve giyebilmeli, mahkemelerde kurana el basarak yemin edilmeli, Ayasofya camiye çevrilmeli” gibi talepler de görülmeye başlanmıştı.

DP itidalli ve zaman içinde artan bir ivmeden yanaydı ama dinci gericiliğin dozu partinin kontrol kabiliyetinin de üstüne çıkmaktaydı. Bu yüzden başlangıçta Diyanet İşleri Başkanlığından müftülüklere gönderilen bir genelgeyle hutbe ve vaazlarda siyasal konuların işlenmesi yasaklandı.

Menderes “taassubun her çeşidini özgürlükçü anlayışın karşısında gördüklerini dinin vicdan üzerinde bir baskı aracı olmasına tahammül edemeyeceklerini, Müslümanlığa her türü saygıyı göstermekle birlikte şeriatçı olmadıklarını, DP’nin Kiralık Konak olmadığını örgütleriyle kendilerinin dışında olanların kayden içlerinde bulunmak suretiyle kendilerini istismar etmelerine izin vermeyeceklerini söylemekteydi.”[2]

Ancak laiklikle ilgili teminatların verildiği itidal dönemi partinin ‘ustalık dönemi’nde artık önemli ölçüde geride kalacaktı. El altından palazlanan tarikatlar artık ‘kamusal alanda’ görünür olmuşlardı. Güya bunların siyasete karışması istenmiyor, ama kaderlerini DP siyaseti ile birleştirmeleri ve adımlarını partinin hızına uyarlamaları bekleniyordu. Yarı feodal, toprak mülkiyeti sahiplerinin kendi aşiretleri ile iç içe geçen tarikatlar sayesinde kontrol ettikleri köylülerin yönlendirilmiş oylarına muhtaç, yoksul köylülüğün karşılanmamış toprak taleplerinin uyuşturularak ötelenmesini bir istikrar şartı olarak gören Menderes Hükümeti, tek parti yönetimi zamanında bastırılmış dini grupları toplumsal örgütlenmenin araçları, muhafazakarlaştırmanın ideolojik kaynağı; paramiliter destek; devletin iç düşmanlarına karşı hazır kıta olarak teşvik etmekteydi.

DP dönemi provokasyonlar dönemidir. Türkiye NATO’ya alınsın diye çok sayıda gencin Kore’ye savaşmaya gönderilmesi sırasında yükselen milliyetçi jargon eşliğinde içeride bindirilmiş linç güruhları 6-7 Eylül olaylarını tertipliyor, Rum ve Ermeni mallarını yağmalıyorlardı. Necip Fazıl’ın kin ve nefret kusan Büyük Doğu dergisi örtülü ödenekten destekleniyor, “Kıbrıs Türktür Türk kalacak” gösterileri ile milliyetçi dinci gericilik sokaklara dökülüyor, Menderes’in üslubu giderek kabalaşıyor ve muhaliflere saldırıyordu. Anti komünist histeri, “vatan-millet, namusumuz ve dinimiz elden gidiyor” ajitasyonuyla zirve yapmıştı; muhalif gazeteler üzerinde ağır bir sansür uygulaması vardı, radyo DP’nin mikrofonu olarak çalışmaktaydı, üniversiteler kuşatılmış durumdaydı.

DP’nin Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’nu çıkardığı 1951 yılında en kapsamlı TKP tevkifatı yapılmıştır. Kore şehitlerine akıtılan timsah gözyaşları eşliğinde İzmir limanı NATO’ya karargah olarak verilmiş, emperyalizme bağımlılıkta epey yol katedilmiştir. DP emperyalizme sadece kapıları açmamış, Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’laştırmayı da hedeflemişti.

Savaş sonrasında ABD sermaye birikiminin atak yaptığı dönemde iktidara gelen DP zamanında Türkiye’de de ekonomik göstergeler iyileşmişti. Tarım ürünleri ihracıyla köye para akışının artması ve böylece kırsal ekonominin de piyasa ekonomisine bağlanması (traktör sayısı ve tarım alanları 10 kat çoğaldı) ve örneğin 1950-54 yılları arasında para arzının yüzde 82 artması DP’nin kitle tabanını genişleten etkenlerden biri olmuştu. Bugünkü AKP’nin erken tezahürü olarak devlet ihalelerinden zengin olan bir türedi zengin tabakası ortaya çıkmış, kalkınma hamlesi sırasında parti çevresini zenginleştirmiş, bu arada CHP’nin mal varlıklarına da el konulmuştur. Sendikaları kapatan, açık hava toplantılarını yasaklayan bir iktidardır DP iktidarı.

Ve günün birinde halk arasında kutuplaşma ve iç gerilimlere yol açan, kaynakların bölüşümü ve dağılımında açık yolsuzluklara imza atan DP dönemi sona erer. Sermaye fraksiyonları arasında çatışmaların rejimin kolonlarını sarsacak kadar şiddetlenerek mevcut hükümet altında geri dönülemez bir noktaya gelmesi ona olan ihtiyacı bitirir. Böyle istikrarsız bir coğrafya ne emperyalistlerin ne ABD emperyalizminin ne de rejimin garantörü olan ordunun artık işine gelmemektedir.

Truman yardımlarının getirisi için Sovyetler ve iç muhalefete karşı resmi bir cihat açan DP, dini de emekçi halkın hem yatıştırılması hem de seçmen hareketliliğini sağlamak amacıyla kullanmıştı. Komünizmin ve Sovyetler Birliği’nin burjuva politikacıların yalan dolanlarıyla en büyük güvenlik tehdidi olarak gösterilmesi bir yönetim ilkesi haline getirilmiş ve halka ideolojik alternatif olarak din gösterilmişti. Böylece Milliyetçilikle soslanmış İslam dini, komünizme karşı güçlü bir ideolojik panzehir olarak devletin cephaneliğine yerleşti. Menderes dönemi laikliği, dinin devlet siyasetinin bir parçası haline geldiği, toplumun birbirine şiddet uygulayacak kadar kutuplaştırıldığı, devlet radyosundan dini yayınların yapıldığı, camiden de DP’yi takdir eden hutbelerin okunduğu bir dönem olarak kapandı.

‘Yeşil Kuşak’la Çevirmek

Laiklik, 1960 darbesinden sonraki Anayasa’ya devleti tanımlayan başlıca ilkelerden biri olarak girdi. Bu Anayasa’da toplusözleşme hakkının tanınması işçi sınıfı için önemli bir kazanımdı. Diğer bazı temel haklar ise bir burjuva devletten beklenebileceği gibi şartlı olarak, ama’lı, ancak’lı olarak yer alıyordu. Örneğin grev hakkı lokavt hakkıyla birlikte anılıyor ama genel grev kabul edilmiyordu.

Bu tarihten itibaren Menderes döneminin kutuplaştırıcı ve çatışmalı ortamın ‘normalleştirilmesine’ ilişkin adımlar atıldı. Ordu’nun DP iktidarını devirdiği 27 Mayıs 1960 darbesi sırasında rejim ‘kurtarılmış’, bunun için üniversite gençliğinin, kentli orta sınıfların da desteği alınmıştı. İç siyasi düzen yeniden biçimlendirilirken ekonomik parametreler de dünyanın genel ahvaline uygun olarak bir kriz alameti göstermekten uzaktı. O zamanlar ‘ithal ikameci kalkınma modeli’ olarak adlandırılan, dışarıdan alınan girdilerin ve hammaddenin içeride montajlandığı sanayileşmeye ve tarım ürünlerinin ihracatına dayanan sermaye birikimi Batı emperyalizmi ile sorunsuz çalışmaya devam etti.

Ekonomiye ve toplumsal hayatı yönetmeye aday olanların propagandasında dinin DP dönemindeki hararetini yitirdiği bir dönemin başlangıcıydı bu. Bundan sonraki zamanlarda hükümeti darbeyle devirmiş ordu, laikliğin önde gelen koruyucusu olarak konumlanacaktı. Gelgelelim yeniden geriletilen ama bir dip dalgası halinde siyaseti etkilemeye devam eden tarikat ve cemaatlerin liderlerinden şifa almak burjuva popülist parti liderlerinin el altından sürdürdüğü bir işti. Köylü hala “milletin efendisiydi” ve onun dini inançları iktidar mücadelesine kanalize edilerek kullanılabilecek bir gizil güç olarak ortada duruyordu.

Türkiye’nin bloklu dünya içindeki yeri de giderek netleşmekteydi. ABD’nin küçük Asya’daki uyumlu ve esnek müttefiki emperyalizmin uçbeyliğine soyunmuştu. Ancak Türkiye’den Çin’e kadar olan coğrafyada, çok mezhepli Arap Ortadoğu’da; kimi “bağlantısızlar” topluluğu olarak bir araya gelen, kimisi açıkça SSCB ile yakın ilişkiler kuran sömürge sonrası ülkelerin, bulundukları bloktan koparılarak ABD kampına dahil edilmesi gibi bir sorunu vardı emperyalizmin. Çünkü bu ülkeler bir takım önlemler belirleyerek sermaye girişlerini prosedürlere tabi tutmakta, ulusal ekonomilerini korumacı kriterlerle çevirmeye çalışmaktaydılar.

İslam, Ortadoğu ülkelerindeki kaos derinleştirici bir enjeksiyon olarak bu sırada yeniden öne çıkarıldı. Lojistik ve silah desteğini ABD’den alan irili ufaklı İslami oluşumların belirmesiyle emperyalizmin dünya hakimiyetinin payandaları güçlendi. Derin devletin, özel harp kuvvetlerinin harekete geçirdiği, İslami grupların kışkırttığı kitle seferberliği Süveyş Kanalını millileştirmeye cüret eden Nasır’ın bir darbeyle devrilmesinde ve laik-sol muhalefetin ezilmesinde aktif bir rol oynadı. Mısır’ın sonraki açık kapı politikasını ABD içerideki işbirlikçileri ve danışıklı ideolojik güçleri sayesinde kanırtmış; sonra da IMF gibi finans kuruluşları sayesinde ‘satın almış’ oldu. Mısır bir örnek deneyimdir ve hiç de istisna olmayacaktır.

Bu türden lokal müdahalelerin genel bir hedefe bağlanması ve sistematik hale getirilmesinin teorisyeni Brzezinski’dir. Onun 70’lerde teorileştirdiği “Yeşil Kuşak” projesi Sovyet etkisine karşı İslami bir barikat örerek sermaye dolaşımı için alan açmayı, bölgenin yeniden sömürgeleştirilmesinde daha ileri adımlar atılmasını, yeniden paylaşım ve pazarlar için fırsatlar oluşturmayı amaçlıyordu.

Siyasallaşmış bir İslam versiyonunun ortaya çıkması, bunun, her biri diğerinden radikal olan fundamental parçalara bölünerek çok sayıda cihatçı çetenin doğumunun tarihini de Afganistan’dan başlatmak doğru olur.

ABD’nin, örneğin, Afganistan’da Taliban’ın oluşumu ve palazlanmasındaki payı artık bir sır değildir. Avrupa’nın ve Sovyetler’in yanı başındaki Türkiye’nin istikrarsızlaşması ne kadar istenmiyorsa Çin ve Sovyetler tarafından kuşatılmış bölgede istikrarsızlık ögelerinin teşvik edilmesi emperyalizmin işine o kadar geliyordu. Uzak doğuda Vietnam, Laos ve Tayvan’daki çelişkilerin kaşınması ile Ortadoğu’da siyasallaşmış İslamın teşviki bu yüzdendi.

Türkiye devletinin din ile ilişkilerini belirleyen jeopolitik emperyalist sermayenin güzergahıyla doğrudan bağıntılıdır. Ama diğer yandan; grevlerin arttığı, TİP’in kurulduğu, sosyalizm sempatisinin yaygınlaştığı, gençlik mücadelesinin başladığı yıllara girilmişti ve “İthal ikameci büyüme modeli”nin de sonuna gelinmişti. Memduh Tağmaç’ın deyimiyle “toplumsal gelişme iktisadi gelişmenin önüne geçmişti.” Uyanmakta olan kent ara sınıflarını vuran ve işçi haklarında gerilemeye yol açan 12 Mart darbesi ile de, hem ABD’nin hem içerideki sermaye sınıfının mumla aradığı istikrar sağlanamadı ve darbe koşullarından sonraki toplumsal kaynama devam etti. Milliyetçi Hareket Partisi ülkücülerinin faili olduğu bir dizi katliam toplumsal tansiyonu yükseltti; Maraş ve Çorum’da olduğu gibi Alevileri hedef alan, 16 Mart’ta üniversiteli solcu gençleri vuran katliamların ideolojik motifi milliyetçi hezeyandı. Ne var ki bu tedhiş hareketleri beklendiği gibi bir korku ortamı yaratmadı. Toplumsal kaynamayı kesin olarak ezmek üzere 12 Eylül 1980’de yapılan ikinci askeri darbe ile birlikte, Türkiye burjuvazisi, düştüğü denizde, laikliğin teminatı ve irticaya karşı kalkan olarak görülen ordu yönetimi aracılığıyla dine yeniden sarıldı. Milliyetçilik de dinle yeniden eklemlendi.

12 Eylül paşalarının dine yönelik teveccühü Kenan Evren’in miting meydanlarında Kur’andan sureler okuması, bu dönemde İmam Hatip Liseleri’nin sayısının artırılması, din derslerinin zorunlu hale getirilmesi gibi olgularla sınırlı değildir. Din işkencehanelere ve hapishanelere tıkılan sosyalizm fikrinin panzehiri, rejimin baş tehdidi olarak görülen komünizmin antidotuydu. Güya sol-sağ kavgasını bitirmiş olan 12 Eylül komuta kademesi, temel hak ve özgürlüklerini ellerinden aldıkları, örgütlerini ve sendikalarını kapattıkları, itiraz ve protesto edemez hale getirdikleri halkla yekvücut olmak ve daimi destek almak için ortak paydanın altını dini bir milliyetçilikle ile çizmekteydi. Asıl önemli olan Friedman gibi bir kısım iktisat ideoloğunun 70’lerde formüle ettiği neoliberal kapitalizmin uluslararası tekeller için en verimli dönemecinin 1980’ler olmasıdır. 12 Eylül bu reçetelerin sükun içinde uygulanabilmesi için yapılmıştır.  

Cunta üç yıl kaldığı yönetimden MGK gibi bir kurumu vekil bırakıp 24 Ocak Kararları’nın mucidi Turgut Özal’ın Başbakanlığı altında kışlaya çekilirken, Türkiye’nin günümüze kadarki hayat çizgisini ipotek altına almış oldu.12 Eylül ekonomisi ve 24 Ocak Kararları çok konuşuldu. Konumuzla ilgisi bakımından bu sürecin dikkate değer yönü, Turgut Özal iktidarı altında kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesi için adımların atılması, yeni sermaye birikim kaynaklarının oluşturulmasıdır. Yastık altındaki servetin, kara paranın, küçük esnaf ve tüccarın kasasındaki girdinin ve elbette bu arada tarikat ve cemaatlerin bankacılık sisteminin dışında tutulan ‘helal’ birikiminin sermaye dolaşım sistemine entegre olabilmesinin yol ve biçimleri de bu dönemde yaratıldı.

Özal’ın modern bankacılık sisteminin dışındaki para ya da altın biçimindeki ‘atıl’ birikimin sermaye döngüsüne dahil etme yöntemleri kendi buluşu değildir. Türkiye’deki sosyo-ekonomik ilişkilerin gelişmesiyle birlikte küçük ve orta ölçekli, mutaassıp ve dindar sermayedarın ve esnafın burjuvalaşmasının koşulları güçlenmekte, iktidar da bunu teşvik etmekteydi. Öte yandan Ortadoğu’daki mezhep gerilimleri ortamında Irak Şii’lerinin İran’daki Şiilerin de desteğiyle kurduğu “bizim ekonomimiz”, bir yandan “Sünni hakim sınıflara ve sömürücülere karşı Şii piyasasını güvenceye almak” diğer yandan da Şii yoksullar arasında güçlenen Komünist Parti’yi devreden çıkarmak amacını güdüyordu. Çünkü yoksul Şiiler bu partiye geçtikçe Şii ulema ile egemen sınıfların altındaki zemin de kaybolup gidiyordu.[3]  Bu ‘Bizim ekonomimiz’ Sünniler için de özendiriciydi.

Öte yandan Amerikan kaynaklı Suudi petro-dolar sermayesi Müslüman ülkelere açılmayı beklemekteydi. İslam ülkelerindeki faizsiz-helal, kâr ortaklığına dayandığını iddia eden bankalardan kapitalizmin merkezlerindeki uluslararası bankalara aktarılan ve renksizleşen sermaye, uluslararası finans kapitalin bir parçası haline gelebilmekteydi. Böylece atıl para kaynakları ile piyasa ekonomisi buluşturulacaktı; “İslam Ekonomisi” kapitalizmin özel bir başlığı oldu.

Bu arada dergahlarda, tarikat ve cemaatlerde gelir getiren işletmelere yatırılan birikim bu ticaret sayesinde arttıkça kurumların elinde biriken sermaye yeni kâr getiren kanallara yönelmekteydi. Ticari gelirin sermayeleşmesi kapitalizme, kapitalizmin de bu paraya yönelmesi karşılıklı bir ilişkidir ve kendisi de bir Nakşibendi olan Özal’ın bu süreci yönetmeye ve bundan ailece kâr sağlamaya teşne olması talihin bir cilvesi olmamıştır elbette.

Tasarruf sahiplerinin birikimleri giderek Süleymancılar’ın tır filoları, yurt-pansiyon işletmeleri ve kültür merkezlerine; Menzilcilerin petrol istasyonlarına, Ordu ihalelerine, kıtalar arası ticaret ağına, tesettür tekstil-konfeksiyon üretimine; Nakşibendiler-Işıkçılar’ın otomotiv, emlak, kargo vb. gibi alanlardaki girişimlerine yöneldi. İslami tefecilik sistemi de giderek modernleşecek banker bankacılığına dönüşecekti.

Özal döneminin alameti farikalarından biri, işte bu yeni tefecilik sisteminin türemesidir. Bunlar halkın evdeki parasını, meşrebine göre yüksek kâr payı veya faiz vaat ederek topladılar ve onları banka sistemine aktardılar. Bir kısmı işletemediği parayla birlikte battı. Bu süreçte devlet destekli, Arap sermayeli Rabıta’nın ve Korkut Özal Başkanlığında Al Baraka Türk’ün kurulması; Arap sermayesi ile Türkiye’de kurulmuş şirketlerin sayısındaki azımsanmayacak artış, Özal’ın Ortadoğu-Arap sermayesine tanıdığı kolaylıklar sayesinde oldu. “İslami bankalar”ın 1986-1987 dönemindeki kârları, normal bankalardan epey fazlaydı ve yüzde 500 kâr etmişlerdi. Bu, ilerleyen yıllarda daha da artış gösterdi. 1986 yılında Al Baraka Türk 591 projeyi desteklemiş 48 milyar 551 milyon TL kullandırırken, Faisal Finans 49 Milyar 300 milyon TL’lik proje desteği sağlamıştı.[4]  

Türkiye Ortadoğu’dan toplanarak dünya çapında dolaşıma çıkan “Sünni-Vahhabi sermaye”nin bereketli toprağı haline dönüşüyordu. Bu bereket kavramı çok geçmeden ABD’yle uyumlulaşmış Sünni ülkeler topluluğunu kapsamak üzere Sünni Hilal olarak adlandırılacaktı. Karşısında ise Irak, İran, Suriye gibi ABD’nin haydut tabir ettiği ABD emperyalizminin müktesebatına çok istekli olmayan, sorun çıkaran ülkelerin yer aldığı “Şii Hilal” yer almaktaydı. Bu, Türkiye Sünniliğinin de, jeopolitik gereği, ABD’nin saldırgan siyasetinin ileri cephesi hem de cephe gerisi olması anlamına geliyordu.

Türkiye burjuvazisi ABD çizgisinde ağırlaşan bağımlılık koşulları içinde bu jeopolitiğin sağladığı açıkları kendisi için de kullanmaya çalıştı.  “Adriyatik’ten Çin Seddine Büyük Türk dünyası” söylemiyle iktisadi, kültürel ve siyasi ilişkileri kurmak için rafta tozlanan “Kızıl Elma” piyasaya çıkarıldı. İnşaat firmaları, ticaret ve nakliye şirketleri eski Türki Cumhuriyetlerin yolunu tutmaktaydı.

Türkiye’nin laikliği, bir keresinde askeri denetlemeye çıkan Özal’ın hali gibiydi aslında: altı kaval, üstü şişhane. Kültürel muhafazakârlığı modern kapitalizmle harmanlamış; doğunun parasını ‘Allah’ın izniyle’ batının sermayesine aktarmaya çalışmış; Yarı Avrupalı yarı Ortadoğulu bir minator olarak Cumhuriyet’in milliyetçi dindar modernleştirme teorisyenlerinin çizdiği profilin içini doldurmuştu. Hem camiye hem gazinoya giden, hem liberal hem sansürcü, hem tarikatçı hem laik, hem Türk İslam sentezci hem Türkleri kutuplaştırıcı, hem Kürt hem değil bir başbakan ve cumhurbaşkanı olarak Özal dönemindeki laiklik, Türk İslam Sentezi bulamacındaki bir motifti.

Türkiye kapitalizmini yönetenlerin Özal şahsında netleşen pragmatizminin mazereti kısmen jeopolitiktir. “Batı’ya (emperyalist kapitalist sisteme) bağlanalım, tekniğini alalım, ama Batının kültürünü almayalım” gibi eski, endişeli ikilemin ‘işimize geleni alalım gelmeyeni almayalım’ düzleminde çözüldüğü Özal rejimi ve sonrasında Türkiye Batı’ya, yani emperyalist sermayeye birçok imkanı altın tepside sunarken tarih, kültür ve din ortaklığı Doğu’nun parasına tamahın, bu parayla tekelleri güçlendirmenin ayrıcalığı oluyordu. Ve aslında bir parça ABD emperyalizmi ile girilen karmaşık ilişkilerin de yansıması.

1990’lı yılların ortasında Huntington “Medeniyetler Savaşı”nı teorisi ve stratejisini ortaya attığında, sadece Müslüman ve Hıristiyanların karşı karşıya geleceğine değil Sünniler ile Şiilerin de bir meydan savaşına çıkmak zorunda olduklarına inanıyordu.  ABD bu tezi tartışmakla kalmadı, Irak ve Afganistan işgalinden itibaren kendisini doğrulayan bir kehanet olarak yeniden hatırlandı.

Bu iki ülkeye yapılan saldırılar tamamen Amerikan tekellerinin ve sermayesinin Çin ve Rusya palazlanmadan hızlıca ön alma eğiliminin (‘Önleyici Savaş’) yükselttiği tansiyonunun sonucuydu. Bunun için bütün İslam alemini terörizm parantezine aldığı bir suçlama kampanyasıyla küresel sıkıyönetim düzenini dayatan bu emperyalist ülke, Ortadoğu’daki hakimiyet mücadelesinin bir tür Haçlı seferi olarak algılanmasına göz yumarak, uyuşmuş Avrupa’yı da alarm durumuna geçirmeye çalıştı. Bu daha başlangıçtı.

Ancak ABD pragmatizmi giderek İslam ülkeleri arasında iyileri ve kötüleri birbirinden ayırmayı stratejik bakımdan daha elverişli buldu. Sünni ülkelerin ABD şemsiyesinde toplaşması; İran, Hizbullah, Esat Suriye’sinin yaptırımlar ve gerekirse zor kullanılarak hizaya getirilmesine dayanan bir Ortadoğu düzeninin kurulmasında birincilerin ikincilere karşı gard alacağı ilişkileri örgütlemeye yöneldi. Madalyonun arka yüzünde ise, bir ülkenin hangi düzeye geldiğinde veya ne kadar terbiye olduğunda bu iyilik tanımlamasını hak edeceği tamamen ABD emperyalizmi ile ortaklarının kararına kalmış ”Ilımlı İslam” modeli vardı. 90’lı yılların sonlarında Konya’da şeriat gecesi düzenlediği ve dini cemaatler ile tarikatlarla içli dışlı olduğu gerekçesiyle koalisyonunda bulunduğu Hükümet, ordu müdahalesiyle düşürülen Refah Partisi’nden doğarak iktidara gelen AKP ile, yeterince güven vermemekle birlikte Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütü bu modelin başlıca aktörleriydiler.

ABD, kendi Büyük Ortadoğu projesinin eşbaşkanı olması için önünü açtığı Tayyip Erdoğan’a yüklü bir siyasi kredi verdi. Türkiye bir model ülke olarak lanse edilirken, Erdoğan da bürokrasiyi, orduyu, polisi ve gelenekselleşmiş devlet kurumlarını yeniden yapılandırıp kadrolarını kontrol altına aldıktan sonra bu temsil makamını, hem projenin hedefleri hem de dayandığı sınıfların yayılmacı hayallerinin aracı olarak hazırlamaya başladı.

AKP nezdinde “Ilımlı İslam”, Özal’ın Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar olan bölgede nüfuz edinme hayalinin yerini Ortadoğu ülkelerinde eski imparatorluk topraklarına yeniden hakim olmak için geliştirilen Yeni Osmanlıcılığın aldığı bir doktrindi. Başbakan Davutoğlu zamanında onun yazdığı kitaba ithafen “Stratejik Derinlik” olarak adlandırılan ve giderek Ortadoğu’da ortaya çıkan koşullar yüzünden de fetihçiliği, yağmayı, ganimet toplamak üzere ilhakları ve nihayet savaş kışkırtıcılığını içermeye başlayan AKP stratejisinin ABD’nin konjonktürel siyasetiyle uyum içinde işlemesi için legal ya da illegal epey efor sarf edildi. İçeride de yoğunlaştırılmış bir milliyetçilikle dini vurguların dozu ve toplumun muhafazakarlaştırılması yönündeki baskılar derinleşti.

Siyasal İslamı Sisteme Dahil Etmek

CIA’nin Ortadoğu Masası Direktörü ve RAND analisti Graham Fuller, Ian O. Lesser ile birlikte, Huntington’ın “Medeniyetler Savaşı”nı eleştirdikleri bir kitap yazmışlardı. 1995 yılında yayınlanan ve “Kuşatılanlar- İslam ve Batı’nın Jeopolitiği” adını taşıyan bu kitabında İslam dünyasıyla ilgili algıların nesnel koşullarının artık bulunmadığını, örneğin petrol ticaretine dayalı ekonominin sanıldığından fazla önem taşımadığını, jeopolitik önceliklerin değiştiğini iddia ediyorlardı. Bu değişen koşullara ilişkin çıkarımları şuydu: “İslamcıların ekonomik ve sosyal politikalarında sırf ekonomik kaygılara değil ahlaki bir vizyona ve ahlaki ilkelere öncelik verilir. Bu da onları popülist bir ekonomik politikaya fazlasıyla yatkın hale getirmektedir. Ne İslam’ın ne de İslamcıların temelde serbest pazara veya ticari faaliyetlere bir düşmanlığı vardır… Her ne kadar İslam, tanımı itibarıyla pazar güçlerine düşman değilse de bu siyasi çevrede IMF tarzı, amansız ekonomik reformlara dayalı bir politika izlenmesi pek beklenemez.[5]

Fuller, Ortadoğu ülkelerinde kök salmış olan siyasal İslam sorununu piyasa ve pazar ekonomisinin kendiliğinden çözebileceği inancındadır. Bu elbette risklidir ama ona göre demokrasi zaten risk alma sanatıdır. El kaide gibi en fundamentalist yapılar bile demokrasinin kanallarına açılmalı; iktidara seçimle gelip giden yapılar haline gelmeli ve oy alabilmek için popüler bir siyaset izlemek zorunda kalarak ‘iyileşmeliydiler.’ Bu tez, daha sonra İslam ülkeleri ile modernleşme arasındaki ilişkiyi yeni bir laiklik tanımı ekseninde ve yeniden kurgulamaya çalışan akademisyenler ve ideologlar tarafından derinleştirildi. Laikliğin modernleşme için şart olmadığı, farklı modernleşme pratiklerinin olabileceği, gelenek ve dinin anakronizm sayılamayacağını ileri süren ve böylece İslam ülkeleri ve orada yuvalanmış radikal ve siyasal İslam’ın, tıpkı Fuller’in önerisinde olduğu gibi, sisteme içerilmesinin mümkün olduğunu söyleyenler oldu. Craig Calhoun derlediği bir kitabın arkadaşlarıyla birlikte yazdığı uzun Giriş’inde; “modernlik eskinin sonu, yeninin başlangıcına işaret eden tarihteki imtiyazlı bir dönem değildir[6] diye yazıyordu. Ona göre de, farklı kültürlerin farklı gelişme, ilerleme yolları olabilirdi ve Fransız usulü katı laiklik sistemini yeniden düşünmekte fayda vardı; laiklik her ülkenin kendi modernleşme pratiklerine bağlı ve uyumlu olarak ele alınmalıydı.

İslam ülkelerinin kendi kendilerine modernleşemeyeceğini ileri süren oryantalist tezin günün koşullarına uygun bir revizyonudur bu. AKP’li Türkiye de bu tartışmalar doğrultusunda tam teşekküllü bir laboratuvar olarak ilgi çekmekteydi. İktidardaki ilk döneminde “bizim referansımız din değil Anayasa’dır diyen” Erdoğan’ın, neoliberal kapitalizmin yönelimleri ile dinsel muhafazakarlığı sorunsuz kaynaştırmasına kitle desteği sağlaması Ortadoğu’nun diğer ülkelerine ihraç edilebilecek bir “kültürel ve sosyal sermaye” değeri olarak önem kazandı.

Erdoğan Hükümeti daha başlangıcında Fethullah Gülen Cemaatinin bir tür A.Ş. ortaklığı biçiminde kuruldu. Bu bağlamda çoktan kapitalistleşmiş bir dini grubun referansını taşıyordu. Parti, Özal’ın başlattığı yoldan giderek yeni sermaye gruplarının oluşumunda teşvik edici olmuş, bunlara iktidarın bütün nimetlerini sunmuştu. Küçük esnaftan Kobilere, kapitalistleşmeye başlamış tarikat ve cemaatlerden Anadolu patronlarına kadar irili ufaklı sermaye gruplarını, içlerinden bazılarının sınırlarını aşıp holdingleşmesini kolaylaştıracak kadar destekledi. Bu sermaye gruplarına özel marketler sistemi ile iç pazar, merkezi ve yerel yönetim ihaleleri aracılığıyla ticaret kolaylığı, bütçe ayrıcalığı, kredi teşviklerinin yolu açıldı.

Kamu İktisadi Teşekkülleri Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir özelleştirmeyle peşkeş çekilir, enerji, maden ve inşaat sektörlerinde yeni birikim alanları tanımlanarak bunlar yerli ve yabancı sermayeye açılırken, AKP yerel yönetimlerden kendi kurduğu vakıflara kadar uzayan geniş ihale ağı sayesinde iktidarın çeperinde yeni bir burjuvazinin yanı sıra küçük ve orta ölçekli sermaye tabakalarını ortaya çıkardı. Bu sürece paralel olarak özellikle Anadolu’da bazı pilot bölgelerde örgütlenme ve mücadele deneyiminden yoksun, ucuz emek kaynağı yeni bir işçi sınıfı tabakasının oluşması da kolaylaştı.

Din, iktidarın eteklerinde, onu destekleyip ona yaslanarak güçlenen sınıf ve şekilsiz katmanlar arasındaki kaynaştırıcı harç olarak görülmekteydi. Bu harcın taşıyıcı kayışları AKP’nin yerel örgütleri, medyası, tepeden tırnağa donanımlı bürokrasisi ve ama aynı zamanda önü açılarak ticarileşip siyasallaşmaya teşvik edilmiş tarikat ve cemaatlerdi.

AKP, devletin sosyal hizmetlerden elini çektiği ve bu hizmetleri piyasalaştırdığı bir dönemin iktidar partisidir. Daha önce merkezi veya yerel yönetimler tarafından sübvanse edilirken şimdi piyasa güçlerine açılan kimi hizmetleri Allah sevabına, “hediyesi ucuza” üstlenebilecek tarikat ve cemaatler köşe başlarını tutmaya hazırdılar. Neoliberalizmin şartları arasındaki, devleti küçülterek sosyal hizmetleri “sivil toplum”a ya da cemaatlere devretme eğiliminin Türkiye’deki özneleri dini gruplar olarak belirdi. Öğrenci yurtları, bazı özel hastaneler, kimi okullar, yasaklanıncaya kadar dershaneler, bazı üniversiteler cemaatler tarafından kuruldu, işletildi. Bu kuruluşlar aynı zamanda iktidarın insan kaynağı ve istihdam bürosu olarak da çalışmaktaydı. Yoksul emekçiler, iş bulmalarını kolaylaştırıcı bir referans kaynağı haline gelen cemaatlere çekildiler. Onların çekip çevirdiği taşeron firmalara dağıldılar. Bir işe yerleştirilen işçilerin iş güvenliği sorunu iktidar yakını bir cemaate ya da tarikata bağımlılığı gerektirdikçe bir taşla iki kuş vuruldu: zaten bürokratikleşmiş olan sendikalara ilgi törpülendi ve böylece işyerlerinde sınıf mücadelesinin bastırılmasında dini bağlar etkili olmaya başladı.

Emekçilerin işverenle duygudaşlık halinin yaratılmasında din kardeşliği propagandasının rolü azımsanamaz. Geçim kaygılarının yerli yabancı ‘din ve millet düşmanlarının’ eşikte bekleyen hayaletiyle yer değiştirmesi için yoğunlaşan propaganda sayesinde sınıf çelişkileri sürekli ötelenebiliyor, mücadele potansiyeli dini telkinlerle söndürülebiliyordu.

AKP iktidarı yandaş sermaye grubuna sunulan olağanüstü imtiyazlarla inşa edilen Kamu-Özel ortaklığı projelerinin büyük bir yer tuttuğu “kalkınma” projesine, büyük bir borçlanmaya mal olmasına karşın bir kitle desteği alabilmiştir. Halka yerli-milli bir gelişme hamlesi olarak sunulan ve ekonomik büyüme sürdüğü sürece bütçeye açtığı deliğin fazla hissedilmediği bu tür yap-işlet-devret işletmeciliğinin, iktidarın çeperine tutunarak var olmaya zorlanan toplumsal kesimler için anlamı, ağır ağır tasfiye edilen sosyal politikaların yerine geçirilen himmet ve yardımın sürme garantisi, iş güvencesi ve statünün iyi kötü devamına ilişkin hem bir gösterge hem de garantiydi. İktidarın, ulusun yerine geçirdiği dinsel bir cemaat idealini kendi şahsında sembolikleştirmesi ile birlikte bu yardımların fitre, zekat, himmet gibi İslami kodlarla eşleştirilmesi ve bunun oy sandığına yansıması da mümkün olmuştu.

Dini kodlar sadece gündelik hayatın düzeninde değil devlet biçiminin yeniden kurulmasından hukukun çözünmesine kadar her alanda devreye girdi. Bugün düşük faiz politikasını etrafındakilere ‘nas var nas, sana bana ne oluyor’ diye savunan Cumhurbaşkanı’nın partisinin 20 yıl önce bir din buyruğu olan türbanın modern insan haklarına dahil olması için başlattığı kitle seferberliği, yasal içtihat ile dini buyruğun iç içe geçtiği ve bu karışımın hangi zamanda nasıl uygulanacağına bir tek kişinin veya yakınlarının karar verdiği yargı düzeninin oluşması için bir işaret fişeği oldu bir bakıma. Bundan sonra dini hüküm ile yasa o denli iç içe geçti ki, sonuçta iktidar bürokrasisinin keyfi hükümlerinin de yasayla yer değiştirmesini kolaylaştıran giderek genişleyen bir ara bölge içtihadı oluştu.

Muhalif siyasetçiler, gazeteciler, hak arayan emekçiler ve sosyal medya kullanıcılarının uyduruk iddianamelerle gözaltına alınıp tutuklanması furyası, ‘bizdendir’ telefonuyla polisin elinden suçlu alınması için gösterilen ‘hüsnü şahadet’i normalleştirdi. Yüksek makamların merhameti adaletin kılıcından keskindi. Kendisini tanrının yeryüzündeki gölgesi ya da eli olarak gören, ‘göklerden gelen bir karar’ sonucunda makamda bulunan, halkın değil de ilahi güçlerin seçtiği kişi her şeye karar vermeye muktedirdi. Necip Fazıl Kısakürek bir zamanlar böylesi bir modern Ortaçağ Firavununu Başyüce olarak adlandırmıştı; ve o zamanlar Menderes için kurulan bir hayaldi.

Bu keyfiyet hakkını, kanuni prosedür gerektiren bütün konulara genişletmek mümkündür. Yasanın her durum için farklı uygulanmasını, bir gün yapılan yasanın ertesi günü bozulmasını ve nihayet yasanın koruyuculuğuna değil iktidar yandaşlığına bel bağlamanın yolunu açan bu belirsizlik ortamında tek belirli olan iktidarın “yerli-milli” ve dini olan her şeyi herkesten iyi bildiği, onu temsil ettiği ve emekçilere de böyle bir ‘dava’ya ortak olmaları karşılığında yeryüzündeki cennet tapusunun değilse bile öte dünya için amel biriktirme yolunun açılacağı garantisidir. Seçimler döneminde Erdoğan’a oy vermenin Allah’a hizmet etmek olduğunu söyleyen AKP yöneticileri bu boşboğazlıklarını elbette balığın baştan kokmasına borçludur.

Bu iklimin olgunlaşması için gereken toplumsal mühendislik çalışması ilkokul çocuklarına ve hatta sibyan mektebi çağındakilere kadar indi. Zorunlu eğitim sistemini düzenleyen ve pek de yürümeyen dört artı dört sistemi kapsamında kısalan zorunlu eğitim süreci çocuk işçiliğinin yolunu açmaktaydı. Erdoğan ve iktidarı küçük işletmelere çırak doğuran eğitim sistemini o zamanlar “Asım nesli yetiştireceğiz” diye savundular. Asım nesli yetiştirmek için elden geçirilen müfredat, başına milli geçirilmiş dersler, saati artan zorunlu din dersleri, cemaat mensuplarının öğretmen ve okutman olabilmesi için MEB müktesebatına içerilmesi, muhalif öğretmenlerin tasfiyesi, imam hatip okulları sayısındaki artış, birçok devlet okullarının yine imam hatiplere çevrilmesi vb. bir dizi biçim altında devam etti.

Bu sürece paralel olarak işleyen özelleştirme sürecinde tarikat ve cemaatler özel okullar, yurtlar, dershaneler kurabildiler. Devlet eğitime ayırdığı payı kıstıkça bunları el altından teşvik etmeye devam etti. Devlet yurtlarının kapasiteleri artırılmadığı için birçok genç hazırda bekleyen bu cemaat yatakhaneleri tarafından kapıldıkça dinselleştirmenin dozu arttı.

Dinselleştirmeyle paralel giden İslam sermayesine açılan olanaklar yurt ve okullarla sınırlı değildir. Üniversitelerdeki teknokent projelerinin merkezindeki Gülen cemaati tasfiye olduktan sonra da üniversitelerin tekelci sermaye için birer ARGE kuruluşuna dönüştürülmesindeki başlıca kaynaklardan biri yine İslami gruplar olmuştur.

Büyüyüp ekonomik bir birim haline gelen ve bu konuda her türlü desteği iktidardan alan İslami sermaye geleneksel sermaye (ya da İstanbul sermayesi) denilen kesimle zaman zaman şiddetlenen bir pazar ve piyasa nüfuzu rekabetine girmektedir. Bunun ne ölçüde şiddetlendiği ise, Erdoğan’ın veya TÜSİAD’ın birbirlerine ayar vermeye çalıştıkları zamanlarda görülür. Gelgelelim İslami sermayenin kendi arasındaki, ancak tek adam rejiminin hükmüyle yatıştırılabilen çelişkileri de az şiddetli değildir. Bir kısmı büyük devlet projelerinin birbirine bağladığı konsorsiyumların (beşli çete gibi) içinde, bir kısmı etrafında taşeron ve tedarikçi olarak çok çeşitli düzeylerde sektörlere dağılmış olan irili ufaklı yandaş sermaye gruplarının bulunduğu ekonomik ilişkiler matrisi aynı zamanda siyasi bakımdan da bereketlidir. Tek adam rejiminin başlıca merkezlerindeki siyasi makamlar, CHP’ye kaybedilinceye kadar belediyeler, bakanlıklardaki kadrolar ‘alnı secdeye değenlere’ ikram edilmiştir. Bunlar bulundukları makamlardan toplumsal ilişkilerin dinselleştirilmesi için kendilerine düşen görevi yaparlar.

Emek-Sermaye Yerine Din Kültür Çatışması

AKP döneminde siyasal iktidarın dinle aleni ilişkisi bir tür sinir harbine de dönüşmektedir. Bürokrasi veya havuz medyası yazarlarının yanı sıra, gerici tarikat ehillerinin şeriat güzellemesi yaparak veya padişahlık dönemini yüceltip hilafeti överek yokladıkları zeminler bir yandan AKP iktidarının demokratik kazanımları yok etmek, İslami doktrin ve pratiklere dayandırılmaya çalışılan, İslami örgütlenmelerden güç alan faşizmi inşa etmek için ihtiyaç duyduğu moral motivasyonunu güçlendiriyor, diğer yandan da ister istemez yoldaki kar küreyici olarak hizmet görüyor.

Bunun bir diğer çıktısı, artık iki ana bloğa bölünmüş sermaye fraksiyonlarının Millet İttifakı cephesinde toplanan partileri arasında bazılarının Atatürk devrimlerinin kazanımlarına sahip çıkmak adına iktidarın açtığı mindere, ajite olmuş bir biçimde her fırsatta koşmalarıdır. AKP’nin başarıyla uyguladığı içeride sömürücü, dışarıdaki savaş kışkırtıcı politikalarının yerine ancak şekli belirsiz bir laikliği koyabilen muhalefet bloğu, karşıdan gelen örgütlü dalgayla boğuşmakta şimdiye kadar başarısız kaldı. Emekçilerin gerçek sorunlarının gerçekçi çözümleriyle buluşmayan, Türkiye’nin bağımlılık ilişkileriyle sermaye diktatörlüğünü karşısına almayan bir laiklik anlayışı, içeriği boşaltılmış bir 1930’lar nostaljisinden ibarettir ve orada da kalmıştır.

AKP muhalefetle çatışmasını bir din-dinsizlik, şeriat-laik, seçkinler-mağdurlar, gelenek-asrilik mücadelesi olarak lanse etme ve karşıtlarını da buraya sürüklemekte elbette başarılıdır. Böylece laiklik, ona yüklenmiş bütün olumsuz anlamlarla birlikte tartışılır kılınarak, tek adam rejimi ve öncesinde günah keçisi haline de getirildi. Saray ‘personeli’nin şatafatlı yaşamından veya dindar-muhafazakar türedi zenginlerin görgüsüz teşhirinden etrafa yansıyanlar, başta Erdoğan’ın yoksul yaşamından bir yükseliş hikayesi olarak işlenerek AKP’ye oy veren emekçilerin günün birinde basamakları tırmanabileceği ve Müslümanların hep birlikte ‘kurtulacağı’ anlatısına iliştirildiğinden dindarlık ve bununla ilişkili AKP iktidarı, mağdurun muhtemel sınıf tepkisini kültürel ve dini bir kanala çekilmiş mücadele potansiyeline çevirmekteydi: “Müslümana zenginlik yakışır, o her şeye layıktır.

Muhalefetle iktidar arasındaki kayıkçı dövüşünün her akşam televizyonlardaki programlarda masaya yatırılmasıyla ‘düşünme setleri’ dumura uğratılan emekçilerin sürüklendiği girdap, bir kısmının başkalarının zenginliğinde kendisinin geleceğini görmesi ise, bir diğer kısmının da kendisinin dışlandığı olanaklara sahip olanların liyakatsizliğidir. Her iki pozisyonda da iki yaka bir araya gelememekte, emekçiler bölünmektedir.

Diyanetle Toplum Mühendisliği

İktidarın yandaş sermayesinin ihtiyaçlarını da gözeterek toplumun dinselleştirilmesi ve muhafazakarlaştırılmasını partinin nüfuz alanında, yaptırımlar içerme-dışlama, taltif etme, kazandırma vb. mekanizmalarını harekete geçirerek kurulmuş yaygın bir sorumluluk ağına delege ederek, kendisinin devasa bir cemaat gibi davranması, Diyanet’e ihtiyacı ortadan kaldırmadığı gibi bu kurumun görevlerini de katmerlendirmiştir.

Bugün Diyanet devletten en büyük bütçe payını alan kurumlardan biridir. Tarafsız görünmek gibi bir derdi olmayan, apaçık siyasal bir örgüte dönüşerek iktidarın uzantısı haline gelmiştir ve onun nüfuz alanını genişletmesine yönelik dini referans ve fetva veren bir rol oynamaktadır. Diyanet İşleri Başkanı Ayasofya’nın bir kez daha ‘fethi’ için cihat yürüyüşü yapan dinci grupların başında kılıcıyla poz veren, yoksulluğun derinleştiği koşullarda Mercedesiyle gezen ve yetmiyormuş gibi yeni araba tahsisi talep eden bir kurumun başkanıdır. Fuller’ın önerdiği terbiye doğrultusunda, emekçiler, giderek daralan bölüşüm payı yüzünden neredeyse açlıkla imtihan olurken, camilerden şükür fetvaları okutacak kadar kapitalistleşen bu kurumun ilerlemesi, internet sitesinde 10 yaşındaki kızların evlenebileceği gibi, feverana yol açacak fetvalar vermiş olmasıyla ölçülür. Çünkü ne yoksulluk ne açlık ne adalet üzerine Diyanet hiçbir şey söylemeyerek dikkatleri dağıtma bazen de bile bile kendini hedef haline getirme konusunda uzmanlaşmıştır.

Diyanet şiddete karşı kadını koruyan İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasında, LGBTİ’nin düşmanlaştırılmasında[7] (bu konuda Diyanet’i eleştirdikleri basın açıklaması nedeniyle Ankara Barosuna dava açılmıştır) “yaratılanı yaratandan ötürü severim” peygamber sözünü hatırlamamış, cemaat operasyonunda ‘başörtülü bacılar’ bebekleriyle birlikte hapse atılırken ses çıkarmamış, ama iktidar ne zaman isterse bütün camilerden sela okutmuştur.

Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş amacı nedeniyle hiçbir zaman merkezi otoritenin nüfuz alanı dışında hareket etmedi. Gelgelelim AKP iktidarı zamanında mümkün bütün özerk hareket alanları iyice daralan örgüt, sanki kabine üyesi bir din işleri bakanlığı statüsüne alınmış gibi faaliyet yürütmektedir.

AKP hükümetleri ve nihayet tek adam rejimi, tarikat ve cemaatlerle oluşturduğu adı konulmamış koalisyonundaki fikir ve yöntem ayrılığı bol, çelişkili-rekabetli ve parçalı bütünlüğü, genel bir devlet dini başlığı altında rehabilite etmeye çalışırken, kimisi bu süreci bir reklam arası veya istendiği yerde inilebilecek demokrasi otobüsündeki zorunlu seyahat, kimisi kalkınma planlarının kaldıracı, kimisi tebliğ faaliyetinin selameti olarak gördükleri ve elbette bu arada artı değerin bölüşüm sigortası olarak işlevli bu iktidar gölgesinde, Diyanet tevhidinin altında bir arada bulunmayı kabullenmişlerdir.

Diyanet bütün bu karmaşık ilişkiler içinde, Sünni itikada dayanan bir devlet dininin kurucu ve yeniden örgütleyicisi olarak var oluyor. Sünnilik aynı zamanda Türkiye’de hâkim yurttaşlık normunun ideolojik harcıdır da. AKP de, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan bu nüfusun dini inanışlarına göre bir ideolojik söylem oluşturmayı tarihi bir Sünni-Müslüman Türk ulusunun zaferlerinden ibaret bir kurmacaya dönüştürürken, iç ve dış politikadaki düşmanlaştırma ögelerini de, talihin ve konjonktürün yaver gitmesiyle, bu eksene göre tahkim etmeye çalıştı.

Bu durum ABD’nin Ortadoğu’da ‘Şii Hilal’e karşı Sünni savaşçılardan oluşan grupları çatışmaya teşvik etmeyi içeren sıcak taktiğiyle olduğu gibi, bunları ılımlılaştırarak sisteme entegre etme yöntemine de uygundu. Bu bakımdan Diyanetin devlet dini bekçiliği yapma gayretini bu geniş çerçevede değerlendirmek doğru olur.

Türkiye’de Aleviler şimdiye dek birçok kontra işi katliama maruz kaldı. Gündelik hayata yayılmış şiddet ve dışlama biçimleri bunun dışındadır. Bu baskılar hala sürüyor. Diyanet İşleri Başkanlığı da, Sünnilik ve hatta onun Türkiye’deki egemen kolu Hanefilik dışında hiçbir din grubunun sorunlarıyla ilgilenir durumda olmadığı gibi, Alevileri dışlama siyasetinin de paydaşı durumunda.

Diyanet, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde İslami hareketleri denetlemek ve halk Müslümanlığı yakıştırmasıyla bir devlet dini inşasında rol almak üzere amacıyla kurulmuştu. Ne var ki ne o zaman ne de ondan sonraki süreçlerde mevcut iktidarların İslami anlayışlarını desteklemekten başka bir rol oynamadı. Bu demektir ki Diyanet, başkanı mevcut iktidar tarafından atanan, mensupları devletten maaş alan bir kurum olarak egemen siyasi partinin politikalarının yandaşı, camilerde halkın önünde bu siyasetin temsilcisi olarak bulunmak durumundaydı.

Bugün ise bu ilişki, Diyanetin kraldan çok kralcı hale geldiği aşırı bir siyasallaşma biçiminde devam ediyor. Dinin terbiye edilebilirliğinden yola çıkarak dini örgütleri sermayeleştirmenin yolunun açılmasını teşvik eden emperyalizmin liberal ajanları, bir yandan da bu dini grupların devlet içinde nüfuz sahibi olmalarına, yıpranan burjuva denge denetleme ağının yerine bu işi kendi bildiği gibi yapan tarikat ve cemaatlerin üstlenmesine cevaz da verdiler.

Onların farklı kültürlere ve medeniyet biçimlerine ‘modernleşme yolunu’ açmaları hem küresel sermaye birikiminin hizmetindeki imkanları çoğaltmaya yönelik bir söylemdi. Hem de Suriye’de olduğu gibi, ABD’nin emperyalist planlarıyla uyuşmayan, silahlı çeteleri ve onların sahibi diğer emperyalist ve bölge gericiliklerini terbiye etmek ya da püskürtmek için kullanılan bir araç. Türkiye iktidarı ise, bu aşamada kendisine her ikisinden biraz, ortaya karışık bir strateji üretti. Pazar-paylaşım savaşında kendisine düşecek pay için laikliğin siyasi bir koz olarak pazarlanmasının; ülke içinde muazzam artı değer sömürüsü eşliğinde emekçiler aleyhine daralan bölüşümü örtmek üzere dinin siyasallaşmasının yolunu açtı.

Sonuç

Laiklik hiçbir siyaset ve ideolojinin belirlenimi altına girmeyen nötr bir kavram değildir. Dünyada birbirinden farklı laiklik anlayışlarının uygulanması bunu gösterir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca ise tek parti iktidarı, çok parti hükümetleri ve şimdi de tek adam rejimi döneminde laiklik Anayasal bir kavram olmakla birlikte devletin din ile ilişkisizliği gibi genel bir tanıma uymamıştır. Her zaman egemen sınıfların iktidardaki temsilcilerinin yönelimlerine, bu sınıf fraksiyonları arasındaki çatışmalara ve nihayet işçi sınıfı ve emekçilerin her düzeydeki mücadelelerinin toplam sonuçlarına bağlı olarak siyasi müdahaleye açık olmuştur.

Bu bağlamda Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ilan edilen laikliğin genel kazanımları da AKP iktidarı döneminde önemli ölçüde aşındırılmıştır. Ve elbette bunda da devleti yöneten iktidar güçlerinin kendisine yüklediği tarihsel görevler ve misyonlarla ilişkili olmak üzere çizdiği yol haritası ve bu yoldaki müttefikleri, halkla kurduğu ilişkinin biçimi etkili olmuştur.

Kavramın uygulanmasının belirleyici mücadelelere, konjonktürel ilişkilere bağlı olması laikliği güvence altına almanın yegâne yolunun, onu burjuvazinin konjonktürel ihtiyaçlarının düzenleyici öğesi olmaktan çıkaran bir perspektiftir. Buna perspektif işçi sınıfı ve emekçilerin inisiyatifine dayanan bir düzendir.

KAYNAKLAR

Akdağ, Y. (2011) Din Kapitalizm ve Gülen Cemaati, Üçüncü Basım, Evrensel Basım Yayın, İstanbul.

Akgönül, S. (der.) (2011) Tartışılan Laiklik, 1. Baskı, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Arslan, A. (2013) Modern dünyada Müslümanlar, 7. Baskı, İletişim yayınları, İstanbul.

Bulut, F. (1997) Tarikat Sermayesinin yükselişi/ İslam Ekonomisinin Eleştirisi, 2. Baskı, Doruk Yayınevi, Ankara.  

Bulut, F. (1999) Tarikat Sermayesi 2-Yeşil sermaye Nereye, Geliştirilmiş 4. Basım, Su yayınları, İstanbul.

Calhoun, C. (ed.) (2017) Laikliği Yeniden Düşünmek, çev. Kolektif, 1. Baskı, Nika Yayınevi, Ankara.  

Çınar, M. (2005) Siyasal Bir Sorun Olarak İslamcılık, 1. Baskı, Dipnot Yayınları, Ankara.  

Eroğul, C. (1990) Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İkinci Baskı, İmge yayınevi, Ankara.

Fuller, G. E. ve I. O. Lesser (1996) Kuşatılanlar / İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, çev. Ö. Arıkan, Birinci Baskı, Sabah Kitapları, İstanbul.

Öztürk, S. (2019) Bir Tarikatın İki Yüzü, 7. Baskı, Doğan Kitap, İstanbul

Pehlivan, B. ve B. Terkoğlu (2019) Metastaz, 6. Basım, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul.

Roy, O. (2010) İslama Karşı Laiklik, çev. E. Bedisel, Agora Kitaplığı, İstanbul.     Şen, Ö. (2016) Türkiye’de Laiklik ve Sol, Dördüncü Baskı, Yazılama Yayınları, İstanbul.


[1]1945 yılının yeni dünya düzeni yaratmadaki rolü bloklar politikasının doğması ile bitmiyor; belki ondan da önemli olmak üzere, Üçüncü Dünya ülkelerinin hızlı uyanışlarına sahne oluyordu. Mayıs Ayında Suriye, Fransa’ya başkaldırıyor; Ekim’de ise Mısır ve Cava İngiltere ve Hollanda’ya isyan ediyorlardı…. Milli kurtuluş savaşlarının artık önüne geçilemez bir sel gibi gelişeceğini gösteriyorlardı.” (Eroğul, C. (1990) Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İkinci Baskı, İmge yayınevi, Ankara, sf. 3).

[2] Aktaran Nal, S. (2005) “Demokrat Partinin 1950-54 Dönemi Din siyaseti”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 60(3), 137-171.

[3] Bulut, F. (1997) Tarikat Sermayesinin yükselişi/ İslam Ekonomisinin Eleştirisi, 2. Baskı, Doruk Yayınevi, Ankara.

[4] Bulut, age, sf. 212.

[5] Fuller, G. E. ve I. O. Lesser (1996) Kuşatılanlar / İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, çev. Ö. Arıkan, Birinci Baskı, Sabah Kitapları, İstanbul, sf. 82.

[6] Calhoun, C. (ed.) (2017) Laikliği Yeniden Düşünmek, çev. Kolektif, 1. Baskı, Nika Yayınevi, Ankara, sf. 11-53.

[7] Bianet (2021) “Diyanet İşleri Başkanı’nı eleştiren Ankara Barosu’na dava”, https://m.bianet.org/bianet/nefret-soylemi/250946-diyanet-isleri-baskani-ni-elestiren-ankara-barosu-na-dava