Mustafa Yalçıner

Başında Halifesiyle bir İslam devleti olarak örgütlendiği öncesi bir yana, Cumhuriyetle belirli bir laiklik uygulamasının ardından, dinin istismarı ve siyasallaşması DP ile atağa kalkıp Demirel ve AP’siyle sürdü. 12 Eylül’le ordunun katılımıyla güçlendi, Özal’la tırmandı. Daha 1970’ten başlayarak Erbakan’la istismardan din siyasetine geçildi. AKP dönemindeyse dinin alet olarak kullanılması ve siyasallaşması çığırından çıktı: tarikatların doğrudan ve vakıflar yoluyla önü açılıp ihale ve hibelerle üstelik ticarileştirilerek güçlendirilmesinin yanında “İslami” denen sermayedarlar devlet ve belediye ihalelerinin tek kazananı kılınıp semirtilip tekelleşerek dayanak edinildi, dinin nerede başlayıp siyasetin nerede bittiği anlaşılamaz hale geldi.

Böyle bir ülkede laiklik ve laikliğin savunulması özel bir önem kazanmadan ve devrimci bir mücadele platformu laikliği talep olarak benimsemeden edemez.

Ancak bu gerçek, TKP’nin, laiklik sorununa, son dönemde yaptığı aşırı ve abartılı vurguyu haklı çıkarmaya yetmiyor. TKP bunu yeni yapıyor değil, ancak iki gelişme, vurgularına güç ve hız verdi. İlki, “Sosyalist Güçbirliği”nin kuruluşu ve kendisini “Emek ve Özgürlük İttifakı”ndan ayırma ihtiyacı; ikincisi ise, Cumhuriyet’in 99. yılı kutlamaları.

Arkadaşlarımız laikliği “Sosyalist Güçbirliği”nin temel bir ilkesi olarak açıkladı ve “Emek ve Özgürlük İttifakı” aynı ilkenin kendi platformunun da bir unsuru olduğunu sözlü ve yazılı olarak belirtmesine rağmen, bunu yeterli görmeyerek, “güçbirliği”nin “ikirciksiz laiklik” savunucusu olduğu iddiasıyla ittifakı suçlamayı sürdürdü. Bu yönde en ileri giden, “Güçbirliği” ilanının ardından Halk TV’nin “Sözüm Var” programında “Türkiye’de sosyalizm laiktir, laikliği savunur. … biz sadece ‘emek en yüce değerdir’ diye bir lafı büyük harflerle arkamıza yazıp asmakla yetinmeyiz… Dolayısıyla biz laik olmayanlara, şeriat isteyenlere karşı bir pozisyon alırız” diye söze başlayan TKP’nin eski başkanlarından A. Güler oldu:

CHP birkaç yıldır geliştirdiği söylemle Cumhuriyet döneminin, Kemalist dönemin laikliğinin bir halktan kopukluk yarattığını, inanan insanlar üzerinde bir baskıya dönüştüğünü kabul ediyor. Bu bir efsanedir. Bu büyük bir tarihsel yalandır. Böyle bir şey olmadı Türkiye’de. Laiklik, inanan insanlar üzerinde baskı falan kurmadı, böyle bir şey yok… laikliği bu muhalefet bloklarında kim savunuyor? Ben ne 6’lı masa ya da ittifaktan ne de HDP’nin merkezinde durduğu ittifaktan böyle bir şey duymuyorum. Laikliği savunmuyorlar. Ezanın Kürtçe okunması talebi laikliğin ihlalidir. Türkiye’de laikliği çeşitli muhalefet blokları topluca terk ettiler…[1]

Burada TKP’nin laiklik vurgusunu güçlendirip dozunu artırıcı iki unsur bir arada: Güçbirliği ve Cumhuriyet savunması.

Kemalist laisizmin din ve dindarlara yönelik müdahalelerde bulunduğu tartışma götürmez. Güler arkadaşımızın sözünü bir adım ileri götürüp Kemalizmin dine müdahalesini, üstelik Ekim Devrimi’nin de dine müdahale ettiğini ileri sürerek, TKP Genel Sekreteri Okuyan da onaylıyor: “Bazı devrimler dinle de oynar… Rus Ekim Devrimi de dinle oynadı, oynadı kavramı belki yanlış ama, dine müdahale etti.[2]

Ekonomik köklerinin açıklanmasıyla birleştirilen din eleştirisini bir yana, Lenin’in onca makalesiyle uygulaması ortadayken, bunun doğru olmadığını belirtelim. Ekim Devrimi kesinlikle dine müdahale etmedi, sönümlenmesinden yana oldu. Lenin’le Ekim Devrimi ve Kemalizmle Kemalist Cumhuriyet’in dine yaklaşımının kesinlikle farklı olduğunu söyleyerek, başlayalım.

Ancak önce, yine A. Güler’in, aynı başlıklı makalesinde,inanan insanlar üzerinde bir baskıya dönüştüğünü kabul” etmediği Kemalist laiklikle özdeşleştirme eğilimiylesavunduğu “Radikal Laiklik” anlayışını görelim:

Değil mi ki, bir yaşında kız çocuğuyla evlenebilirsiniz deniyor bu memlekette, yani bebeklere tecavüz kışkırtılıyor din adına, bize radikal bir aydınlanmacılık, tavizsiz, lekesiz bir laiklik gerekir… Değil mi ki, camiler artık ne olduğunu kendilerinin de bilmediği dualarla günde beş değil on beş vakit hoparlörlerini sonuna kadar açıyor; değil mi ki, bir dinsel pratiğin sosyal yaşama ve kendisinden saymadıklarına saldırısı alenileşmiştir, artık karşı tarafta uzlaşacak kimse yoktur. Saldırgan topluluğu sulandırmak değil, geri püskürtmek gerekir.[3]

Din Proletarya Partisi İçin Kişisel Sorun Değildir

Din özel bir sorun olmalı; siyasal olarak hiç kimseye inanıp inanmayacağı, inanacaksa neye ve kime inanıp nasıl ibadet edeceği dayatılmamalıdır– laiklik genellikle bu şekilde tanımlanır. Ancak hiçbir yanlış anlaşılmaya yer olmamalıdır: Sosyalistler, dinin devlet açısından özel ve kişisel bir sorun olmasını talep eder, ancak dini kendileri ve partileri açısından özel bir sorun olarak görmezler.

Devlet, din karşısında tamamen ilgisiz, herhangi dinsel grup ve cemaatlerle ilişkisiz; inançlar ve inançsızlık karşısında tarafsız ve herhangi birinin diğeri üzerinde baskı kurmamasının garantörü; ve herkes istediği gibi inanıp inanmamakta özgür olmalıdır. Din ve devlet işleriyle eğitim ve din birbirinden tamamen ayrılmalıdır.

Devlet, dini siyasal bir alet ve istismar aracı olarak kullanmayacağı, din üzerinden siyaset, din siyaseti yapmayacağı gibi, yapmaya kalkışanları da izin vermeyerek engelliyorsa, laik bir devlet olarak adlandırılabilir.

Roma’nın resmi din olarak kabulünden başlayarak Hıristiyanlık ve doğuşuyla birlikte İslam devlet olarak örgütlendi. Din ve Kiliseye biatı dayatan kulluk ilişkisiyle desteklenen ve kapitalizmin gelişmesinin engeli olan feodal –kişisel ve siyasal– bağımlılık ilişkileri karşısında burjuvaziyse, kapitalizmin yükseliş döneminde tüm bağımlılık ilişkilerinin kaldırılması yanlısı oldu ve bu kapsamda dinle devlet ilişkisi bakımından da farklı koşullarda farklı biçimler alabilen laisizmi benimsedi. İşçi sınıfı ve mücadelesi karşısında kendisini aristokrasinin kollarına atarak ya da tekelleşerek gericileştiği her yerde ise, burjuvazi hem demokrasi hem de onun bir bileşeni olan laisizmden uzaklaştı. Bugün Türkiye’de olduğu gibi, gerici burjuvazi, işçi sınıfı ve halka yönelik saldırılarında artık siyasal dinciliği hizmetine koşmakta ve etnik farklılıkların yanında dinsel ve mezhepsel ayrılıkları da kaşıyıp körükleyerek, işçilerin dikkatini ekonomik ve politik sorun ve karşıtlıklarıyla sınıf mücadelesinden dinsel sorunlara kaydırarak, işçi-emekçi hareketini bölüp parçalamaya ve bastırmaya yönelmektedir.

Gözlerimizin önünde çeşitli dinsel/mezhepsel gruplara bölünmüş işçi-emekçi yığınlar sınıf mücadelesi yerine dine dair sorunlarla ilgilenmeye yöneltilirken, yerli ve uluslararası tekellerin hizmetine koşulmuş dinci gerici saldırganlık hız kesmiyor. Dinle ilgili konu ve sorunların yanı sıra bu alana ilişkin tartışma ve dinin siyasallaşmasının belirti ve göstergesi olarak devletçe desteklenen tarikat türü örgütlenmeler doğrudan siyaset yaparak ve özellikle yüksek siyasi, iktisadi, askeri ve yargı bürokrasisini, hatta bakanlıkları paylaşarak, toplumumuzu dört bir yandan kuşatmış, fabrikaları da içine alarak, hemen her alanda etkisini hissettirmektedir. Öte yandan, yine sınıf karşıtlıklarını örterek, toplumun dinciler-laikler olarak bölünmesini sadece 28 Şubat ve Ergenekon Davaları döneminde yaşamakla kalmadık, tarihsel bir geçmişe ve dayanaklara sahip bu bölünmeye, örneğin işçilerin fabrikalarda karşı karşıya gelişlerinde tanık oluyoruz.

Bu koşullarda ne yapılmalı?

Proletarya partisinin dine ilişkin tutumu iki yönlüdür: Sosyalistler burjuva laisizmini önemser ve devletten dinin kişisel bir sorun olarak ilan edil­mesini ve buna uygun davranmasını ister. Bu, din ve dinselliğin günümüzdeki kaynağı olan kapitalist köleliğe karşı mücadelenin dinsel etkilerle örtülüp saptırılmamış siyasal koşullarda gelişebilmesi için de gereklidir. Sosyalistler, materyalisttir ve eklentisi tüm hurafe ve batıl inançlarla birlikte işçi sınıfı ve emekçi halkın ve kurtuluş mücadelesinin yatıştırıcısı olan dinin ve her türden dine dayalı örgütlenmenin, günümüzde sömürü koşullarının devamına ve işçi sınıfının alıklaştırılmasına hizmet ettiğini ve kapitalist gericiliğinin dayanakları olduğunu bilir. Dolayısıyla işçi sınıfının devrimci partisi, ancak toplumsal kökleri kazınarak sökülüp atılacağını bilerek, dine karşı değil, ama sermayeyi ve uluslararası ve yerli tekellerin siyasal ve ekonomik egemenliğini hedef alarak, ülkenin demokratikleşmesi mücadelesi kapsamında dinin istismarı ve siyasallaşmasına, cemaat ve tarikatların siyaset yapması da içinde, din ve devletin bütün iç içe geçme biçimlerine son verilmesi için mücadele yürütür. Öte yandan devletten farklı olarak, proletarya partisi, tartışmasız olarak din karşıtıdır, dine ve dinsel örgütlere karşı mücadeleyi “kişisel bir sorun” saymaz ve dinin materyalist eleştirisinden geri durmaz.

Sosyalistlerin Tutumu Dine Savaş İlan Etmek Olamaz

Devrimci proletarya partisinin din ve dinselliğin işçi sınıfı ve halkı ağulayarak uyuşturmasına karşı mücadelesinden, dine karşı politik bir savaş ilanı sonucu çıkarılamaz.

İşçi sınıfının devrimci partisi, kapitalizmin tasfiyesini gerçekleştirecek ve bunun ilk adımı olarak burjuvazinin politik egemenliğine son verecek olan proletaryanın kurtuluşu ve sınıfsız, sömürüsüz komünist topluma ulaşma mücadelesinin öncü örgütüdür. Öncelikli görevi, proletaryanın, kendisi için sınıf olarak örgütlenmesi ve öyleyse önyargı ve hurafeleri de kapsayarak, kapitalizm ve kapitalizm-öncesi bilinç biçimlerinin etkisinden kurtulmuş sınıf bilinçli bir güç olarak birleştirilmesidir. Sınıfın, kendisinin bilincine varmış bir güç olarak örgütlenebilmesi, bu bilincin, ona ancak ekonomik ve sosyal mücadele sürecinde taşınmasıyla olanaklıdır. Buradan kaçınılmazlıkla çıkan şudur ki, sınıfının partisi, kapitalizm ve burjuvazinin egemenliğinin temellerini açıklayacak ve dayanaklarıyla mücadeleyi örgütleyecektir. Kör inanç ve önyargılarıyla dinsel karanlığın tarihsel ve ekonomik kaynaklarının açıklanması ve bunları olanaklı kılan cehaletle hurafeler ve insanı alıklaştırıp köleleştirmeye yönelik her türlü dinsellik yayıcıları ve örgütleriyle mücadele de kuşkusuz bu kapsamdadır ve sınıfın devrimci partisi din karşısında kayıtsız kalamaz. Parti, dini ideolojinin gözlerini bağlayarak etkisi altına aldığı insanları doğa-dışı güçlere boyun eğip teslim olmaya yöneltici etkilerine karşı ideolojik mücadeleyi kararlılıkla sürdürür.

Ancak bu, dine karşı savaş ilan etmek ve laiklikten dinle politik olarak savaşmayı anlamak olamaz. Din ve etkisiyle mücadeleyi, “radikalizm” konusu yapamaz, laisizmin kurucusu burjuvazinin radikal devrimcilerinin genellikle yaptıkları gibi, din ve dinsellik sorununu, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi ve ihtiyaçlarından kopararak ele alamayız. Burjuvazinin özellikle din istismarcısı ya da dinci fraksiyonlarının dini siyasallaştırarak dinselliği bir saldırı silahına dönüştürmeleri ve örneğin “bir yaşında kız çocuklarıyla evlenebilme” ve “cami hoparlörlerini sonuna kadar açma” amacıyla kullanmalarını, temel hedeflerimizi unutup dini ve dinsel sorunları birincil sorunumuz sayarak, “saldırgan topluluğu… geri püskürtmek” üzere “radikal laiklik”e geçip dinle hesaplaşmayı savunmanın gerekçesi yapamayız. Lenin’in tutumu açıktır:

Dinin insanlık üzerindeki baskısının sadece, toplum içindeki ikti­sadi baskının ürünü ve yansıması olduğunu unutmak burjuva dar­ kafalılık olurdu. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlatılmazsa, hiçbir broşürle, hiçbir pro­pagandayla aydınlatılamaz. Bizim için, ezilen sınıfın yeryüzünde bir cennet yaratmak için bu gerçekten devrimci mücadelesinin birliği, proleterlerin gökyüzündeki cennet hakkında düşünceleri­nin birliğinden daha önemlidir.Neden programımızda ateizmimizden söz etmediğimizin ve etmememiz gerektiğinin sebebi budur; eski önyargıların şu ya da bu kalıntısını korumuş olan proleterlerin partimize yaklaşmasını neden yasaklamadığımızın ve yasaklamamamız gerektiğinin ne­deni budur. Bilimsel dünya görüşünü hep propaganda edeceğiz, herhangi bir ‘Hıristiyan’ın tutarsızlığıyla mücadele etmek bizim için kaçınılmazdır; ama bu asla, din sorununun, kesinlikle hak etmediği birinci sıraya oturtulması gerektiği, her türlü politik önemini hızla yitiren ve bizzat iktisadi gelişmenin seyriyle hızla hur­dalığa atılacak olan üçüncül düşünceler veya kuruntular uğruna, gerçekten devrimci mücadelenin, iktisadi ve politik mücadelenin güçlerinin parçalanmasına izin vermek gerektiği anlamına gel­mez.[4]

Lenin, “İşçi Partisinin Din Konusundaki Tavrı Üzerine” başlıklı makalesinde görüşlerini temellendirirken Engels ve düşüncelerine de atıfta bulunur:

Engels aynı zamanda, …dine karşı bir savaş ilanı anla­mında doğrudan ateizmin benimsenmesini işçi partisinin progra­mına almak isteyen kişilerin girişimlerini tekrar tekrar mahkum etti. 1874’te, … Blanquistlerin ünlü manifestosunu tartışırken Engels, on­ların dine karşı gürültülü savaş ilanını bir aptallık olarak ele alır ve böyle bir savaş ilanının, dine ilgiyi yeniden canlandırmak ve dinin gerçekten sönümlenmesini zorlaştırmak için en iyi araç ol­duğunu belirtir. Engels Blanquistleri, sadece işçi kitlelerinin sınıf mücadelesinin, proletaryanın en geniş katmanlarını çok yönlü bir şekilde sınıf bilinçli ve devrimci bir toplumsal pratiğin içine çe­kerek, ezilen kitleleri gerçekten dinin boyunduruğundan kurtara­cak durumda olduğunu, buna karşılık dine karşı savaşı işçi partisinin politik görevi ilan etmenin anarşist bir lafazanlık olduğunu anlayacak durumda olmamakla suçlar. …‘Anti-Dühring’te Engels, Dühring’in, sosyalist toplumda dinin yasaklanması gerektiği yönündeki güya devrimci düşünce­sini en az o kadar kesin mahkum eder. Dine böyle bir savaş ilan etmek, der Engels, ‘Bismarck’ı fazlasıyla Bismarcklamak’, yani dincilere karşı Bismarck’ın mücadelesinin aptallığını tekrarlamak demektir (kötü ünlü ‘kültür mücadelesi’, yani Bismarck’ın yet­mişli yıllarda Alman Katolik Partisi ‘Merkez’e karşı, Katolizmi polisçe izlettirerek yürüttüğü mücadele). Bu mücadeleyle Bis­marck Katoliklerin militan dinciliğini sadece sağlamlaştırdı, ger­çek kültür davasına sadece zarar verdi, çünkü politik ayrılıklar yerine dinsel ayrılıkları ön plana çıkardı ve böylece işçi sınıfının bazı katmanlarıyla demokrasinin dikkatini sınıf mücadelesinin ve devrim mücadelesinin acil görevlerinden, gayet yüzeysel ve bur­juvaca yalancı anti-klerikalizm yönüne saptırdı. Ultra devrimci olmak isteyen Dühring’i, Bismarck’ın aptallığını bir başka biçim­ de tekrarlamaya kalkmakla suçlayan Engels, işçi partisinden, di­ne karşı politik bir savaş macerasına atılmayı değil, sabırla prole­taryayı örgütleme ve aydınlatma üzerinde çalışma yeteneği talep etti, çünkü bu dinin sönümlenmesine yol açacaktı.[5]

Laiklik ve biçimleri…

A. Güler, “Kemalist dönemin laikliğinin … inanan insanlar üzerinde bir baskıya dönüştüğü …bir efsanedir. Bu büyük bir tarihsel yalandır. Böyle bir şey olmadı Türkiye’de. Laiklik, inanan insanlar üzerinde baskı falan kurmadı” diyor. Oysa, laisizmle ilgili olarak Kemalist tutum Bismarck’ınkinden ilkesel olarak farklı değildir.

Almanya’nın yükselişi ve birleşmesini yöneten Bismarck, sadece 1880’de “Sosyalistlere Karşı Yasa”yı çıkarıp yürürlüğe koymakla kalmadı. Öncesinde “genel oy hakkı”nı yasalaştırdı, Paris Komününe götüren Fransa-Prusya Savaşının ardından Alman birliğini sağladıktan sonra, 1873 Mayıs yasasıyla, çoğu muhalif liberallerden oluşan ve iktidarı açısından sorun oluşturan, birliğe yeni katılan eyaletlerin çoğunluk nüfusu Katoliklere, Liberal Merkez Partisi’yle Katolik Kilisesi ve Katolikliğe karşı “Kültür Savaşı[6] adı verilen bir savaş açtı. Bu süreçte Almanya’daki rahiplerin yarısına yakını tutuklanır ya da sürgüne gönderilirken, Bismarck’ın amacı, din çatışmasıyla emek-sermaye çelişmesinin üzerini örtmek ve Protestan liberallerin desteğini kazanmaktı.

Bir tür laisizmdi. Katolikliğe karşı polis zoruna da başvurularak mücadele yürütülmüş, Bismarck hatta bütünüyle dini de hedef alan sert konuşmalar yapmış, ancak, liberallerin geniş desteğini alan Bismarck laisizmi, öte yandan, bir bölüm Protestan liberali bile yanına ittiği Katoliklerin ve Katolik Merkez Partisi’nin militanlaşıp “Kültür Savaşı”ndan güçlenerek çıkmasına götürmüştü.

Kemalist laiklik oldukça benzerdir ve bütün laisizmler gibi, burjuvazi tarafından, iktidar sorunu bağlamında uygulanmıştır.

Marx, Manifesto’da, “Hıristiyan düşünceler 18. yüzyılda usçu düşünceler karşısında yenik düştüklerinde, feodal toplum da o günlerin devrimci burjuvazisiyle ölüm-kalım savaşına tutuşmuştu. Din ve vicdan özgürlüğü düşünceleri, serbest rekabetin bilgi alanındaki egemenliğinin ifadesinden başka bir şey değildir.[7] diye yazmıştı.

Fransa’da laisizm, daha çok “papanın mutlak otoritesini savunan manastır hurafeleri”ni ve “Cizvitler’in Katolikliği”ni hedef alan ve örneğin “onlardan yurttaş yapmak için Cizvitleri orta­dan kaldırmak gerekir[8] diyen Voltaire’in anti-klerikal fikirlerinin yön vericiliğinde gündeme gelmiştir. Feodal toprak mülkiyetinin önemli bir bölümüne hükmeden, kullaştırıcılığıyla bireyleşme de içinde kapitalist gelişmenin önünü kesen kilisenin egemenliğine karşı yönelmiş ve iktidarın burjuvazinin elinde toplanmasına hizmet etmiştir. Almanya’da Hegel’in halklar ve devletlerin ihtiyacı sayarak tahkim etmeye yöneldiği, ancak tarihsel ve kültürel ele alışı, akla ve düşünceye dayandırışıyla aslında olumsuzladığı din, yine iktidarını sağlamlaştırabilmek amacıyla Bismarck şahsında burjuvazinin açtığı savaşın konusu olmuştur. “Glorious Revolution” (“Şanlı Devrim”) dense bile, kapitalist gelişmenin önünü burjuvazinin 1688’de aristokrasiyle uzlaşarak açtığı İngiltere’de de öyledir. Orada, “17. yüzyıl tanrıbilim ve metafiziğinin negatif çürütülme­sinin yanında, pozitif bir anti-metafizik sistem gerekiyordu. Çağın canlı pratiğini sistemleştirecek ve ona teorik bir temel verecek bir kitaba gereksinim vardı. Locke’un İnsan Anlığı Üzerine Deneme adlı yapıtı, Manş’ın ötesinden tam za­manında geldi.[9] Duyumcu “Locke, politikada olduğu gibi, dinde de, 1688 sınıf uzlaşmasının oğlu oldu.[10] Birey olarak insanın öncelikli olduğunda ısrar etmiş ve “insan yapımı” devletin uyruklarının özellikle mülk edinme iradesine karşı gelemeyeceğini öngörerek, hükümetin “sınırlı yetkisi”yle inananların özgür iradeyle katılıp ayrılabilecekleri “gönüllü bir araya gelen insanlar topluluğu” saydığı Kilisenin hatta neredeyse “yetkisizliğinin” teorisini yapmış ve tamamen “bireysel sorun” olduğunu düşündüğü dinle devletin ayrılmasını teorileştirmiştir.[11]

Kemalist Laiklik Nedir?

Özellikle Fransız pozitivizmi ve laisizminin etkilediği Kemalist laiklik, önderlik ettiği Kurtuluş Savaşından zaferle çıkarak egemenliğini ilan eden genç Türk burjuvazisinin kapitalizmin gelişmesi ve iktidarını sağlamlaştırması ihtiyacının ürünüdür.

Aynı zamanda Halife de olan ve şahsında meşruti monarşinin dünyevi iktidarıyla uhrevi iktidarın birliğini temsil eden, emperyalizm işbirlikçiliğini savaş sürecinde İngilizlere tam bir yaltakçılığa ve ülkeye açık ihanete vardıran Sultan Vahdettin’in sonunda bir İngiliz savaş gemisiyle kaçmaktan başka seçeneği kalmamıştı. Savaşın sonu Saray egemenliğinin de sonu olmuş, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” darbı meseline karşın, iktidar, tefeci-ticaret burjuvaziyle toprak ağalarının ittifakına dayanarak savaşın başlarında kurulan TBMM’nin başkumandan ilan ettiği M. Kemal şahsında burjuvazinin eline geçmişti.

Kemalist devrim, “cılız anti-emperyalizmi” ile milli bir devrimdir ve siyasal bağımsızlığını kazanan Türkiye, başlıca, bir bölümü karşılıksız yardım bir bölümüyse düşük faizli Sovyet kredisiyle giriştiği sanayileşme hamlesini ’29 Bunalımı koşullarında devletin ekonomiye müdahalesiyle sürdürür.

Burjuvazinin pazarını, halkınsa asıl olarak topraklarını savunmak amacıyla katıldığı, toprak ağalarının daha çok tefeci nitelikli ticaret burjuvazisiyle ittifak halinde zaferin meyvelerini toplamak üzere iktidara çöreklendiği bir üst sınıf devrimi niteliğindeki Kemalist devrim, bir toprak devrimi olarak ilerlemedi. Demokratik niteliği son derece güdüktü ve yukarıdan reformlarla sınırlı kaldı.

Saltanat kaldırılarak (Kasım 1922) Cumhuriyet ilan edilmesi (Ekim 1923) ve ardından Hilafete son verilmesi (Mart 1924) ileriye doğru atılmış demokratik içerikli temel adımlardı ve doğrudan iktidar sorunuyla ilgiliydi. 1921 Anayasasıyla “ümmet”in yerine “millet” geçirildi, 1924 Anayasası ise, “Türkiye devleti bir cumhuriyettir” hükmüyle başladı. 2. Maddesi “devletin dini İslam’dır” dese de, hukuken kulluktan özgür bireye geçilmekteydi. 1933’e kadar henüz kadınlar hariç tutulacaktı, ancak hukuk önünde en azından erkekler eşit sayılmaktaydı. Ama sadece hukuk önünde. İşçilerin ücret köleliği ve sosyal eşitsizlik bir yana, toprak ağalarının siyasal ve iktisadi egemenliği dolayısıyla “milletin efendisi” denen köylülerin kişiye ve toprağa bağımlılıkları süregitti. Dolayısıyla büyük köylü nüfusuyla Türkiye’de laiklik görece gelişkin bir ekonomik ve sosyal temele oturmadı.

Siyasal hak eşitsizliği seçme-seçilme hakkının yok denecek sınırlılığı nedeniyle de geçerliliğini sürdürdü. TBMM’yi yenileyecek 1923 Seçimleri öncesi, seçmen olabilmek için vergi verme koşulu kaldırılmış, genel oya geçilmişti, ancak tek parti egemenliği ihmal edilse bile, seçimler iki dereceliydi ve halk vekilleri seçecek “ikinci seçmenler”i seçmekteydi. Örneğin 1927’de her erkek oy kullanabildi, ama CH Fırkası kendi adaylarının adlarının yazılı olduğu bir liste yayınlayarak bu listeye oy verilmesini istedi ve adayların tümü seçimleri kazandı. 1931’de aynısı tekrarlandı[12]

Bunlarla kalınmadı kuşkusuz. İmparatorluğun temel eğitim kurumu medreseler kapatıldı. Tevhid-i Tedrisat yasasıyla (1924) dinden ayrılan eğitim, din işe karışmadan devletçe kamusal hizmet olarak yürütülecekti. Aynı yıl Şeriye ve Evkaf Bakanlığı lağvedildi. Bu ikisi, devlet ve din işleriyle din ve eğitimin ayrılmasının temel adımlarıydı. 1926’da İslami özel hukuk olan Mecelle’nin yerine Medeni Hukukun kabulü tamamlayıcı bir adım oldu. 1925 sonlarında tekke ve zaviyeler kapatılmış, bir hükümet kararnamesiyle memurların fes yerine şapka giymesini zorunlu kılınmıştı. 1934’te camiler dışında sarık ve cüppe giyilemeyeceği yasaya bağlandı. 1928’de Latin harflerine geçildi, 1934’te soyadı yasası çıkarıldı ve ardından unvan ve lakaplar kaldırıldı, süreç içinde saat, takvim, uzunluk ve ağırlık ölçülerinde batılı normlar kabul edildi.

Diyanetin yanı sıra tekke ve zaviyelerin kapatılması ve modernleşme belirtisi sayılarak kılık-kıyafetin yasayla belirlenmesi bir yana bırakılırsa, Cumhuriyetin bu adımları olumsuz sayılamaz. Yanlış değillerdir; sorun, kişisel ve toprağa bağımlılık ilişkilerine son verecek toplumsal atılımlara dayanmamaları ve yetersizliklerindedir.

Laiklik Yerine Laikçilik

A. Güler, yetersiz de saymadan, Kemalist laikliği tamamen onaylıyor. Bu, iki nedenle doğru sayılamaz.

İlki; Kemalist laiklik, aslında bir laikçiliktir ve ilişkilerini koparma yerine dini devletin kontrolü altına alma içeriklidir.

1924’te Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırılmış, ancak aynı yıl din işlerinden sorumlu Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Başbakanlığa bağlıdır ve din işleri, bir devlet kurumu tarafından yönlendirilecektir artık. Devletin din üzerindeki kontrolünün aracı, devlet kurumu olan Diyanettir.

Uygun ortam bulduğunda hortlar ve Kemalist iktidar için tehlikeli olurlar kaygısıyla devletle dinin kişisel birliği olarak hilafetin kaldırılması ve din siyasetiyle mücadele yeterli görülmeyip tekke ve zaviyeler kapatılarak baskı altına alınan dinci gericiliğin sindirilmesi ve dinin Diyanetçe yönetilmesi günümüz laikçilerince olumlu sayılabilir. Ama bu, laikliğin bu tür uygulanışı kadar savunucularının da din ve devlet işlerinin ayrılması demek olan laiklik ilkesini benimsemediklerini gösterir. Üstelik sindirilerek üstesinden gelineceği ve Diyanet’le denetim altına alınacak dinle milletin (ve dincilerin de) yetinecekleri varsayımı beklenen sonucu vermemiştir. Görülmüştür ki, iktidarların siyaset aleti olarak kullanmaları ve tarikatların vb. siyasetle iç içelikleriyle palazlanan, ancak, gücü yalnızca siyasetle ilişkisinde değil, sahip olduğu toplumsal ekonomik köklerinde olan dinin etkisi Kemalist müdahaleyle kırılamamış, tersine yeraltına çekilen dincilik ve din siyaseti militanlaşmıştır. İlk fırsat bulduğunda başını kaldırmış, halkı etkileyen toplumsal iktisadi kökleri dolayısıyla kolay toplumsal “olurlar” alarak, yasallaşma adımları atmaya başlamış, istismar ederek güçlenme peşindeki iktidarlardan siyasal destek bulup tavizler kopardıkça, dincilik –Kuran kursları, İmam-Hatip Okulları, zorunlu din dersleri, yurtlar ve giderek özellikle bazı tarikat ve cemaatlerin açık siyasallaşmasıyla– siyaset alanında cirit atar olmuştur.

Dinle siyasetin ayrılması yerine dinin kontrol altına alınması olan Kemalist laisizmin bu kontrol yönelimi, öte yandan karşıtını kendi içinde barındırmış ve gücü toplumsal ekonomik köklerinde olan dinin siyasallaşmasının önünü açmadan edememiştir. İktidar organı Diyanetin örgütleyip yön vermesiyle, dinciliğin önünü kesmek adına din siyasallaştırılırken, bu, dinin farklı türden siyasallığının oluşma ve gelişmesinin önkabulü ve adımı olmuştur.

Örneğin öğretimin birliği yasalaştırılmasına karşın, aynı yasanın 4. Maddesi[13] din uzmanları ve imam hatip yetiştirilmesi için Eğitim Bakanlığı’na İlahiyat Fakültesi ve din okulları açma yetkisi vermiş ve bu kapsamda bir fakülte ve 26 İmam Hatip Okulu açılmış; üstelik burada kalınmayarak, 1925-50 CHP iktidarı döneminde devlet eliyle yüzlerce Kuran Kursu faaliyete geçirilmiştir. Dinci imamlar yerine yandaş imamlar yetiştirmenin amaçlandığı açıktır; ancak “irtica karşıtı” niyetlerle de olsa din eğitimi benimsenip dinle eğitim kesin olarak ayrılmayınca, sonuç, DP’nin (hatta öncesinde, CHP döneminde) din istismarından başlanıp bugüne gelinmesi olmuştur.

Diyanet ve devletin din eğitimine el atması– bu ikisinin anlamı açıktır: Din ve devlet işleriyle din ve eğitim işleri, bu yönde edilen onca söze rağmen ayrılmamıştır. Hilafet lağvedilmiş, din işlerinin şeriat işleri bakanlığı aracılığıyla aynı zamanda sultan da olan Halife’nin şahsında tek elde toplanmasına son verilmiştir. Ancak, Cumhuriyet’te din işleri artık Diyanet üzerinden devlete bağlıdır. Devletle din hala bir arada, iç içedir. Engellenen, dinin baskınlığı ve siyasallaşmış tarikatlarla cemaat örgütlenmelerinden güç alan yaptırımcı gücüdür. Yoksa devlet dine müdahale etmekte ve dolayısıyla halka Diyanet’in onaylayıp yolunu gösterdiği bir dini sadece sunmamakta, dayatmaktadır.

Dinin alabildiğine siyasallaştığı, siyaseten bir cemaatin darbeye teşebbüs edebilecek denli güçlendiği, birkaç tarikatın bakanlıkları parsellediği, iktidarın karargahlar kurup belirli bölgeleri denetim altına alarak ülke içinde bombalar patlatmasına el verdiği IŞİD ve HTŞ gibi şeriatçı terör çeteleriyle işbirliği yapabildiği günümüzde, tekke ve tarikatlar yasaklanıp kapatılarak dinin kontrol altına alınması makul görünebilir. Ancak şu ikisinden birine karar vermek şarttır: Ya dinin köklerinin toplumsal iktisadi yapıda ve sermayenin algılanıp açıklanamayan egemenliğinde olduğu bilinerek, dinin, etkisi, ancak mevcut toplumsal yapı ve egemenlik ilişkisinin dönüştürülmesine bağlanacak sınıf mücadelesi içinde giderilerek, sönümlenmesi savunulacak ve bu süreçte; 1) din ve dinsel inanç ve topluluklarla ibadet yasaklanmayıp serbest olacak, ancak 2) dinin siyasallaşmasıyla; dinsel egemenlik ve iktidara yönelik siyasal pratik ve örgütlenmenin yanı sıra dinsel cemaat ve tarikatların siyaset yapmaya yönelerek devlet işlerine el atması mücadele konusu edinilecek, 3) hele IŞİD türü terör çetelerinin etkinliğinin kesinlikle önlenmesi için mücadele edilecektir. Ya da din siyaseti ve dinsel toplulukların siyasallaşmalarına karşı mücadele yerine, Kemalist dönemdeki gibi tekke, cemaat ve tarikatlarla günümüzde Alevilerin cemevi ve cemleri yasaklara konu edilerek, hem dün ve hem de bugün din ve inançlar kişisel sayılmayıp Diyanet’in din üzerinde denetimi ve belirli bir dini doğrultuyu dayatması savunulacaktır. Birincisi proleter laisizmidir; ikincisiyse dün dine savaş açmak ve din yasakçılığıydı, bugünse herkese inancını dayatarak beğenmediği inançları yasaklayan dincilik!

Kemalist laisizm Bismarck’ın polis gücüyle Katoliklerin baskılanmasını andırarak, dini örgütlenmeler olan tekke ve zaviyeleri kapatıp dindarların sadece camilerde toplanabilmelerine izin vermiştir. Kemalizm, asıl olarak, Bismarck’ın da izini sürdüğü Voltaire ve Rousseau’nun fikirleriyle Fransız laisizmini benimsemiştir. Kemalist laiklik, Voltaire’in anti-klerikalizminden esinlenerek cami dışında dinselliği yasaklarken, kontrolündeki Diyanet, İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatipler aracılığıyla, iktidarını rahatsız etmek bir yana tahkim edecek bir resmi din yaratmada, Rousseau’nun “yurttaşlık dini” yüceltisine dayanmıştır. “Toplum Sözleşmesi”nde devletlere dinlerin bir temel sağlamasını öngören Rousseau, sözleşmesini, sözleşmeci tarafların onaylarının yanında “yurttaşlık dini” üzerine de oturtmuş, “her devletin bir ahlak yasası ya da bir medeni inanç açıklaması” bulunmasını şart koşmuştur. Ona göre, bu yasayla uyumlu dinler kabul edilecek ters düşenler ise yasaklanacaktır. Diyanetle ulaşılmaya çalışılan budur: Kemalist devletin ihtiyaç duyup istediği türden bir dinsellik!

Sanayileşme ve sosyal uyanış giderek kökleri ve etkisini zayıflatmasına rağmen, bugüne kadar, dinlerin ve inananların, egemen sınıfın çıkarlarının hizmetine koşulmak üzere avutma gücünü yok sayan burjuva hükümet görülmemiştir. Kemalist hükümet de öyledir ve yasaklamalar içeren laisizmiyle dinin burjuvazinin iktidarı üzerindeki olumsuz etkisini savuşturmayı, ama Diyanet aracılığıyla hizmetine koşarak yatıştırıcılığından da yararlanmayı öngörmüştür.

İkincisi; Kemalist laiklik dayanıksız ve köksüzdür, çünkü üstyapı reformları kapsamının dışına son derece az ve kapitalizm yukarıdan geliştiği ölçüde taşabilmiştir.

Dinin köleleştirici gücü ve etkisinin kırılmasının bir aracı olan ve dinin siyaset ve öyleyse devlet işlerinin görülmesindeki gücüyle etkisini dışlamayı amaçlayan laiklik, kişiler açısından da kulluktan kurtulup birey olmalarının aracı ve dayanaklarındandır. Ancak kölelik ve kulluğun kökleri toplumun sosyal ve iktisadi örgütlenmesindedir. Feodalizmin toprağa ve kişiye bağımlılık ilişkileri ve öyleyse toprak ağalarının egemenliği kırılmadan, feodalizmin tasfiyesine ve buna yönelik olarak toprak devrimine yönelmeden, laiklik, ancak son derece sınırlı ve güdük gerçekleşebilirdi. Nitekim öyle olmuş, Kemalist laiklik, yasaklarının yanında başlıca üstyapıya ilişkin idari ve hukuki reformlarla sınırlı kalmıştır. Nedeni, Kemalist devrimin, toprakla ilgili olarak, yalnızca köylünün toprak sahiplerine ödediği ürününün yüzde onu kadarlık aşarın kaldırılmasıyla yetinmesidir.

Bunlar, Kemalist laikliğin sorunsuz sayılarak baş tacı edilmesinin doğru olamayacağını belirtir.

Kemalist laikliğin ücret köleliğine dayalı kapitalist niteliğine ve burjuvazinin dini hizmetine koşmasıyla ilgili yönelimine değinmeye bile gerek yok. Ancak diğer her şey tamam olsa bile, sadece bu sonuncusundan hareketle, sosyalistler ve işçi sınıfının devrimci partisi, dinin köleleştiriciliğinin üstesinden gelmek için onun, kendiliğinden sınıf durumundaki işçilerin sermaye egemenliği karşısındaki acizliğinden türeyen günümüzdeki kökleriyle mücadele ve bu kökleri kırıp atma tutumunu benimser.

Kemalist laiklik karşısında sosyalizmin tutumu üzerine genel olarak söylenecek olan, Lenin’in söyledikleridir: “Genel göre­vimiz proletaryayı, kendini burjuva demokrasisinden ayırmayı bilen ayrı bir sınıf olarak birleştirmeye yardım etmekse, bu göre­vin bir bileşeni de.. kitlelere sosyalist ve burjuva anti-klerikalizm arasındaki farkı anlatmaktır.[14]

Tarikatlarla Cemaatler ve Laiklik

Dini ve elbette dindarları Diyanet’e emanet ederek devlet kontrolü altına alma tutumu olarak şekillenmiş Kemalist laiklik neden eleştirilmelidir?

Politik olarak “dine karşı savaş açmak” olmaz dedik. Aslında bunu, Marx’la Engels ve Lenin söylüyor. Devletin kontrol altına almak üzere Diyanet aracılığıyla dine müdahale etmesi ve dinsel toplanma merkezlerinden olan tekke ve zaviyelerin, hatta türbelerin bile kapatılması, din ve devlet işlerinin ayrılması demek olan laiklik ilkesiyle zıtlık oluşturur ve laiklik kapsamında sayılamaz.

Camiler açık ve Sünni mezhebinin kurallarıyla işlemekteyken, örneğin Alevi dergâh ve tekkelerinin kapatılmasının devletin inançlarla (ve kuşkusuz inançsızlıkla) din ve mezhepler karşısındaki nötrlüğü ve tarafsızlığıyla ilişkilendirilemeyecek olması bir yana, bu, iktisadi ve toplumsal kökleriyle ilgilenmeden dine karşı politik bir savaş açmaktır.

K. Okuyan, Kemalist laikliği benimseyerek, “Aslında kapatılması demiyoruz, dağıtılması diyoruz. Çünkü zaten yasal değiller. Cemaat ve tarikat yurtları kapatılmalıdır ama cemaat ve tarikatlar dağıtılmalıdır. Zaten yasa dışılar… din düşmanlığı diyecekler. Ne alakası var inançlarla tarikatların? Tarikatlar bugün parayla dinin birleştiği noktalardır. Aslında denetimsiz şirketlerdir.[15] diyor. Birçoğunun şirketleştiği doğru, ama inançla alakasız oldukları ve yasaklanmaları doğru değil.

Doğru, tarikatların büyük çoğunluğu bugün parayla dinin birleştiği noktalardır. Dini ve inançları bütünüyle siyasallaştıran AKP’nin tarikatlara dayandığı ve onlarla küçümsenmeyecek ekonomik bağlantılara sahip olduğu ve mali işlemler yürüttüğü de tartışılmaz. Sadece bu da değil; AKP tüm yolsuzluk ve keyfiliğiyle kapitalistleşmiş dinciliktir. Peki, çözüm nedir? Sınıf mücadelesinin esas alınması ve onun bir yönü olarak tarikatların devletçe mali ve ekonomik açıdan beslenmesi ve siyasallaşmasına karşı mücadele mi, yoksa din ve dinsel olguları birincil sorun edinerek tarikatların kapatılma ya da dağıtılma yoluyla yasaklanmaları mı?

Laiklik, öncelikle dinle devletin, tabii ki siyasetin ilişkisizliği ve varsa, ki var, bu ilişkinin kesilmesi ihtiyacının ürünüdür. Öyleyse laikliği benimseyenlerce yapılması gereken, cemaat ve tarikatları siyaset dışı kılmak, siyasetsizleştirmektir.

Camilerin kapatılmasını istiyor değiliz. İmamlara da itiraz etmiyoruz, çünkü imamsız cami olmaz. Camiyle imamın olduğu yerde cemaat de olacaktır ve zaten “toplanılan yer” demek olan cami ile cemaat aynı kökten türeme sözcüklerdir. Cemaatsiz cami olmaz. Dindarların birlik halleri olan “cemaat”e itiraz edip dağıtılmalarının istenmesi, dindarlarca elbette “din düşmanlığı” olarak algılanır; çünkü hem tarikat hem de cemaat, Okuyan’ın söylediğinin tersine, inançla alakalıdır. Tanrı inancı sorgulanmayarak kişisel ve özel bir sorun sayılacaksa, bunun doğrudan sonucu, inananlarının, Tanrıya inanmanın özel bir yolunda bir araya gelmelerinin sorun sayılmamasıdır. Cemaat oluşturmaya değil, ama cemaat devletçe beslenip kullanılıyor, siyaset yapıyor, yolsuzluk vb. suçu işliyorsa buna karşı tutum alınmalıdır.

Bu soyutlamanın günümüz koşullarına uygulanması zor görünebilir. Dinle ve tarikatlarla devlet ve üstelik sermayenin bunca iç içe geçtiği günümüzde, gerçekten de zordur. Ancak Kemalist devrimin tekke ve zaviyeleri kapatması örnek alınıp –işçi yığınlarını da kapsayarak– inançlı kişiler ya da dindar toplulukları olan cemaat ve tarikatları yasaklamak ya da dağıtmak, Engels ve Lenin’in dediği gibi, sadece militan dinciliği güçlendirir. Bismarck’ın anti-klerikalizmi bunu kanıtlamakla kalmadı, Türkiye’de de böyle oldu ve günümüze buradan gelindi. Ancak devletin ekonomik ve mali koruması ve desteğini almaları ve siyasallaşmaları da önlenmelidir. Nurculuğun bir kolu olan Gülen “Cemaati”nin darbe teşebbüsü kadar AKP iktidarının nerede başlayıp İsmailağa, İskenderpaşa cemaatleri gibi kollarıyla Nakşibendiliğin ya da bir başka tarikatın nerede bittiğinin belli olmayışıyla da karakterize olan devletin dine, dinin devlete el atıp iç içe girdikleri devletle din ilişkisinin günümüzdeki şekillenişinin bunu zorunlu kıldığı tartışmasızdır.

Devletle dinin ayrılması olarak laiklik, tek yanlı şekilde, sadece devletin dine mali ve ekonomik yardımlar dahil finansmanı türünden olumlu, yasaklar ve Diyanet türü kontrol kurumlarıyla olumsuz yönden müdahale etmemesi, din üzerinden siyaset yapmaması ve inançlarla inançsızlık karşısında tarafsızlığı değildir. Aynı zamanda din ve dinsel topluluklar da, siyasete ve siyasal egemenlik aygıtı olan devlet işlerine karışmayacak, herhangi siyasal tutumlar almayacak ve kimseye inanç ve yaşam biçimi dikte etmeyecek, dini sermayeye dönüştürüp din adına ekonomik ve mali etkinlikte bulunmayacaktır. Benzeri iki yanlılık dinle eğitim ilişkisi açısından da geçerlidir: Devlet Kuran kursları, İmam-Hatip okulları, İlahiyat Fakülteleriyle din eğitimi alanına girmeyecek; tarikat ve cemaatler de cemaatlerinin dini eğitimi dışında, okullar, dershaneler, yurtlar vb. açarak eğitim alanına el atıp müdahale etmeyecektir. Tümü, devletle dinin (ve tersinden tarikatlarla siyasetin) ilişkisinin kesilmesi ortak paydasıyla laisizm mücadelesinin konusudur. Yolsuzluk, Aladağ yangınında olduğu gibi denetimsiz/ruhsatsız inşaat, taciz/tecavüz, uyuşturucu, kara para, Mafya ilişkileri ve silahlı terör vb. etkinlikleri saymıyoruz bile; bunlar zaten suçtur, yargılanıp cezalandırılmayı gerektirir. Bu suçların üzerinin iktidarca örtülmemesi ve cemaatler işlediğinde “alnı secde görmüştür” denip yargıdan kaçırılmaması şüphesiz mücadele konusu olmalıdır.

Sonuç şudur ki, tarikat ve cemaatlerin kapatılması ya da dağıtılması değil, başlıca siyaset dışı olmaları ve dini sermayeye dönüştürmemeleri savunulmalı ve bu amaçla mücadele edilmelidir.

Din açısından geçerli olan, inanan toplulukları tarikat ve cemaatler açısından da geçerlidir; yasaklamalarla sonuç alınamaz. Din yasaklanabilir türden bir olgu değil, ideolojidir; inançlarla ve günümüzde insanın sermaye egemenliği karşısındaki acizliğiyle ilgilidir. Kullaştırıcılığına yasakla değil, dini var eden korku ve acizliklerinin aşılmasıyla; sömürülen yığınların kendilerine üstesinden gelinemez kör bir güç olarak görünen sermaye egemenliğine son verilme ihtiyacı ve kendilerinin değiştirici dönüştürücü güçlerinin farkına varmaları yoluyla son verilebilir.

Lenin’in inançlılarla inançsızların ilişkisi, inançlı işçilerin bir Hıristiyan işçi derneği etrafında örgütlenmeleri ve hatta ateizm propagandasından bile geçici olarak vazgeçilebileceğinden söz ettiği Marksistlerin görevini konu alan ünlü paragrafını hatırlayalım:

Diyelim ki bel­li bir bölgenin, belli bir sanayi dalının proletaryası, elbette ateist olan oldukça sınıf bilinçli sosyal-demokratlardan oluşan ileri bir katmanla, tanrıya inanan, kiliseye giden ya da hatta, diyelim ki bir Hıristiyan işçi derneği kuran yöredeki din adamının doğrudan et­kisi altında bulunan, henüz köyle ve köylülükle bağlarını kopar­mamış oldukça geri bir katmana ayrılmış olsun. Ve yine diyelim ki ekonomik mücadele bu yörede bir greve yol açmış olsun. Bu durumda Marksistin görevi, grev hareketinin başarısını ön plana çıkarmak, bu mücadelede işçilerin ateistler ve Hıristiyanlar diye bölünmesine kararlılıkla karşı koymak, böyle bir bölünmeye kar­şı kararlılıkla mücadele etmektir. Böyle koşullar altında ateist bir propaganda gereksiz ve zararlı olabilir– geri katmanların ürkü­tülebileceği, seçimlerde oy kaybına uğranabileceği gibi küçük­ burjuva düşüncelerin bakış açısından değil, bilakis modern kapi­talist toplum koşullarında Hıristiyan işçileri, çıplak ateist propa­gandadan bin kez daha iyi sosyal-demokrasiye ve ateizme götü­recek olan sınıf mücadelesinin gerçek ilerlemesi bakış açısından. Ateizmi vaaz eden biri, böyle bir anda ve bu koşullar altında sa­dece, işçilerin greve katılan ve katılmayan işçiler olarak ayrılma­sından çok, tanrıya inanan ve inanmayan işçiler olarak ayrılma­sından başka bir şey istemeyen papazlara yardım etmiş olur. Ne pahasına olursa olsun tanrıya karşı savaşı vaaz eden anarşist, ger­çekte papazlara ve burjuvaziye yardım etmiş olur.[16]

Laiklikle cemaat ve tarikatların kapatılması ya da dağıtılması talebinin bir ilişkisi kurulamaz. Tersine, kapatılması gereken Diyanet’tir; ve eğer laiklik iddia edilecekse, Diyanet gibi kurumlarını da kapsayarak, devletin dinle her türlü ilişkisi kesilmesi; tarikat ve cemaatlerinse devletçe beslenmeleri ve siyasallaşmalarının önlenmesi için mücadele edilmelidir.

Üstelik dinin sadece devletin hizmetine koştuğu Diyanet eliyle yönetilmesine son vermek yeterli değildir. Başta camiler olmak üzere, dinle ilgili tüm kurum ve örgütlenmelerin devlet tarafından finansmanına, camilerin devlet tarafından inşa edilip imam ve müezzinlerin maaş ve sair giderlerinin devletçe karşılanmasına da son verilmeden laiklik iddia edilemez. Camilerin yapımı ve bakımıyla imamlarının giderlerini cemaatleri karşılamalıdır. Her türlü dinsel giderin cemaatlerince finanse edilmesi, hem en hakkaniyetli yoldur hem de dinle devlet işlerinin kesinlikle ayrılmasının gereğidir. Laik bir devlette cemaatler kendi dinsel eğitim ihtiyaçlarını açacakları kurslar vb. aracılığıyla karşılayacak; devasa bütçeye sahip Diyanet kapatılırken, devlet, bugüne kadar olduğu gibi, inanan inanmayan, farklı din ve mezheplere mensup halktan toplanan vergileri, imam ve sair din personeliyle Kuran kursları, imam-hatip okulları, İlahiyat Fakülteleriyle tarikat ve cemaatlerin finansmanında kullanmayacaktır.

Dinle inanca ve cemaatlere yaklaşımın sınıf mücadelesine tabi kılınmış olması şarttır. Yasakçılık ve dayatmalarla din ve inançlarla oynanarak ilerlenemez; bu yolla ne dinin etkisi kırılabilir ne ileri bir politik mevzi tutulabilir ne de din ve devlet işleri birbirinden ayrılabilir. Din ve vicdan özgürlüğü savunulmalı, herkes inancında ya da inanmamakta özgür olmalı, istediği gibi ibadetini yapabilmelidir. Ancak laiklik, kuşkusuz din siyaseti yapılmasına, devletle tarikatların iç içe geçmesi ve hangisinin nerede başlayıp nerede bittiğinin belirsiz hale gelmesine, ortalığı tarikat şirketlerinin doldurmasına ve inanç ve yaşam biçimi dayatmakla kalınmayıp bunun saldırganlığa dönüşmesine sessiz kalmak olamaz. Artık “din karşıtlığı değildir” denerek laikliğin yeniden tanımlanmaya çalışıldığı günümüzde açık din siyaseti yapmakta olan tekellerin iktidarını hedef alan sınıf mücadelesi, dinci baskı ve dayatmalara son verilmesi yönüyle de önem kazanmıştır. Bugünkü hükümetle din maskesi kullanıp din siyaseti yaparak tekelci sömürü, yağma, yolsuzluk ve zorbalığı meşrulaştırma peşindeki mali sermaye egemenliğini tarihe gömmek işçi sınıfının temel görevidir!

Kemalizm Üzerine Ekler

Yazı yazılırken, haber.sol.org.tr’de “K. Okuyan’la Mustafa Kemal Üzerine: Liberaller Cumhuriyetle Barışamaz” başlıklı söyleşi[17] yayınlandı. Herhalde değinmeliyiz, ancak bu makalede bütünüyle bir Kemalist devrim değerlendirmesi yapılmayıp yalnızca Kemalist laikliğin tartışıldığını söylemeliyiz. Yoksa Güler, Okuyan ve TKP ile Kemalist devrime yaklaşımda aramızda epey fark olduğu bilinir.

Temel bir fark, Türkiye’de 1908’le başlayan demokratikleşme sürecinin hala sürmesidir. Kemalist devrim bu açıdan önemli bir sıçramadır, ancak demokrasinin hala çözülmemiş sorunları çoktur.

İkincisi, tıpkı 1908 gibi, halkı yedekleyen bir üst tabaka devrimi olan Kemalist devrimde, burjuvazinin, önderliğini, halkın örgütlenme girişimlerini ya Kuvayı Milliye içinde eriterek ya da bertaraf ederek, başlıca Osmanlı Ordusu’nun kalıntılarına dayanarak gerçekleştirmiş olmasıdır.

Üçüncüsü, K. Okuyan’ın söyleşide “Türkiye’de sorunların 1938 sonrasında başladığı düşüncesine katılır mısınız?” sorusuna verdiği “Tarihte bütün burjuva devrimleri, kendini inkarı da içermiştir, bizimkisi bir istisna olmadı” yanıtında olduğu gibi, sorunun genel olarak doğru, ancak yeterince açık ele alınmayışıyla ilgilidir. Şüphesiz devrimin kendisini inkarı ya da karşı-devrime dönüşmesi M. Kemal’in ölüm tarihi olan 1938 veya Kemalistlerce yaygın olarak propaganda edildiği gibi DP’nin hükümet olduğu 1950’de başlamaz. Bir köylü-toprak devrimi olarak derinleşip gelişmeyen Kemalist devrim, burjuvazinin iktidarını koruma ve güçlendirme yönelimiyle ülke içinde halka karşı zora başvurmaktan kaçınamayarak, tedricen halka karşı dönmeye başlar.

Bir önceki yıl sıkıyönetim ilanı isteyen İnönü’nün kabul görmeyince istifasının ardından bu kez yeniden göreve davet edildiği 1925’te sıkıyönetim “sessizlik” koşullarında yönetmek üzere Takriri Sükun yasasının çıkarılmasıyla birlikte ilan edilir. “İngiliz oyunu” bir feodal ayaklanma olarak nitelenen Şeyh Sait İsyanını bastırma gerekçesiyle çıkarılan yasa, İstiklal Mahkemeleriyle birlikte dehşet saçar. 1921, 23 ve 24’te (sonuncusunda “Amele Bayramı” olarak) kutlanan 1 Mayıslarla işçi örgütlerini hedef alan yasaklar ve muhalif her sesi susturmaya yönelik önlemlerle toplumun bir “yasaklar toplumu”na dönüştürülmesine girişilir. 1936, milli devrim sürecinde kritik bir tarihtir; ilk kez İngiltere’den alınan 2,5 milyon sterlinlik krediyle Karabük Demir-Çelik fabrikası kurulmaktadır; emperyalizm karşısında tutum değişikliğini işaret eden bu yönelim sürecek, bürokratik yerli kapitalizm, çağdaşlaşmayla eşitlenen Batılılaşma şiarıyla batıyla işbirliği içine girecektir. Güneş-Dil teorisi, Türk Tarih Tezi vb. gündem edinilirken, üst üste Kürt isyanlarının kanla bastırıldığı –1942’de başta Rum ve Ermeniler olmak üzere Türk-olmayanları hedef alan Varlık Vergisi ile sürecek– bir sıkıyönetimler dönemi olan 1930’lar, denebilir ki, devrimin karşı-devrime dönüşmesinin atılım dönemi olur ve temelini oluşturur.

Dördüncüsü, ulus-devlete geçiş tarihsel olarak ilerici ve kapitalizmin gelişme ihtiyacına uygunken, ulusallığın, Türk ulusalcılığı olarak ve başta Kürt ulusu olmak üzere diğerlerini, siyasal eşitlik hakları, yasaklanan dilleri ve kültürleriyle dışlayıp baskı altına alarak ve karşı koyuşları ezerek geliştirilmesidir.

Burada bir parantez açıp Güler’in Halk TV’de dile getirdiği konumuzla doğrudan ilişkili “HDP’nin merkezinde durduğu ittifak … laikliği savunmuyor. Ezanın Kürtçe okunması talebi laikliğin ihlalidir” görüşünün talihsizliğine değinmeliyiz. Ezanın aslı Arapça’dır ve “Türklük” vurgusuyla Türk milliyetçiliğin perçinlenme döneminde, bir Diyanet genelgesiyle 1932’de yurt çapında ezanın Türkçe okunmasına başlanmış, 1941’deyse Arapça ezan yasaklanmıştır. Bu, laikliğin ihlali sayılmaz ve Kemalist laiklik eleştirisiz sahiplenilirken, ezanın Kürtçe okunması talebinin –hem de laiklikten geriye hemen hiçbir şeyin kalmadığı günümüz koşullarında– laiklik ihlali sayılması anlaşılır değildir ve Türk milliyetçiliğinden etkilenmeye delalettir.

Etkilenme, sadece bu sorunda belirmekle kalmıyor. Örneğin, Okuyan’ın M. Kemal üzerine söyleşisinde tek bir Kürt sözcüğü yok. Oysa çok sayıda Kürt isyanıyla yüzleşmişti. Zamanında Ş. Hüsnü ve önderliğindeki TKP Kürt isyanlarının bastırılmasını açıkça savunurdu. Şimdi Okuyan TKP’si “eskiden öyleydi, ama UKKTH artık geçerli değil” tutumunda, ama Kürt halkının özgürlük mücadelesini desteklemese bile, bastırılmasına destek vermiyor. Ya uzak duruyor ya da bazen yok sayıyor. TKP’nin 102. yaşını kutlarken yaptığı Bostancı konuşmasında, “bu topraklarda yaşayan kim varsa…” deyip “Kürtler, Çerkesler…” diye sayıyor, ancak –ayrılmak istemeleri olasılığını yok sayarak– ekliyor: “bütünlüğümüzü koruyarak!

Bu etkilenme bazen abartılı hal de alabiliyor: Örneğin “Çanakkale’de emperyalist ordulara karşı kazanılan zafer”den söz eden TKP açıklaması, Çanakkale savaşı –bölgeyi savunan Osmanlı 5. Ordusunun komutanı bile Alman mareşali Liman Von Sanders iken– I. emperyalist savaşın bir muhaberesi değil ama işgale karşı bir kurtuluş savaşıymış gibi, Cumhuriyet’in “doğumu”na bağlanarak sürüyor: “Anadolu’ya öldürücü darbeyi vurmak isteyen İngiliz ve Fransız orduları, Çanakkale’de felakete uğratılmıştı. Çanakkale’de kazanılan zafer, emperyalist paylaşım savaşına çaresizlik ve körlük içinde atılan, yıkılmakta olan asalak Osmanlı’nın değil, yurdun işgaline karşı uyanmaya başlayan bir öfkenin zaferiydi. İzleyen yıllarda işgale karşı mücadele, aynı zamanda yeni bir düzeni, cumhuriyeti doğurdu.[18]

Madalyonun Diğer Yüzü: Kemalizm Düşmanı Liberal Solculuk

Madalyonun diğer yüzündeki liberal solculuğun Kemalist devrim ve laiklik karşısındaki tutumuna değinmezsek eksik kalır.

Hele neoliberalizmin geçer akçe sayıldığı günümüzde siyasal liberalizm, solcu müsveddelerini de kapsayarak tekellerle uzlaşma arayan yaltaklanıcıların tutumudur.

Sol tandans ve saiklerle liberalizmi savunmaya uğraşanlar, sosyalizmin sınıf temeli ve gücü olan işçi sınıfı ve çıkarlarını sahiplenmeyi hiç akıllarına getirmeden, sınıflar-üstü bir demokrasi amaçlayarak, daima yüceltip destekleyecek bir burjuva fraksiyon buldu ve bu fraksiyon çoğunlukla toplumsal ilerlemeye en uzak olanı oldu. Yüzlerini tarihe döndüklerinde, devrimci yönelimleri olumsuz bulup, Jakobenizmin yanı sıra, otoriterizm, halka tepeden bakma vb. türünden etiketleyip, halkçı ve demokratik saydıkları düzen içi tutumları benimsediler. K. Okuyan’ın M. Kemal üzerine söyleşisinde bu türler için söylediği çok doğru: “Bundan 100 yıl kadar önceki burjuva devrimci önderleri küçümseyip, onlara hakaret edenlerin bugün Türkiye burjuvazisinden demokrasi ve özgürlük beklemesi ne kadar acı!

Tarihi ve aktörlerini süreç olarak değil, hareketsiz ve değişmeyen olgular saydılar. İttihatçılar örneğin katıksız halk karşıtı ve zorbaydı! Kemalizm de öyle. İttihatçılar sanki “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” şiarıyla 1908 Devriminin başını çekmemiş, ama sadece Alman emperyalizmiyle birleşerek ülkeyi emperyalist savaşa ve yıkıma sürmüş ve Ermeni düşmanlığı yapmışlardı. Zor olmadan devrim olurmuş gibi, zoru mahkum ederken devrimi de mahkum ettiler ve Kemalizmi, yalnızca laisizminin yetersizliği, tarikat yasakçılığı ve demokrasiye uzaklığıyla değerlendirdiler.

Genel bir demokrasi yüceltisi yaklaşımlarının temel belirleyeni olageldi ve hangi türden olduğuyla ilgilenmeden toz kondurmadı ve –üretici güçlerin gelişmesine uygunluğu iddiasıyla– emperyalizmle işbirliği ve uluslararası kapitalizme entegrasyona bağlanan liberal/neoliberal programlarla savunucularını, “halkın çoğunluğunun desteğini aldığı” gerekçesiyle desteklediler. Tarihi çarpıtan pirlerinin, Prens Sabahattin ve Hürriyet ve İtilafçılardan başlayarak, Terakkiperver ve Serbest Fırkalarla Bayar-Menderesler ve DP’yi, Demirel ve AP’yi demokrat ve ilerici sayan İdris Küçükömer olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu çizgi, sonra Ecevitçilik ama asıl C. Çandar’la H. Cemal gibi sol liberallerin başını çektiği Özalcılık olarak sürdürüldü: 12 Eylül Özal’la atlatılacaktı, kapitalizmin gelişmesinin önündeki engelleri kaldırıp Türkiye’yi Özal Batılaştıracaktı! Demokratikleşmenin temel bir dinamiği sayarak tavizsiz AB yüceltisi yapan, 28 Şubata karşı çıkmakla yetinmeyip Refah Partisi ve hükümetini savunan Ö. Laçiner, U. Uras, B. Oran gibi sol liberaller, 2002 seçimlerinden başlayarak “muhafazakar devrim” halüsinasyonu ve son olarak “askeri vesayete karşı” olduğu gerekçesiyle AKP’yi destekleyerek, örneğin 2010 Anayasa referandumunda “yetmez ama evet” tutumu aldı ve AKP gericiliğinin yanında saf tuttular. Kitaplarında, burjuva gericiliğine bütünüyle karşı olma ve işçi sınıfı ve halkın çıkarlarını savunarak mücadelesini örgütleme hiç yazmadı; mutlaka düzenin içinden tutum geliştirmek, burjuva fraksiyonlardan birinin yedeği olmak gerektiğini düşündü ve “demokratik” saydıklarının yedeği oldular. Türkiye’nin bir demokrasi sorunu hala var; ancak artık bu sorununu çözmek de başlıca işçi sınıfına kaldı. Hala burjuva demokrasisini işçi ve emekçilere kabul ettirmeye çalışmak, ve halkı, belki yüzde birkaç puanlık bir ihtimal olan küçük ve orta burjuvaziden bile değil tekelci büyük burjuvaziden gelecek bu yöndeki bir atılımın yedeği yapmaya uğraşmak nafiledir! Üstelik bu, günümüz pratiğinde açık din siyaseti ve faşizmin önünü açmakken…


[1] Güler, A. (2022) “TKP’li Aydemir Güler: Ezanın Kürtçe okunması talebi laikliğin ihlalidir!”, Halk Tv, https://www.youtube.com/watch?v=fLt3RyPTh_M

[2] Okuyan, K. (2022) “Cumhuriyetin Kuruluşunu TKP Neden Sahipleniyor?”, Sol TV, https://www.youtube.com/watch?v=BFPJmAbjpv8

[3] Güler, A. (2017) “Radikal Laiklik”, Sol, https://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/radikal-laiklik-208228

[4] Lenin, V. I. (1998) Din Üzerine, çev. S. Kaya ve İ. Yarkın, İnter Yayınları, İstanbul, sf. 11.

[5] Lenin, age, sf. 14-15.

[6] Kültür Savaşı için, 4 nolu dipnotta verilen Lenin’den yapılan “Din Üzerine” derlemesinin yanı sıra Engels’in Anti-Dühring’inin “Devlet, Aile, Eğitim” başlıklı 5. Bölüm’üne bakılabilir.

[7] Marx, K. ve F. Engels (2003) Komünist Parti Manifestosu, Eriş Yayınları, sf. 41, https://www.antikapitalist.net/kutuphane/acik-kitaplik/marxengels/manifesto.pdf

[8] Bkz. Voltaire, F.M.A. (2017), Hoşgörü Üzerine İnceleme, çev. E. Ataçay, Bilgesu Yayıncılık, Ankara.

[9] Marx, K. ve F. Engels (2013) Din Üzerine, çev. K. Güvenç, 5. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 56.

[10] Marx ve Engels, age, sf. 264.

[11] Bkz. Bauberot, J., (2008) Dünyada Laiklik, çev. E. C. Gürcan, 1. Baskı, Dergah Yayınları, İstanbul, sf. 13-37.

[12] Bkz. Özgül, B. (2002) “Seçim ve Seçim Sistemleri, Türkiye’deki Seçim Sistemi Uygulamaları ve Bir Model Önerisi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, S. Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, sf. 100-106.

[13] Bkz. Tevhidi Tedrisat Kanunu (1924) https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.3.430.pdf

[14] Lenin, Din Üzerine, sf. 32.

[15] Sol (2022) “Kemal Okuyan: Böyle bir Türkiye’de ve dünyada biz diyoruz ki, çözüm var”, https://haber.sol.org.tr/haber/kemal-okuyan-boyle-bir-turkiyede-ve-dunyada-biz-diyoruz-ki-cozum-var-346275

[16] Lenin, Din Üzerine, sf. 19.

[17] Arikan, A. U. (2022) “Kemal Okuyan’la Mustafa Kemal üzerine: Liberaller Cumhuriyet’le barışamaz”, https://haber.sol.org.tr/haber/soylesi-kemal-okuyanla-mustafa-kemal-uzerine-liberaller-cumhuriyetle-barisamaz-317995

[18] TKP (2022) “Kaybedecek Bir Günümüz Dahi Yok”, https://www.tkp.org.tr/aciklamalar/kaybedecek-bir-gunumuz-dahi-yok/