Yusuf Akdağ
Türkiye’nin son on yıllarında laiklik, şeriat, modernleşme, sekülerleşme, deizm, ateizm, siyasal İslam, Türk-İslam sentezi ve Türk İslamı kavramları etrafında sürdürülen tartışma daha belirgin biçimde aleniyet kazandı. Din eksenli olarak da nitelenebilecek bu tartışmanın iktisadi toplumsal gelişme, kırdan kente nüfus göçündeki muazzam artış, devlet yönetiminin ideolojik, eğitsel, kültürel ve diğer politikaları ve hatta ülkeye dışarıdan milyonlarca sığınmacı-göçmenin ‘akışı’yla bağlı unsurları bulunuyor. Ancak etkenleri ve gerekçeleriyle birlikte bu tartışmanın kaynağında her halükârda dinin toplumsal işlevi, dini ideolojinin topluma etkisinin ne ve nasıl olduğu ve hangi yönde geliştiği sorunu ve soruları yatıyor. Erdoğan yönetiminin siyasal İslamcı politikaları ve toplumu bu politikalar doğrultusunda “dönüştürme” girişimlerindeki yoğunlaşma ise, bu tartışmaları alevlendirici işlev gördü ve görmeye devam ediyor. Bu tartışma(lar)da sorun oluşturan unsurlardan biri de, din-toplum-kültür ilişkilerinin; dini ideolojinin toplumsal değişim, örgütlenme ve siyasetteki yeri ve etkisinin; dini kurumsallaşma ve dinî grup, cemaat ve hareketlerin toplum yaşamındaki yeri ve rolünün laiklik-şeriat ikilemi merkezli olarak daraltılıp karşıt kutuplar arası gerilimlerin malzemesine dönüştürülmesidir.[1]
Dine ilişkin bir tartışmanın bilimsel bir yaklaşımla sürdürülmesi oysa, ancak dinin tarih, siyaset, sosyoloji, sosyo psikoloji, felsefe ve tüm bunların da temelinde olmak üzere maddi yaşamın üretimiyle bağı dikkate alınarak yapılabilir. Dini inanç ve kabuller çünkü, en ilkel hallerinden başlanarak ‘Tek Tanrı’ya ilişkin olanlarına dek, yaşamını sürdürmek için üreten ve düşünen insanın tarihiyle bağlı olmuştur. Dini yaratan insanın kendisidir. Dinin toplumsal işlevi, toplumsal ilişki biçimleri içindeki ve üzerindeki yeri bundandır ki, insanın tarihsel en öncel ve temel eylemi olan maddi yaşamının gereklerini üretmesinin evrimiyle bağlılık gösterir. Din-toplum ilişkileri süreçseldir.
I.
Tanrı teolojisini tarihten, insanın varoluş ve yaşam pratiğinden bağışık, zamana ve mekâna dışsal gösteren dini ideoloji, mistik ve yüzeysel ön kabullerin aksine düşünsel-akılsal ve “öbür dünya” mitine karşıt olarak da bu dünyada üretilmesiyle dünyasaldır. Dinsel tasavvurların, dinsel bilincin, dini “buyruk”ların en belirgin ve ortak özelliği, insan bireyini ve toplumlarını belirli “icaplar”la terbiye etmeye; buyrultulara uymaya çağırmasıdır. Doğa dininden ikonik putsal tapınmalara, çok tanrılıktan tek tanrılı dinlere dek tüm dini ‘yaptırımcı kurgu’ insan davranışı, tutumu, ilişkilerine yön verme iddiası taşır. Din insana dairdir, hayvanların dini buyrultulara uyma zorunluluğu yoktur. Canlı türleri içinde akli yetenekleri-melekeleri en gelişkin varlık olan insan, doğada, bir doğa ürünü olarak varoluşunun farkına vardığı anda ve oranda kendiyle içine doğduğu doğa ve onun güçleri arasındaki ilişkiler üzerine tasavvurlarda bulunmaya başladı. Dinsel bilinç, alet kullanmakla yetinmeyip geliştirdiği aletlerle üretim yapmayı da başaran insanın doğa, doğa güçleri ve canlı türleriyle ilişkilerinin seyrine bağlı olarak ve farklılıklar gösterecek şekilde gelişti ve süreç içinde ekonomik, siyasi, hukuksal ve ahlaki ilişkilere dinsel mana atfederek, üzerinde etkili hale geldi. İçinde yer aldıkları koşullardan hareketle etkisinde kaldıkları güç, ilişki ve gelişmeleri anlamlandırmaya dönük bilinç biçimleri nesilden nesile devredilerek devamlılık kazanırken, siyasal, hukuksal, ekonomik, ahlaki ilişkilerdeki değişim onlara dair kurgunun da belirli bir süreç içinde farklılaşmasına yol açtı.
Bilincin -burada dinsel bilinç- değişimi ya da ortodoksça sonraki nesillere devrinde etkili olan, gerçekte insanların kendileri; kendi etkinlikleri, bu etkinlikler dolayısıyla birbirleriyle girdikleri ilişkiler ve bu ilişkilerin değişimidir. Onlar hem hazır halde buldukları hem de kendi faaliyetleriyle yarattıkları koşullarda, bu koşullara ve ilişkilere dair tasavvurlarda bulunmaktaydılar. Sahip oldukları düşünceleri, önyargı ve kurguları oluşturanlar eninde sonunda insanların kendileridir. Geçim araçlarını (ilkel olandan modern araçlara değin) üretirken, bu üretimin tarzına göre değişim gösteren ilişkilere giriyor ve bunun düşünsel ifadelerini oluşturuyorlardı. Bu durum, yani yaşamak için gereksindikleri (ihtiyaç duydukları) nesneleri üretmek zorunda olan insanların, ellerindeki -geliştirdikleri- aletler aracıyla yaptıkları üretim içinde birbirleriyle kurdukları ilişki (bu ilişki, insan tekini aşan nüfusun varlığını gerektirir), onların düşünüş tarzlarını da belirleyici işlev görmekteydi. İnsanların kafalarında oluşturdukları “en olmadık hayaller bile” ister istemez, onların “kendi maddi yaşam süreçlerinin yüceltilmiş yansımaları”[2] olarak şekillenmekteydi. İnsanların maddi üretimleri ve maddi ilişkileri değişip geliştikçe, yaşam koşullarının değişmesi gibi, düşünceleri ve ahlaki, dini ideolojik ürünleri de değişim gösterdi.
Ancak üretim ve ilişkilerinin başlangıçtaki biçimiyle sınırlı kalmaması, iş bölümü ve sınıfların ortaya çıkışı, onların ilişikleri ve düşünüş tarzlarının da değişimine yol açtı. Üretici güçlerde ve üretim ilişkilerinde yaşanan değişim düşüncelerin ve düşünce üretiminin koşullarını da oluşturuyor ve değişime zorluyordu.
II.
Demek oluyor ki, insan bireyleri, grupları topluluklarının birbirleriyle ilişkilerinden ve bu ilişkilerdeki değişimden bağımsız bir din mitinin tarihsel oluşumu, bu ilişkilere kurgusal ve gizleyici örtü arayışıyla bağlı olmuştur. Başlangıçta, karşısına çıkan doğayla ilişkisi tarafından belirlenen insan tekinin bilinci, bir yandan maddi yaşam koşullarının üretimi ve değişimiyle, ama diğer yandan da bu üretimin tarzı tarafından belirlenen işbölümüyle, üretim araçlarının mülkiyetinin ve onları kullanarak üretimi gerçekleştiren emek gücünün farklı insan birey, küme, topluluk veya sınıflarının varlığında kimlik bulmasıyla, onlar arasındaki ilişkiyle bağlı olarak değişmiştir.[3] İşbölümünün ortaya çıkması, köle ve serf emeğine köle sahipleriyle toprak beylerinin el koyması, toprağa dayalı mülkiyet biçimleriyle sanayi toplumunun kapitalist mülk edinme biçimlerinde bu örtü, her zaman üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanların elinde oldu. Şekli onlar verdiler, sınırları onlar belirlediler. Toplumsal şekilleniş ve devlet yapılanmaları, çünkü, tüm tarih boyunca belirli insan gruplarının yaşam biçimleriyle bağlı ve bu biçimlerin ortaya çıktığı tarihsel süreçte söz konusu olabildi.
III.
Bu bölünme bütün eski toplumlarda olduğundan çok daha belirgin biçimde güncel toplumda gerçekleşmiş durumdadır. Toplum; tüm bireyleri, tüm sınıfları kapsayan ilişkiler “bütünü”yle sürüp gitmektedir! Ancak görünür biçimde ya da için için bir değişimi de yaşamaktadır. Üretim araçlarındaki gelişme, üretimin, işin ve işbölümünün örgütlenmesinde muazzam büyüklükte ve uluslararası alanda değişimi kaçınılmaz hale getirmiştir. Neredeyse üç yüz yılı bulan sanayi gelişme ve kapitalizm hemen tüm ülkelerde, üretim araçları sahipleriyle emekgücü sahiplerinin üretim sürecinin karşıt iki sınıfı olarak konumlanmalarını, tarihin önceki hiçbir döneminde görülemeyecek netlikte gündeme getirmiştir. Bu karşıtlık, ister istemez üretilmiş tüm görüşler gibi dini görüş ve buyrultuların da sorgulanmasını gündeme getiriyor. Bulunduğu zemin kaygan olmakla birlikte Deizm ve anti kapitalist dindarlık bunun biçimleri arasındadır.
IV.
Gelgelelim dini teoloji insan soyunu kuşatmaya devam ediyor. Dünya nüfusunun üçte biri “ateist”, yüz milyonlarcası bir dine-dini inanca sahip ve tabii olup olmama kararsızlığı yaşasa da, milyarlarca insan Hıristiyan, Budist, Musevi, Müslüman dinlerinin “Tanrı”sına sığınmaya devam ediyor. Ekonomide, askeri teknolojide ve bilimsel araştırmada dünyanın ilk büyük gücü konumundaki Amerika Birleşik Devletleri’nin Başkanlarından J. Walter Bush, “Tanrı Irak’ı vur dedi, vurdum, Saddamı yık dedi yıktım!” demişti. İsrail’in Siyonist hahamları değil sadece, politik-askeri kimi yöneticileri de Yahudileri “Allahın Ulusu”, bütün toprakları ise ona “vaat edilen”ler arasında saymaya devam ediyor. Papalık değil sadece, İslam şeriatını sürdürüp uygulayanlar da, bu dünyanın insanları; onların özellikle de en çok mala-mülke-sermayeye sahip olanlarıdır. İkide bir kendini peygamber ilan eden meczuplar konu dışı olsa bile, sermaye devletlerini “Tanrı’nın yeryüzündeki iradesini temsil eden güç” olarak görüp kabullenen milyonlarca ve milyonlarca insan dünyamızda yaşıyor. Devletler tarafından resmi kabul görmüş olan dinlerin dışında ya da içinde çeşitli mezhepler ve farklı “inanç biçimleri”ne mensup politik-askeri örgütlenmelerin varlığı, en yakın zamanda ve en yakın bölgemizde görüldü. “Allah-Allah” diye kafa kesip kan döken Selefist çetelerin “Tek ve gerçek Müslüman şeriatını uygulama” iddiasında oldukları biliniyor. Türk devlet yöneticileri, “Müslüman Millet” söylemiyle, Diyanet İşleri Başkanlığı ve bağlı kurumlardaki yüz bini aşkın resmi maaşlı görevli ile, zorunlu din dersleri uygulaması, İmam Hatip Okulları, Din yüksek Okulları ve kuran kursları aracıyla topluma belirli bir inanç biçimi ve ritüellerini dayatarak, azınlık mezhep ve dini inançlara karşı bir baskı ortamının oluşumunu da sağladılar. Günümüz devlet yöneticileri en biçimsel uygulanmasıyla dahi burjuva laisizmini Müslümanlık karşıtı göstererek, “Müslüman laik olamaz” söylemiyle mensubu oldukları din ve dini tarikatların ideolojik hegemonyasını kurma politikası izliyorlar.
V.
Dikkate değerdir; dini ideolojiyi insan ilişkilerinin aracı olarak kullanmada başı çekenler, ülkelerin hakim güçleri, devlet yöneticileri ve “din görevlileri”dir. Dini ideoloji politik-askeri yönetimlerin, ülkeleri ve halklarını yönetme politikasının önemli bir unsurudur. Din ve dini inanç biçimleri, sadece kendi varlıklarında ekonomi ve politika ile ilişkili olmaları, dahası politikanın bir biçimini oluşturmaları nedeniyle değil kullanılma amaçlarıyla da sınıfların, devletlerin ve bireylerin ilişkilerinde işlevseldir. Bu durum, din devlet ilişkilerinin biçimlenmesine bağlı olarak ülkelere göre belirli farklılıklar göstermekle birlikte her bireyin ve her kuşaktan insanın hazır bulduğu ilişki biçimleriyle insan pratiklerine koşul koymakta, sınır çekmekte, itaate ve sadakate zorlamakta, karşı karşıya olduğu zorlukları aşmak için kendisi durumundaki diğerleriyle birlikte köleleştirici koşulları değiştirme çabasından uzak tutabilmektedir.
Ezilen insan söz konusu olduğunda, yaşamın maddi gerçeklerinin, doğayla ve insanla ilişiklerinin tarih dışı ve doğa üstü yaratıcı güce havale edilmesi; ama “ruhani liderler”le devlet yöneticileri ve “dindar kapitalistler” söz konusu olduğunda, “Tanrının bütün zenginlikleri, güç ve yeteneği ve ayrıcalıklı yönetim hakkını onlara bahşettiği”ni vaaz eden bir buyrultu oysa, sorgulanmaya değerdir! İnsanların kendi insan aleminde, diğer insanlarla ilişkiler içinde yaşarken, yüz yüze geldikleri ve kaldıkları sorunlarının çözümünü “Tanrı” -veya “Tanrılar”- alemine havale etmeleri neden bu “en zengin” ya da zengin, devletin veya dini kurumların başına çöreklenmiş olanların söyleminde ilk sıralarda yer alır? Bu soruyu soran işçi ve emekçiler vardır ve giderek çoğalacaklardır.
VI.
Dünya çünkü eski dünya değil; doğa ve dünyada somut gerçek insan ilişkileriyle bağlı olarak değişim süreklilik gösterirken, insan düşüncesinin, tasavvurları ve onlara dayalı olsa da istemlerinin değişmeden kalması mümkün değildir. Her ne kadar bu değişim üretimde, üretim biçimi ve ilişkilerindeki değişim ile birebir paralel ve zamandaş olarak gerçekleşmese de, sonuçta kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Birey olarak doğayla karşı karşıya kalan, avcılık-toplayıcılık döneminin bireyi ile sanayi makinelerinin girift, gelişkin yapısı ve üretim-kullanım kapasitesiyle yüz yüze gelen modern emekçinin bilinci aynı olamaz. Sanayi ve ticaret toplumlarının üretim örgütlenmesi, emekgücünü sarf ederek kapitaliste artıdeğer üreten işçiyi de patronundan ve bir sınıf olarak kapitalistlerden (burjuvazi) hakkını almak için örgütlemeye zorlar. İşçi ve diğer emekçiler ya “içinde bulunduğum duruma yazgılıyım, dayatılana biat etmeliyim, nasılsa öbür dünyada mükâfatını görürüm” iletisine uyarak susacak ya da “göz göre göre emeğimin ürününe, karşılığını bana ödemeden el koyuyor, zenginliğinin, sermaye ve servetinin kaynağı benim, benim emek gücümdür” diyerek, hangi dini ve mezhebi inanca sahip olursa olsun kendisi gibi sömürülüp ezilen emekçilerle birleşerek mücadeleye yönelecektir.
Toplum yaşamında bu her iki düşünüş ve düşüncenin de yeri vardır. Ancak tarihin akışı içinde egemen olan bu görüşlerin; dini ve diğer ideolojik anlayış ve inanışların bağlandıkları veya ürünü oldukları koşulların kesintisiz bir değişim halinde olması, inançlı-inançsız; Müslüman ya da Hıristiyan, Sünni veya Alevi her emekçiyi kendi koşullarıyla boğuşmaya, yeni düşünceler üretmeye veya üretilmiş olanları benimsemeye itmiştir ve itmeye devam ediyor. Elde kılıç minbere çıkarak devlet yöneticilerinin politikaları doğrultusunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı’nın en lüks otomobillere binmesi, devletin halk kitlelerinin vergileriyle oluşturulan bütçeden ayırarak beslediği bir din görevlileri ordusunun (yüz binin üzerinde) varlığı, evine ekmek ve diğer zorunlu ihtiyaç maddelerini götürmekte zorlanan Sünni emekçiyi mevcut çelişkiler üzerine düşünmeye teşvik eder. Kendisi gibi asgari ya da aynı ücretle, aynı koşullarda çalışarak üretmelerine rağmen yoksulluktan kurtulamayan işçi, Sünni ya da Alevi, Şafii veya Hanbeli; Caferi ya da Kadiri tarikatlarından olmasının kendi durumunda neden insanca yaşanabilir bir değişim yaratmadığını yaşayarak görmek zorunda kalacaktır.
VII.
Kapitalist ekonomik sömürü ve baskının kaçınılmaz şekilde emekçilerin ahlaki-ruhsal yaşamlarını kuşattığı günümüz toplumunda, bu toplum işsizlik, yoksulluk ve baskı ürettiğini göre göre, bu koşullara baş eğmeyi salık veren söylemin her türü sömürücü sınıfa hizmet eder. Bu dünyanın “bolluklarını ve güzelliklerini” zenginlere, sermaye sahiplerine; yokluk içinde yaşayıp zorluklara boyun eğmeyi, “ölümden sonra kavuşacağı ödüller” işaret edilerek emekçilere hak gösteren söylem, işçiden kapitalistleri için durmaksızın çalışmasını isteyerek onun kendisini tüketmesini erdem gösterir ve kapitalisti, işçilerine karşı merhametli ve hakşinas olmaya çağırırken, var olan egemen ilişki biçimlerine koruma getirir. Bu öğretiye ve söylemine boyun eğen emekçi, “insana az ya da çok yaraşır bir yaşama olan istekleri”nden kısa ya da nispeten daha uzun süreyle vazgeçmiş olur. Ancak o, aynı insan olarak çalışma koşulları ve sömürücü sınıflarla ilişkileri tarafından uyarılacak şekilde ekonomik-sosyal ve politik gerçeklerin sillesiyle de yüz yüzedir.
İşyerlerinde, fabrikalarda, atölyelerde kötü çalışma koşullarında uzun çalışma saatleri boyunca çalışırken ölen ve yaralananlar patronlar değil ama işçi ve emekçilerin kendileridir. Egemenler arası çıkar savaşlarında ölen ve sakat kalanlar da kendileri veya çocuklarıdır. Buna karşılık onları bekleyen, yaşam koşullarının iyileşmesi değil, ama politik-askeri söylem aracıyla yüceltilmiş “şehadet”tir! Erdoğan örneğin, devletin politikalarını icra ederken ölenlere “peygamber efendimize yakın olma” hali olarak tanımladığı şehitliği büyük bir “manevi madalya” olarak sunarken, kendi egemen konumunu ve politikalarını dini koruma altına almış oluyor. Somut örnektir: “Milli ve yerli” tanımına ideolojik-politik tutumlarıyla uyan işçiler, patronlarının çıkarları yönündeki hükümet-devlet politikasıyla püskürtülmeye, talepleri en geri düzeye düşürülmeye çalışılmıştır. Metal işçilerinin direnişinde bu tutum, Fransız Reno tekelinin patronlarına işçi karşıtı çağrı çıkarmaya dek vardırıldı. Olağanüstü hal uygulamasının en çok kapitalist tekellerin çıkarına olduğu en üst yöneticinin söylemiyle açığa vuruldu. Dini etkinin güç kazanması ve toplumun daha geniş kesimlerini kuşatması için yüz milyarlarca liralık harcamalara imza atan, Diyanet İşleri Başkanlığı’na dokunulmazlık zırhı giydiren, İstanbul’a ülkenin ve bölgenin en büyük camisini “armağan etmek”le övünen bir yönetimin, sıra işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarında küçük bir iyileştirmeye geldiğinde, hışımla ayağa kalkarak, onları hatta ihanetle dahi suçlaması dine sosyal ilişki biçimi ve ideoloji olarak yüklenen işlevi açığa vurur. Bu işlevi gizlemek için dinsel bölünmüşlük öne çıkarılır, laiklik-Şeriat “çatışması”na dikkat çekilir; mezhep farklılıkları körüklenir.[4]
Kapitalistlerin çıkarına işleyen bu politika, hangi dini inanca ve mezhebe bağlı olursa olsun işçi ve emekçilerin kapitalist sömürü ve onun yol açtığı çelişkiler tarafından gündeme getirilen çatışma ve savaşların yanı sıra sel baskınları, depremler gibi doğa olayları karşısındaki çözümsüzlüklerini istismar ederek, onların ‘sığındıkları’ kadere oynamaktadır. Oysa proletarya ve emekçiler bu duruma mahkum ve gelişmeler karşısında çaresiz olmayıp, çaresizliğe oynayan politikayı geçersiz hale getirebilecek güç ve olanaklara sahiptirler. Sömürü ilişkilerinin ürettiği işsizlik, yoksulluk ve açlık yok edilebilir. Bunun için sömürü koşulları, sömürüye dayalı ilişkiler son bulmalıdır.
İşçiler ve kent-kır emekçileri karşılarındaki sınıfın gücünü sahip olduğu zenginlikten, üretim araçları mülkiyetine sahip olmasından aldığını; inançları ne olursa olsun sömürülen ve ezilen, baskı altında tutulan emekçilerin bu sınıfa ve kurumlarına karşı bir sınıf olarak davranması olmaksızın mevcut koşullarını değiştiremeyeceklerini kavradıklarında mücadele yeni bir boyut kazanacaktır. Din ve dini inanç farklılıkları bunun engeli olmamalıdır. Her işçi ve emekçi inancında özgür olmalı, devlet kimseye belirli bir dini inancı ve inanç ritüellerini dayatmamalı, dinden tümüyle elini çekmeli, dini kurumlar örgütlememeli, dininin okulu-eğitimi baskı altına alıp koşullamaya kalkışmasını önlemelidir. Tarikatların ve dini-mezhebi grupların devlet kurumlarında kümelenerek eğitimden ekonomiye, askeri politikalardan sosyal ilişkilere toplumsal alana kendi inançları doğrultusunda şekil vermesi ve diğer inanç kesimlerinden insanları tahakküm altına alma politikası kabullenilemez.
VIII.
Bu kısa makaleye eklenebilecek şudur: Din, belirli toplumsal koşulların ürünüdür. Öyleyse bu koşulların ortadan kalkmasıyla, topluma düzen verme ve toplumu şekillendirme işleviyle yüklü olan dini ideoloji ve gerekleri de gerekliliklerini yitirebilirler. Bu da dinin toplumsal etkisine karşı mücadeleyi dini doğuran toplumsal koşulların -bunlar ilkel dönemi dışındaki tüm toplumlarda egemen sömürücü sınıfın damgasını taşırlar- ortadan kaldırılması mücadelesi olarak alınmasını gerektirir. “Din halkın afyonudur” betimlemesinde ifade edilmiş içerik ve işlev, bu işlevi üreten toplumsal koşullardan soyutlanarak açıklığa kavuşturulamaz.
Dini bilinç de içinde olmak üzere bilinç biçimleri, varlıksal maddi gerçekliklerden bağışık ve onlara karşıt, onlara rağmen var olmazlar. Bilinç, maddi yaşamın üretiminin ve onun biçimlerinin bir yansısı, ancak maddi varoluşla bağlı varlık gösterebilen ve değişen bir “bağlam”dır.Ancak bu ilişkili olma durumu, maddi üretim koşullarındaki değişim ile hukuki, siyasal, dinsel biçimlerin değişimi arasında hiçbir ayrım olmadığını göstermez. Maddi ilişkilerle onun bilinçsel yansısı bir ayırt etmeyi gerekli kılar.[5]
Din, halkı, kendi acınası yaşamı üzerine yanılsamalara sürükleyen durumun örtüsü olurken, bu örtünün kaldırılması, içinde bulunulan durumun değişmesiyle bağlılık gösterir. Dini inancı üreten insanın kendidir. Oysa dinde insan ve ‘kaderi’ Tanrı tarafından belirlenir ve insanın kendi gerçeğine yabancılaşmasına böylece din aracıyla kutsallık atfedilir. Ve fakat yine insan, bu dünyaya, bu dünyanın maddi insan ilişkilerine, bu ilişkileri şekillendiren üretim tarzlarına bağlı olarak dünyaya içseldir. Dini üretenler, belirli gelişim aşamasındaki insanlar, toplum ve devlettir.
Din sömürülen-sömüren; ezen-ezilen ilişkisinde sadece ideolojik politik değil aynı zamanda sosyal bir ilişki aracıdır. Dini vaaz ve söylemler, dini ritüeller aracıyla insan ilişkilerinin şekillendirilip yönlendirilmesi, tersinden olmak üzere, ekonomik-sosyal ilişkiler üzerinde de etkide bulunur. İslam dinindeki ‘Gaza’cılık, fetih ve fethedilenin paylaşımı aracıyla bunun için yürütülen savaşlarda yaralanmayı ve ölümü “gazilik” ve “şehitlik” ile “mükâfatlandırır”ken, bu askeri politikaya öncülük edenlere de bir koruganlık sağlamıştır. Eski Türk kavimlerindeki Han-Hakan ayrıcalığının “Tanrı vergisi”yle kutsanmaya çalışılması, Osmanlı’daki Şeyhülislam fetvası ve Halifelik makamının dokunulmazlığı, Cumhuriyet Türkiye’sinde Diyanet’e tanınan ayrıcalık ve ordunun “Peygamber Ocağı” söylemiyle kutsi bir korumaya alınmak istenmesi, dünyevi gerçek ilişki, rol ve etkilere ruhani-ulvi ve idealist giysi giydirilmesinin örnekleri arasındadır. Seyhülislamlık resmen kaldırılmasına rağmen Diyanet İşleri Başkanlığı ve bağlı müftülükler ve imamlar ordusu gerekli görüldüğünde politik-askeri kararlar yönünde Hutbe okuyabilmektedir.
IX. Din aracıyla gerçek dünyanın sorunlarını, ölüm sonrası varlığı ileri sürülerek “hesap görüleceği” belirtilen “öbür dünya”ya gönderen sömürücü sınıflar ve ideologları, bu dünyada yaşanmakta olan toplumsal sorunların kendi çıkarları yönünde çözümünü kolaylaştırmayı hedeflerler. Bilime karşı, bilimsel gelişmelerin maddi koşullardaki değişim aracıyla emekçinin önüne getirdiği aydınlığa karşı onca bağnazlık, köleleştirilmiş emekçinin yeryüzü gerçekliğinde şimdi ve hemen daha iyi bir yaşam için mücadeleden alıkoymak içindir. İşçi ve emekçiler, içinde tutuldukları bu koşullara karşı mücadelede birleşmeden sömürüden ve ona kabul edilebilirlik atfeden düşünce zincirlerinden kurtulamazlar. Bundan en fazla yararlanacak olanlar ise kapitalist sömürücü sınıf, tekelci kesimi başta olmak üzere burjuvazi ve sermaye devletleri olacaktır.
[1] Laisizmin çeşitli biçimleri ve Türkiye’de/Osmanlı’daki dini işleyişle bağı da kurularak, laiklik anlayışı ve uygulamasının geçirdiği değişimi konu alan makaleler konu dosyasında verilmiştir. Bu kısa makale, dini ideolojinin genel olarak insanlık tarihinde ve sınıflar ilişkisi alanında gördüğü işleve bir değiniyle sınırlı tutulmuştur.
[2] Marx, K. ve F. Engels, (2013) [1845/46], Alman İdeolojisi, çev. T. Ok ve O. Geridönmez, Birinci Baskı, Evrensel Basım Yayın, sf. 35.
[3] İnsan ve düşüncesi söz konusu olduğunda tüm diğer her şeyden önce gerekli olan, yaşamını sürdürebilecek maddi koşulları, ihtiyaç duyduğu araçları üretmesidir. İnsanlar üretmeden yaşayamazlar. Bu binlerce yıllık insanlık tarihinin temel varoluş koşuludur.
[4] Anadolu Aleviliğini devlet politikasına bağlamanın bir yolu olarak Cemevleri’nin Kültür Bakanlığına bağlı bir başkanlık bünyesinde toplama ve cemevleri yöneticilerine maaşa bağlama taktiği Sünni şeriatı ve mezheplerinin gördüğü işlevi Aleviliğe de gördürme anlayışının ürünüdür.
[5] Marx, K. (1993) [1859] Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. S. Belli, Beşinci Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 24.