Karl Liebknecht
Almancadan Çeviren: Barış Işık
Erkek ve kadın partili yoldaşlar!
Biraz can sıkıcı şeylerden konuşmaya başlamak zorundayım. Eğer konu sınıf adaletiyse, ilk olarak devlet hakkında konuşmak zorundayız. Biz Marksistler devleti köken, millet veya aynı yerde ikamet eden insanların basit bir organizasyonu olarak anlamayız. Aksine, bizim anlayışımıza göre devlet, insan organizasyonları içinde farklı çıkarlara sahip farklı sınıfların varlığını şart koşar. Devlet kavramı sınıf devleti kavramını da içerir.
Sınıflı toplumlara insanlık tarihinin henüz çok erken dönemlerinde rastlamaktayız. Çok uzun zamandır da bir devlete sahibiz. Bu devlet nüfus anlamında en büyük etkiye sahip olanlarca organize edilir. Evvela sayıca az olanın çoğunluğa tabi olması anlamına gelen demokratik çoğulculuk prensibi geçerlidir. Ancak egemenlik sadece sayısal çoğunluk eliyle uygulanmaz, aksine nüfusun azınlığını çoğunluk karşısında daha güçlü kılan kaba gücün üstünlüğü eliyle de uygulanabilir. Azınlığın ekonomik üstünlüğü, çoğunluk üzerinde egemen olmasını sağlayabilir.
Çoğunluk neden azınlığın mülkiyetine öylece el koymuyor diye sorulabilir. Ancak biz biliyoruz ki, insanlığın ilerlemesi için tarihin belirli dönemlerinde çoğunluğun azınlık tarafından yönetilmesi bir zorunluluk ve neredeyse bir doğa kanunudur. Kapitalizm de insanlığın gelişimi bakımından bir gerekliliktir, kötü niyetli insanların şeytani buluşlarıyla değil, aksine ekonomik gelişimin zorunluluğu sonucu ortaya çıkmıştır ve biz ancak onun enkazı üzerinden yeniden inşaya girişebiliriz.
Azınlık çoğunluk üzerindeki egemenliğini ancak devlet gücünü temsil eden çeşitli özel araçlarla güvence altına alır: Mevzuat, okul, kilise, polis, yargı ve militarizm eliyle.
Batı Avrupa tarihimizin son dönemlerine baktığımızda, feodal ve mutlakiyetçi devletlerin dağılmasıyla beraber, şu sıralar Rusya’da olduğu gibi, bir mücadelenin ortaya çıktığını görürüz. Mutlakiyet esas itibariyle sadece hükümdarın iradesini tanır, bu irade elbette belirli etkenlere bağlıdır. Bu, özünde yargı kuvvetinin aynı irade tarafından uygulandığı polis devletidir, ki bu irade polis gücü gibi diğer güç araçlarını da kullanmaktadır. Polis ve yargı birdir.
Modern anayasal mücadelelerde her şeyden önce yasama, yürütme ve yargıyı ifade eden kuvvetlerin birbirlerinden ayrılması mücadelesi ön planda yer alır. Bir parlamentonun kurulmasının yanı sıra, idare (yürütme) ile yargı arasındaki ilişkinin değişmesi, her ikisinin yetkilerinin birbirinden ayrılması ve yargının yürütmeden bağımsızlığının sağlanması mücadelesi yürütülür. İdare ve polis hükümete doğrudan bir güç aracı olarak tahsis edilmiştir, bu, ona uygun anda bazı alanlarda neyin doğru olduğuna ilişkin kararname çıkarma yetkisi verir.
Bağımsız yargının durumu ise tamamen farklıdır. Devlet onu kendinin üstünde bir mertebeye taşımıştır. Yargı devletin en yüce işlevidir, çünkü devletin kendisi ve aynı zamanda yasama kuvveti, kendi yarattığı yargı kuvvetinin altında yer alır. En azından öyle olmalıdır. Amerika’da en yüksek mahkemenin geçersiz ilan ettiği bir yasa basitçe yürürlükten kalkar. Hâkim bir yere kadar devletin kendisinin üstünde yer alır. Hâkimin sahip olduğu bu yetki onların kutsandığı, tamamen özel bir dokunulmazlığa sahip olduğu önceki kültürel süreçlerdeki konumlarına tekabül etmektedir. Eski Romalılar kanun koyucu tarafından yaratılan hukuk yanında, hâkimlerin kararlarıyla yaratılan hukuku da tanıyordu. Aslında hâkimler kanunu uygularken yaptıkları yorumlarla pratikte her dönem kanunların içeriğini belirlemekte ve bu nedenle daha geniş kapsamda halkın yaşam koşullarını ilerletebilmekte ve geriletebilmektedir. Bu anlamda hâkim, polisin kendi yetki alanındakinden daha az olmayan biçimde bir yasama işlevi görür. Buradan yargının bağımsızlığı için verilen mücadelenin sonsuz bir öneme sahip olduğunu görebilirsiniz.
Bunun yanında mücadele polis teşkilatının, bir bütün halinde yürütmenin, hatta hükümetin kendisinin ve bakanların idari işlemlerinin bağımsız hâkimler, idari yargı, devlet mahkemeleri (bakanların sorumluluğu vb. için) tarafından, parlamentoların kendisini de tartışma konusu yapacak biçimde, denetlenmesine ilişkindir. Tüm bunların sağlandığı devlet, hukuk devleti olarak tanımlanır.
Peki bizde, Almanya’da hukuk devletinin durumu nedir? Daha yakından bakacak olursak, ki bunun için sadece olayların üstünü kazımamız yeterlidir, polis devleti anında her yerden kendini gösterecektir. Biz sadece hukuk devletinin kötü bir cilasına sahibiz, ki bu cila polis devletinin üzerine sürülmüştür ve hatta sadece polis devletinin bir kısmının üzerine.
Alman İmparatorluğu’nda bakanın sorumluluğuna, bir devlet mahkemesinde yargılanmasına ilişkin bir belirti dahi yoktur. Bunun gerçekleşmesi için gösterdiğimiz çabaların tümü başarısızlıkla sonuçlandı, Alman [bölge] devletlerinde bu yönde neredeyse hiçbir şey yok, var olanların içinde en azı da tabii ki Prusya ve Saksonya’da. Alman [bölge] devletlerinde tabii ki çoğunlukla idari yargı bulunur, ama dahası var. Buna başka bir yerde değineceğim.
Özellikle önem arz eden şey, yargının Prusya gibi bir devlette örneğin kanunun anayasaya uygunluğunu denetleme yetkisinden mahrum bırakılmış olmasıdır, bu, yargının doğrudan hadım edilmesidir.
Bunu yok saysak bile hala onda dokuz oranında olmasa da dörtte üç oranında bir polis devletinde yaşıyoruz. Bu gerçeği algılamıyorsak, bu duyarlılığımızın eksikliğinden kaynaklanır. Hepimiz polis gibi yetiştirildik. Özgürlük gibi görünen küçük bir taviz elde ettiğimizde, zafer kazanmış oluyoruz. Başka yerde konuşulamayan şeylere izin verildiğinde, lütfedilen bu hediye için seviniyoruz. Bize verilmiş bu azıcık hareket özgürlüğü için müteşekkir oluyoruz. Çünkü esareti, vesayeti normal bir durum olarak algılıyoruz. Polis devletinin hukuk devletimizi ne kadar sık ihlal ettiğini ancak büyük bir çaba ile fark ediyoruz, çünkü alışkanlıklar eliyle hissiz düşmüş durumdayız. Diğer birçok şey gibi eğitim hizmetinin tümü, oturma ve sınır dışı etme hizmeti (kahkahalar) neredeyse münhasıran polisin tasarrufu altındadır. Yoldaşımız Quelch’in[2] sınır dışı edilmesine karşı anlamlı hiçbir hukuki yol yok. Evet ve âmin demek zorunda bırakılıyoruz. Biz tabii ki Almanya’da ve hatta Wüttermberg’de hala yeterince sabırlı davranıyoruz. En azından Stuttgart halkının “otlakçı ve komplocu” İngiliz uyruklu arkadaşımız Quelch’e karşı gerçekleştirilen uygulamaya karşı canlı bir tepki göstereceğini düşünmüştüm. Bu gerçekleşmediği için sizi suçlamıyorum. Belki de son derece zekice ve anlaşılır bir davranış. Diğer yandan ama, bu davranış hala nasıl bir gergedan derisine sahip olduğumuzu gösteriyor. Bu sessiz teslimiyet İngiltere ve Fransa’da mümkün olmazdı. Bu kongrede Fransız yoldaşlarımızın mizacını bir kez olsun inceleme konusu yaparsak iyi olur.
Prusya iç hukukunda polisin işlevleri kabaca şu biçimde tarif edilmiştir: “Kamu huzurunu, güvenliğini ve düzenini korumak, kamuyu ve onun üyelerini her türlü tehlikeden uzak tutmak, bunlar polisin yetkisindedir.” Buna, gerçekleşebilecek her şey dahildir. Polis her şeyi kapsayan, her şeyi kucaklayan kurumdur. Kanunda açıkça yargı makamlarının yetkili olduğu yazmıyorsa, polis egemendir. Yargıya oldukça sınırlı bir alan kalır. Çok uzun zamandır feodal-mutlakiyetçi polis devletinin zemini üzerinde duruyoruz. Doğal olarak bu bizi, özellikle bizde Prusya’da, şuna götürmektedir ki, polis her şeyi bilendir. Yeryüzünde her şeyi bilen ideal, Prusya polisi şahsında gerçekleşmiştir. Polis memurlarının tanıklıkları veya eğitimli kişilerin ve profesörlerin kafa patlattıkları bilirkişi raporları söz konusu olduğunda, hâkimler bile genellikle polislerin ifadelerinin yüksek bilgeliğine boyun eğerler.
Polisin tüm yargı hizmetini karakterize eden bu bilgeliği, bizim tarafımızdan nolens volens[3] saygıyla kabul edilmek zorundadır. Bizde polise “Polis Majesteleri” diye hitap etmek için ortam fazlasıyla uygundur.
Bundan bir süre önce Cottbus’ta bir polis akademisi kuruldu, görünen o ki bu bilgeliğe ilişkin kaygılar yüksek sesle dile getirilmişti. Bence polis birkaç ay içinde ihtiyaç duyduğu her şeyi öğrenmeli. Dünyadaki hiçbir üniversitenin bu polis okulununki kadar zengin bir müfredata sahip olmadığını söyleyeyim. Almanya’daki tüm profesörler bir araya gelse, Prusyalı bir polis memurunun burada “öğrendiğinden” fazlasını bilemez.
“Polis” Prusya’da dernekler hukukunun şekillenişine çok olağanüstü bir etki yapmıştır. Bildiğimiz üzere kadınlar, genç işçiler, çıraklar ve bunun gibiler politik derneklerin toplantı ve oturumlarına katılma hakkına sahip değildir. Ama zamanla burjuva partilerde kadınların politik yaşama katılması hususunda ciddi bir ilgi oluştu. Çok sayıda kadının oluşturduğu rengarenk bir çiçek, üst düzey politik çiftçi birliklerinin ünlü sirk gösterilerine başkalarını rahatsız etmeden dahil oldu. Bu bir parça skandal yarattı.
Şimdilerde bir sosyal demokrat dernek dans festivali düzenledi ve doğal olarak bu etkinliğe kadınların katılımı şarttı, çünkü dans etmek, neredeyse dünya var olduğunda beri kadınların katılımını gerektirmektedir. Ancak sosyal demokratlar bu doğal haktan da mahrum bırakıldı, çünkü dans etkinliği politik bir derneğin “toplantısıymış.” Kadınların katılımı basitçe yasaklandı. Yüksek ihtimal üst düzey polis teşkilatı, kadınların sosyal demokrat savaş dansı yapacağına inanmıştı. Berlin Yüksek Mahkemesi olaya ilişkin mantıklı bir bakış açısı ortaya koysa da polis ve Yüksek İdare Mahkemesi dans etmenin bir toplantı olduğu görüşünde inat etti. Tüm mesele ölümcül bir maskaralık halini aldı. Burada İçişleri Bakanlığı durumu “kurtardı.” Tarafımdan yazılmış bir dilekçe üzerine bir denge tutturmaya çalıştı: Salonda kendilerine ayrılmış ayrı bir bölümde oturması şartıyla, kadınların politik derneklerin toplantı ve oturumlarına katılımlarına izin verilmesi talimatı verildi. Aynen sinagogdaki gibi. Bu, ünlü “Bölüm Kararnamesi”dir.[4] Böylece dernekler hukuku bakımından pratikte dikkat çekici bir genişleme sağlanmış oldu. Ama bu konuda bakanlığın hiçbir hakkı yoktu. Sadece yasama kuvveti yetki sahibi olacaktı. Ama ihtiyaç duyulduğunda yeniden başvurabilmek için, gerici kanun yapma silahı tamamen elden çıkarılmak istenmedi.
Burjuva partileri, proletaryanın değil aksine egemen sınıfların ihtiyaçları dikkate alındığında, bu özgürlükten mahrum kalamayacakları için birazcık daha fazla özgürlük elde edebildik. Bu, kapitalist polis devletidir.
Biraz daha ilerleyelim: Polis ayrıca yargısal işlemlerin bütün süreçlerine belirleyici biçimde müdahale eder. Devlet gücüne karşı direnme suçunu hatırlatırım. Bu konuda yargı yetkisi büyük oranda polisin elindedir. Mahkemeler polisin her şeye kadir gücüne müdahale etmeyi reddeder ve görevin icrasının hukuka uygunluğunu oldukça sınırlı bir çerçevede denetler, ki bu denetimi yapması için polisin görevini çok kanlı ve haksız biçimde icra etmesi gerekmektedir. Polisin dışa yansıyan biçimde ve şeklen yetkileri içinde hareket etmiş olması her yerde yeterlidir. Polis mahkemelerin gözünde çoğunlukla dokunulmaz ve kutsaldır.
Halka açık toplantılar Prusya’da ve Almanya’nın hemen hemen her yerinde polisin denetimi ve gözetimi altında gerçekleşir. Saksonya’da uygulama daha kötüdür. Ben şimdi Saksonya’da konuşuyor olsaydım, bir polis memuru hemen bana şöyle seslenirdi: “Ilımlı ol!” Polis memuru konuşmacıyı bu uyarıdan da mahrum bırakabilir, Saksonya’da, Prusya’da ve herhangi başka bir yerde toplantıyı dağıtabilir.
Sonuncusu gerçekleşirse ne olur? Dağıtma hukuka aykırı olsa da, toplanma özgürlüğünü açık biçimde ihlal etse de orada bulunan herkes salonu derhal terk etmek zorundadır. Eğer tereddüt ederse, etkili bir cezayla karşılaşır. Ve kendini böyle olayın içerisinde bulan hâkim, dağıtma yetkisini denetleme hakkına sahip değildir. Dağıtma yetkisi polisin sorumluluğundadır, işte o kadar! Polisin emri mahkemelerimiz için kilisedeki âmin gibidir. Ve hukuka dayanır.
Bu olağanüstü tehlikeli durum, polisin her şeye kadir olması yoluyla sendikal mücadeleyi tehdit etmektedir. Grev gözcülüğü sendika ve örgütlenme hakkının kaynağı, belkemiğidir. En başta sendika ve örgütlenme hakkının hayata geçirilmesinin aracıdır. Başta bu nedenle doğal olarak işletmeci için özellikle rahatsız edici ve nefret edilesidir. Grev gözcülüğü özünde polis tarafından basit biçimde yasaklanamadığı için, hevesli biçimde kapitalistin tarafında yer alan polis başka araçlara başvurur.
Her yerde, Württemberg’de de “trafik güvenliği veya akışının ve kamusal düzenin sağlanması amacıyla”, polis memurlarına sokaktaki insanları tahliye etme yetkisi veren düzenlemeler mevcuttur. Polis memuru grev gözcüsüne basitçe şunu söyler “Caddeyi terk ediniz!” Muhatap yoldan çekilmezse, bunun anlamı şudur: Hadi kodese!
Verilen emrin gerçekten düzen ve güvenliğin sağlanmasına yönelik olup olmadığına ilişkin yargısal denetimin nereye kadar yapılabileceği sorusu, Prusya’da gerçek bir ıstıraba dönüşmüştür. Polis tarafından verilen cezalar mahkeme tarafından yıllar boyunca ve esastan iptal edildi, çünkü grev gözcülüğünün düzeni veya trafiği rahatsız veya tehdit etmediği çok açıktı. Savunma giderleri istisna olmayacak biçimde devlet kasasına yüklendi. Ama polisin arkasında duran savcılık bu durumdan hoşnut değildi. Daha iyi bir durum için gösterilse hayırlı olabilecek bir ısrarla Berlin Yüksek Mahkemesine bir saldırı başlattı. Ve başardı. Berlin Yüksek Mahkemesi adım adım geri çekildi ve şu sonuca vardı: Eğer polis düzenin veya trafiğin yararı bakımından emrin amaca uygun olduğuna inanıyorsa, emre yetkilidir. Ama bir insanın neye inandığını kimse bilemez. Ben senin kalbinin içini göremem. Polis bana “buradan gidin” dese, ben de ona “gerçekten neye inandığını” sorarsam, bu basit biçimde bir hakaret olarak algılanır. En iyi durumda “neye inandığım seni ne ilgilendirir!” cevabını alırım. Yani, ya polisin doğru “inanca” sahip oluğuna inanacağım ve istediğini vereceğim, yani, grev gözcülüğünü bırakacağım ya da onun “inancına” inanmadığım için istediğini vermeyeceğim ve tutuklanma veya ceza alma riskini göze alacağım. Her hâlükârda karanlıkta yürür gibiyim, önümü göremiyorum; grev gözcülüğü sona erer ve polis amacına ulaşır. Bu, “özgür halka” karşı düpedüz bir hakaret değil midir?
Bu uygulama Prusya’da çok uzun zamandan beri vardı. Ancak yakınlarda Berlin Yüksek Mahkemesinden küçük bir ödün kopartıldı. Memurun korku ve “inanca” sahip olması için artık belirli durumların söz konusu olması gerektiği belirtildi. Kapitalistin hizmetine hevesle koşan polis için bu durumlar şüphesiz hiç eksik olmaz. Çalışmak isteyenlerle[5] herhangi bir diyalog kurma girişimi, yani grev gözcülüğü faaliyetinin asgari gereği, “taciz” olarak tanımlanır ve harekete geçmek için gerekçe elde edilmiş olur. Çalışmak isteyenlerle iletişim tamamen engellenir ve bu şekilde görev gözcülüğü bir illüzyon halini alır.
[Konuşmacı bu olayın yaşandığı kendi pratiğindeki örnekleri aktarıyor.]Bunlar masal ya da komik hikayeler değil. Size anlattığım 20. yy. Prusya kültürünün hakikati ve gerçekliğidir.
Burjuva hukuk devleti, Württemberg’de olduğu gibi, idari yargıyı kurarak polisin keyfiliğine karşı belirli bir dereceye kadar koruma sağlamakla yükümlüdür. Ama bu son derece tuhaf bir yargılama yetkisidir. Hâkimler sözde bağımsızdır. Ancak kendilerini daha ziyade devlet gücünün uygulayıcısı gibi hissederler. Delil nasıl elde edilir? Hukuk ve ceza muhakememizde bütün tanıklar yeminle dinlenmek zorundadır. Hâkim herhangi bir belgede yer alan bir şeyi kanunen dikkate almak zorunda değildir. Ama idari yargılamada raportörün eline genellikle polis memurlarının vb.’nin hazırladığı raporların yer aldığı bir belge geçer. Bu okunur ve her şey geçerliliği sorgulanamaz bir gerçek haline gelir! Davanın karşı tarafı polis olsa bile! Bu şekilde keyfiliğe sonuna kadar kapı açılmış olur ve her türlü güvence ortadan kaldırılır. Vatandaş olarak sahip olunan her türlü güvenlik duygusu ortadan kaldırılmalıdır.
[Konuşmacı Konisberger Gençlik Derneği’ne ilişkin olayın görüldüğü davaya[6] atıf yapmaktadır.]Mahkeme yıllar önce benden ilk olarak derneğin politik konularla ilgilenmediğini kanıtlamamı talep etmişti, oysa ki şikayetçinin olaya ilişkin delil sunmakla yükümlü olması hukukun temel bir ilkesidir. Ama ben bu delilleri sıraladığımda, mahkeme heyeti açık biçimde şunu ifade etti: “Daha fazla delil toplamak için bir neden yoktur.” Böylece sayısız Prusya vatandaşının temel anayasal haklarından biri yerle bir edildi. Kişi böyle bir duruma karşı korunmasızdır, çünkü bu tür bir mahkeme heyetinin üzerinde yer alan bir istinaf makamı yoktur. İdari yargılama yetkisinin sunmak zorunda olduğu garantiler, neredeyse onlardan yoksun kalabilecek biçimde, zayıf ayakları üzerinde durur. Bize bu paha biçilmez ajitasyon malzemelerini sunduğu sürece, onlara yüksek selamlarımızı sunarız. Württemberg’de bu durum, bu bağlamda biraz daha iyi olabilir.
Peki hukuk devletine uygun olarak tanımladığımız dörtte bir ya da onda bir oranında gerçekleşen durumlar nasıl oluyor? Burada askeri yargının özel hükümlerini tabi ki görmezden gelmek zorundayız! Bu durumlarda esaslı garantiler yaratılıyor mu?
İlk olarak “hâkimlerin bağımsızlığı”! Hâkimin devletin üzerinde bir konumda olması bir gereklilikse, hâkim haliyle “bağımsız” olmak zorundadır. Peki bu bağımsızlığa sahip miyiz? İlk olarak dışa karşı bağımsızlığı sorgulayalım. Hâkimin “azledilemeyeceği” söylenir. Ancak kanunda nasıl ve hangi durumlarda azledilebileceği düzenlenmiştir. Bu bile yeter! Tıpkı kanunda bir kimsenin vatana ihanetten dolayı nasıl cezalandırılabileceğinin düzenlenmiş olması gibi. Kişi aynı biçimde bundan dolayı cezalandırılabilir. Yani bir kanunda hâkimin nasıl azledilebileceği düzenlenmişse, azledilme yolu gösterilmiştir. Ayrıca aramızda memur olarak işe alınma hakkına sahip kimse yoktur. Ben şahsen yaşadım! Bir avukat bilindiği üzere, tıpkı hâkim gibi, öncesinde stajyer olmak zorundadır. Devlet sınavımı başarıyla geçtikten sonra iki yüksek bölge mahkemesine başvurdum. Beni çeşitli bahanelerle öylece reddettiler. Sonunda eski Kültür Bakanı, Hamm Yüksek Bölge Mahkemesi Başkanı von Falk beni Vestfalya’nın küçük bir köşesinde stajyer olarak kabul ettiğinde, hukuki kariyerime çoktan elveda deme kararı almıştım.
Hâkim yardımcılığına ilişkin düzenlemelerin geçmişini biliyorsunuz. Bir hâkim yardımcının hâkim yardımcısı olmaya hakkı vardı, ama asla hâkim olmaya hakkı yoktur. Eğer hâkim yardımcısı politik olarak şüpheli ise, Methuselah kadar yaşlı olsa bile, hep hâkim yardımcısı olarak kalacaktır.
Peki hâkim olduktan sonraki bağımsızlığın durumu nedir? Hâkim sürekli en alt basamakta kalmak istemez. Biraz olsun terfi etmek ister ki bu şekilde gelirinde bir artış bağlansın. Ek bazı şeyler olmadan buna ulaşması mümkün değildir. Terfi edebilecek hâkim kendi üstlerince önerilir. Peki hangi üst, üstü olan kuruma mesela bir sosyal demokratı, Bölge Mahkemesi Müdürü olması için önerir? Terfi etmek isteyen kişinin -ki herkes bunu ister- bunun için sessiz olmasında, bağımsız değil aksine gerçek anlamda bağımlı olmasında fayda vardır.
Kişi atanabilir de kızağa da çekilebilir. Bu vakaların bol olduğu biliniyor. Özgür iradeleriyle karar verme gaddarlığında bulunan ve bu yüzden belki de sosyal demokrasi tarafından övülen hâkimlerin bir süre sonra karanlıklara karıştıklarını neredeyse düzenli olarak görebildik. Sadece Bölge Mahkemesi Müdürleri Schmidt ve Denso’yu ve Berlin Yüksek Mahkemesi Üyesi Havenstein’ı düşünelim. Sonuncusu Berlin Yüksek Mahkemesinin birkaç kabul edilebilir karar almasına katkıda bulundu. Belirli bir noktaya kadar işçilerin güvenini de kazandı. Ancak çok fazla sürmedi ve piyasadan kayboldu.
Elbette başka atama vakalarımız da var. Belki 500 Mark idari para cezası aldığım güzel Plötzensee davasını hatırlarsınız. Eskiden Bölge Mahkemesi Müdürü Oppermann yargıda özel bir rol oynardı. Oppermann ismini bilirisiniz. Brausewetter isminin zikredildiği her yerde, Oppermann ismi de zikredilmelidir. Oppermann sadece benimle çatışma halinde değildi. Bu adam da hizaya çekildi, ama yukarı doğru. İmparatorluk Mahkemesi Meclis Üyesi oldu ve az kalsın vatana ihanet davamda beni yargılamak zorunda kalacaktı. İşte böyle, partili yoldaşlar.
Son olarak en sert aracı kamu görevinden çıkarmak olan disiplin süreçlerine değinmek gerekmektedir. Disiplin süreçlerini işletmek için memurun makamın gerektirdiği saygı ve itibara liyakatsizlik göstermesi gerekir. Lex Arons[7] bunun ne anlama geldiğini göstermektedir. Prusya’da bir okul komisyonu üyesi bile sosyal demokrat olamaz, evet, Kültür Bakanlığımızın henüz çok yakın bir zamanda karar verdiği gibi, bir sosyal demokratın bir kez bile beden eğitimi dersi vermeye hakkı yoktur. İkinci tur seçimlerinde sosyal demokratlar için oy kullanan Wiesbadenli bir demir yolu hastanesi doktorunun kaderini bir düşünün ve komşu Munster’deki Schaufele Olayı’nı! Bir kere bile memurluk yapmamış avukatların, politik nedenlerle yakasına yapışılıyor: Kanıt: Stadthagen Olayı. İyi temellendirilmiş ve yaygın bir düşünceye göre bana karşı gerçekleştirilen vatana ihanet kampanyasının tümü, en son kertede avukatlığımı benden almayı amaçlıyor. Arka plandaki amacın bu olduğu benim için şüphe götürmez. Avukatlara karşı bu şekilde davranılırsa, hâkimlerin sosyal demokratlara veya benzerlerine hoşgörüyle yaklaşacağına kim naif biçimde inanır? Hükümetin gözünde bir sosyal demokrat kendisini baştan itibaren hâkimlik mesleğinin gerektirdiği saygıya layık görmemektedir. Bir hâkim sosyal demokrat olursa, emin olabilirsiniz ki bu durum 48 saat sürmez ve “zararsız” hale gelir. Bir sosyal demokrat hâkim, kraliyet görevlisi olabilir mi? Bu ihtimal bize uzak olurdu. Herhangi bir Alman bakan miller ötesinden sadece bu tür şeyleri düşünse, tüyleri diken diken olurdu. Ama varlığı tamamen yok eden, kötü bir öcü anlamını taşıyan kamu görevinden çıkarmanın bir hâkim için ne anlam ifade ettiği açıktır.
Ve nihayet bağımsızlığın zirve noktası: Hâkimlerimiz hemen hemen hepsi az ya da çok yedek subaydır ve bu nedenle askeri disiplin, kontrol ve düzenlemelere geniş ölçüde bağlıdır! Halk düşmanı despot militarizm, asasını “bağımsız” burjuva yargının üstüne sallamaktadır.
Özetlememe izin verin: Meslekten hâkimlerin dışa karşı, biçimsel bağımsızlıkları onu “akıllıca kullandıkları” sürece garanti altındadır. Alman medeni hukuku ve seçim hukukundan kaynaklı hakların kullanımında olduğu gibi. Daha yakından baktığımızda dışa karşı bağımsızlıktan hemen hemen hiçbir şey kalmaz.
Ama hâkimlerin iç bağımsızlıkları bakımından durum daha kötüdür. Hâkimlik mesleğinin etrafına gerçek bir dikenli tel çekilmiştir. İlk olarak çoğunlukla en erken 27. yaşında sona eren uzun eğitim süresiyle, sonra maaşsız hâkim yardımcılığındaki uzun bekleme süresiyle… Hâkimlerimizin gelirinin çok yüksek olmadığı hususunda da yanılmıyoruz. Bağımsız karar vermeye oldukça yatkın az varlıklı burjuva kesimin çoğu bu şekilde hâkimlik mesleğinden uzaklaştırılır. Dolayısıyla şu bir gerçektir ki, hiç kimse varlıklı kesimlerin mensupları kadar hâkimlik mesleğine ulaşabilir değildir, bunun ne anlama geldiğini ayrıntılı biçimde tartışmaya gerek dahi yoktur. Biz toplumumuzun karakterini sınıflı bir toplumun karakteri olarak tanıyoruz. Mülk sahiplerinin egemenliklerini sağladığını, oligarşiyi kurduğunu, devlet gücünü kendi ellerine aldığını biliyoruz ve biliyoruz ki, egemen sınıfların hakları proletarya tarafından tehdit edilmektedir. Böylece yargımızın özellikle sınırlandırılmış kısmına geliyoruz.
Burjuvaların mahkumiyeti bakımından da sayısızca hatalı durumla karşılaşıyoruz. Ceza muhakememiz hiçbir işe yaramıyor. Yargımıza damgasını vuran savcılığın, sanık ve savunmaya karşı sahip olduğu üstün konumu hatırlatmak tek başına yeterlidir. Başkanın sorgulayıcı pozisyonu, gizli ön soruşturma, soruşturma hâkimliği kurumu, tutuklama düzenlemesi; bunların hepsi Alman İmparatorluğu’ndaki muhakeme süreçlerinin ciddi eksiklikleridir, bu eksiklikler sanığı sırf sanık olduğu için öcü gibi göstermeye her anlamda uygundur. Bu da devlet aklının bir parçasıdır!
Olay, hâkimlere uzak yaşam ve çıkar alanlarındaki diğer kişi ve olgularla ilgiliyse, haliyle tamamen özel ve çok daha ciddi bir hal alıyor. Hâkimler genellikle basit biçimde usulüne uygun kararlar veremez. Olay politik ve sendikal olarak örgütlü işçilerle ve onların çıkarlarıyla ilgiliyse, sakin ve objektif bir incelemenin önünde aşılması çok zor engeller bulunur. Hâkim her şeyi doğal olarak kendi özel sınıfının bakış açısı ile anlar. Olayların yüzde doksan dokuzunda diğer bir sınıfın dışa yansıyan yaşam alışkanlıklarını ilişkin net bir fikri dahi yoktur. Onların konuşma biçiminin kendisi ona yabancıdır. Halktan birinin mahkeme önünde doğrudan, alışkın olduğu biçimde konuştuğu, hâkimin bunu bir küstahlık olarak gördüğü, duruşma düzenine aykırılıktan dolayı cezalarla tehdit ettiği ve sonuç olarak cezalandırdığı durumları yeteri kadar deneyimlemekteyiz. Hâkim bu tür insanların doğasına karşı anlayışsız olduğundan, daha iyisini nasıl yapacağını bilemez.
Şimdi artık meslekten olmayan hâkimler var. Bu ayrıca özel bir başlıktır. Kısa zamana kadar Almanya’da proleterler meslekten olmayan hâkimler kurumundan veya jürilerden ilkesel olarak dışlanmıştı. Muhakeme usulümüzün tekrar tekrar elemeye imkân sağlaması boşuna değildir. Bu durum meslekten olmayan hâkimlere göre jürilerde daha fazla meydana gelir. İşçiler alınmaz. Özellikle jüriliğe kapılar tamamen kapanmıştır. Bunlara sadece “elitler” seçilir. Yani meslekten olmayan hâkimlerin ya da jürilerin olduğu mahkemeler, meslekten olan hâkimlerin olduğu mahkemelerden birazcık bile daha iyi değildir. Meslekten olmayan hâkimler ve jüriler de aynı biçimde mülk sahibi sınıfların mensubudur. Kanuni tespitleri yeteri kadar bilmeyen meslekten olmayan hâkim, bunlara bağlı olduğunu kendine hissettirmek için, meslekten hâkimlere nazaran sanığa karşı genellikle daha canice, daha ilkel bir sınıf egoizmleriyle yaklaşır. İşçilere karşı bugüne kadar verilmiş zalimane kararların, Löbtauer[8] ve Kösliner kararları, en azından dörtte birinin jürilerin bulunduğu mahkemelerin eseri olması, meslekten olmayan hâkimlerin olduğu mahkemelerin, meslekten olan hâkimlerin olduğu mahkemelerden birazcık bile daha iyi olmadığını göstermektedir.
Yakın zamanda işçi sınıfı mensuplarının da meslekten olmayan hâkimlerin olduğu mahkemelere alınması biçiminde bir yönelim oldu. Bazıları şunu diyebildi: “Bakın, bu zamanımızın demokratik ruhudur.” Ah hayır! Hiç de öyle değil. Demokratik ruhtan eser yok! Bu sadece egemen sınıflarımızın arkalarında bıraktıkları bahşişlerdir. Kuru gerçek şudur ki; meslekten olmayan hâkimlik ucuzlatılmak isteniyor, yeteri kadar kaynak yok. Mülk sahipleri yargı hizmetini tek başına yerine getirmek istemedikleri için homurdanıyorlar. Bu vatandaşlık görevi daha geniş kesimlerin omuzuna yüklenmek isteniyor. Meselenin özü budur. Meselenin özü genellikle at ayaklı bir mephistodur. Ama proletaryanın bir mensubunun meslekten olmayan hâkimlerin bulunduğu mahkemelerde üstün bir güç elde etmesi gibi bir şey söz konusu olamaz. Proleterler bundan sonra da eleneceklerdir, onlar sadece geçici boşlukları doldurmak için yeteri kadar iyidir.
Aslında biz jürinin bulunduğu mahkemeleri ve meslekten olmayan hâkimlerin yargıya katılımını ilkesel olarak savunmaktayız, ancak bugünkü meydana geliş biçimiyle meslekten olmayan hâkimlerin bulunduğu mahkemelerin meslekten hâkimlerin bulunduğu mahkemelerden daha az sınıfsal olmadığını belirtmek zorundayız.
Sınıf adaleti ancak sınıfsal mahkemelerinin temeli üzerinden inşa edilir. Peki sınıf adaleti kendini nasıl ortaya koyar?
Hükmetme gücünün mülk sahibi sınıfların elinde bulunduğu bir devlete sahibiz. Mahkeme heyeti büyük ölçüde bu devlete bağlıdır ve heyet aynı sınıf mensubu meslekten ve meslekten olmayan hâkimlerden meydana gelir. Velev ki ülke barışını bozma, isyan, toplanma, vatana ihanete ilişkin bir dava o söz konusu olsun. Tabii ki hâkimler devletin tehlike altında olduğuna dair kişisel bir duyguya ve devletin korunmasına ilişkin içgüdüsel bir çabaya sahip olacaktır. Bu zihinsel durum onları önyargılı yapmakta ve olayları tam bir sakinlik, açıklık ve objektiflikle ele alma yeteneğinden yoksun bırakmaktadır.
[Konuşmacı geçen sene görülen ülke barışını bozma davalarını ve özellikle Löbtau ve Köslin’dekileri hatırlatıyor.]Bunlar ve yalan yere yemin etmeye ilişkin Essener[9] ve Güstrower davaları Almanya’da bu zamana kadar görülen en canice vakalardır. Bu davalarda hâkimler devlet aklına ilişkin politik gerekçeleri kendi bünyesinde toplamış ve kapitalistlerle sınıf dayanışması içerisinde olmuştur.
Sanayi ve Ticaret Yönetmeliği’nin 153. maddesi[10] önemli ve ilginçtir. Oldukça serttir, çünkü sadece hapis cezası öngörmektedir. En hafif ve zararsız ifadeyle para cezası öngörülmemiştir! Elbette ki bu sertliği, Sanayi ve Ticaret Yönetmeliği’nin 153. maddesinin kapitalistlerin ve çalışmak isteyen işçilerin korunmasıyla ilgili olması, yani deyim yerindeyse damıtılmış bir sınıf kanunu olması gibi nedenleri vardır. En büyük kavga ve kabalıklara, hatta ahlaki aşırılıklara para cezası öngörülmesi mümkün ve cezanın ağırlığı bakımından yeterlidir. Ama 153. maddeye göre bu günahı işleyen deliğe tıkılmalıdır. Bir grev gözcüsü çalışmak isteyen işçiye şunu söyler: “Güzel arkadaşım, sen bizim birliğimize üyesin, burada nasıl çalışabilirsin?” Çalışmak isteyen işçi kaba biçimde cevap verir: “Seni ne ilgilendirir?” Ve grev gözcüsü bir anlık öfkeyle sorar: “Kendinden utanmıyor musun?” Bu grev gözcüsünü ne bekliyor biliyor musunuz? 14 gün hapis, partili yoldaşlar! Bu kelimesi kelimesine kendi pratiğimden bir olaydır.
Kapitalist yargımız grev kırıcıları kutsayıcı ve azizleştirici bir konuma sahiptir. Bu grev kırıcı kült, insanda sıklıkla tiksinti uyandırır. Terörizm kelimesi grev suçuna ilişkin tüm kararlarda bir şekilde yer almak zorundadır. Bu kelime yargımızın demir başlarındandır. Mahkemeler örgütlü işçilerin neden olduğu terörizmi sonlandırmanın zorunlu olduğunu ne kadar çok ilan ediyor! Bu çalışmak isteyenlerin korunması için “devletin bir yükümlüğüdür”.
Berlin Yüksek Mahkemesinde, eğer çalışmak isteyenleri korumanın devletin yükümlülüğü olduğu iddia ediliyorsa bunun kanunda yazılmış olması gerektiğini ileri sürdüm. Böyle bir şey yoktu, aksine kanunlar, özellikle anayasa bu tür özel korumaların hukuka aykırı olduğunu göstermektedir. Berlin Yüksek Mahkemesi ise çalışmak isteyenlerin korunmasının en azından devletin ahlaki bir yükümlülüğü olduğunu açıkladı, işte o kadar!
Çalışmak isteyenleri zorlama ve hakaret suçlarının yanı sıra meşhur şantaj maddesi ve maddenin meşhur uygulaması gündeme gelir, bu uygulama devlet aklını ekonomik olarak egemen olan sınıfın çıkarlarına göre uygulayan sınıf adaletimizin akıllıca tasarlanmış bir biçimde nasıl keskinleştiğini gösterir. Şantaj akla gelebilecek en kirli suçlardan biridir. Şantajcı gerçekten adi bir insandır. Ona yüklenen ağır isnat, başkasının acil ya da zor durumundan maddi çıkar sağlamak amacıyla yararlanmaktır. Şimdi bir işletmenin işçilerinin ücretlerinden memnun olmadıklarını, ya da bir işletmecinin daha önce verdiğinden daha az bir ücret verdiğini kabul edelim. İşçiler ücret talebini ileri sürer ve derler ki: “Eğer bize bu ücreti vermezseniz çalışmaya devam etmeyiz, iş bırakırız.” Partili yoldaşlar! Bu son yıllardaki yerleşik içtihatlara göre şantajdır.
İmparatorluk Mahkemesi diyor ki: “Bir işçi çalışmaya devam etmezse, işletmeci de çalışmaya devam edemez, bütün işletmeyi durdurmak zorunda kalır.” Yani işçiler daha yüksek ücret, yani hukuka aykırı kazanç elde etmek için, işletmecinin zor durumundan yararlanıyor. Burada söylediğimle İmparatorluk Mahkemesinin kararında yazan noktası noktasına örtüşmektedir.
Peki tam tersi durumlarda nasıl olur? İşveren şunu derse ne olur? “An itibariyle saat başı beş fenik daha az ücret alacaksınız ve bundan memnun olmazsanız, sizi işten atmak zorunda kalacağım!” Olacak şudur ki, işçiler sokağa atılır, yani dımdızlak ortada kalır ve işletmecinin birkaç hafta boyunca makinelerin durması sonucu uğrayacağından çok daha ağır bir zarara uğrar. Ama partili yoldaşlar, bu şantaj değildir! Mahkemenin görüşüne göre işletmeci her zaman iyi niyetle hareket eder! Biz davada işletmecilere karşı müdahil olmaya çalıştık, ama tüm bu çabalar başarısızlıkla sonuçlanıyor. Evet partili yoldaşlar, bu sınıf adaletidir!
Bu bağlamda benim vatana ihanet davama ilişkin de birkaç şey paylaşayım. Biliyorsunuz ben militarizm ve anti-militarizm hakkında bir kitap yazdım, çok dikkatli biçimde kaleme alınmış bir kitap. Öyle bir kitap ki, şimdiden tek bir kelimesini dahi geri almayacağımı temin edebilirim ve şimdiden İmparatorluk Mahkemesinin gelecekteki hâkimlerini de temin edebilirim ki verecekleri kararlar hiçbir şekilde benim anti-militarist eylemlerimi etkilemeyi başaramayacak, ki kampanyanın asıl amacı bunu başarmaktır. Bu kitaplara el kondu. Bu kötü değil. Özellikle bizde sıkça olur. Buna çok fazla şaşırmadım. Hemen ardından bir polis memuru beni ziyaret etti. Bu adama dedim ki: “İyi günler, evet, siz beni beraberinizde götürmek istiyorsunuz.” Beni götürmek istememeleri karşısında tamamen şaşkındım. Evet, partili yoldaşlar, her şeyi kavrıyorum. Yargımızı, başıma gelecek her şeye hazırlıklı olacak kadar iyi tanıyorum.
Ben vatana ihanet suçunu işlemişim! Çok uzak olmayan bir zamanda Anayasamızı ya da bir onun bölümünü şiddet kullanarak yıkmayı amaçlayan davranışın planlanması ve hazırlanması da buna dahilmiş. Benim vatana ihanetim Anayasamızın temeli olan mevcut orduyu ortadan kaldırmayı amaçlıyormuş. Sosyal demokratlardan başka kişiler de ordumuzu kültürel bir utanç olarak tanımlıyor ve saldırıyor, buna rağmen mevcut ordumuz dokunulmaz ve kutsal kılınmak isteniyor. Ve dahası var: Kimse benim askeri organizasyon biçimini hemen yarın yok edebileceğimi umduğuma inanmaz. Bunun için fazla dikkatli ve mantıklıyım. Açıkça itiraf etmem gerekir ki, işler daha hızlı ilerlemediği için son derece pişmanlık duyuyorum. Egemenler şu an gerekli olandan daha fazla korkuyorlar. Bir gecede bir patırtı kopacağını düşünüyorlar. İşte bu vicdan azabı ve ecel korkusudur!
Peki ordunun şiddet yoluyla yok edilmesi bakımından durum nedir? Buna ilişkin kitabımda tek bir söz söylemedim. Söylediğim şey nüfusun içinde çıkarları karşı karşıya gelen farklı sınıfların olduğu, işçi sınıfının orduda olduğu gibi nüfus içinde de en büyük sınıf olduğu ve bu sınıfın her zaman daha açık biçimde kendi çıkarının bilincinde olmak zorunda olduğu ve olacağıdır. Partili yoldaşlar, tüm işgücünün kendi sınıf bilincine sahip olduğu yerde, ordu kendiliğinden parçalanacaktır. Bunu söyledim. Bu şiddet değildir! Çalışan sınıfı aydınlatma bir şiddet aracı değildir. Ama vatana ihanet suçunun unsuru için “şiddet” gereklidir! Bu yoksa, ne yapmalı? Bir yerden araklamadan nereden bir çare bulmalı? Şimdi çare arıyorlar.
İlk olarak İmparatorluk Başsavcısı, Fransa’nın Almanya’ya saldırısını kışkırtmak için bir planım olduğunu iddia etti hem de her iki ülkedeki sosyal demokratların yardımıyla. Bu uygun fırsattan istifade ordumuzu yok etmek istiyormuşum. İmparatorluk Başsavcılığının bu cesur iddiayı ortaya koyduğu belge, gelecek kuşaklar için bir eğlence, bir espri kaynağı olacaktır. Tabii ki bu iddia konumunu muhafaza edemedi. Soruşturma hâkimi karşısında bütün kibarlığımla neredeyse kitabımın tamamında savaştan, özellikle Fransa ve Almaya arasındaki ve tüm şiddet eylemlerinden sakınmanın, bunları engellemenin imkan ve araçlarını ele aldığım gerçeğine dikkat çektim.
Şimdi başka bir şey icat edildi: Silah üretimini elime alma, işçilere silah tedarik etme ve silahların nasıl kullanıldığı konusunda eğitme, talim yaptırma, bu şekilde bu proleter ordusuyla ordunun iyi eğitilmiş kısmını parça parça vurma amacı güdüyormuşum. Bu Rus Devrimi’nin gerçek bir fantezisidir. Efendilerin bu karanlık planı nereden öğrendiğini bilmiyorum. Bu amacı belki de hala komplocu kalbimde taşıyorum, bunu taşıyıp taşımadığımı ifşa etmek istemem, ama kitapta bunun hakkında hiçbir şey yer almıyor! Kitabımda bulunmayan birçok şey bulunuyormuş gibi gözüküyor. Kibar olmak ve sayın İmparatorluk Başsavcısı’nın bunları gören muhteşem gözleri hakkında iltifatta bulunmak isterim.
Şimdi İmparatorluk Mahkemesi Ön İnceleme Dairesi kararında beni ortadan kaldırmak için üçüncü bir yöntem buldu. Bir hedefe giden üç farklı yol: Önce “ne pahasına olursa olsun cezalandırılmalıdır!” biçiminde bir hedefin belirlendiği herkese gösterildi ve ardından hedefe giden bir yol araştırılmaya başlandı. Herkesçe sosyalistlerin katili olarak bilinen, ayrıca daha önce kardeşini daha ağır bir mahkumiyetten, hakaret nedeniyle öngörülen hapis cezasından kurtarmak için güzel bir yol bulmuş Gizli Savaş Meclisinin Vekili Romen, “Tag’da” anti militarizme, özellikle bana karşı bir makale yazar. İmparatorluk Meclisinde Savaş Bakanı Einem benim anti militarist propagandama karşı görüş ifade eder. İmparatorluk Savcılığı bunun üzerine doğrudan bana karşı harekete geçer. Bu durum sadece zamanlama meselesi değildir. Yüksek derecede yetkili çevreler anti militarist propagandanın ne pahasına olursa olsun engellenmesinin zorunlu olduğu noktasında aynı fikirdedir. Esas olan sadece bir çıkış yolu bulmaktır. Benim için iki kez darağacı kuruldu ama ip iki kez koptu. Artık üçüncü ip asılır mı? Kendimi kandırmayacağım. Acil durumda dördüncü ip de bulunur. Kendimi tamamen asılmış biri gibi hissediyorum.
Daha önce tekrar tekrar vurguladım, benim ve anti militarizm hakkındaki bu iddialar politik olarak Tanrı’nın bir lütfudur. Bu bize yarar ve sadece başkalarına zarar verebilir.
Şimdi birkaç genel tespit yapalım. Sınıf adaleti kendini dört biçimde ortaya koyar. İlk olarak davayı yürütme biçiminin kendisinde. Duruşmaya güzel bir etekle gelen “daha iyi sınıfsal konuma sahip” sanıklara zavallı şeytanlar, işçiler veya sosyal demokrat “alçaklara” davranıldığından çok farklı davranıldığını her gün deneyimliyoruz. Bu sınıf adaletidir!
Yine muhakeme sürecinde elde edilen materyallerin tek taraflı ele alınışında ve olayın tek taraflı değerlendirilmesinde kendini gösterir. Bu belki de sınıf adaletinin en önemli parçasıdır! Tabii ki hâkimler içerisinde çokça istisna vardır. Bunu asla inkâr etmiyorum. Özellikle Berlin’de karşısındakine tamamen güven verebilen birçok yetenekli güçlü insan tanıyorum. Ama iş ciddi bir hal aldığında, sınıf adaleti asla şaşmaz. Hâkimlerin bilinçli ve kötü niyetli biçimde hukuku eğip büktükleri düşüncesinde değilim, şüphesiz böyle hâkimler vardır. Bunlar bizi ilgilendirmiyor, toplumsal olarak anlamlı olan suçlu bireylerin oluşturduğu istisnai hal değil, kural olandır, hâkimlerin sınıfsal karakteridir. Hâkimler genellikle bildiklerinin en iyisine uygun biçimde hareket eder, ama istediklerinin en iyisine uygun biçimde sınıf adaletinden başka bir şeyi uygulayamazlar. Olayları doğru biçimde kavrayamazlar. Her şeyi farklı anlarlar, onların gözünde her şey farklı bir anlam kazanır.
[Konuşmacı bu iddiayı toplumsal davalardan birkaç örneklerle ispatlıyor.]Hâkimler başka bir yaşam alanında yaşıyor, düşünüyor ve hissediyorlar, bu nedenle proleter sanıkların durumunu anlayamaz, hissedemezler. Yargılama süreçlerimizde neler yaşamıyoruz ki! Olayların yorumunda türlü akıl almazlıklara tanık oluyoruz.
[Konuşmacı Kaiserinsel Davası’nı hatırlatıyor.]Çok eskiden beri Vorwarts’taki kısa haberlerden “Majestelerine hakaret” çıkarmak alışıldık bir uygulamadır. “Böhme ve Liman” ve “Tersanedeki Leipzig Yargısı” başlıklı iki makale yüzünden “Leipziger Volkszeitung”’a karşı açılan “Manşet Davası’nı” düşünün. Liman’daki gazetecilerin ilk makalede söylediği her şey mahkeme tarafından basit biçimde Savcı Böhme ile ilişkilendirildi. İkinci makale (“Tersanedeki Leipzig Yargısı”) sadece bir duruşma haberiydi. Başlık şunu ima ediyormuş: Yargı sanıktan daha kötüydü, roller bir anlamda karıştırılmıştı. Olayın açığa çıkması için makalelerin okunmasını talep ettim. Ama Leipzig Mahkemesi bunu doğrudan reddetti. Sadece başlıklar “okundu” ve havada salınan bu başlık yüzünden partili yoldaşımız Herre iki ay hapis cezasıyla cezalandırıldı. Sadece politik bir karşı taraf varsa, bu şekilde bir yorum yapılabilir. Bir proleter hiçbir zaman böyle bir karar vermez. Bu sınıf adaletidir!
Sınıf adaleti kendini ayrıca kanunların yorumunda ortaya koyar. Hâkimlerin sınıfsal bakış açısından da güçlü biçimde etkilenir. İşveren ve işçiye göre oldukça farklılık gösteren şantaj suçunu düzenleyen maddelere ilişkin mahkeme içtihadı bunun en şaşmaz örneğidir. Bu sınıf adaletidir!
Sınıf adaleti, kendini ayrıca politik ve sosyal olarak sevilmeyenlere, özellikle sosyal demokratlara karşı verilen cezalardaki olağanüstü sertlikte ifade eder. Biraz önce Kösliner Davası’ndan bahsettim: Çok eskiden, Kolbergli duvar işçilerinin grevinde, daha önce ceza almış bir işçi, grevcilerden evlerine gitmelerini isteyen polise şu biçimde cevap vermişti: “Neden biz gitmek zorundayız, çalışmak isteyenler evlerine gidebilse aynı derecede iyi olur.” Bu adama üç yıl hapis cezası verildi.
İki yıl önce içinde bir teknik okulun bulunduğu, haliyle “daha iyi sınıfsal konum” mensuplarının okuduğu küçük Türingia şehri Hildburghausen’da küçük bir “öğrenci isyanı” oldu, çünkü bir tekniker -üstelik doğru bir gerekçeyle- polis tarafından tutuklandı. Sokakta toplanıldı, polis memurlarına saldırıldı, polis merkezine bir saldırı gerçekleşti, camları kırıldı. İtfaiye ve asker çağrılmak zorunda kalındı ve sokak ancak uzunca bir süre sonra temizlenebildi. Birçok tekniker yargılandı. Bunlardan birini yıllar önce Meiningen’de temsil ettim. Hatırladığım kadarıyla genellikle kişi başı 100 Mark civarında para cezasına çarptırıldılar. Burada Meininger kararının yanlış olduğunu söylemiyorum. Doğruydu. Sadece ülke barışını ihlal etmekten dolayı örgütlü işçilere verilen cezalar yanlıştır ve tek yanlı biçimde serttir. Köslin’de sanıkların arkasında grevin Hydrası[11] vardı. Hâkimler taraflıydı. Bu sınıf adaletidir.
Sınıf adaleti, sevilmeyen proletarya için sadece yorum yoluyla özel kanunlar yapmakla kalmaz, kendini sadece işçilere karşı sergilediği olağanüstü sertlikte değil, ayrıca yargı önüne gelen egemen sınıf mensuplarına gösterdiği büyük yumuşaklık ve dostça anlayışta gösterir. Buna ilişkin kanıtlar sunmuştum. Sınırı aşan polis memurlarına ve sosyo-politik kanunları ihlal eden işverenlere karşı gösterilen müsamaha, alışılmış bir yaklaşımdır.
Sınıf adaleti sınıf devletinin olduğu her yerde hüküm sürer. “En özgür ülkeye”, Amerika’ya gidelim. Haywood Davası’nda[12] ne gördük! Bir işçi önderini zararsız hale getirmek için, onu basit biçimde cinayetle suçladılar. Sadece politik bir muhalifi, bir işçi sınıfı önderini idam sehpasına çıkarmak için insanlığın yüz karası bir tanık ayarlandı. Amerika’da da sınıf adaleti! O her yerdedir, çünkü sınıf adaletidir, çünkü her yerde olan sınıf devletinin adaletidir.
Sınıf adaletine karşı yürüttüğümüz mücadele tek başına onu ortadan kaldırmayacak. En fazla işçi sınıfın yarattığı korku ve dehşetten kaynaklı olarak ve yine emekçi halkın şiddete başvurmaması için küçük ödünler verilecektir.
Önümüzde duran en önemli görev kitleleri aydınlatmaktır ve bu aydınlatmayı enerjik biçimde gerçekleştirmek zorundayız. Devletimizin bir sınıf devleti olduğu ve bu nedenle günümüzde proletaryanın düşmanlarının elinde bulunan yargının, sınıf yargısı olduğu hususunda halkı aydınlatmak zorundayız. Ancak tüm işçilerin bir araya gelmesi ve sınıflı toplumumuzu sosyalist bir topluma dönüştürmek için var gücüyle çalışması halinde özgürlüğe ulaşılabileceği hususunda halkı aydınlatmak zorundayız.
Masallar ülkesi Hindistan’dan koşarak uluslararası kongremize katılan arkadaşımız[13], dün basit ve sade biçimde anlattı; “sosyalizm adalet değilse nedir!”, “Partili yoldaşlar, bu derin bir gerçektir!” Adaletin sağlanması ancak sınıf devletinin sosyal demokrasi eliyle ortadan kaldırılmasıyla mümkündür.
Sizden kurtuluşu egemenlerin gönüllü cömertliğinden veya sınıf devletinin hükümetlerinin güler güzlü teveccühünden bekleyemeyeceğimiz gerçeğini her zaman göz önünde bulundurmanızı isteyerek bitiriyorum. Kurtuluşumuz proletaryanın güçlenmesindedir. Ve bunun için en önemli aracımız şudur: İşçileri örgütlere, partiye kazanmak. Proletaryanın ve tüm insanlığın, kapitalizmin ve sınıf devletinin zincirlerinden kurtuluşu mücadelesi için onları eğitmek ve olgunlaştırmak zorundayız.
[1] Bu sunum Dr. Karl Liebknecht tarafından 23 Ağustos 1907 yılında Stuttgart’ta gerçekleşen bir konferansta gerçekleştirilmiştir. Karl Liebknecht, Toplu Konuşma ve Yazıları, Cilt 2, s. 17-42, https://sites.google.com/site/sozialistischeklassiker2punkt0/liebknecht/1907/karl-liebknecht-rechtsstaat-und-klassenjustiz#sdfootnote7sym, 20.05.2022.
[2] Harry Quelch, İngiliz Sosyal Demokrat Federasyonu’nun 18 ila 24 Ağustos 1907 tarihleri arasında Stuttgart’ta gerçekleştirdiği Uluslararası Sosyalist Kongresi delegesi, 22 Ağustos 1907’de Württemberg Hükümeti tarafından sınır dışı edildi, çünkü Kongre’nin üçüncü gününde 2. Lahey Barış Konferansı’nı sosyalist Büyük Britanyalıların alışık olduğu bir ifadeyle “a thief’s supper” (Hırsızın Akşam Yemeği) olarak tanımlamıştır.
[3] İster istemez, düşünmeden. ç.n.
[4] Prusya İçişleri Bakanı von Hammerstein-Loxten’in kadınların politik toplantılarda sadece salonun özel bölümlerinde, “kadınlar bölümünde”, oturmalarına izin veren 1902 yılındaki emri.
[5] Arbeitswillige: Konuşmacı söz konusu ifadeyi burada ve sonrasında grev sırasında çalışmak isteyen işçi yani grev kırıcı anlamında kullanmıştır. ç.n.
[6] Konigsbergli çırak ve genç işçilerin kurduğu dernek 28 Şubat 1906 tarihinde politik kabul ve sosyal demokrat eğilimleri nedeniyle yasaklandı. Bunu üyelerinin para ve hapis cezalarına hükmedildiği birkaç dava takip etti. Örneğin dernek başkanı 4¾ ay hapis cezası aldı.
[7] Liebknecht, ücret ödenmeyen ve bu zamana kadar memur olarak istihdam edilmemiş, doçent unvanına sahip öğretim görevlilerinin 1898 yılından beri Prusya devletinin disiplin makamlarına tabi olmasına atıf yapıyor. Bu kanun değişikliği özellikle sosyal demokrasiye yönelmiş ve ilk olarak sosyal demokrat fizik doçenti Arons’a karşı kullanılmıştır. Arons sosyal demokrasiye aidiyeti nedeniyle 20 Ocak 1900 tarihinde üniversiteden uzaklaştırılmıştır.
[8] Şubat 1899’da Dresden yakınlarındaki Löbtau’da dokuz inşaat işçisi, komşu bir inşaattaki işçilerin kanunen belirlenen günlük çalışma süresinin üzerinde çalıştırılmalarını protesto ettikleri için toplam 61 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Burada inşaat şefinin kime ait olduğu bilinmeyen bir silahla vurulması gibi saldırılar meydana gelmişti.
[9] 3 Şubat 1895 tarihinde Herne yakınlarındaki Baukau’da Hristiyan Maden İşçileri Derneği’nin bir gösterisi sırasında maden işçisi Schröder jandarma tarafından dövüldü. Bu olayı Deutschen Berg ve Hüttenarbeiter Gazetesi’ne haber yapan redaktör Margraf’a açılan davada (Haziran 1895) Schröder ve tanıkları “yalan yere yemin suçunu işlediklerine ilişkin kuvvetli şüphe” nedeniyle mahkeme salonunda tutuklandı ve haklarında iddianame düzenlendi. Essen Jürisi 1985 Ağustos’unda Schröder ve diğer altı sanığı yalan yere yeminden dolayı ağır hapis cezasına çarptırdı. Savunma 1908’de Munter aleyhine başlatılan disiplin kovuşturmasına dayanarak davanın yeniden görülmesine ilişkin girişimlerini ancak 1910 yılının Mart ayında yaptı.
[10] Sanayi ve Ticaret Yönetmeliği madde 152: “Çırak, kalfa veya fabrika işçisi daha iyi bir ücret ve çalışma koşulları için anlaşabilir ve bir araya gelebilirler, bu haklarını kullandıkları için özellikle işi tatil etme veya işten atma gibi yollarla başvurulamaz, çırak, kalfa veya fabrika işçilerine karşı bu tür yasak ve ceza öngören düzenlemeler yürürlükten kaldırılmıştır. Herkes bu tür birleşme ve anlaşmalardan caymakta özgürdür ve bu durum şikâyet veya itiraza konu olamayacaktır.”
Sanayi ve Ticaret Yönetmeliği madde 153: “Bir başkasını fiziksel güç, tehdit, onur kırıcı davranış veya itibarı zedeleyici açıklamalar eliyle bu tür bir anlaşmaya (m.152) katılmaya veya sonuçlarına uymaya zorlayan veya aynı araçlarla bu anlaşmadan caymayı engelleyen veya engellemeye çalışan kimse, genel ceza kanunları daha ağır ceza öngörmedikçe, üç aya kadar hapisle cezalandırılır.”
[11] Mitolojide Herkül tarafından öldürüldüğüne inanılan dokuz başlı yılan. ç.n.
[12] W. D. Haywood, Batı Amerika Maden İşçileri Derneği’nin nüfuzlu lideri, IWW’nin kurucusu (1905), Sosyalist Parti üyesi ve KP’nin kurucusu (1920), 1906’da Colorado’da İdaho polisi tarafından C.H. Mover ve P. Pettibone ile birlikte hukuka aykırı biçimde hapse atıldı ve parayla satın alınan kişilerin yardımıyla İdaho Eyaleti Eski Valisi Steunenberg’i öldürmekle suçlandı. Dava 1907 yılında beraatle sonuçlandı.
[13] Kongreyi misafir olarak selamlayan Hintli yoldaş Kamar’dan bahsediyor.