Ahmet Cengiz
The New Yorker’den Isaac Chotiner’in ABD’li siyaset bilimci ve uluslararası ilişkiler teorisyeni John Mearsheimer ile Ukrayna savaşıyla alakalı yaptığı röportajda, Mearsheimer, Ukrayna savaşının mümkün olmasının sorumluluğunun ABD’de olduğunu belirterek şöyle diyordu:
“Bu olaydaki bütün sıkıntının, NATO’nun 2008’deki Bükreş zirvesinde başladığını düşünüyorum. Bu zirvenin akabinde NATO tarafından yapılan açıklamada, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’nın bir parçası olacağı söylendi. Ruslar o zaman herhangi bir yanlış anlamaya imkan vermeyecek bir açıklıkla bu gelişmeyi varlıklarına yönelik bir tehdit olarak değerlendirdiklerini açıkladılar ve noktayı koydular. Biz ise ama zamanla, Ukrayna‘yı Rusya’nın sınırında Batı’nın bir kalesine dönüştürmek üzere Batı’ya dahil etmeye yöneldik. Bunun için tabii NATO’nun genişletilmesi yetmiyordu. NATO’nun genişletilmesi buradaki stratejinin temel öğesi olmakla birlikte, strateji Avrupa Birliği’nin genişletilmesini de kapsıyordu. Ve ayrıca Ukrayna’nın Amerikan yanlısı liberal bir demokrasiye dönüştürülmesini de içeriyordu. Rusya’nın penceresinden bakıldığında, bunlar hayati bir tehdit teşkil ediyordu… Üç parçalı bir stratejinin devrede olduğunu anlamalısınız: AB’nin genişletilmesi, NATO’nun genişletilmesi ve Ukrayna’nın Amerikan yanlısı liberal bir demokrasiye dönüştürülmesi.”[1]
Ukrayna savaşı öncesi ve boyunca özellikle Batılı ülkelerde yaygınlaştırılan pek çok propagandayı yalanlayan bu ilginç röportajdan bu satırları aktarmamızın nedeni, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının bir ön hikayesinin olması ve daha önemlisi, bu ön hikayenin, açıkça ortada olan bir saldırganlığı bazı sol çevrelerin nezdinde göreceleştiren boyutlar taşımasıdır. Durum böyle olunca, saldırganlık karşısında alınacak tutumlarda kafa karışıklıklarının doğması işten bile değildi. “Evet Rusya saldırdı, fakat mecbur bırakıldı” veya “bu saldırı aslında bir savunmadır” ya da “Rusya kuşatmaya artık seyirci kalamazdı, bir yerde dur demeliydi” türünden okumalar bu gerçeklik üzerinden kendine bir yol buldu.
Her şeyin bir ön hikayesi var denilerek geçiştirilebilir kuşkusuz bu hususlar. Fakat bu yaklaşım, burada mevzu bahis olanın çapını ve özgünlüğünü göz ardı etmekten başka bir şey ifade etmeyecektir. Şu bir gerçektir ki, Rusya’nın sadece geçmişinin sosyalist olması değil (Putin yönetimi Rusya toplumunda hala canlı olan bu hafızayı her vesilede ve tüm sembolleriyle birlikte bolca istismar etmektedir), aynı zamanda bugünkü baskın, saldırgan ve dünyaya hükmeden emperyalist devletler karşısında özellikle ekonomik bakımdan görece zayıf olması, dahası bu güçlerin hedefi olmaktan çıkamaması ve geriden gelen bir güç konumundan sıyrılamaması, Rusya’ya bakışı, onun politika ve yönelimlerini değerlendirmeyi oldukça karmaşıklaştırmaktadır. Şöyle de ifade edebiliriz: Rusya mevcut emperyalist devletler arasında atipik bir görünüm sergilemektedir. Örneğin Çin’in durumu görece daha nettir, çünkü gelişme düzeyi ve hızı atipik yönlerini bastırmış durumdadır. Rusya’da durum biraz farklı, zira atipik yönlerinin tipik olana evrimi sancılı biçimler altında sürmektedir henüz. Kısacası, Ukrayna savaşında solun bazı çevrelerinde Rusya’nın saldırı ve işgal girişiminin ikircikli değerlendirilmesinde, hatta bazılarının Rusya’yı doğru bir şekilde emperyalist olarak nitelemelerine karşın, onun Ukrayna topraklarından çekilmesi gerektiğini dahi dillendirememesinde, bahsi geçen özgün durumun önemli bir rolü bulunmaktadır.
Vurgulanmalıdır ki, Rusya’nın özel durumunun yol verdiği kafa karışıklığı sadece güncel savaşla sınırlı değildir. Kafa karışıklığı aslında Rusya’nın kendisini değerlendirmede başlamaktadır. Rusya’nın emperyalist bir devlet olmadığı iddiası bunun kuşkusuz en çarpıcı örneğidir. Aslında bu iddia özel bir tartışmayı gerektirecek bir mahiyetten yoksundur. Ancak genel bağıntıları hiç de hafife alınamayacak bir savaşın sürdüğü ve Clausewitz’in tabiriyle “savaşın sisi”nin hızla etrafa yayıldığı bir zamanda, kendine Marksist diyen şahıs ve partilerin bu iddiayı tekrarlaması ve böylece halihazırdaki kafa karışıklığını daha da yayması gerçeği karşısında, bu konuyu tartışmak artık pek çok açıdan bir gereklilik arz etmektedir.
Bu yazıda Rusya üzerine ampirik bir tahlile yönelinmeyecek, daha ziyade, Lenin’in emperyalizm teorisinin formelleştirilmesi üzerinden yükselen, Rusya’nın emperyalist olmadığı savının mantığı ve bu mantığın Marksizm adına savunulamazlığı gösterilmeye çalışılacaktır.
… DEĞİLDİR, ÇÜNKÜ…
Rusya emperyalist değildir diyenlerin temel dayanağı, Rusya ekonomisinin diğer güçlü emperyalist devletler karşısındaki görece zayıflığı ve bu zayıflıktan ötürü şu ya da bu temel niteliğin onda görece az gelişmesidir. Rusya ekonomisinin zayıflığının bir gerçek olduğunu tartışacak değiliz. Bu herkesçe bilinen bir olgudur. Söz gelimi yukarda bahsi geçen Mearsheimer da Rusya’nın Gayri Safi Milli Hasılası’nın “Teksas’ınkinden bile küçük olduğu”nu belirtir. Dolayısıyla sorun, olgunun kendisi değil, ondan çıkartılan sonuçlardır. Vereceğimiz örneklerde de görüleceği üzere, Rusya emperyalist değildir iddiasında bulunanların yaklaşımında bariz bir olguculuk ve şablonculuk dikkat çekmekte; daha doğrusu, Lenin’in emperyalizm teorisinin şablonlaştırılmasının “olgular”la üstünün örtüldüğü görülmektedir.
Yazımızı dağıtmamak için Türkiye ve Almanya’dan iki örnek üzerinde duracağız sadece. Bu iki örneği, bu iddianın birçok ülkede çeşitli sol çevrelerince ileri sürüldüğü gerçeğine temsilen verdiğimiz gözetilmelidir. Denilebilir ki, Türkiye’de bu iddiayla ilgili en geniş gerekçelendirmeyi Rusya: Çöküş, Yükseliş ve Dinamikler adlı kitabıyla[2] Hazal Yalın yaptı. Almanya’da ise bu konu geniş bir sol yelpaze içerisinde tartışılmakta hala. Revizyonist gelenekten gelme DKP içindeki tartışmaları aktarmak burada yeterli olacaktır. Bu partinin gençlik örgütü SDAJ, Rusya’yı emperyalist olarak nitelerken parti yönetimi bu tanımdan uzak durmaktadır.
Yalın’ın “Rusya” kitabının özellikle ekonomik planda geniş bir araştırmaya dayandığını belirtmek gerekir. Rusya’yı ve Rusçayı yakından bilen, Rus edebiyatından birçok eseri Türkçeye kazandıran Yalın’ın kitabını burada bir bütün olarak değerlendirmeyi düşünmüyoruz. Marksizme aykırı bazı ön kabullerinin ampirik çalışmasından çok yönlü sonuçlar çıkarmasını engellemiş olması gerçeğini bir tarafa bırakıyor, sadece onun Rusya’nın emperyalist olmadığı doğrultusundaki temel savı üzerinde durmak istiyoruz.
Rusya’nın emperyalist olmadığını iddia edenlerin ortak özelliği, Lenin’in “Emperyalizm” adlı kitabında “emperyalizmin temel niteliklerini” özetlediği o ünlü beş maddeyi formel bir mantıkla ele almalarıdır. Bu yaklaşımı şöyle özetleyebiliriz: “Eğer bu beş maddeyse emperyalizmin temel nitelikleri, o zaman bugünkü Rusya’da bu nitelikler var mı yok mu ona bakmak gerekir?” Lenin’i esas alma burada şuna vardırılmaktadır: “Eğer bu niteliklerden biri zayıfsa veya yoksa, o zaman o ülke emperyalist değildir”!
Örneğin Yalın da kitabının sonuç bölümünde, bahsi geçen beş maddeyi aktarıyor. Ardından bu maddelerle ilgili ilginç bir tasnifte bulunuyor ve ampirik çalışmasını özetlediği sekiz madde üzerinden Rusya’nın emperyalist olmadığı sonucuna varıyor: “Rusya, emperyalist dünya sistemi içinde kapitalist bir ekonomidir; yapısı itibariyle ortalama bir çevre ekonomisinden farksızdır. Ancak güçlü ve devamlı tahkim edilen bir devlet kapitalizmi tarafından, Sovyet mirasının üzerinde işlemektedir; bu, onun sömürgeleşmesinin önünde engeldir.”[3]
Yalın bu sonuca, Lenin’den aktardığı beş maddelik tanımın iç bağıntılarını birbirinden koparan bir yorumla varıyor. Şöyle diyor:
“İlk iki aşama”, (yani “1. üretimin ve sermayenin, ekonomi hayatında tayin edici rol oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına varan yoğunlaşması; 2. banka sermayesinin sanayi sermayesiyle kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde mali oligarşinin yaratılması”), “sadece emperyalist ülkeleri nitelemekle kalmaz, aynı zamanda emperyalist dünya sistemindeki bütün ülkeleri niteler; başka deyişle, ister sömürge olsun ister emperyalist, bu dünya sistemindeki bütün ülkeler ilk iki aşamayı tamamlamışlardır… emperyalist dünya sistemi içinde hiçbir kapitalist ülke olamaz ki, tekelleri ve mali oligarşiyi yaratmış olmasın. Bu iki aşamanın farklı ülkeler arasında karşılaştırılması, bize esas itibarıyla nicel bir tablo sunar… Diğer aşamalar[4] ise doğrudan doğruya emperyalist ülkeleri tanımlar, yani karşımızda artık nitel bir tablo vardır; dolayısıyla bunlar, bir ülkenin dünya sisteminde diğerleri karşısındaki yerini tespit etmenin başlıca kriterleridir. Bir kez daha; sistemin alametifarikası sermaye ihracıdır; bu da doğrudan doğruya emperyalist hegemonya üretir”.[5]
“Her halükarda Rusya’nın sermaye ihracı son derece zayıftır; yurtdışına sermaye çıkışı, ihraç değil, daha ziyade sermaye kaçırma anlamına gelmektedir ve bu, yasadışı sermaye çıkışından başka offshore hesapları yoluyla yapılmaktadır. (…) Rusya burjuvazisinin para yığma eğilimi güçlü, üretken yatırım yapma eğilimi son derece zayıftır.”[6]
Yalın’ın çıkarsamalarına döneceğiz, daha önce ama Alman Komünist Partisi (DKP) başkanı Patrik Köbele’nin çok benzer yaklaşımını aktaralım. O da ilk iki maddenin Rusya’da söz konusu olduğu, ama üçüncü maddenin, yani “sermaye ihracı”nın, “meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanması”nın Rusya’da söz konusu olmadığını iddia ediyor:
“Kanımca bu üçüncü niteliğin Rusya için geçerli olmadığı görünüyor. Rusya’dan çıkan sermayenin büyük kısmı, Kıbrıs, İsviçre veya Lüksemburg gibi vergi cennetlerine gidiyor. Bunlar, bence, Lenin’de kastedilen anlamdaki sermaye ihracı gibi başka sermayelerle birleşmeye hizmet etmiyor. Üç kriterden biri, benim değerlendirmeme göre karşılanmamaktadır. O nedenle şu fikre meyletmekteyim: Rusya, emperyalist aşamaya henüz ulaşmamış olan kapitalist bir ülkedir.”[7]
“Üç kriterden biri” derken Köbele, Lenin’in özetlediği beş maddenin ilk üçünü kastediyor. Yalın yukarda, ilk iki maddeyi ilginç bir yorumla tanım açısından anlamsızlaştırırken, Köbele daha kaba bir tasnif yapıyor: “Bildiğiniz gibi, Lenin emperyalizmi nitelerken beş özellikten söz ediyor. Bunlardan [ilk] üçü ulusal ekonominin gelişimiyle bağlantılıyken, [sonraki] ikisi uluslararası ilişkilerin gelişimiyle ilintilidir.”[8]
LENİN İLE LENİN’E KARŞI
Yalın’ın yukardaki “bu iki aşamanın”, (yani üretimdeki ve sermayedeki yoğunlaşmanın bir ifadesi olarak tekellerin ortaya çıkması ve mali sermaye temelinde mali oligarşinin teşekkülünün) “farklı ülkeler arasında karşılaştırılması, bize esas itibarıyla nicel bir tablo sunar” tespiti, ilk bakışta gözle görülür bir gerçekliğin dile getirilmesi gibi görünmektedir. Evet, Lenin’in döneminden farklı olarak, bugün kapitalizmin sözünü etmeye değer bir düzeyde geliştiği hemen her ülkede, tekeller de mali sermaye de mevcuttur. Ancak, emperyalist olmayan kapitalist ülkelerdeki tekeller ve mali sermaye ile emperyalist ülkelerdeki tekeller ve mali sermaye arasında önemli bir fark vardır. Buradaki tanım bağlamı açısından bu farkı, Yalın gibi salt nicel bir fark olarak yorumlamak doğru değildir. Yani bu iki niteliği “bir ülkenin dünya sisteminde diğerleri karşısındaki yerini tespit etmenin başlıca kriterleri”nden çıkartmak doğru değildir. Zira, emperyalist ülke tekelleri ve mali sermayesi ile kapitalist ülke tekelleri ve mali sermayesi arasındaki büyüklük farkı (nicel), salt nicel olmayan başka bir farklılığı da beraberinde getirmektedir. Örneğin bu tekeller ve mali sermayeler arasında kim kimi kontrol ediyor, kim ilgili pazara hakim, kim kime kendi koşullarını dayatabiliyor veya kim kime bağımlı? Bu hususlar ilgili ülkelerin sistemdeki “yerini tespit etmenin” dışında olmasa gerek. Örneğin tekelin asıl esprisi rekabeti sınırlamak ve pazar hakimiyeti sağlamaksa, o zaman belli başlı emperyalist devletlerin tekel ve mali sermayesinin nicel büyüklüğünün şu ya da bu kapitalist ülke devletin tekel ve mali sermayesinin karşısında tam da tekelin doğası ve işlevi bakımından bariz bir konum farkına tekabül ettiği anlamsız olamaz. Demek oluyor ki, tüm kapitalist ülkelerde tekel ve mali sermayenin olgusal varlığı, emperyalist ülkelerdeki tekel ve mali sermayenin diğerleri karşısındaki salt nicel olmayan konum farkını ortadan kaldırmamaktadır. Tekellerin ve mali sermayenin tek tek ülkelerdeki soyut olgusal varlıkları değil asıl mesele, asıl sorun onların genel varlıklarının emperyalist sistem içinde ne tür bir somut ilişkiye denk düştüğü ve bu ilişkinin Lenin dönemindeki emperyalist ülke tekellerinin diğer kapitalist ülkelerin karşısında sahip oldukları konumda niteliksel bir değişikliğe yol açıp açmadığıdır. Zaten bu ilişkide niteliksel bir değişikliğe yol açmadığı içindir ki Rusya, devlet kapitalizmi aracılığıyla kendi tekellerini ve mali sermayesini koruma altına almaya çalışmıştır.
Lenin’de bütünsel olan bir tanım, verdiğimiz her iki örnekte de ihtiyaca göre, yani kişilerin fikirlerine uyacak bir şekilde kesilip biçilmektedir. Oysa Lenin’in genel tanımında her maddenin birbiriyle bir iç bağıntısı var, birbiriyle bir bütünlük teşkil etmektedir. Başka bir örnek: Yalın’a göre, emperyalist dünya sisteminin “alametifarikası sermaye ihracıdır”. Bu tespit de, ilk bakışta apaçık olan bir gerçeğe işaret etse de, aslında Lenin’in emperyalizm teorisini kökünden sökmektedir. Açıktır ki, emperyalizm çağındaki sermaye ihracı; üretim ve sermayenin yoğunlaşması, bunun bir ifadesi olarak tekellerin varlığı ve mali sermayenin oluşması temelinde anlam kazanmaktadır. Yoksa sermaye ihracının kendisi ilk defa kapitalist emperyalizmle birlikte ortaya çıkan bir hadise değildir. Ama tam da bahsedilen temelle birlikte önceki sermaye ihraçlarından ayrışmaktadır. Aslında yukardaki ele alışa sadık kalınsaydı, bunun da “nicel bir tablo” sunduğu söylenmeliydi. Örneğin Türkiye gibi birçok emperyalist olmayan kapitalist ülke de bugün sermaye ihraç etmektedir. Ayrıca, sermaye ihracı da “doğrudan doğruya emperyalist hegemonya” üretmez. Zira üretebilmesi için aynı anda başka şeylerle bağıntılı olması gerekir, yani sermaye ihracı üzerinden üretilen hegemonya yukardaki tekeller ve mali sermaye ile ilgili dikkat çekilen (ve kuşkusuz ticari, mali, askeri gibi başka) bağlamlarla birlikte mümkün olmaktadır.
Rusya’nın sermaye ihracı görece az olabilir ama bu, olmadığı anlamına gelmemektedir. Açık olmalıdır ki, Rusya’da devlet kapitalizmi eliyle yapılan sermaye ihracı, devlet yapıyor diye sermaye ihracı niteliğini yitirmemektedir. IMF verilerine göre, Rusya 2005-2020 arası zaman diliminde, 2010’dan sonra net sermaye ihracatçısı konumuna gelmiştir. 2005’de net pozisyonu 31 milyar 866 milyon dolar açık verirken, 2010-2020 arasındaki net sermaye ihracı 18 milyar 409 milyondan 517 milyar 23 milyon dolara çıkmıştır. Yani diğer emperyalist devletlere göre hala az olabilir, ancak büyük artışlar kaydettiği ortadadır. Özel sermayeye gelince, yurtdışına giden bu sermaye ile sadece yat ve villa alınmıyor, ister eski SB’ne üye ülkelerde olsun, isterse Batı’da olsun, mümkün olduğu yerlerde yabancı şirketlere de ortak olunuyor. Bunun çapının görece küçük olması veya vergi kaçırma kaygılarıyla çok dolambaçlı ve gizli olması ayrı bir şey. Başka bir ifadeyle, Rusya’nın sermaye ihracının halihazırdaki düzeyi, var olup olmamasıyla alakalı değil (var olduğu ortadadır), aksine, kapitalist gelişmesinin ileride alacağımız özgün koşullarından ötürü bu özelliğini henüz diğer emperyalist ülkeler kadar geliştirememiş olmasıdır. Bu zayıflığını aşmak üzere, henüz yetersiz de olsa, belirli bir gelişme kaydettiğini ise aktarılan veriler göstermektedir. Lenin’in tanımı bütünsel kavransaydı, şu ya da bu emperyalist devletin herhangi bir özellikteki zayıflığını görece daha üstün olduğu başka özellikleriyle her daim tamamlamaya çalıştığı kendiliğinden anlaşılırdı.
Sanki Lenin bir kimya formülünden söz ediyormuş gibi, ‘beş maddeden biri veya ikisi yoksa, o zaman emperyalizm denilemez’ anlayışıyla sorun ele alınmaktadır. Kuşkusuz bu eleştiriyi getirirken, söz konusu beş maddenin önemsiz ya da birisinin önemli diğerinin önemsiz olduğunu söylemiyoruz. Ancak, tanımın bütünlüğünü koparan bu ele alışın Marksist olmadığını ifade ediyoruz. Bu ele alış daha ziyade, revizyonizmin Marksizme soktuğu ve temel özelliğinden biri olarak genel bağlamlılığı göz ardı eden pozitivizmin bir yansımasıdır. Emperyalizmi kendi başına bir bütün olarak kavrayan bu ele alış, modern revizyonizminin, sosyalizmi kendi başına bir toplumsal formasyon olarak ele almasını, yani sosyalizmin komünizmin sadece ilk aşaması/evresi olduğu gerçeğini kendi oportünist politikalarını gerekçelendirmek üzere tahrif etmesini anımsatmaktadır.
Oysa vurgulanmalıdır ki, Lenin’in emperyalizm tanımının bir iç bağıntısı, bir bütünlüğü olması, onun emperyalizmi kendi başına bir bütün olarak ele aldığı anlamına gelmemektedir. Lenin’de emperyalizm, kapitalizmin yerine geçen kendi başına bir toplumsal formasyon değildir. Emperyalizm, kapitalizmi temelden değiştirmemekte, “değiştiremez de” (Lenin). Parti programının revizyonu materyallerinde Lenin bunu açıkça söyler:
“Emperyalizm, kapitalizmin çelişkilerini karmaşıklaştırır ve keskinleştirir, tekelleri serbest rekabetle ‘düğümler’, ancak değişimi, pazarı, rekabeti, krizleri vb. ortadan kaldıramaz… Saf tekeller değil, tersine; değişimin, pazarın, rekabetin, krizlerin yanı sıra tekeller – bu işte emperyalizmin en esaslı karakteristiğidir. O nedenle [programda], değişimin, meta üretiminin, krizlerin vb. tahlilini tümden çıkarmak ve onları bir bütün olarak emperyalizmin tahlili ile ‘ikame etmek’ teorik olarak yanlıştır. Zira böyle bir bütün yoktur… Bundan başka Rusya’da emperyalizmi bağdaşık bir bütün olarak ifade etmek (bir kere emperyalizm bağdaşık bir bütün değildir) yanlış da olacaktır, çünkü Rusya’da hala doğal ekonomi ve yarı-doğal ekonomiden henüz kapitalizme geçiş yapan çok sayıda bölge ve iş dalları vardır.”[9]
Emperyalizm bağdaşık bir bütün değilse, Lenin’in büyük bir ihtiyat ve uyarı[10] ile yaptığı beş maddelik genel tanımı bir şablon olarak ileri sürmek, emperyalizmi Lenin’in aksine bir bütün olarak ele almaktır. Bunu ispatlamak için tersi bir şeye başvuralım, yani yukarda eleştirdiğimiz ele alış ve yaklaşımı kriter alarak, bu sefer Lenin’in kendisinin bu arkadaşların Lenin okumasına uyup uymadığına bakalım. Bilindiği gibi Lenin, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Rusya’da “askeri ve feodal emperyalizminin baskın olduğu”nu[11] söylüyordu, bazen de Rusya’yı “askeri-mutlakiyetçi-feodal emperyalizm” olarak ifade ediyordu. Lenin bu ifadeleri henüz “Emperyalizm” kitabını yazmamışken kullanıyordu diye itiraz edilecekse, hemen belirtelim ki, Lenin bu nitelemeleri koruduğu gibi, daha da ayrıntılandırıyordu. Mesela “Emperyalizm” kitabının ardından yazdığı “Kendi Kaderini Tayini Hakkı Üzerine Tartışmanın Sonuçları” adlı makalesinde Rusya hakkında şu sıfatlarla söz ediyordu: “… zorba, ortaçağçı, ekonomik bakımdan geri, askeri-bürokratik emperyalizm.”[12] Burada ve başka yerlerde de, Rusya’daki özellikle sosyal şoven çizgiyi savunanları eleştirirken “Rus sosyal emperyalizmi” ifadelerini de kullanıyordu. Lenin bunun yanı sıra, İngiltere’den “sömürgeci emperyalizm”, Fransa’dan “tefeci emperyalizm” olarak da söz ediyordu.
Rusya’nın ekonomik olarak görece geri olması, Lenin’i; “ekonomik yönden en geri kalmış bir ülkeyi”, “kapitalizm-öncesi ilişkilerin kendine özgü bir ağ ile sardığı bir ülkeyi” “çağdaş kapitalist emperyalizm”e dahil etmekten alıkoymuyordu. Şu ya da bu emperyalist ülkenin şu ya da bu yönünün görece zayıf gelişmesi, geri kalması, onun açısından işin özünden uzak şabloncu bir değerlendirmenin konusu olmuyordu. Aksine, “Emperyalizm ve Sosyalizmdeki Bölünme” adlı makalesinde belirttiği üzere:
“19. yüzyılın son üçte-biri, yeni, emperyalist döneme geçişe tanık oldu. Tekelden fayda sağlayanlar [artık] bir ülkenin değil, aksine bazı az sayıdaki büyük güçlerin mali sermayesidir. (Japonya ve Rusya’da günümüzün modern mali sermayesinin tekeli, askeri güç tekeliyle, geniş topraklarıyla veya Çin’i, milli azınlıkları talan etmenin oldukça elverişli fırsatlarıyla kısmen bütünlenmekte, kısmen de ikame edilmektedir.)”[13]
Örnekler çoğaltılabilir fakat uzatmayalım. Netice ortadadır: Verdiğimiz örneklerdeki emperyalizm tanımına yaklaşımı baz aldığımızda, Rusya’nın emperyalist niteliği konusunda bizim bildiğimiz Lenin bu arkadaşların okumasını yaptığı Lenin’e aykırı bir yaklaşım içindedir! Lenin, büyük bir devletin, ekonomik bakımdan görece geri kalmasından, ya da sözgelimi sermaye ihracı konusunda diğer emperyalist devletlerle henüz boy ölçüşememesinden hareketle, ‘emperyalizmin bir kriterini henüz tam yerine getirmediğinden bu devlet emperyalist olarak tanımlanamaz’ diye ufuksuzca nesnesine odaklanan bir olguculuğa düşmüyor. Buna düşmediği gibi, ilgili devletin bir emperyalist güç olarak gelişmesindeki şu ya da bu zayıflığını başka özellikleriyle tamamlamaya çalıştığını gören bir gerçekçiliğe ve çok yönlülüğe sahiptir.
TARİHSEL PERSPEKTİF
Soruna yaklaşım ve ele alıştaki yöntem mevzularını noktalayıp işin tarihsel boyutlarıyla alakalı yönlerine gelelim…
Emperyalizmden zaman zaman “güncel kapitalizm” olarak da söz eden Lenin, “güncel” ifadesine içkin öncesiyle farklılaşmanın bu bağlamdaki anlamını şöyle açıklar:
“Emperyalizm, genel anlamda, kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı olarak ortaya çıkmıştır. Ama, kapitalizm, kapitalist emperyalizm haline ancak gelişmesinin belirli ve çok yüksek bir düzeyinde, kapitalizmin esas özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığı zaman; kapitalizmin yüksek bir ekonomik ve toplumsal yapıya geçiş döneminin bazı öğeleri bütün gelişme çizgisi boyunca biçimlenip belirdiği zaman gelebilmiştir. Bu süreç içinde, ekonomik yönden de önemli olay, kapitalist serbest rekabetin yerine kapitalist tekellerin geçmesidir…”[14]
Görüyoruz ki, Lenin’in tahlil ettiği emperyalizm, serbest kapitalizmin kendi iç gelişmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan, üstelik serbest kapitalizme içkin olan çelişkilerin özel bir keskinleşmesi, ağırlaşması olarak ve haliyle onun gelişmesinin en üst aşaması olarak beliren bir kapitalizmdir. Lenin’in o genel tanımının da esasta bu bağlamdaki bir sürecin içindeki değişimleri içerdiği açık olsa gerek. Dolayısıyla; bugün, yani serbest rekabetçi dönemin sonlanmasından neredeyse 150 yıl geçmesi, tekelci kapitalizmin ise yüzyılı aşkın bir süredir var olması gerçeği karşısında, herhangi bir kapitalist ülkenin emperyalist nitelikler kazanırken alacağı biçimlerin serbest rekabetten tekele gidiştekiyle tümden birebir aynı olmayabileceği, farklılıklar sergileyebileceği, bu niteliklerin geliştirilmesinin emperyalist devletlerin varlığı ve kıyasıya rekabeti ve baskısı koşullarında cereyan edeceği, bunun ise çok sayıda modifikasyonu ve deformasyonu beraberinde getireceği dikkat alınmak zorundadır. Almamak, tarihe soyut formüllerle bakmak olacaktır.
Gelgelelim, Lenin’in emperyalizm teorisinin tarih dışı şablonlara indirgenmesinin genel olarak yanlış olması bir yana, eğer bu tarz bir yaklaşımın hiçbir şekilde doğru olamayacağı bir ülke varsa, bu ülke hiç şüphesiz Rusya’dır. Neden? Çünkü Rusya, tarihte rastlanmayan, son derece istisna bir sürecin yaşanmış olduğu bir ülkedir. Rusya; ister 40 yıl deyin, isterse 70 yıl, uzun bir süre sosyalizmin inşa edildiği, gelişiminin belirli bir dönemecinde kapitalizmin sosyalist biçimler altında restorasyonuna yönelindiği ve ardından açık kapitalist biçimlere geçildiği bir ülkedir. Tarihte ilk defa yaşanan bir hadiseye, sosyalizmden kapitalizme geri dönüşe sahne olmuş, bu yönüyle son derece özgün bir süreçten geçmiş bir ülkedir. Açıktır ki, tam da böylesi bir kapitalist ülkenin emperyalist olup olmadığı değerlendirmesi, onun tarihinin özgünlüğünü ve bu özgünlüğünün onu nasıl koşulladığını salt olgusal değil, diyalektik bir tahlilin konusu yapılarak dikkate alınmasını gerektirmektedir.
Yapılmayan da budur. DKP Başkanı Köbele, işin bu yönüyle ilgili çok sınırlı bir açıklamada bulunuyor. O açıklama ise, tanımda ilk iki madde olarak geçen temel özelliklerin (kısacası tekellerin ve mali sermaye temelinde mali oligarşinin) Rusya’daki varlığının anlamını Sovyet geçmişiyle göreceleştirmeye dönük esasta.[15]
Yalın’da ise bu husus daha ayrıntılı ele alınıyor. Şunu tespit ediyor: “Rusya kapitalizminin temel özgünlüğü şu: Bu ülkede çağdaş kapitalizm, feodalizmden değil, sosyalizmin, yani (diğer şeylerden başka) toplumsallaştırılmış dev bir sanayi üretiminin reddinden türedi.”[16] Fakat göreceğimizi gibi, Yalın bu bariz özgünlüğü, Rusya’nın emperyalist ol(a)mamasının bir verisi olarak değerlendiriyor. Yeltsin’den farklı olarak Putin yönetiminin ekonomi politikalarının, adeta Rusya’yı emperyalist kılmayan özellikleri ortaya çıkardığını varsayıyor.
Bu meseleye biraz daha yakından bakalım. Ampirik çalışması Yalın’ın önüne şöyle bir tablo ortaya koyuyor:
“2000 sonrasında enerji sektörüne dayanan bir planlı devlet kapitalizmi esas alındı; stratejik alanlarda uluslararası tekellerle birleşerek kontrolü onlara bırakmaya eğilimli oligarklar ya bütünüyle tasfiye edildi ya da sindirildi; siyasi iktidar baştan ayağa yeniden şekillendirilerek ülkenin birliğini temsil eden başkan, prestiji ve elit niteliği yükselen ordu (daha genel olarak güvenlik bürokrasisi) ve geleneksel dışişlerine dayanan bir troyka kuruldu; orta burjuvazinin yükselmesini engelleyecek tedbirler alınırken iktidarın özellikle dış siyasetinde ve Rusya’nın bütünlüğü konusunda özel veya devlet tekellerinin etkide bulunma gücü ortadan kaldırıldı… Demek ki, 2000 sonrası Rusya ekonomisinin ve siyasi-sosyal yapısının şekillenişinde en önemli faktör, devlet kapitalizminin giderek artan ağırlığıdır.”[17]
Rakamlara boğmadan belirtelim, evet veriler güçlü bir devlet kapitalizminin varlığını teyit ediyor. Yalın’ın aktardığı Rusya Federal Anti-Tekel Hizmetleri (FAS) başkanı İgor Artemyev’e göre, “2005’te GSYH’nın %35’i devlet tarafından üretilirken 2015’de bu oran %70’e çıktı.” Yalın, “Rusya’nın bugünkü sosyal ve siyasi düzenini anlamak açısından temel bir öneme sahip” diyerek Artemyev’e ait olan ve kendisinin “son derece yerinde” bulduğu şu gözlemi de aktarıyor: “Rusya’da ‘ekonominin devletleştirilmesi, tekelci devlet kapitalizmi kurulması, iş dünyası ve iktidarın kaynaşması’ süreci yürüyor.”[18]
Yalın, devlet kapitalizminin önemli sektörlerdeki artan ağırlığından hareketle şu sonuca varıyor: “Bütün bunlar olağanüstü bir sermaye temerküzüne işaret ediyor. Ne var ki, başta enerji, ağır sanayi ve kısmen bankacılık olmak üzere, devletin kontrolü sağladığı sektörlerden oligarkların uzak tutulduğunu görüyoruz. Bu, emperyalist sistemin doğasına uygun olmayan bir tablo. Keza, devlet sektörü dışında bankacılık ve sanayi sermayesinin birleşme eğilimlerinin zayıf olduğunu da görüyoruz. Bunun hemen hemen tek istisnası, AlfaBank ile telekomünikasyon ilişkisi. Devlet sektöründe ise bu iki sermaye grubu ayrılmaz bir birlik içinde bulunuyor. Madencilik ve metalürjinin neredeyse bütünüyle oligarklara terk edilmiş olması, bu ilginç tabloyu tamamlıyor.”[19]
Tablo gerçekten de ilginç, zira esas olarak olağan bir durumla karşı karşıya olmadığımıza, dolayısıyla “olağan” emperyalist ülke biçimlenmelerinin beklenemeyeceğine işaret ediyor! Bu tablodan, “emperyalist sistemin doğasına uygun olmayan” şeklinde bir sonucun çıkartılıp çıkartılamayacağına gelmeden önce, Yalın’ın ampirik çalışmasında bahsettiği ama sonuçlar çıkarmak bakımından üzerinde gereğiyle durmadığı başka ilginçliklere de değinmeliyiz. Mesela onun araştırmasından şu bilgileri de edinebiliyoruz: “‘Devlet için devlet’ şeklinde özel bir anlayış da meydana geldi: bu anlayışta, devlet ihalelerinde ihaleyi veren de alan da devlet teşkilatları. Kimi özel şirketler ise doğrudan alımlar ve imtiyazlarla rekabetten uzak ve ayrıcalıklı durumdalar: örneğin Kerç köprüsü (Arkadiy Rotenberg’in) Stroygazmontaj’a böyle ihale edildi.”[20]
Stroygazmontaj bizi burada ilgilendirmiyor, daha ziyade Yalın’ın Rotenberg ile ilgili bir dipnotta (!) geçtiği bilgi oldukça ilginç:
“Rotenberg’in hikayesi, Rusya’da oligarkların faaliyet alanlarından uzaklaştırılmasında bir başka yol olarak gösterilebilir. Rotenberg, Putin’in dostu olarak tanınıyor. Stroygazmontaj’ın satış işlemlerinin ardından Rotenberg’in diğer bir dev inşaat şirketi olan Stroyproyekt holding, VEB (Dış Ekonomi Bankası) Devlet Kalkınma Şirketi ile ortaklık kurdu ve Natsproyektstroy kuruldu. Bu bir devlet korporasyonu; ama Rotenberg’in devletle adeta birleştiğine de tanıklık ediyor. Şimdi, Natsproyektstroy’a büyük altyapı ihaleleri de verilmesi gerekiyor. Bunun adını koymak aslında çok zor: bir oligarkın mülkleri fiilen devletleştirilip kendisi ömür boyu yönetici mi atanıyor? Adeta, sözüm ona ‘devlet adamlığından’ oligarklığın kapılarını açan 90’ların talan dönemi kendi antitezini yaşıyor; oligarklıktan ‘devlet adamlığına’ geçişin kapıları açılıyor.”[21]
Karşımızda olan hadisenin adını koymak gerçekten o kadar zor mu? Artemyev’den öğrendik ki, tekelci devlet kapitalizminin inşası “iş dünyası ve iktidarın kaynaşması”nı engellemiyor, aksine beraberinde getiriyor. Yalın’ın kendisinden ise, “90’ların talan dönemi”nin “kendi antitezini” yaşadığını”, yani bu sefer “oligarklıktan ‘devlet adamlığına’ geçişin kapıları”nın açıldığını okuyoruz. Belli ki, kişiler bazında da “iş dünyası ile devlet” arasında bir kaynaşma mevcut. Bahsedilen kaynaşmayla ilgili ayrıca Yalın’ın Rusya’nın en büyük 50 şirketi tablosundan aktardıkları da bir fikir veriyor. Bu tabloya göre, ilk dört büyük şirketin (sırasıyla Gazprom, LUKOYL, Rosneft ve Sberbank) tümden devlet şirketleri olmadığı, sermaye bileşimleri bakımından devletin % 50,1 veya 50,2’sine sahip olduğu, çeşitli yüzdelerde özel ve tüzel kişilerin de bu dev tekellere ortak olduğu, hatta Yalın’ın “esrarengiz” bulduğu ikinci büyük şirket olan LUKOYL’ın (kesin bir bilgi olmamakla birlikte) “şirketin başındaki Vagit Alekperov”un bilgisine göre, “% 50’nin yabancı girişimcilere, % 20’nin kendisine, % 10’nun da başkan yardımcısı Leonid Fedun’a ait olduğu”[22] görülüyor.
Netice itibarıyla, belli başlı oligarkların da mensubu olduğu karmaşık bir oligarşi ile karşı karşıyayız. Bu durumda Rusya’daki tekelci devlet kapitalizminin, ilgili devlet adamlarının devlet şuuru veya Rusya’yı ezdirmeme gibi ulusalcı motiflerle sınırlanamayacak sınıfsal bir temeli bulunduğu ortada olsa gerek. Fakat Yalın bu gerçeği tümden reddetmemekle birlikte, Rusya’nın bu ara başlığımızın girişinde dikkat çekilen kendine özgün özellikler göstermesinden doğru sonuçlar çıkartmayarak şunu iddia edebiliyor:
“Rusya’da devlet kapitalizmi, dev tekellerden bütünüyle bağımsız olmamakla birlikte, sadece bu tekellerin ihtiyaçları için örgütlenmiş bir devlet kapitalizmi değil. Onun kendi geleneksel öncellikleri var; bu öncelikler içinde ‘stratejik sektörleri’ oligarklardan ve yabancı etkisinden (kırılganlıktan) temizlemeyi ilke ediniyor. Bu durum sürgit devam edebilir mi, nerede ve nasıl bir nokta konulması gerekir, bunu bilmiyorum, (…) ancak …, arkasındaki dev Sovyet sınai mirasından başka yönetsel geleneğiyle de tahminlerin çok ötesinde devam edebilir, ediyor.”[23]
Belirtmek gerekir ki, Yalın ağaçlardan ormanı görmüyor. Tekelci kapitalist devletin sınıfsal niteliğinin implikasyonları üzerinde ciddi eğilmiyor, onları bir yerde es geçiyor. Odaklandığı nokta, devletin ekonomide baskın olması. Ancak bu olgu, bu devletin kimin hizmetinde olduğu, hangi sınıfın, zümrenin çıkarlarını esas aldığı konusunda henüz bir fikir vermiyor. Devlet kapitalizmi gerçeğinden çıkarttığı sonuca gelince, yani onun sadece bu tekellerin ihtiyaçları için örgütlenmediği, stratejik sektörleri oligarklardan ve yabancı etkisinden temizlemeyi ilke edinen öncelikleri olduğu savına gelince, şu soruları sormak yeterli olacaktır: Yukarda ifade edilen “geleneksel öncelikler”, tekellerin ihtiyaçlarıyla uyuşmuyor mu? Açık kapitalist biçimlere geçişi büyük bir çöküş ve yağmayla gerçekleşen Rusya’daki kapitalizmin, eğer açıktan sömürgeleşmeyecekse veya yarı-sömürge olmayacaksa, mecburen ve hızla tekelci devlet kapitalizmi biçimi kazanmak zorunda kaldığı açık değil mi? Ülkenin ekonomik bakımdan görece zayıf yapısı; ekonomik yaşam ve inşayı şu ya da bu (üstelik de yabancı sermayeyle iltisaklı) özel sermaye grubunun çıkarlarına koşulmamasını gerektirmiyor mu? Hele ki ülkedeki kapitalizm, Batı’nın büyük emperyalist devletlerinin (tam da bazı oligarkları teşvik ederek ve onlar aracılığıyla) büyük bir talanı ve yağması ile yüz yüze gelmişken? Öyleyse, olaya kısa vadeli sermaye grubu çıkarlarıyla değil de daha uzun vadeli bakan ve tam da bu nedenle devletle bütünleşmeyi, yabancı sermayenin yıkıcı rekabetinin karşısında ayakta kalmak ve gelişmek için ondan güç alarak ilerlemeyi öngören belli başlı tekeller, sermayedarlar grubu ve onların da içinde yer aldığı devletle iç içe geçmiş bir mali sermaye oligarşisinin olması doğal değil mi?
Yukarda verilen örnekler, “iş dünyası ile iktidarın” bu özel kaynaşmasının çoktan vuku bulduğunu, ülkedeki tekelci kapitalist oligarşinin “Sovyet sınai mirasına” da “yönetsel gelenek”lere de Rusya’nın emekçilerinin çıkarları için değil, bizzat kendi tekelci çıkarları için yaslanmak zorunda olduğunu ortaya koyuyor.
ÇÖZÜLEN İÇ BAĞLAMLAR, BELİREN TERS GÖRÜNTÜLER…
Gördük ki, Rusya’daki kapitalizmin ortaya çıkışının tarihsel özgünlüğünün şekillendirdiği tekelci devlet kapitalizminin bazı yönlerinin “olağan” emperyalizmdeki biçimlenmeyle birebir örtüşmemesi, Rusya’daki kapitalizmin emperyalizmin bazı özelliklerine sahip olmadığının göstergesi olarak kavranıyor. Açıktır ki bunu mümkün kılan, sınıfsal perspektif ve tahlilin bu kavrayışın eksenini oluşturmamasıdır. Nitekim, devletin kapitalist niteliği saptanıyor, ancak devletin kapitalist olmasının gerisinde kapitalistlerin o devleti kendi hizmetlerine koşmaları, Marksist açıdan tahlil etmek şöyle dursun, adeta pusuya yatmış bir avcının, karşısına çıkan avına el sallamakla yetinmesine benzer bir yaklaşımla geçiştiriliyor! Dahası, kapitalizmin devlet üzerinden kendini örgütlenmesinde “Sovyetimsi” öğelere dikkat çekiliyor ve bunlar da Rusya’daki tekelci devlet kapitalizminin henüz emperyalist olmadığının dolaylı belirtileri olarak ileri sürülüyor.
Burada bir parantez açıp Rusya’daki “Sovyetimsi” ögelere dair şu kısa notu düşelim. Rusya’yı değerlendirirken elbette ki bu tür kültürel (gelenek de dahil) şekillenmelerin ve bilinç ögelerin varlığını reddetmenin bir anlamı yok. Ama bunlar, bu hususa dikkat çekenlerin yüklediği anlamı taşımıyorlar. Daha ziyade, Ernst Bloch’un “eşzamansızlık” kavramıyla açıkladığı hususlara denk düşmektedirler. Bazı kültürel şekillenme ve bilinç ögeleri, zamanıyla üzerinde yükseldikleri altyapı çoktan çürümüş veya yok olmuş olmasına rağmen, varlıklarını sürdürebilmektedirler. Bloch, 1930’ların kapitalizmindeki köylülükte örneğin, “bir çeşit ölü, uyuşmuş ya da en azından dünyanın geri kalanından kopuk bir altyapıya dayandığı için zamanımızla uyumlu olmayan bilinç” ögelerinin olduğunu söyler. Ve örneğin “geçmişin sabanıyla toprağını kaldıran, tarlasını işleyen” köylülükte karşımıza çıkan bu tür bilinç, davranış biçimi, düşünce tarzının, “siyasal açıdan eşzamansız bir bilince sahip” olduğunu belirtir.[24] Bu bakımdan, “Sovyetimsi” kültür ve bilinç ögelerinin günümüzün tekelci kapitalist Rusya’sındaki eşzamansız varlığı, eşyanın tabiatına aykırı bir durum değildir. Dolayısıyla ögelerin “Sovyetimsi” olması da, onların eşzamansız niteliklerini ortadan kaldırmamaktadır. Bu arada, hakim sınıfların eşzamansız bilinç ögelerini araçsallaştırmalarının sadece Rusya’ya özgü bir durum olmadığını da belirtmiş olalım…
Kaldığımız yerden devam edecek olursak. Yine gördük ki, Lenin’in kapitalizmin, “kapitalist emperyalizm haline ancak gelişmesinin belirli ve çok yüksek bir düzeyinde” gelmesine dair tespiti soyut ve mekanik kavranıyor. Zira, söz gelimi sermaye ihracının görece zayıf olması, Rusya’nın “emperyalist aşamaya henüz ulaşmamış” (Köbele) olmasının bir göstergesi olarak değerlendirilebiliyor. Bu değerlendirme de; Rusya’daki kapitalizmin asıl esprisinin kapitalizmden daha ileri bir toplumun sanayi altyapısıyla kültürel birikimini devralarak yola koyulan bir kapitalizm olduğu, yani kapitalist gelişmesinde yol alırken bazı bakımlardan hazıra konduğu; bu özelliğin ise Rusya’daki kapitalizmin çarpık biçimler altında dünyaya gelmesini beraberinde getirdiği, dolayısıyla emperyalizmin nitelikleri bakımından bazı yönlerinin güçlü, başka yönlerinin zayıf olmasına yol açtığı gerçeğini tahlil açısından hükümsüz bırakıyor.
Kısacası, tahlilin esasta sınıfsal perspektife dayanmaması, Rusya’daki olağanüstü olandaki olağanı görmeyi engelliyor. Tahlilin esasta sınıfsal değil de biçimsel olması itibarıyla; adeta yazıların aynada ters görünmesi misali, biçimdeki görüntünün aslında ters bir görüntünün ifadesi olmasına karşın, tablo pozitif bir yaklaşımla birebir okunuyor ve ‘hayır, emperyalist sistemin doğasına uygun bir tablo yok burada’ denilebiliyor!
Bu yaklaşım karşısında, sosyalizmden kapitalizme geri dönüşün tam ne tür çarpıklık ve çelişkilere tekabül ettiğine işaret etmekte fayda var. Gereğinden fazla uzayan bu yazıyı daha da uzatmamak için bunu bir metafor ile açıklamaya çalışalım. Metaforumuz, F. Scott Fitzgerald’ın 1922 yılında yazdığı hikayenin[25] başlığını taşıyan “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” adlı filmde konu edilen garip bir hadisedir. Filmdeki mevzu kısaca şu: Benjamin Button fiziki bakımdan oldukça yaşlı bir adamın bedenine sahip bir bebek olarak doğar. Haliyle korkunç bir görüntüsü vardır. İlk kontrolde doktor, bu bebeğin kemiklerinin aşınmış, cildinin pörsümüş olduğu, yaşlı bir adamın son gelişme aşamasına denk düşen bu fiziğiyle çok uzun yaşamayacağını söyler. Ancak Benjamin Button’ın gelişim süreci normal bir insanınkinden tam tersi bir doğrultuda seyreder. Yaş olarak büyüdükçe fiziki olarak gençleşir. Ve çok ileri bir yaştayken fiziki bakımdan normal bir bebeğe dönüşerek ölür. Bizi burada ilgilendiren, Button’ın yaşamının ters doğrultulu bir biçimde ilerlemesinin beraberinde getirdikleri, daha doğrusu bu ters doğrultulu gelişmeye özgü implikasyonlardır; yaşla fiziğin örtüşmemesi, ters görüntülülük, öz-biçim deformasyonu, denk düşmezlik, iç bağlamların çözülüşü gibi. Benjamin o ihtiyar haliyle, aslında yaşıtı olan bir kız çocuğuyla gerçekten 8-9 yaşındaki bir çocuk olarak oynar. Bir dedenin torunuyla oynaması gibi görünen sahne, aslında iki küçük çocuğun birlikte oynamasıdır. Benjamin 60 yaşındaki bir ihtiyarın fiziğiyle 20 yaşındaki bir genç gibi denizci olur. Saçlarını denizlerde ağartmış tecrübeli bir denizci gibi görünür ama, aslında o bir çaylaktır. Sekiz yaşında demans olur, sevdiklerini tanıyamaz hale gelir.
İşte sosyalist bir ülkeden kapitalist bir ülkeye dönüşürken tersten bir gelişmeyi yaşayan Rusya[26], yakın tarihinin iki dönemecinde Benjamin Button’ın tuhaf halinden türeyenleri çağrıştıran implikasyonlarla yüzleşmiştir. Dönemeçlerden biri, kapitalist restorasyonun sosyalizmin varlığı koşullarında başlamasıydı. Diğeri, görece genç bir kapitalist ülke olarak açık kapitalizme; gelişkin sanayi altyapısı, devasa ordusu, kuvvetli devlet aygıtı ve bürokrasisiyle, aslında ileri kapitalist ülkelerin gelişmesine tekabül eden bir seviyeden geçmesiydi. Bu iki dönemeci ve içerdiği Button’ımsı implikasyonları burada teker teker ele alacak değiliz. Ancak şunu belirtelim: SB zamanındaki kapitalist restorasyon esnasında altyapı-üstyapı ilişkisindeki iç bağlamların çözülmesi suretiyle beliren öz-biçim deformasyonu, örtüşmemeler, sonrasında açık kapitalist ilişkilere geçildiğinde bitmedi. Bizzat öncesi böyle olduğundan, bu sefer başka örtüşmemelerle karşı karşıya kaldı. Örneğin Rusya’da açık kapitalist ilişkilere sosyalizmden kalma bir üretim kapasitesi ve yoğunlaşmasıyla geçildi ama, benzer düzeydeki bir kapitalist ülkede görülebilen geniş bir burjuva sınıfı oluşmadı. Aksine; Rusya’da burjuvazi, Benjamin Button’ın çok yaşlı bir adam olarak doğması gibi, baştan oligarşik bir karakterle ortaya çıktı. Ya da bilindiği üzere, “normalde” askeri güç ekonomik gücün bir sonucu ve ona dayanır. Rusya ama, GSMH’sı Texas’ınki kadar olan bir ülke olmasına rağmen, dünyanın ikinci büyük ordusuna sahip, nükleer silah gücü bakımından ise dünya birincisidir. Başka örtüşmeme, tekabüliyetsizlik örnekleri de verilebilir, fakat meramımız anlaşılmıştır sanırız…
Gerçek şu ki, günümüz Rusya’sına; sermayedarların, tekellerin ve devlet bürokrasisinin bazı kesimlerinin kaynaşmasıyla teşekkül etmiş bir mali-askeri-bürokratik oligarşi hükmetmektedir. Rusya’daki şekillenme, ülkedeki kapitalizmin gelişmesinin özgünlüğünün hem bir sonucu, hem de bu özgünlüğün neden olduğu çelişkili implikasyonlara bir reaksiyondur.
Aslolan Rusya’daki tekellerin ve mali sermayenin sınıfsal nitelikleri, eğilimleri ve bir bütün olarak varlıklarını korumak ve güçlendirmek açısından emperyalizm çağının nesnel gerçekliklerinin onlara buyurduklarıdır. Tekellerin azami kar, mali sermayenin sermaye birikimi gibi temel dürtüleri Rusya menşeili oldukları zaman veya Rusya’da devlet kapitalizmi olduğundan yok olmuyor. Gerek çağımızın has sermaye türü olarak mali sermayenin sınıfsal doğası/dürtüleri, gerekse emperyalist devletlerce dünyanın toprak ve nüfuz alanları bakımından paylaşımının tamamlanmış olması gerçeği karşısında, vasıflarını ve özelliklerini tartıştığımız böylesi büyük bir tekelci kapitalist devletin, emperyalist niteliklere sahip olmaksızın varlığını sürdürebilmesini düşünmek, emperyalizm teorisini ifadesi olduğu maddi ilişki ve çelişkilerden soyutlamaktır.
Rusya, Lenin’in emperyalizmin genel tanımında ifade ettiği temel özelliklere esasta ve kendine özgü bir şekillenmeyle sahip olan kapitalist emperyalist bir ülkedir. Tekelleri, mali sermayesi, ordusu ve devasa yeraltı yerüstü kaynaklarıyla böylesi büyük ve güçlü bir tekelci kapitalist ülkenin, “ortalama bir çevre ekonomisi” konumunu kabullenmesi, her şeyden önce emperyalizm çağının aman tanımaz gerçeklikleriyle örtüşemez. Zira, kurtlar sofrasında kuzu kuzu oturulamaz. Bazıları bunun mümkün olduğunu düşünse de, Rusya’ya hükmeden oligarşinin bu gerçeğin bilinciyle hareket ettiğinden şüphe duyulamaz.
Kendisi dışındaki büyük emperyalist devletlerin yağma ve talanın kurbanı olmak istemeyecekse (ki isteyemez) ve işçi sınıfının iktidar olduğu sosyalist bir sisteme sahip değilse (ki sahip değil), tekelci kapitalist bir ülke olarak dünyanın yeniden paylaşılmasında rol almak durumundadır. Kaldı ki, bu rolü oynama iddiasında olduğunu bizzat başkanı tarafından 43. Münih Güvenlik Konferansı’nda yapılan ünlü konuşmada, “tek kutuplu dünyanın kabul edilemez olduğu” sözleriyle de ilan etmiş bulunmaktadır. Ve Rusya, sadece Ukrayna’ya saldırısıyla değil, daha önceki hamleleriyle de “tek kutuplu”luğu ve bu bağlamda diğer emperyalistlerce ona biçilen rolü kabul etmemeye kararlı olduğunu yeterince ortaya koymuştur. Bu kararlılığın gerisinde bir yönetimin politikası veya tercihleri değil esasta, tekellerin ve mali sermayenin sınıfsal konumunun ve nesnel çıkarlarının gereklikleri durmaktadır.
Lenin’in 1916 Ağustosu’nda yazdığı bir mektupta dediği üzere, “çağı anlamadan mevcut savaşı anlayamayız”.[27] Rusya ne genel olarak emperyalizm çağının ne de günümüzün emperyalist dünya sisteminin şimdiki biçimlenmesinin dışındadır. Rusya’nın gerçekliğini anlamak istiyorsak, ufkumuzu aynadaki ters görüntüsüyle sınırlayamayız. Zira onun gerçekliğinin tüm çizgileri, ancak emperyalist çağın genel bağlamlılığı içinde sarih görünmektedir.
[1] Mearsheimer, J. (2022) “Why John Mearsheimer Blames the U.S. for the Crisis in Ukraine”, The New Yorker, https://www.newyorker.com/news/q-and-a/why-john-mearsheimer-blames-the-us-for-the-crisis-in-ukraine/amp?fbclid=IwAR0qlqr4j0grBKNLI_lgw9cxNT-S5IaocBxpJVF4zydr7cPjp11LGXwUgUs
[2] Yalın, H. (2021) Rusya: Çöküş, Yükseliş ve Dinamikler, NotaBene Yayınları, İstanbul.
[3] Yalın, age, sf. 162
[4] Yani Lenin’in özetlediği diğer temel nitelikler: “3) sermaye ihracı, mal ihracından farklı olarak bilhassa büyük bir önem kazanır; 4) kapitalistlerin dünyayı paylaşan uluslararası tekelci ittifakları ortaya çıkar; 5) en güçlü kapitalist güçlerin yeryüzünü toprak olarak bölüşmeleri tamamlanmıştır. Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu, sermaye ihracının bariz bir önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında bölüşülmesinin başladığı ve yeryüzündeki bütün toprakların en güçlü kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlandığı bir gelişme aşamasındaki kapitalizmdir.” (Yalın’ın, Lenin’in „Emperyalizm“ kitabının Rusçasından yaptığı çeviriden, bkz. age, sf. 155)
[5] Yalın, age, sf. 155, abç.
[6] Yalın, age, sf. 158.
[7] Köbele, P. (2022) “Frieden geht nur mit Russland und China”, Unsere Zeit, https://www.unsere-zeit.de/frieden-geht-nur-mit-russland-und-china-2-168075/
[8] Köbele, age.
[9] Lenin, V. I. Materialen zur Revision des Parteiprogramms, LW, Bd. 24, S. 465, italikler Lenin’e ait.
[10] Lenin “Emperyalizm” kitabında bahsi geçen tanımı yaparken önce şunu ifade eder: “Ne var ki, en kısa tanımlar, temel özelliği özetledikleri için elverişli olsalar da, tanımlanacak görüngünün çok önemli bazı çizgilerini dışarda bırakmalarından ötürü, yetersiz kalmaktadır. Bu bakımdan, gelişme sürecindeki bir görüngünün birçok bağlantısını hiç kavrayamayan bütün genel tanımlardaki itibari ve göreli değeri unutmadan, emperyalizmin, aşağıdaki beş temel özelliğini kapsayan bir tanımını yapalım” (Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, 7. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 107, italikler bize ait)
[11] Lenin, Sozialismus und Krieg, LW, Bd. 21, S. 306
[12] Lenin, Die Ergebnisse der Diskussion über die Selbstbestimmung, LW, Bd. 22, S. 368
[13] Lenin, Der Imperialismus und die Spaltung des Sozialismus, LW, Bd. 23, S. 113.
[14] Lenin, Emperyalizm, sf. 106.
[15] “Her ikisinde de ama, kapitalizme geçişin bir karşı-devrim sonucu olmasının tarihsel özelliği olarak kapitalist devletin yüksek bir etki düzeyi ve mülkiyet payının olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. Bu, Almanya, ABD, Fransa veya Büyük Britanya gibi ileri düzeyde gelişkin tekelci devlet toplumlarına göre bir farklılık arz etmektedir. Diğer bir farklılık da, Rus tekel ve oligarkların Sovyet halk mülkiyetinden ortaya çıkmalarıdır. Bu ise, emperyalizm oluşurken Batılı tekellerin rekabet mücadelesinden ortaya çıkması süreçlerinden ziyade, ilkel sermaye birikimi süreçlerine benzemektedir.” (Köbele, agy.)
[16] Yalın, age, sf. 113.
[17] Yalın, age, sf. 115.
[18] Yalın, age, sf. 118, italikler bize ait.
[19] Yalın, age, sf. 128, italikler bize ait.
[20] Yalın, agy, italikler bize ait.
[21] Yalın, age, sf. 119, italikler bize ait.
[22] Yalın, age, sf. 121.
[23] Yalın, age, sf. 165.
[24] Bloch, E. (1973) Erbschaft unserer Zeit, Suhrkamp Verlag, sf. 104-126.
[25] Fitzgerald’ın bu hikayeyi yazarken, Mark Twain’in şu sözünden esinlendiği söylenir: “Hayatın en iyi kısmının başta, en kötü kısmının da sonda olması ne yazık.”
[26] Elbette SB, Rusya’dan ibaret değildi, ancak konumuz Rusya olduğu için onunla sınırlayarak ifade ediyoruz.
[27] Lenin, Werke, Bd. 35, sf. 205.