Serdar Derventli
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırdığı günün sabahında Almanya’nın önde gelen burjuva siyasetçilerinin neredeyse hepsi “dönüm noktasından” söz eder oldular. Federal Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock (Yeşiller), “Bugün başka bir dünyada uyandık” derken Federal Ekonomi Bakanı Robert Habeck (Yeşiller) “dehşete düştüğünü” söyleyip, “şimdi inanılmaz olan oldu; sadece tarih kitaplarından bildiğimiz savaş Avrupa’da yaşanıyor” diyordu. Federal Maliye Bakanı Christian Lindner (FDP), “Ukrayna’ya yönelik saldırının bir kâbus olduğunu” dile getirdi ve “AB, NATO ve G7 bu saldırıyı sert yaptırımlarla yanıtlayacak” diye tweet attı.
Ana muhalefet lideri Friedrich Merz (CDU) ise “savaşın sadece Ukrayna’ya karşı değil, demokrasiye ve AB’nin değerlerine karşı bir savaş” olduğunu söyledi. Günün ilerleyen saatlerinde adı sanı duyulmamış, mecliste fazla dikkat çekmemeye özen gösteren en arka sıradakiler dahil birçok parlamenter “Avrupa’da uluslararası hukukun ayaklar altına alınarak ikinci dünya savaşından sonra ilk(!) kez savaşın” yaşandığı, “ilk(!) kez şiddet yoluyla sınırların değiştirilmek istendiğini”[1] ileri sürdü.
Bu söylenenlerin gerçeği yansıtmadığı; Avrupa’da 1945 sonrası değişik savaşların yaşandığı ve sınırların şiddet yoluyla değiştirildiği[2] gerçeği bir yana, yapılan bu ‘dramatik’ açıklamalarla oluşturulan atmosferde asıl olarak kamuoyu “dönüm noktasına” hazırlandı.
ÇEKİMSER KALMA KÜLTÜRÜ RAFA KALDIRILDI
Almanya bugüne kadar dış politikada izlediği askeri olarak “çekimser kalma kültürü” (resmî açıklama böyle!) bugünlerde yerini “savaş kültürüne” bırakmış görünüyor. Almanya’nın şimdiye kadarki tutumu ne daha önce çıkmasına neden olduğu iki dünya savaşından çıkardığı derslerle ne de ülke içindeki silahlanma karşıtlarını, halkın savaş karşıtı tutumunu gözetmeyle açıklanamaz.
Genelde Avrupa ülkeleri içinde özelde AB içinde silahlı kuvvetleri güçlü olan bir Almanya’ya karşı her zaman mesafeli yaklaşım oldu. Bu nedenle Almanya yıllarca “silahlı müdahaleleri istemeyen, buna BM, AB, NATO vb. kurumlar tarafından zorlanan” ama “gerçekte barışçıl bir dış politika” yanlısı bir pozisyondaymış görünümünü korumak için özel çaba sarf etti. Bu tutum Almanya’nın ‘orta boy’ emperyalist ülkeler arasından sıyrılıp ekonomik olarak dünyanın dördüncü ülkesi haline gelmesini sağladığı gibi “pis işlerini” büyük abisi ABD’ye yaptırarak (sırtını ABD’nin askeri gücüne dayayarak) işini gördüğü ama yeri geldiğinde ABD ile göz hizasında olmasa da “başı dik” politika yapmaya, fırsat bulduğunda ABD’nin çıkarlarına ters düşmesine rağmen kendi yolunda yürümenin koşullarını yaratmaya çalıştı.
Hatırlanacaktır; 31 Mayıs 2010’da Alman Cumhurbaşkanı Horst Köhler istifa etmişti. İstifaya neden ise Afganistan’daki Alman askerleri ziyaretten dönen Köhler, uçakta “Deutschlandradio” ile yaptığı söyleşide, “Ancak benim değerlendirmem, … acil bir durumda, çıkarlarımızı korumak, örneğin serbest ticaret yollarını korumak, örneğin tüm bölgesel istikrarsızlıkları önlemek için askeri harekatın da gerekli olduğudur”[3] demiş olmasıydı.
Oysa “Almanya’nın çıkarlarını savunmak” için bu tür operasyonlar uzun zamandır yaygın bir uygulamaydı. Bunun temelleri ise 1992 tarihli “Savunma Politikası Yönergeleri”nde atılmıştı: “Hammaddeleri güvenceye alma ve ticaret yollarını koruma operasyonları.” 2003 tarihli yenilenen “Savunma Politikası Yönergeleri”nde ve Bundeswehr’in 2006 tarihli “Federal Ordu Beyaz Kitabı”nda olduğu gibi, her önemli askeri-politik belgede ordunun neler yapması gerektiği belirtiliyordu.
Denebilir ki Doğu Almanya’nın yutulmasından sonra Batı Almanya dış politikasında giderek artan bir oranda askeri opsiyonları gündeme getirmeye başladı. Fakat bunları AB içindeki müttefiklerini, özelde Fransa, yanı sıra İspanya ve İtalya’yı da yanına alarak yapmaya çalıştı. 2014-19 arası AB Komisyonu Başkanı olan Jean-Claude Juncker, Almanya’nın bu politikalarına ciddi destek verdi. 2017’de “Birliğin durumu üzerine” konuşmasında “2025’e kadar işleyen Avrupa Savunma Birliği” kurulmasını talep etmişti. Aynı yıl kurulan “Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği” (PESCO= “Permanent Structured Cooperation”) bugün 46 askeri projeyi yürütmekte. AB üyesi 27 ülkenin 25’i de PESCO’nun yükümlülüklerini yerine getirme amacıyla iş birliğinde yer alıyorlar. Ayrıca yine PESCO kapsamındaki bütün ülkeler askeri alandaki araştırmaları ortaklaştırma, teçhizatları ve silah sistemlerini aynılaştırma üzerine de anlaşmış bulunuyorlar. Bu da AB’yi arkasına almak için uğraşan Almanya açısından önemli bir başarı. Bu bağlamda diğer önemli bir ‘ayrıntı’ ise prensip olarak, PESCO projelerinin üçüncü ülkelerin katılımına açık olması. 2017’de alınan bir kararda, bunun “istisnai durumlarda” ve şu şartla geçerli olduğu belirtiliyor; “söz konusu katılımın proje için önemli bir artı değeri olmalı.” Ayrıca AB üyesi olmayan ülkelerin projelerin gidişatı ve PESCO yönelimi üzerine karar verme yetkileri olmadığı da özel olarak vurgulanıyor. Buna ise en fazla bozulan tabi ki ABD oluyor; Mayıs 2019’da Pentagon’dan iki üst düzey memur, AB Dış Temsilcisi Federica Mogherini’ne yazdıkları bir mektupta[4], ABD’li şirketlerin özellikle büyük projelere katılımlarının engellendiği bildiriliyor ve “yaptırım” tehdidi gündeme getiriliyor.
Burada asıl sorun ABD’li şirketlerin yeterince silah satamadığı değil, “büyük silah sistemlerini” satamadığı. ABD hassas teknolojiye sahip olan bu tür büyük silah sistemleriyle alıcı ülkeleri denetleyebiliyor ve işine gelmeyen bir durumda söz konusu ülkeni tüm silah sistemini dondurabiliyor.
‘NATO MU AB Mİ GENİŞLEMELİ’
İkinci dünya savaşından mağlup çıkan Alman burjuvazisinin önemli bir bölümü, çıkarlarının ABD’nin başını çektiği NATO ile sadece belirli bir düzeye kadar savunulabileceği konusunda başından bu yana netti. NATO paktının öncülü olan “Brüksel Paktı” (1948) ve Batı Almanya’nın “kısmi egemenliğine” erişmesini sağlayan “Paris Sözleşmeleri” (1954/55)[5] kapsamında kurulan “Batı Avrupa Birliği”ne[6] Fransa’nın değişik ekonomik ve askeri taleplerini onaylayarak üye olmayı kabul eden dönemin Başbakanı Konrad Adenauer, ülkenin yeniden silahlanması ve ordunun kurulması için birçok şeyi yapmaya hazır olduğunu göstermişti.
Adenauer, ABD/NATO’nun himayesinde Batı Almanya’nın yeniden inşasına paralel olarak bugünkü Avrupa Birliği’nin temellerinin hızla atılmasına çalışıyordu.
SSCB’nin başını çektiği Varşova Paktı’nın 1985’de “Perestroyka” (“yeniden yapılanma”) ile başlayan çöküşü 1989/91 yıllarında tamamlandığında Doğu Almanya’yı yutarak güçlenen Alman emperyalizmi yakaladığı tarihi fırsatı değerlendirmek üzere hiç vakit kaybetmeden Avrupa Birliği’nin de reorganizasyonuna hız verdi. “Avrupa’da barışı kalıcı kılma ve AB’yi güçlendirme” adına Maastricht (1992/93), Amsterdam (1997/99), Nice (2001/03) antlaşmalarıyla AB yeniden yapılandırıldı ve Lizbon (2007/09) antlaşmasıyla AB bugünkü halini aldı.
Bu yıllar ABD ve Almanya arasında egemenlik alanlarını genişletme rekabetine de dönüştü. ABD, AB’nin genişletilmesinin[7] çok hızlı yapıldığını ve sağlıklı bir gelişme göstermeyeceğini ileri sürerken Almanya ise NATO’nun genişletilmesine[8] uzun süre sessizce onay verdi. 1999 yılında ABD’nin yanında Sırbistan’a saldıran, 2001’de Afganistan işgaline katılan Almanya 2003 yılında Irak işgaline karşı çıkmış, ABD’nin kurduğu “Çokuluslu Koalisyon Kuvvetleri”nde yer almayacağını açıklamıştı. Bunun üzerine dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Almanya (ve Fransa’yı) bu tutumlarından dolayı “eski Avrupa” diye tanımlamıştı. Rumsfeld’e göre “yeni” ve dolayısıyla geleceği temsil eden ise NATO’ya yeni üye olan ve Irak işgaline katılan Doğu Avrupa ülkeleriydi. SPD/Yeşiller koalisyonunun hükümette olduğu Almanya’da, “ABD ile göz hizasında politika yapma” üzerine tartışmalar gündeme gelmişti. Bu aynı zamanda iki ülke arasında gerginliklerin artmaya başladığı dönem olarak görülebilir.
Diğer bir gerçek ise SPD/Yeşiller hükümeti, 11 Eylül 2001 saldırısından sonra verdiği “sınırsız dayanışma” sözü nedeniyle ülke içinde ciddi sıkıntılar yaşıyordu. Bir yanda savaş karşıtı hareket hükümetin Afganistan’a asker göndermesini kitlesel protestolarla eleştirirken diğer yanda Alman burjuvazisinin bir kısmı da bu savaşta somut bir çıkar görmüyor ve Almanya’nın ABD’nin yanında gereksiz bir savaşa alet olduğunu düşünüyordu. Sadece ordunun generalleri “pratik tecrübe” toplanmasından ve birtakım silahların sıcak savaşta denenmesinden memnundular. Ayrıca ABD’nin Irak’a saldırma planlarının yanı sıra İran’a ambargo uygulaması, Rusya ile ilişkileri sürekli germesi, Çin’e uyarılar yapması da Alman sermayesinin önemli bir bölümünün işine gelmiyordu. BASF, EON gibi Almanya’nın önemli tekelleri Rusya ile ilişkileri son derece geliştirmişler ve ülkenin enerji kaynakları üzerinde stratejik ortaklıklar kurmuşlardı. “Kuzey Akımı 1” doğalgaz boru hattının inşası ABD’nin ve “yeni Avrupalıların” tüm itirazlarına rağmen tamamlandı ve 2011’de kullanılmaya başlandı.
Alman sermayesi için stratejik öneme sahip olan bu doğalgaz hattının gerçekleşmesi için Almanya, Rusya’nın “kırmızı çizgilerini” dikkate alarak 2 Nisan 2008’de Bükreş’te yapılan NATO zirvesinde Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıktı. Almanya’nın vetosundan sonra Fransa ve İtalya da Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliğine “çok erken” diye karşı çıktılar.
George W. Bush başkanlığının sonuna denk gelen Almanya’nın vetosunu “anlaşılmaz” olarak eleştirmesine karşın ilişkileri sıcak tutmaya çalıştı. Almanya’nın Barack Obama başkanlığı döneminde (2009-2017) Libya’ya saldırısıyla ilgili BM’de yapılan oylamada çekimser oy kullanarak savaşa ortak olmaması ABD tarafından provokasyon olarak değerlendirildi. Binlerce ABD askerinin Almanya’yı Hitler’den kurtarmak için canını verdiğini, SSCB’ye karşı korumak için onlarca yıl hazır tutulduğunu ve iki Almanya’nın birleşmesini sağladıklarını hatırlatan Obama yönetimi, “müttefikimiz tutumunu gözden geçirmeli” uyarısını yaptı. Yine bu dönem içinde başta ABD’ye karşı olmak üzere çok sayıda ülkeye karşı dış ticaret fazlalığını sürekli büyütmesi Obama tarafından değişik platformlarda defalarca eleştirilmişti. Bu eleştiriyle değişik AB üyelerini de yanına çekmeyi başaran Obama yönetimi, Almanya’yı uluslararası alandaki ekonomik gücüne denk düşmeyen bir davranış içinde olması, güvenlik konusunda üzerine düşeni yapmak yerine ABD ve NATO’nun arkasına sığınmasını hep gündemde tuttu. Donald Trump’ın başkanlığı döneminde (2017-2021) ilişkiler son derece bozuldu. Paris İklim Sözleşmesi’nden çıkan, TTİP’i tek taraflı fesheden Trump, Almanya’nın NATO tüzüğüne uygun olarak GSMH’nın yüzde ikisini askeri harcamalara ayırması için baskıyı sürekli gündemde tuttu. Almanya’nın ihracat fazlalığını bilinçli olarak düşürmediğini söyleyip gümrük vergilerini yükselten Trump, “Eğer ABD’den ithalat artmazsa gümrük vergilerini daha fazla yükselteceğini” ilan etti, ABD’de otomobil satan Alman tekellerine ise “pazarı kullanıyorsanız üretimi de burada yapacaksınız” dayatmasından geri durmadı.
Obama döneminde başlayan ve Trump döneminde derinleşen çelişkiler bugünde hala devam etmekte. Almanya askeri, politik ve ticari olarak giderek ABD’den daha fazla bağımsız hareket etmenin koşullarını yaratmaya çalışıyor.
ALMANYA ‘B’ PLANINI ‘MİLADA’ DÖNÜŞTÜRDÜ
Rusya ile Ukrayna arasındaki gerginliğin daha fazla büyümemesi için Fransa ile birlikte özel çaba harcayan, AGİT’i de (“Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı”) bu sürece dahil eden Almanya, Rusya ile enerji alanında girdiği stratejik ortaklığı tehlikeye atmamak, ABD’nin egemenlik alanının genişlemesini engellemek istiyordu.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından 10 gün önce Başbakan Olaf Scholz, 14 Şubat günü Kiev’de Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski ile buluşmuş ve Minsk II[9] anlaşmasının uygulanması, yani Kırım’dan vazgeçilmesi, Donetsk ve Luhansk ‘cumhuriyetlerini’ tanınması için Ukrayna tarafına ciddi baskı yapmıştı.[10] Zelenski’den “Minsk Protokolünü” hayata geçirmek üzere Rusya ile görüşme sözü alan Scholz bir gün sonra da Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin ile görüşmüş ve Minsk II “müjdesini” vermişti.
Moksova’da düzenlediği basın toplantısında “Bütün taraflar Minsk protokolünün uygulanmasından yanalar. Hepsinin diğerlerinden beklediklerini kendilerinin de yapması gerekiyor. Eğer Avrupa’da güvenliği ve barışı sağlama konusunda ciddilerse Ukraynalıların, Rusların, iki idari bölgenin ve tabi ki NATO’nun-ABD’nin de kendilerini aşmaları gerekiyor. Avrupa’da savaşa yol açacak bir durum istenmiyordur umarım, barış güvenceye almak mümkün” dedi. Satır aralarından topun özellikle ABD’de olduğunu ortaya koyan Scholz, Almanya’nın yapabileceğini yaptığını bundan sonrasında olacaklardan tarafların sorumlu olacağını söyledi.
Fakat ABD’de Zelenski’yi “Minsk Protokolü’nden vazgeçirmeyi, Donetsk ve Luhansk ‘cumhuriyetlerini’ tanımak bir yana yeniden ele geçirmek için askeri saldırıları sürdürmeye ikna etmeyi başardı.
Rusya’nın saldırmasından sonra Almanya “b planını” devreye soktu. Engellemeye gücü yetmediği savaşı şimdi iç ve dış politikası için fırsata çevirmeye çalışacaktı. 27 Şubat günü Federal Meclis’te yapılan olağanüstü oturumda Başbakan Scholz, “24 Şubat 2022, kıtamızın tarihinde bir dönüm noktasıdır. Ukrayna’ya yapılan saldırı ile Rusya Devlet Başkanı Putin acımasızca bir saldırı savaşı başlattı -tek bir nedenden dolayı: Ukraynalıların özgürlüğü, kendi baskıcı rejimini sorguluyor. Bu insan onurunu hiçe saymaktır. Bu uluslararası hukuka aykırıdır. Bunu hiçbir şey ve hiç kimse haklı çıkaramaz” diyerek “b” planını “milada” dönüştürdü.
Scholz konuşmasında savunma bütçesini GSMH’nın en azından yüzde ikisine çıkaracaklarını ve Federal ordunun acil gereksinimlerini tedarik etmek için 100 milyar Euro hacminde bir özel fon kuracaklarını açıkladı. Özel fonun kullanımını anayasaya alacaklarını söyleyen Scholz, “Böylece gelecek hükümetler fonu sadece amacına uygun kullanabilecekler” dedi.
Anayasayı değiştirmek için mecliste üçte iki çoğunluğa ihtiyaç olduğundan koalisyon hükümeti ana muhalefet partisiyle görüşüyor.
Yıllarca hiçbir hükümetin cesaret edemediği bir hızla ilan edilen silahlanma paketi ve yaratılan atmosferle sağlanan kamuoyu desteğiyle Alman emperyalizmi önemli bir mesafe kat etti.
Koalisyon hükümeti, koalisyonun kurulma aşamasında yayınladığı bildirgede yeni bir dış ve askeri politikanın nasıl olacağını şöyle ifade etmişti: “Değerler temeli üzerinde yeni bir Avrupa dış, güvenlik ve kalkınma politikası“ndan söz ediliyor. Bunun ne anlama geldiği metinde açıkça ifade ediliyor: “Bu nedenle Alman çıkarlarını Avrupa çıkarları ışığında yeniden tanımlayacağız. … Avrupa’nın stratejik egemenliğini artırmak istiyoruz. … Avrupa’nın ulusal orduları arasında daha fazla işbirliğini savunuyoruz.” Yani Almanya’nın çıkarları AB aracılığıyla askeri olarak da uygulanacağı anlamına geliyor. Almanya’nın askeri ihtirasları muhtemelen daha fazla AB’ye kaydırılacak.
‘MİLATTAN’ SONRA ALMANYA NE YAPACAK?
Ukrayna-Rusya savaşı stratejik olarak Almanya’nın hedeflediği AB’yi bir bütün olarak tehdit ediyor. Savaşı “son Ukraynalıya” kadar sürdürmekte kararlı olan ABD, bu ülkeye yönelik silah ve mali yardımlarını sürekli artırıyor. ABD’nin savaştaki birincil hedefi Rusya’yı mümkün olduğunca zayıflatmak ve Çin’in müttefiki olacaksa da zayıf bir müttefik olmasını sağlamak. Diğer yanda ise ABD, “Rus tehdidiyle” özellikle Doğu Avrupa’daki AB üyesi ülkeler üzerindeki etkisini de artırmayı hedefliyor.
Her ne kadar ABD izlediği çizgide şimdiye kadar başarılı görünüyor olsa da Almanya’nın henüz kullanmadığı kozları mevcut. PESCO kapsamındaki projelerle bu ülkelerin çoğunu yeniden yola getirmek mümkün olabileceği gibi özellikle Doğu Avrupalı AB üyesi ülkelerinin tümü Almanya’ya ekonomik açıdan son derece bağımlılar. Polonya, Çekya, Romanya ve Macaristan, Alman otomotiv ve elektro sanayisinin tedarik zinciri içinde yer alıyorlar ve dış ticaretlerinin önemli bir bölümünü de bu ilişki üzerinden Almanya ile gerçekleştiriyorlar. Diğer yanda Euro bölgesinde ortalama yüzde 7,5 dolayında olan enflasyon oranı Doğu Avrupalı ülkelerde çift haneli (%12-19) gerçekleşiyor. Buda söz konusu ülkelerin özellikle sonbahar ve kış aylarında ekonomik olarak zorlanacakları ve AB’nin fonlarına yönelecekleri anlamına geliyor. Burada da hala Almanya’nın sözü geçiyor.
Yaşanan savaşta Almanya’nın “NATO üyesi” olarak müdahil olmaya zorlanması, ülke içindeki ABD yanlısı sermaye ve siyasi temsilcilerinin ülke içinde daha etkili bir pozisyona gelme tehlikesini içinde barındırıyor. Bu tehlike özellikle savaşın daha uzun sürüp sürmeyeceği ve buna bağlı olarak enerji sorununun büyüyüp büyümeyeceği ile alakalı. Bundan dolayı da Alman emperyalizmi bir bütün olarak Rusya’nın savaş alanını “yenilen” taraf olarak terk etmesini istemiyor. En azından Rusya’nın “partner” olabilecek bir pozisyonda kalmasını istiyor. Rusya’nın savaş nedeniyle belirli ölçüde ekonomik olarak zayıflaması Alman emperyalizminin de işine gelmiyor değil.
Rusya’da da gözler Almanya’ya yönelmiş bulunuyor. Rusya’nın tanınmış düşünce fabrikalarından “Valdai Tartışma Kulübü”[11] Program Direktörü Timofei Bordachev, 28 Nisan günü “Avrupa ve atom bombası”[12] başlıklı bir yazı yazdı. “Alman hükümeti bu yılın mart ayında savunma bütçesine 100 milyar Euro ayırması gözlemciler tarafından Almanya’nın gerçek bir militarist yola girdiği şeklinde değerlendirildi” diyor.
Almanya’nın son 15 yıl içinde adım adım AB’yi doğuya doğru genişletmesini, ortak para birimini yürürlüğe koymasını ve Rusya’yı AB yakınlaştırmasını “ortaya çıkan olanakları” değerlendirmekten çok, “kısa ve orta vadeli masrafları da göze alarak bu adımların gerekliliğini kabul etmek” olduğunu yazan Bordachev, Avrupalıların ve özelde Almanların bu stratejiden vazgeçmeyeceklerini söylüyor.
ABD’nin Rusya’yı uzun süre daha savaşla elini kolunu bağlama stratejisinin Avrupa’nın en fazla nüfusa sahip olan ülkesini nükleer silahlanmaya, ABD’den bağımsızlaşmaya yöneltebileceğini yazan Bordachev, burada Fransız elit tabakasının tutumunun belirleyiciyi olacağını belirtiyor. “Her ne kadar Elysee Sarayı, ülkenin atom silahları üzerindeki kontrolünü kaybetmek istemese de elit tabaka, Fransa’nın daha fazla gerilemesi yerine güvenlik politikalarını ekonomik olarak güçlü olan büyük bir partnerin ellerine bırakmayı yeğleyebilir” diyor.
Somut duruma bakıldığında Bordachev’in varsayımlarının o kadar da gerçek dışı olmadığı görülüyor. Bunun hemen yarın gerçekleşmesini kimse beklemiyor ama her iki ülkenin de tek başlarına çok fazla bir şey yapamayacakları düşünüldüğünde yakınlaşmalarını çok fazla sürmeyeceği de söylenebilir. Zaten Almanya on yıllardır Fransa ile özellikle ekonomik alanda yakınlaşmaya (Uzay ve havacılık alanında Airbus üzerinden ortak çalışan iki ülkenin tersaneler birliği kurma çabaları vb.) çalışıyor.
Rusya’nın bugüne kadar askerî açıdan ciddiye almadığı Almanya’nın şimdi Rusya’nın savaş hamlesi sayesinde açık militarist bir yola girmesi, emperyalistlerin ve bağımlı ülkelerin dünya genelinde jeopolitik sorunların giderek daha fazla oranda askeri araçlarla çözme eğilimlerinin güçlenmesiyle de örtüşüyor.
[1] Köhler, H. (2022) “Eklatanter Bruch des Völkerrechts”, Tagesschau, www.tagesschau.de/inland/innenpolitik/reaktionen-deutschland-109.html
[2] 1946-1949: ABD ve B. Britanya’nın taraf olduğu 50 bin insanın katledildiği “Yunanistan iç savaşı”, 1969-1997: B. Britanya’nın taraf olduğu 3 bin insanın katledildiği Kuzey İrlanda iç savaşı, 1974: NATO üyeleri Türkiye ve Yunanistan’ın karşı karşıya geldiği binden fazla insanın katledildiği “Kıbrıs Savaşı”, 1991-2001: NATO, AB gibi emperyalistlerin taraf olduğu ve Yugoslavya’nın dağılması ve yedi yeni ülkenin kurulmasıyla sonuçlanan savaşlar. Ayrıca Ukrayna’da savaş gerçekte 2014 yılından bu yana devam ediyor.
[3] Deutschlandradio (2010) “Sie leisten wirklich Großartiges unter schwierigsten Bedingungen”, www.dradio.de/aktuell/1191138/
[4] Traufetter, V. G. und M. Gebauer (2019) “USA attackieren EU-Pläne für Verteidigungsfonds”, Spiegel, www.spiegel.de/politik/ausland/usa-attackieren-eu-plaene-fuer-verteidigungsfonds-a-1267291.html
[5] 1948’de B. Britanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg tarafından resmi olarak Almanya’ya gerçekte ise SSCB’ye karşı kurulan askeri birliğe 1954 yılında “Paris Sözleşmesi” ile Almanya’da dahil edildi. Batılı müttefiklerin işgal statüsünde tuttukları Almanya bu askeri birliğe girerek kısmen ulusal egemenlik haklarına kavuştu.
[6] Batı Avrupa Birliği (Western European Union, WEU) Avrupa güvenlik ve savunma örgütüdür.
[7] AB’nin genişletilmesi: 1995: Avusturya, Finlandiya ve İsveç. 2004: Estonya, Letonya ve Litvanya Malta, Polonya, Slovakya, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Kıbrıs. 2007: Bulgaristan ve Romanya. 2013: Hırvatistan.
[8] NATO’nun genişletilmesi: 1999: Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti. 2004: Romanya, Slovakya, Slovenya, Bulgaristan, Estonya, Letonya ve Litvanya. 2009: Arnavutluk, Hırvatistan. 2017: Karadağ. 2020: Kuzey Makedonya.
[9] Minsk Protokolü, Ukrayna’nın Donbass bölgesindeki savaşı durdurmak için Ukrayna, Rusya Federasyonu, Donetsk Halk Cumhuriyeti, Luhansk Halk Cumhuriyeti ve Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT) temsilcileri tarafından 5 Eylül 2014 tarihinde imzalanan bir anlaşmadır. AGİT himayesinde Belarus’un Minsk kentinde yapılan kapsamlı görüşmelerin ardından imzalandı. Donbass’taki çatışmayı durdurmak için daha önce yapılan çok sayıda girişimin ardından gelen anlaşma, acil bir ateşkes uyguladı. Protokol, Donbas’taki savaşı durdurmayı başaramadı ve bunu 12 Şubat 2015’te kabul edilen Minsk 2 adlı yeni bir tedbir paketi takip etti. Minsk 2 de çatışmayı durduramadı, ancak Minsk anlaşmaları, Normandiya Formatı toplantısında kararlaştırıldığı gibi, çatışmaya gelecekteki herhangi bir çözüm için temel olmaya devam ediyordu.
[10] 22 Ocak 2022’de görevden alınan Alman Deniz Kuvvetleri Komutanı Koramiral Kay-Achim Schönbach, Hindistan’da katıldığı bir toplantıda, “Kırım yarımadası gitti, geri gelmeyecek, bu bir gerçek, bunu Ukraynalılar da kabul etmeli” demişti. Ayrıca asıl tehlikeli düşmanın Çin olduğunu söyleyen Schönbach, “Rusya’yı Çin’e karşı mücadelede yanımızda tutmalıyız” demişti. Koramiral Schönbach aslında Alman devletinin resmi olmayan görüşünü ağzından kaçırmıştı.
[11] Uluslararası tartışma kulübü “Waldai”, 2004 yılından beri her sonbaharda Rusya’da düzenlenen ve gazetecilerin, politikacıların, uzmanların/bilim insanların ve kamuoyunda tanınmış şahsiyetlerin katıldığı toplantının adıdır. Katılımcıların ağırlığı Rusya’dan olsa da uluslararası bileşimi vardır. Genel kurul oturumlarında, Rusya’nın dış ve iç politikaları her yıl farklı bir temayla ele alınıyor.
[12] Valdai (2022) “Europe and the Atomic Bomb”, https://valdaiclub.com/a/highlights/europe-and-the-atomic-bomb/?sphrase_id=1378955