Coşkun Özbucak

Özer Akdemir

12 Kasım 2021 Cuma akşamı Aydın Çine’de Madran Dağının köylerinden Topçam’da Ali ve Cennet Coşkun çifti, evlerinin yakınlarında kurşunlandı. Coşkun ailesinin evlerine 60 metre uzaklıkta patlatmalı kuvars madenciliği yapan Eysim Şirketinin bakım şefi olduğu ileri sürülen şüpheli, yanındaki arkadaşının kendisini tutmak istemesi üzerine nişan alarak ateş ettiği çifte isabet ettiremedi. Can havliyle kendilerini bir kayanın ardına atabilen çiftin arkasından birkaç el daha ateş eden saldırgan, arkadaşları tarafından sakinleştirilerek olay yerinden uzaklaştırıldı. Coşkun ailesi ise, gece karanlığında sürünerek olay yerinden uzaklaşıp köylülerinden yardım isteyebildi.

Daha önce defalarca ölümle tehdit edilen Coşkun ailesine yönelik bu silahlı saldırı, ülkemizde yaşam alanını koruma mücadelesi verenlere yönelik en son örneklerden biri oldu. Maden şirketleri artık kendilerine karşı çıkanlara silahla saldıracak kadar pervasızlaştı ve gözleri döndü.

9 Mayıs 2017 tarihinde, Finike’nin sedir ormanlarının korunması için mücadele eden Ali-Aysin Büyüknohutçu çifti, mermer ocağı patronları tarafından tutulan bir kiralık katile öldürtüldü. Kısa sürede yakalanan ve tutuklanan katil zanlısı, cezaevinden yazdığı ve eşi ile cezaevinden çıkartmaya çalıştığı mektupta maden patronunu parasının geri kalanını ödemezse konuşmakla tehdit ediyordu.

Bir gerilim ve korku filmi gibi gelişen Finike katliamları davasında, katil zanlısı “güvenlik” gerekçesi ile başka bir cezaevine nakledilmesinden hemen sonra “intihar” etti ya da “ortadan kaldırıldı. Sonrasında davada tek tutuklu sanık olarak kalan eşi de tahliye edildi. Cinayet dosyası, gelişen sürece bakılırsa, çok hızlı bir şekilde kapatılmaya doğru gidiyor. Kiralık katil tutup iki doğa savunucusunu öldürten mermer şirketi patronları ise cezasızlıkla ödüllendirilecek.

İşte bu cezasızlık iklimi yüzünden Çine’nin bir dağ köyünde yaşayan Coşkun ailesi de, Ali-Aysin çifti ile aynı kaderi paylaşabilirlerdi!

KELİMENİN GERÇEK ANLAMIYLA BİR YAŞAM MÜCADELESİ

Bu son örnek, ülkemizde ekoloji mücadelesinin, yaşam alanlarını korumanın yanı sıra doğrudan yaşamı koruma mücadelesi haline geldiğinin bir kanıtı olarak önümüzde duruyor. Maden, biyogaz, termik, taş ocakları gibi projelere karşı direnen, yaşam alanlarına yönelik şirketlerin/sermayenin saldırılarına karşı koyan köylülere yönelik jandarma ve polis baskısı/saldırıları yaşam savunucularına yönelen devlet baskısının bir unsuruyken, Büyüknohutçu ve Coşkun ailelerine yönelik katliam ve katliam girişimi de meselenin bir başka yönünü oluşturuyor.

Ekoloji, sözcük olarak yeni kullanılmaya başlansa da, kapitalizmin doğayı alınıp satılabilen bir mal/meta olarak görmesi ve doğanın yağmasına soyunması ile birlikte hızla daha çok tartışılan ve kullanılan bir kavram olarak gündemimize girdi. Böylelikle, bugün açısından kapitalizme karşı mücadelenin bir alanı ve adı olarak da her geçen gün daha fazla gündeme damga vurmaya devam ediyor.

Doğaya ve yaşam alanlarına yönelik saldırılar yoğun bir şekilde sürdürülürken, ekoloji mücadelesi başlangıçta bu kadar kapsamlı değildi. Özellikle sermayenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, suları hedeflemesi ve planlı bir biçimde gündemine alması, halkın tepkilerinin lokal de olsa gelişmesine neden oldu.

Kentlerde çöp sorunu, yerlerin kirletilmesi, yeşil alanların azlığı, trafik keşmekeşi gibi kent ve çevre sorunları zamanla sanayi kuruluşlarının yarattığı su, hava, toprak kirliliği ile hem çeşitlendi, hem de kentin ve sanayinin büyümesi ile orantılı bir şekilde büyüdü. Doğanın tahribi ve kirliliğindeki bu “büyüme”, yaşam alanlarının tahrip edilmesinin yanı sıra sermaye tarafından devlet zoru ile gasp edilmesi gibi bir sonuca da yol açtı.

EKOLOJİ MÜCADELESİ SINIF MÜCADELESİNİN BİR YÖNÜDÜR

Ekoloji mücadelesinin sınıfsal bir zemini vardır. Ancak bu zemin mücadeleye katılanların sınıfsal niteliğinin, siyasi tercihlerinin farklı olmasına engel değildir. Ekoloji mücadelesinin sınıfsal içerikli olması, onun “solcuların bir mücadele alanı” olarak darlaştırılması anlamına da gelmez. Ki bu ciddi bir hata olur. Hareketin mücadele alanları daha çok köyler (kırsal alan) olduğu için, kullanılacak dilden, kurulacak örgüt biçimlerine kadar birçok farklılıklar görülmektedir.

Yerel ekolojik mücadeleler sermaye ve devlet güçleri ile yaşadıkları çatışmalar sırasında ister istemez ciddi bir politik eğitim sürecinden de geçmektedir. Yaşam alanlarına saldırıya karşı umut bekledikleri (kendi oy verdikleri dahil) sermaye partilerinden, TBMM’deki milletvekillerinden ya da belediyelerden bir fayda gelemeyeceğini yaşayarak görebiliyorlar. Öte yandan bu deneyimler çoğu zaman yöre halkının siyasi tercihlerini de değişmesine yol açabilen bir politik tutuma evrilebiliyor.   

Bu mücadelede bir örnek siyasallaşma üzerine: Ordu Çaybaşı ilçesinde İlküvez Mahallesi’nde (Büyükşehir olmadan önce beldeydi) Ordu Büyükşehir Belediyesi çöp tesisi yaptı. Mahallede AKP’ye yüzde 95 oy çıkıyor. Bu mücadele sonrası AKP’den toplu istifalar yaşandı.

Yine Manisa Salihli’nin Caferbey köylüleri yerel seçimlerde yüzde 90 oranında AKP/MHP ortaklığı olan Cumhur ittifakına oy vermişken, bugün mahallelerine yapılmak istenen çöp tesisine karşı aylardır süren direnişleri sürecinde bu partileri artık köylerinde istemediklerini açık açık söylüyorlar. “Bizde bu partilere yaklaşım böyle olmuşsa, ülke geneli çok daha kötü durumdadır bu partiler için” diyerek siyasi öngörülerini de paylaşıyorlar.

Nitekim 2019 yerel seçimlerin sonuçlarını değerlendirecek olursak ekoloji mücadelelerinin birçok yerde belirgin bir etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Ekoloji mücadelelerinin geliştiği yerlerde AKP ve MHP’nin Cumhur İttifakı’nın önemli kayıplar yaşadığı görülürken, ekolojik saldırılar karşısında mücadelenin cılız kaldığı ya da var olan mücadelenin sönümlediği yerlerde ise bu ittifakın oylarını koruduğu ya da arttırdığı görüldü.[1]

Yine Afyon merkeze bağlı Beyyazı kasabasında 2014 yılında yapılan ve “sağcısı-solcusu” 6 partinin birleşerek Demokrat Parti adayını desteklediği yerel seçimlerde Beyyazı’da üç taş ocağına karşı verilen mücadelenin öncülerinden birisi olan EMEP’in adayı, sayım hileleri ile geride bırakıldı. EMEP adayına verilen oyların geçersiz sayılması ile oylar iki parti arasında eşit çıkarılırken, sonrasında yapılan itirazların ardından belediye başkanlığı DP adayına “hediye edildi”.[2]

Elbette yerel ekolojik mücadelenin sonuçlarını sadece oy hesabı üzerinden değerlendirmek doğru değil. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu mücadeleler yerel halkın siyasi tercihlerini ve sistemle olan bağlarını da etkileme, değiştirme potansiyeline sahip. Her mücadele ve bölge açısından genellemek doğru olmasa da, yerel-genel seçimlerdeki yönelimler ekolojik mücadeleler ile sermaye düzeninden kopuş arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından somut birer örnek olarak verilebilir.

İKLİM KRİZİ KAPİTALİZMİN ESERİDİR

Sanayinin karbon temelli ekonomisi, üretim-tüketim alışkanlıkları ile paralel giden ekonomik-sosyal hayatın biriktirdiği devasa sorunlar, dünya genelinde artık yaşamı tehdit eder bir noktaya geldi. Kapitalist emperyalizmin bir kurumu olan Birleşmiş milletler tarafından oluşturulan Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından hazırlanan İklim Değişikliği 2021: Fiziksel Bilim Temeli başlıklı raporda, dünyadaki iklim sistemlerindeki değişimin insan kaynaklı olduğu tartışmasız olarak kabul edilirken, bu durumun “1750’den bu yana sera gazı konsantrasyonlarında yaşanan artış sonucunda gerçekleştiği”nin altı çiziliyor. Sanayi, devrimiyle birlikte artan fosil yakıt (kömür, petrol,doğalgaz) tüketiminin atmosfere bıraktığı karbon yükü,  tarım ve ormanlık alanların enerji, sanayi, maden ve kentleşme politikalarıyla talan ve tahrip edilmesi sonucu artan sera gazı etkisiyle oluşan küresel ısınmaya bağlı olarak yaşanan iklim değişikliğinin kaynağı çok iyi biliniyor. Oysa ki; kapitalist sistemin ihtiyaca göre ve doğayla uyumlu olmayan plansız ve anarşik üretiminin sonucu olarak küresel ısınma ve iklim değişikliği ortaya çıkıyor. Kapitalist birikimin sebep olduğu bu durum, insan kaynaklı faaliyetler denilerek hem genelleştirilirken hem de var oldukça dünyayı geri dönülemez bir yıkıma sürükleyen kapitalist sistemin yıkıcılığı perdelenmek isteniyor.

Kapitalist üretim-tüketim ilişkileri nedeniyle karbon salınımının artması ve bunun yol açtığı iklim değişikliğini uzmanlar “insanlığın freni patlamış bir otobüsün içinde, son sürat uçuruma doğru gidiyor” sözleriyle tanımlıyorlar.[3]

İklim değişikliğinin etkileri “Aşırı iklim olayları ya da doğa felaketleri” olarak tanımlanırken bu etkiler zaman geçtikçe daha da can yakıcı bir biçimde hissedilmeye başlandı. Bütün bunlar genel ve kapitalizmin tahrip ediciliğinin suçlanmasından soyutlanmış bir “çevrecilik” anlayışı ile yaşamın korunamayacağı gerçeğini gün yüzüne çıkarıyor. Hal böyle olunca ekoloji mücadelesi de zaman içerisinde sistemi doğrudan sorgulayan, eleştiren ve nihayetinde değiştirilmesi gerektiğine vurgu yapan bir hatta doğru evrildi. Tam da bu nedenlerle yerel ekoloji platformları bir yandan saldırılara karşı mücadeleyi örgütlemeye soyunurken, diğer yandan halkın kapitalizmin saldırılarının kendilerini ve geleceği nasıl etkilediğini öğrendiği araçlar haline geldi.

Sermayenin suları ticarileştirmesi ve nükleer ve termik santraller yapımıyla geliştirdiği süreç bugün açısından enerji ve maden yatırımlarıyla üst boyuta ulaştı. Artık lokal eylemlerin, direnişlerin yeterli olamadığı bilinci oluşuyor ve ülke genelinde birliktelikler tartışılıyor. Hatta bu mücadele uluslararası alana da taşınarak sürdürülmeye çalışılıyor.

Devletin maden ve enerji yasa ve yönetmeliklerinde yaptığı değişiklikler sonrası şirketlerin enerji ve maden işletmelerinin mantar gibi çoğalması da dikkat çekmeye başladı. Bir derede, ormanda yaşanan sıkıntı o bölgenin insanlarının derdi olarak kalıyordu. Hatta bu yatırımların “devlet yatırımları” biçiminde anlatılması direnişleri pasifize etmenin yolu olarak kullanılmak istense de pek tutmadı. Bir araya gelmeler, direnişler büyüdü.

TÜRKİYE DE EKOLOJİ MÜCADELESİNİN GELİŞİMİ

Bu süreçte yerellerde yaşanan ekolojik sorunlara karşı bir araya gelen halkın “platformlar” biçiminde kendilerini ifade etmeye başladığını görüyoruz. Bu platformlar “sorun üzerinden” kuruldukları için de ‘sorun’ kazanımla ya da yenilgiyle sonuçlandıktan sonra çoğunlukla dağıldı. Öte yandan, bu saldırıların arkası kesilmeyince, sönümlenen platformlar yeniden canlandırılmaya çalışıldı. Tüm -canlı-cansız varlıkların bir arada bulunduğu doğaya ve canlıların yaşamlarını sürdürdüğü bölgelere (dağ, ova, nehir, göl, deniz vs..) yani yaşam alanlarına yönelik saldırılar çeşitlenmeye başladıkça direniş ve örgütlenme de çeşitlenip gelişti.

Genel olarak baktığımızda platformların kuruluşunun iki biçimde olduğunu söyleyebiliriz. Biri, şehir merkezinde ekoloji konusunda duyarlı-bilinçli insanlar ve kurumların bir araya gelerek kurduğu platformlar, diğeri de sorunun yaşandığı yerdeki halk tarafından kurulan platformlar.

Bir zaman sonra sorunun adıyla kurulan platformlar değişime gitti. “Nükleer santrallere hayır”, “HES’lere hayır” adlarıyla kurulan platformlar, adlarını değiştirerek daha kapsayıcı isimler kullanmaya başladılar. Artık HES, JES, GES, RES, nükleer ve termik santraller; maden aramaları (çeşitli); yol, havaalanı, deniz dolgusu, göllerin, SİT alanlarının imara açılması; fabrikalarının atıklarıyla suların kirletilmesi, göl kuruması gibi sorunların tümü ya da çoğu aynı illerde görülmeye başlandı. Bu durum, platformlarda ve mücadelede de değişime neden oldu. Önce il, sonra bölge daha sonra da ülke genelinde birliktelikler tartışılmaya başlandı.

Bu tartışmalar sürerken, ekoloji mücadelesine bakış açısından farklılıklar da ortaya çıktı. HES konusunda “bir derede birden fazla yapılmasın” diyenler de oldu; yapılma biçimine karşı olanlar da. Sermayenin tüm kurumları ile birlikte doğayı metalaştırarak, yaşam alanlarına yönelik yağma-talan politikasına girişmesine karşı verilen mücadele özünde anti-kapitalist bir mücadeleye denk düşüyordu ki, bu gerçeklik karşısında ekolojik mücadele örgütlerinin bir süre sonra bu siyasi perspektifte ilerlemeye başladıklarını görüyoruz.

TEMA, Greenpeace gibi örgütlenmelerin özellikle maaşlı personel çalıştırarak, AB fonlarından yararlanarak profesyonel kadro etkinlikleri ve devlet kurumlarıyla ortak iş yapmaları şeklinde gelişen kapitalizm içi reformist-çevreci bakış açısı bir süre etkin olsa da, bugün açısından ekoloji mücadelelerindeki etkinliği epeyce azaldı denebilir.

AB fonları dışarıdan bakıldığında ulusal-uluslararası “sivil toplum örgütleri”nin çevreyi koruma mücadelelerine bir destek gibi görünse de, özünde bu mücadeleleri sistem içerisinde tutma ve nihayetinde sistem karşıtı yönlerini törpüleyerek kapitalizm için “kabul edilebilir” bir direniş hattında ilerlemesini sağlama işlevini görmüştür. Öte yandan, özellikle burjuva hukukunun bile işlemediği bizim gibi ülkelerde yerel halkın kitlesel karşı duruşu, dayanışması ve mücadelesi ile püskürtülebilecek bu saldırılar, büyük çoğunluğu bir sonuç doğurmayan hukuksal süreçler, bir takım sistem içi çözüm önerileri içeren eğitimler ve nihayetinde tüm bunları finanse ederken aslında kontrol altında tutmaya da yarayan mali planlar daha çok yine bu fonlar eliyle yapıldı.

Ekoloji mücadelesini Türkiye genelinde birleştirme girişimleri hep oldu. Temiz Enerji Platformu (TEP), Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu, Nükleer Enerjiye Hayır Platformu, Türkiye Çevre Platformu, Ekoloji Meclisi… vb. Bu girişimler yanında bölgesel örgütlenmeler de kuruldu. Mezopotamya Ekoloji Hareketi (MEH), Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP), Derelerin Kardeşliği gibi. İllerde derneklerin de kurulma süreci hızlandı. Basına yansıyan haberler, sosyal paylaşımlar ve siyasi örgütlenmelerin varlığı bu platformların bir araya gelmesini kolaylaştırdı.

Yerel platformların saldırılar karşısında yalnızlıkları ve bütün devlet aygıtını arkasına almış sermaye güçlerine-şirketlere karşı tek başlarına yeterli bir savunma gösteremedikleri, yaşanan birçok direniş örneği ile deneyimlendi. Saldırı sınıfsaldı ve devlet destekliydi. Doğal olarak bu saldırılara karşı koyabilmek de sorunlara sınıfsal bir bakış açısıyla ve birleşik bir mücadele hattıyla başarılabilirdi. Örgütlenmelerin biçiminin de bu anlayışa uygun olması için çabalamak gerekiyordu. Ve mücadele de buna uygun olmalıydı.

O nedenle, deresine HES kurdurmayan, maden şirketini kovan veya Aliağa’ya termik santrali kurdurmayan yerel mücadelelerin lokalde elde ettikleri yaşam alanlarını koruma başarısının kalıcılaşması için (çünkü sermaye vazgeçmiyor, açığı – zayıflığı bulduğu anda tekrar saldırıyor) yerellerdeki mücadelelerin birleşerek saldırılara karşı çıkması tartışılmaya başlandı. Birleşme ve ortak mücadeleye “yerelin özgünlüğünü, özerkliğini” kırabilir diye yaklaşanların yanı sıra, “çeşitli sendika, dernek ve birliklerde görülen tarzda hiyerarşik hantal bir yapıya evrilebilir mi?” endişesi ile bakan kişi/gruplar da olmadı değil.

EKOLOJİ MECLİSİ DENEYİMİ

Ülkenin dört bir yanındaki talana, doğa kıyımına karşı yerellerde yaşam alanlarını, sularını, çocuklarının geleceğini korumak için direnmeye çalışanlar için birlik her geçen gün daha da büyük bir ihtiyaç olarak kendisini gösteriyordu. ‘Birlik’ten kasıt sadece bir araya gelme, sorunları, deneyimleri paylaşma, bir anlamda dertleşme, birbirinin yarasını görme, anlama, tanıma değildi. Geçmiş yıllarda bu içerikli birçok toplantı gerçekleştirilmiş, ülkenin değişik yerlerinden yaşam savunucuları birbirini tanıma olanağı bulmuştu. Her biri birbirinden değerli, anlamlı ve yararlı olan bu toplantıların belki de en önemli eksikliği, yarına ilişkin bir yol haritasının ortaya konmamasıydı. Yine de birlik düşüncesinin ete kemiğe bürünmesi için bu süreçten geçilmesi, bu deneyimlerin de yaşanması gerekiyordu. Demir tava gelmişti artık ve dövülmeyi bekliyordu.[4]

6 Aralık 2014’de Ankara’da çok sayıda çevre örgütü ve demokratik kitle örgütünün bir araya gelmesiyle oluşturulan Ekoloji Meclisi bu ihtiyaç ve iddialarla kurulmuştu. “İktidar sermaye ortaklığının karşısında örgütlü bir güç olarak, deneyimlerimizi birleştirmeye, dayanışmayı büyütmeye, yaşam mücadelelerimizi ortaklaştırmaya kararlıyız” diyerek kuruluş gerekçesini açıklayan Ekoloji Meclisi’nin daha ilk toplantısında “nasıl bir örgüt ve mücadele hattı” konusunda farklı görüşlerin olduğu ortaya çıktı. İkinci Toplantısını Mersin, 3. Toplantısını İzmir’de gerçekleştiren Ekoloji Meclisi’nin 3. Toplantısı ile ilgili EGEÇEP Ekoloji Meclisi bileşenlerine gönderilen şu değerlendirme tartışmalar hakkında bilgi veriyor:

1. Ekoloji Meclisi asıl olarak yerellerdeki mücadele dinamiklerinin bir bileşimidir. Onların mücadelelerini birleştirmeyi ve dayanışmayı örmeyi hedefler. Bu nedenle Meclisin bileşenlerinin içinde siyasi parti/hareket/örgüt olmamalıdır. Bu oluşumlar yerel mücadele dinamiklerine katılarak, onların mücadelesi üzerinden meclis çatısı altında yer alırlar.

2. Meclisin adı HDK Ekoloji Meclisi ile sıkça karıştırılmaktadır. Bu aynı zamanda ‘Ekoloji Meclisi HDK/HDP’nin arka bahçesidir’ algısının oluşmasına neden olmaktadır. Bu durum da Meclisin örgütlenmesi, büyümesi ve yaygınlaşmasının önünde engel olarak durmaktadır. Bu nedenle Meclis adını değiştirmelidir.

3. Meclisi oluşturan bileşenler arasındaki iletişimi sağlamakla görevli olan ve hiçbir şekilde bir karar organı, yönetim birimi olmayan Koordinasyon siyasi örgüt/parti üyelerinden değil, yerel mücadele dinamiklerinin temsilcilerinden oluşmalıdır.

Örgütsel gelişim, büyüme ve hareketin ihtiyaçları temelinde örgütsel yapının yenilenmesini amaçlayan ve belli kaygılar çerçevesinde somut önerilerin de ortaya konduğu bu eleştiriler Ekoloji Meclisi içinde özellikle HDP-HDK’li bazı siyasi yapı ve bireyler tarafından “siyasetten korkmak, HDK karşıtlığı” ve “kafaların arkasındaki farklı düşüncelerin yansıması”olarak nitelenerek küçümsendi.

Ekoloji Meclis’inde bulunan hemen herkesin bir siyasal aidiyeti varken, bunun “bir siyaset yasakçılığı” gibi değerlendirilmesi son derece temelsiz bir yaklaşıma denk düşüyordu. Ekoloji mücadelesinin varlığı bile bir “siyaset”e denk geliyordu ve aslında burjuva siyasetine karşı halkın en geniş kesimlerini içine alabilecek bir perspektifle hareket etmeye çabalıyordu. Tam da bu nedenlerle yerellerden ve hareketin içinden gelmeden “yukarıdan” siyaset yapılması eleştirilirken (ki bu çoğu zaman mücadelenin gerçekliğinden kopuk, üstten ve dağıtıcı bir etki yaratıyordu) siyasal partilerin Meclis içinde doğrudan yer almasının gereksizliğine vurgu yapılıyordu. Siyasi partilere yerel ekoloji hareketleri içindeki katılımları üzerinden Meclis’e gelmeleri öneriliyor, öte yandan zaten yerel bir direniş içinden geldikleri için Meclis’in koordinasyonu vb. organlarında kimsenin siyasi aidiyetine bakılmadan, yerel direniş özneleri olarak temsil edilmelerinin önünde bir engel olmadığı ifade ediliyordu.

Bu ve benzeri önerilerin, eleştirilerin görmezden gelinmesinin de etkisiyle Ekoloji Meclisi bir ölçüde “politik kibrin” sonucu olarak 4. toplantısını yapamadı ve dağıldı.

EKOLOJİ BİRLİĞİ

Başarısızlıkla sonuçlanan Ekoloji Meclisi deneyiminden sonra da “birlik” tartışmaları devam etti. EGEÇEP’in ülke genelinde, çeşitli yörelerden 10 ekoloji örgütüne yaptığı davet kabul görerek, bu 11 örgütün[5] ortak çağrısı ile “Ekoloji mücadelesini birleştirmek, ortak örgütlenme, güç ve eylem birliği zeminini yaratmak” için ekoloji örgütleri Bergama buluşması gerçekleştirildi. Bu 11 çağrıcı örgüt, “bir araya gelip, mücadelelerin kalıcı çözümler sağlayabilmesi için bundan sonra nasıl mücadele edilmesi gerektiğini, güçlerimizi nasıl birleştirebileceğimizi, bunun için neler yapabileceğimizi konuşup tartışmamızın zamanı geldi”diyerek Ekoloji Birliği’nin ilk adımları attılar.

Tüm tartışmaların tüketilmediği Bergama Buluşması’nın ardından ikinci buluşma birkaç ay sonra 24-25 Mart 2018’de Eskişehir’de yapıldı. İki gün süren ve ekoloji örgütlerinin birliğinin programı, örgütsel yapısının ana hatları ve kısa erimdeki eylem takviminin belirlendiği toplantının son günü Ekoloji Birliği’nin (EB) kuruluşu deklare edildi. 56 yerel ekoloji örgütünün imzasını taşıyan kuruluş deklarasyonunda Ekoloji Birliği’nin “kendi yerellerimizde sıkışıp kalmamak, yaşamı savunma direnişlerimizi omuz omuza büyütmek, ülke çapına yayılan bir dayanışma ve örgütlenme zemini oluşturmak için” kurulduğu vurgusu ön plana çıktı.

Ekoloji Birliği’nin kuruluş sürecinde “Birlik”in yerel örgütlerin birliği olması, bireysel katılımların ve siyasi parti kol-komisyon-kurulları ile devlet ve sermayeyle ilişkilenmiş bazı çevre örgütlenmelerinin ‘Birlik’ içerisinde yer almaması gibi bir takım ‘ilke kararları’ alındı. Dönem dönem bu ilke kararları bazı bileşenler tarafından tartışılmaya açılsa da genel olarak korundu. Öte yandan son dönemde özellikle siyasi parti örgütlenmelerinin Birlik içerisine girerek geniş bir politik zemine sahip olan Ekoloji Birliğini kendi siyasal çizgilerine çekme ya da bileşiminden yararlanma çabalarının yoğunlaştığı gözlemleniyor. Elbette, her siyasal örgüt ekoloji mücadelesi içinde etkili olmak ve mücadelenin kendi doğru bildiği çizgisinde gelişmesini isteyebilir. Çalışmalarını da bu amaca yönelik planlayabilir. Bu doğaldır. Öte yandan bu çalışmalar, dayatmacı, örgütün temel ilkeleri ve mücadele yol-yöntemlerine ters bir şekilde olursa bir takım sıkıntıların yaşanmasının da yolu açılır.

Siyasal partilerin kendilerini parti olarak kaba biçimde dayatmaları olmadan, ekoloji alanındaki çalışmaları dolayısıyla bu alandaki mücadeleyi yönlendirmeleri ve hatta siyasal yönelimini belirlemelerine karşı çıkılamaz. Sonuçta ekoloji de, diğerleri gibi, siyasetle iç içe bir mücadele alanıdır. Bu alanda partililer de partisizler de yer alır ve kimsenin (ne partilerin ne de ekoloji alanını kendi tapulu malı sayan belirli kişi ve kurumların) “bu alan benim özel mülküm” deme hakkı yoktur.

PANDEMİ SÜRECİ İLE GELEN YALNIZLIK VE SAVRULMA

Yerel ekoloji mücadelelerinin tabanında yapılan uzun tartışmalar sonucunda örgütsel yapısı ve mücadele yol yöntemleri konusunda şekillenen Ekoloji Birliği’nde bir süre sonra çeşitli olumsuzluklar, savrulmalar yaşanmaya başladı. Birlik içinde, yerel ekoloji mücadelelerinin ağırlıklı olarak kendi yerellerine yoğunlaşmaları, ülke genelindeki diğer mücadelelerle çok fazla ilgilenememeleri ve yüz yüze gelememelerinin olumsuz etkileri görülmeye başlandı. Oysa Birlik’in oluşturulmasının ana nedenlerinden birisi, yerelleri bu yalnızlıktan kurtarmak, ülke genelindeki diğer mücadelelerle ortak bir direniş hattı ve iletişim ağının parçası yapmaktı. 

Kuruluş sürecindeki tartışmalarda farklı görüşleri uzlaştırabilmek adına örgütsel yapısında çeşitli biçimsizlikler ve belirsizlikler kalan Birlik, kuruluşundan itibaren yaptığı birkaç meclis toplantısında bazı boşlukları tamamlama/değiştirme olanağı bulsa da, bu ‘biçimsizlik’ten tam olarak kurtulamadı. Hal böyle olunca da, bu açıklıklardan kendilerine yol bulan liberal, solcu, feminist, eko-feminist, bireyselci anlayışların daha çok ağırlık kazandığı bir yola doğru sürüklendi. Yereller kendi yereline gömüldükçe, bu anlayışlar kendi siyasetlerini öne çıkarma olanağı buldular.

İşte, yerel mücadelelerin ve hareketin ihtiyacı olarak değil, yukarıda saydığımız grupların kendi dar politik anlayışlarının ve örgütlenmenin yapısal sorunlarının bir yansıması olmak üzere, tam da insanlar pandemi nedeniyle yüz yüze gelemez ve bileşenler birbiri ile sadece sanal ortamda yapılan verimsiz toplantılarda iletişim kurmaya çabalarken, Birlik içinde “gençlik ve kadın meclisleri” adlı iki örgüt kurulmasının yolu böyle açıldı.

Bu iki oluşum, her şeyden önce Ekoloji Birliği’nin kuruluş felsefesine ve temel örgütlenme anlayışı olan “tabandan yukarı doğru” örgütlenme biçimine aykırı olarak oluştu. Bir grup EB bileşeni örgüt temsilcisi tarafından ‘çalışma grupları’ olarak ortaya atılan bu ‘Meclis’ler zamanla ayrı örgütlenme perspektifine evrildi ve nihayetinde kendi yürütmeleri, kendi eş sözcüleri, iletişim ağları vb. ile Ekoloji Birliği içinde iki ayrı örgüt olarak ortaya çıktılar.

Tabanda değil tavanda oluşturulup, Ekoloji Birliği’nin örgütsel yapısına giydirilmeye çalışılan bir “elbise” olarak bu ‘Meclisler’, yerel mücadelelerin bir ihtiyacı ve çabası ile oluşturulmadıkları için kuruluşundan bu yana sosyal medya üzerinden yaptıkları birkaç kampanya dışında hemen hemen hiçbir varlık gösteremedi. Ülkedeki ekoloji mücadelelerini birleştirmeye çalışan EB, en olmadık yerinden, yaş ve cinsiyet kategorilerinden bölündü. Ancak bu bölünme ekoloji hareketleri nezdinde tabanda bir karşılığı olmadığı için, bu suni bir bölünme olmaktan öteye gidemedi. Yerel mücadeleler ‘Birlik’ten çeşitli kategorilerde ayrı ayrı örgütlenmeler yaratılmasını değil, dayanışmanın ve ortak direniş ağının oluşturmasını bekliyorlardı ve ihtiyaçları tam da buydu. Bu nedenle ‘Meclis’lerin bugüne kadarki pratikleri, bileşenlerden birer ikişer kişinin iletişim gruplarına eklenmeleri ve bu grupların işlevsizliği de göz önünde bulundurulursa, bu oluşumlara Birlik bileşenlerinden çoğunun mesafeli durduğunu gösteriyor.

HÜLLE İLE BİRLİK BİLEŞENİ OLMA ÇABALARI

Son süreçte ise, bazı partiler “platform, inisiyatif, kolektif” adlarıyla oluşturdukları örgütlenmelerle ekoloji hareketi içinde etkin olma yoluna gidiyorlar. Bu, “partilerin siyaset yapma hakkı ve örgütlenme özgürlüğü, özgünlüğü”olarak nitelense de, ilkeleri arasında siyasi parti-kol-komisyon vb.’lerin olamayacağı açık açık yazan Ekoloji Birliği’ne bu oluşumlar aracılığıyla bileşen olma çabası ancak ve ancak “hülle” kavramına denk düşebilir. Burada altını çizmemiz gereken, sözü edilenin, herhangi bir siyasi parti-hareketin yerel bir ekoloji örgütü içerisinde yer alması ve Birlik’e buradan doğru katılması olmadığı. Bu yanlış bir şey değil. Zaten Birlik bileşeni bazı yerel örgütlerde siyasi partilerin çalışmaları üzerinden bu tür katılımları da var. Ancak parti/hareketlerin kendi görevlendirdikleri üyeleri ile platform/inisiyatif vb. kurarak bunun üzerinden EB’ne katılmaya çalışması tamamen yanlıştır. Birlik içerisinde şu ya da bu adla parti grubu, komisyonu, inisiyatifi vb. kurmak kısa vadede örgütsel temsiliyeti güçlendirip çizginin kendi anlayışına doğru yönelimini sağlasa da, bir süre sonra darlaştırıcı ve dağıtıcı bir etki gösterecektir. Yaşanan onca deneyim bize bunu gösteriyor.

Ekoloji mücadelesi kapitalizme karşı verilmesi gerekirken, bu tür yaklaşım ve tutumlarla gruplar arası mücadeleye dönüşmektedir ki, bugün yaşanan olumsuzlukların başında bu durum gelmektedir. Yerel platformların güçlendirilmesi sınıf mücadelesinin gelişmesi bakımından da çok önemlidir kuşkusuz. Öte yandan “solcu” platformlarda ısrarın, halktan kopmaya neden olduğunu görmek lazım. Bu gruba giren platform/oluşumların, yerinden mücadele eden değil, mücadelelere destek olmaya giden “seyyar güç” durumundan başka bir işlevi olmuyor.

Yerellerdeki durumu bilmeden verilen “mücadelenin” başarı şansı yoktur. Yerelde bir derede ya da ormanda yaşanan tahribata karşı mücadele eden halkın inanç, kimlik, siyasi tercih farklılıkları öne çıkmıyor. Soruna odaklanan halkın beklentisi talan ve yağma şirketlerini topraklarından uzaklaştırmaktır. Bu mücadelede siyasi grupların “öne geçme” yarışı tepkilere neden olurken, mücadeleyi darlaştırmaktadır. Halk, sorunlarının çözümü konusunda siyasi partilerin/grupların yanında olmalarını istiyor. Gelmeyenleri eleştiriyor. Karşı çıktıkları, siyasi grupların kendi mücadelelerinin üzerinden grupsal çıkarlarını ön plana çıkarmasıdır. Yoksa yereller partilerle yan yana gözükmekten rahatsız değil. Bu ince çizginin ayrımı yapılmadığında yerel mücadele zarar görebilmektedir.

Yerel platformlar içinde siyasi parti ya da gruplardan kişilerin olması olumsuz bir sorun değil. Bu bir zenginlik olduğu gibi, mücadelenin direngen olması bakımından da kazançtır. Dernek ya da platform adına gidildiğinde, temsilcilerin siyasi görüşleri bilindiği halde sorun yaşanmıyor. AKP ya da MHP’nin etkili olduğu bölgelerde dernek ya da platform içindeki sosyalist-devrimci kişiler, siyasi kimlikleri bilinerek, sevgi ve saygıyla karşılanmaktalar. Bunun nedeni yerel platform özelliğinin hassasiyetine özen gösterilmesidir.

Yerellerde dikkat edilmesi gereken diğer bir konu da dildir. Örneğin, bir derede şirketin sondaj çalışmasını engellemek için halka, “Bu dere sizin, hatta buraya özel arazilerinizden izinsiz geçerek gelmişler. Buna izin verilmemeli” dediğimizde; il dışından gelen bir gencin “özel arazi olur mu, bu araziler herkesin” demesi köylüleri şaşırtmıştı. Halkın özelliğini bilmeden yapılan konuşmalar, eylem türleri önerilmesi ters etki yapabiliyor.

EKOLOJİK MÜCADELEDE BAŞARIYA SON ÖRNEK

Aydın Çine’de madenlere karşı mücadele eden köylülere yönelik saldırı ile başladığımız yazıyı yine Aydın’dan, Germencik Dağyeni köylülerinin maden sondajlarına karşı verdikleri kararlı mücadelenin kazanımla sonuçlanması haberi ile noktalayalım. Sondaj haberinin hemen arkasından yerel ekoloji örgütlerinden meseleye dair bilgilendirme toplantısı isteyen, maden alanlarının zararları ve nasıl mücadele edilebileceğini bu geniş katılımlı toplantıda değerlendiren köylüler, hemen ertesi gün yüzler halinde köye birkaç km uzaklıktaki sondaj alanlarına yürüdüler. Üç gün süren, kadınların en önde olduğu eylemlerde köylüler bilgilendirme toplantısında öğrendikleri Anayasal haklarını, eylem taktiklerini, direniş çadırı kurulmasını, her şeyi pratik olarak uygulayarak, üç gün içinde sondaj makinelerinin köylerini terk etmesini sağladılar.

Dağyeni köylülerinin mücadelesi ekoloji mücadelesinin nasıl olması gerektiğinin yanı sıra yaşam alanlarının korunmasının nasıl olacağına dair en güncel eylem olarak tarihe geçti.


[1] Akdemir, Ö. (2019) “Ekoloji mücadelesi ve seçimlere etkisi: Çevreyi koruyan seçildi”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/376767/ekoloji-mucadelesi-ve-secimlere-etkisi-cevreyi-koruyan-secildi

[2] Arısoy, M. (2014) “Beyyazı’da EMEP ile DP’nin oyları eşit çıktı”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/81381/beyyazida-emep-ile-dpnin-oylari-esit-cikti

[3] Doğanay Tolunay’dan aktaran Donat, İ. (2021) “Freni patlamış bir otobüsün içinde, son sürat uçuruma doğru gidiyoruz”, Bloomberght, https://www.bloomberght.com/yorum/irfan-donat/2285464-freni-patlamis-bir-otobusun-icinde-son-surat-ucuruma-dogru-gidiyoruz

[4] Akdemir, Ö. (2014) “Karıncanın kardeşleri birleşti “, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/99533/karincanin-kardesleri-birlesti

[5] Çağrıcı örgütler listesi: Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP), Bergama Çevre Platformu, Mezopotamya Ekoloji Hareketi (MEH), Kuzey Ormanları Savunması (KOS), Yeşil Artvin Derneği, Derelerin Kardeşliği, DOSAB Termik Santralına Hayır Platformu, Muğla Çevre Platformu (MUÇEP), Bartın Çevre Platformu, Munzur Koruma Kurulu (DEDEF), Doğu Akdeniz Çevre Platformu (DAÇE).