Nuray Sancar | 

GİRİŞ

Trump, onu helikopterden inerken gösteren bir videosunda pistte toplanan heyecanlı kalabalığa seslenmektedir. Bir silah gibi havaya kaldırdıkları cep telefonlarıyla Nazi selamını andırır bir jestle fotoğraf çeken yandaşlarının görüntüsü, Nazilerin resmi yönetmeni Leni Riefenstahl’ın İradenin Zaferi (The Triumph of Will) adını taşıyan filminin, Nurnberg’deki toplantıya katılmadan önce kentin üzerinde uçağıyla dolaşan Hitler’i karşılayan, kendinden geçmiş kalabalığı yansıtan açılış sahnesini andırmaktadır.[1] 2016’da seçimi kazanıp ırkçı, göçmen ve kadın düşmanı, pervasız ve patavatsız, kötü üsluplu, iktidarının son bir yılına denk gelen Kovid-19 salgınında uyguladığı sürü bağışıklığı politikası yüzünden sayısız insanın ölümüne yol açan milyarder Trump, girdiği ilk seçimde seçim sisteminin de yardımıyla yüksek oy alarak seçilmişti. İkincisinde iktidara gelemedi. 

Eşinin tanıklığına göre[2] boş zamanlarında Hitler’in konuşmalarından oluşan derleme bir kitabı okuyan Trump’ın, kaybettiği seçimin sonucunu geçersiz kılmak için harcadığı son çaba taraftarlarının Kongre binasını basmasıydı. Gamalı haç bayrakları taşıyan, Nazi selamı ve sloganları kullanan lumpen güruh eşliğinde ortaya dökülen ABD sisteminin işleyişindeki sorunlar ile Trump’ın pervasızlığının örtüşmesini sağlayan etken sadece bu ülkenin ayarlarının sarsılmasına yol açan iç koşulların değil, aynı zamanda, dünyadaki genel gericileşmenin ürünüdür de.

 “Aşırı sağ”ın ya da faşizan hareketlerin gelişmesi yeni bir olgu değildir. İkinci Savaş sonrasında yeraltına çekilen hareketin, kendisini yenileyip faşizmden kalan mirası güncelleyerek yeniden ortaya çıktığı 70’li yıllardan bu yana görülen zigzaglı gelişimi kapsamında, örneğin Avusturya’da olduğu gibi kısa süreli koalisyon hükümetlerine girmek, seçmen oyunu artırmak, kitle tabanını genişletmek biçiminde genişleyen cirmi, bir dizi gelişme tarafından beslendi ve genel siyasi gidişatı da etkiledi. Geleneksel burjuva partilerinin daha da gericileşmesi ve faşizan eğilimlerin bunların içinde de uç veriyor olması bu sürecin belirgin olgularıdır. Bugün Macaristan, Polonya, Hindistan, Türkiye ve Rusya’da klasik demokratik normları küçümseyen, kendi halklarını yoğun bir baskı ve kontrol altında tutan, milliyetçi şoven iktidarlar bu genel gericileşme sürecinin tepe noktasında bulunuyorlar. Bu ülkelerdeki durumun bir istisna olmadığını gösteren en dikkat çekici sonuç Avrupa Birliği parlamentosunda aşırı sağa mensup üyelerin sayısındaki artıştır.

Bu noktaya gelinmesinde dünya ekonomisinin ve siyasetinin dümeninde oturan Trump’ın ülkesinin çok büyük payı var. Trump’ın iktidarda olduğu dönem izlediği politikalar da anti demokratik eğilim, akım ve uygulamaların zeminini sağlamlaştırmıştır. Trump’ın hırslı ve aceleci ‘hareketi’ bastırıldı. Amerikan devletinin henüz o kadar yıpranmamış gövdesi, yüzde elliye yakın oy alsa da, Erdoğan’ın 18 yılda, Orban’ın Macaristan’da 10 yılda vardığı noktaya dört yılda ulaşmaya kalkan hırslı bir meczubu püskürttü. Bu sonuç, ABD’de hareketin köklerinin kazındığı ve bir daha boy göstermeyeceği anlamına gelmiyor.

Devletin ve bürokrasinin mevcut yapılarının baş etmekte zorlanacakları bir iktisadi ve siyasi kriz tablosunda daha kararlı hale gelebilen bir kitle mobilizasyonunun, kongre baskınından güç alarak yenilenmiş ve güçlenmiş bir faşist hareketin taşıyıcısı olmayacağının kesin garantisi yok. Çünkü zaten ABD’de ve dünyanın diğer ülkelerinde finans kapitalin egemenlik aygıtı olan devletler bu akımların tamamen tasfiyesi yönünde bir eğilim göstermiyor. Tersine hareketlerin sivriliklerini sistem için tehlike yaratmayacak bir biçimde törpülemeye devam ederek belirli bir sınırda, kontrol altında bulunmalarına, yakın ve uzak gelecekteki muhtemel ihtiyaçlar için hazırdaki varlıklarına göz yumuyorlar. Gerici, faşizan hareket ve partiler diğer yandan, burjuva demokrasisinin geleneksel partilerinin gericileşmesiyle ‘merkez siyaset’in yeniden şekillendirilmesinde de rol oynuyorlar.

Bağlamın son çarpıcı vakası olarak ortaya çıkan Trump, tıpkı diğer ülkelerdeki gibi, bundan birkaç on yıl önce uluslararası tekellerin, sermaye dolaşımı, pazar hareketleri, yatırım ve birikim koşullarını özel örgütler kurarak, rekabet koşullarını en büyük tekeller lehine, gelişmekte olan ülkelerin emekçileri üzerindeki baskıların artması pahasına yeniden düzenlemeye soyundukları bir sürecin mamulüdür. Kulağa çelişkiymiş gibi gelse de devletin küçülmesi, özgürlükler, şeffaflık ve demokrasinin küreye yayılması gibi vaatlerle takdim edilen neoliberal kapitalizmin bünyesinde neofaşizm kendisine elverişli bir besi yeri bulmuştur.

Zaten milyonlarca insanın katlinden sorumlu nazizm başta olmak üzere 20. yüzyıldaki ilk faşist devletler ağır yenilgi alsalar da faşizm hiçbir zaman ortadan kaybolmadı. İster yer altında sessizce mayalansın ister fikrini yayacağı yayınlarla ortaya çıksın isterse örgütlü bir varlığa dönüşsün sistemin içinde bir dip akıntı olarak hep seyretti ve fırsat bulduğu koşullarda yeniden bedenlenmeye çalıştı. Örgütlü ve örgütleyici bir güç olarak iktidara oynamaya devam ediyor, ya da zaten faşizme meyyal iktidar partilerinin, direksiyonu faşizme doğru kırmasını teşvik eden ekonomik ve siyasal sorunların derinleşmesine bağlı olarak mali sermayenin desteğini alıyor. Freedom House 2018 Raporu’na göre “Dünyanın demokrasiyle yönetilen 195 ülkesi içinde 71’inde demokratik gerileme[3] var. Çoğunlukla ucu faşizme kadar açık bu genel gericileşmeyi sağ popülizm veya otoriterleşme olarak tanımlamanın faşizm tehlikesi ve tehdidini önemsizleştirdiğini saptamak yanlış olmayacaktır.

Almanya’da 1933’te kurulan Nazi rejiminin faşizmin ideal tipi olarak görülmesi kendi evriminin sınırlarını akıl almaz boyutlara kadar zorlamış bu tarihsel faşizm olgusuyla günümüzdeki hiçbir olgunun kıyaslanabilmesine olanak tanımadığı için mevcut tehlike de ister istemez küçülüyor. Oysa bugün dünya mali sermayelerinin o zamankinden daha fazla uluslararasılaşmasının ve tam da bu yüzden dünya siyasetinin tek tek devletlerde ortak ağırlık noktaları oluşturacak şekilde dizaynı için harcadıkları çabaların ilk ciddi kriz durumunda ortaya çıkardığı sonuçlar geçen yüzyılın ilk yarısındakinden farklı, ama aynı ölçüde tehlikelidir.

Bugün dünya faşizm noktasında değil ancak bir eğilimden söz edilebilir. Bugünkü faşist hareketler ve faşizan iktidarlar da eski ideal tipin birer replikası olmamıştır. Her ikisi de büyük sermayenin çıkarları adına toplumsal muhalefeti felç edip devleti, iktisadi ve toplumsal düzenlemenin aracı olarak dönüştüren ilk modelin yönsemesine sahip olmakla birlikte gelişim süreçleri, ortaya çıktıkları zeminin tarihsel ve kültürel özellikleriyle sınıf ilişkilerinin ve mücadelelerinin düzeyi tarafından belirlenirler. Bu bakımdan bu gelişme, ortaya çıktığı güncel koşullara göre yeniden analiz edilmelidirler.

İlk faşizmlere ilişkin tarihsel birikim, hafıza kayıtları ve çıkarılan dersler faşizme karşı tersine döndürülememiş bir bilinç ve nefretin de besleyicisidir. Sürece rengini veren en önemli etkenlerden biri de teslim alınamamış olan bu aktif ya da potansiyel dirençtir. Tam da bu yüzden çeşitli ülkelerde değişik düzeylerde seyreden gericileşmenin doğrultusunun faşizmde noktalanacağını kesin olarak söylemek de o kadar kolay olmayacaktır. Tekrarlama pahasına; ortada ciddi bir tehlikenin olduğu da açıktır.

Gericileşmenin en gelişmiş örnekleri olan Macaristan, Polonya, Türkiye, Brezilya ve Hindistan’ın ileri bir düzeyini temsil ettiği iktidarlar; zayıflığında, burjuva demokratik sistemini tanımlayan kurumları ve yasalarını mesnetsiz bırakan işçi sınıfı mücadelesinin bu liderler tarafından istismar edilmesi ve sisteme bağlanmasının ürünü oldular. Bu liderlerin emekçi kitlelerini kendi gerici siyasetlerine yedeklemeyi başarmaları aldıkları yüksek oyu ve iktidarda geçirdikleri süreleri garantileyebilmiştir.

Neoliberalizmi yepyeni bir kapitalist dönem olarak sunan ve dünya muhalefetinin kendi yönünü buna göre çizmesini bekleyen DTÖ, AB, DB, BM vd. gibi örgütlerin direksiyonundaki devletler koalisyonu; küçülen devletlerin ekonomiden el çekeceği bir liberalleşme sürecine zorunlu eşlik eden bir demokratikleşme sürecine geçildiğini ilan etmekteydiler. Ne var ki bu kurumların çatısı altında yapılan zirvelerden çıkan kararlarla 90’lı yıllarda başlatılan, tekelci sermayenin uluslararası dolaşımının önündeki engelleri aşmak üzere ulusal hukuklar ve devlet kurumları düzenlemelerinin sonuçları bugün giderek derinleşen bir gericiliğin işini kolaylaştırdı. Esasen zaten mali sermaye çağında miyadı çoktan dolmuş bir ekonomik liberalizmden de söz edilemezdi. Kapitalizmin başlangıcında, emperyalizm öncesindeki dönemi tarif eden bir liberalizme dönüş iddiası zaten boş bir idealdir. Zaten görüldüğü üzere, rekabetin, büyük uluslar arası tekeller namına uluslararası bir disiplin altına alınması için bağımlı ülkelere komisyonculuk rolü bahşeden emperyalizmin serbestleştirdiği tek şey her yere uzansın diye finans kapitalin kollarıydı. Dolayısıyla bunun da demokrasiyle pek ilgisi olmadı.

Özetle, 1990’lı yıllardan itibaren burjuva demokrasisinin kurumlarını kendi gelişim seyri için ve içinde çözen kapitalist neoliberalizm bugünkü siyasal tabloyu adım adım hazırlamıştır. Faşizmin siyasi veçhesinin süreç içinde belirginleşmesine cevaz verenlerden biri de bu kapsamda başlatılan tasfiye sürecidir.

Teşbihte hata yoksa; bir zamanlar Hitler’in, lidere kriz durumlarında olağanüstü hal ilan etme ve yasama yetkisini üzerine alarak kanun hükmünde kararnamelerle yönetme yetkisi tanıyan Anayasanın 48. Maddesiyle sağlanan yasal geçit, bugün uluslararası tekellerin küresel yasama organları olarak işleyen “zirve”lerde metaforik olarak yeniden açılmış sayılır. Bu yazının bundan sonraki bölümlerinde mali sermayenin iki egemenlik biçimi arasındaki ilişki ve geçişkenliğin koşulları ele alınacak. Burjuva demokrasisi ile faşizm arasında keskin sınırların olmadığı geçmiş deneyimlerle sabittir. Bugün dikkat çekici olan ise, vaktiyle faşizmi hep birlikte lanetleyen ve demokrasinin temsilciliğine soyunan, temsil ettikleri mali sermaye grupları adına konuşan, uluslararası zirvelerin değişmez müdavimlerinin açtığı yolun dünyayı hiç de demokratik bir noktaya taşımamış olması; sadece ilk dar boğazda değil, çoktan beri, bir safra olarak görmeye başladıkları demokratik kazanımları sistemli olarak tasfiye etmeleridir.

MALİ SERMAYE VE 48. MADDE

Şansölye Schlecher’in Cumhurbaşkanını tutuklamak ve askeri bir diktatörlük kurmak üzere bir hükümet darbesi planladığı, polisteki Nazi taraftarlarından yardım gören Berlin hücum taburlarının Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile Başbakan konutlarının bulunduğu Wilhelm Strasse’yi ele geçirmek için hazırlandığı 29 Ocak Pazar günü 100 bin işçi de Berlin’in merkezi Lustgarten’de toplanmıştı.İşçi liderlerinden biri, Hitler yeni hükümetin başkanı ilan edildiği takdirde ordu ile işçilerin ortak harekete geçmelerini teklif etmek üzere General von Hammerstein ile ilişki kurmaya çalışmıştı. Nitekim 1920’de Kapp Darbesi sırasında Hükümet başkentten kaçtıktan sonra Cumhuriyeti genel bir grev kurtarmıştı…”[4] Gene aynı şey yapılabilir ve faşist tehdit defedilebilirdi.

Ertesi gün, 30 Ocak’ta Cumhurbaşkanı Hindenburg aldığı oy oranlarına göre tek başına iktidara gelmesi mümkün olmayan NSDAP’ın lideri Hitler’e şansölyeliği bahşetti. Darbe ve genel grev ikilemindeki Almanya’da Cumhurbaşkanı devrim ihtimalinden korkuyor, küçümsediği bu başıbozuk onbaşının Weimar Cumhuriyetinin anayasal düzeni tarafından terbiye edileceğini düşünüyordu. O zamana kadar, çok ağır seyreden ekonomik ve siyasi krizi kanun hükmündeki kararnamelerle yönetmeye çalışarak Hitler’in, Anayasanın 48. Maddesinin verdiği yetkiye dayanarak iktidarı almasının zeminini hazırlayan, Alman demokrasisinin o anki Cumhurbaşkanıydı. Yani faşist devlet darbesi, güçler mevzilenmesinin belirli koşullarında, teknik olarak Weimar Cumhuriyetinin hukuki düzeni tarafından kolaylaştırılmıştır.[5]

Kendi demokratik hükmünün inkarını 48. Maddede taşıyan Alman Anayasası burjuva demokrasisinden tarihin en kanlı sayfalarını dolduran Nazi İmparatorluğu’na bir koridor açmıştır. Ancak Hitler’in şansölye ilan edildiği günün gecesi bir egemen sınıf grubunun darbe yapmak, işçi sınıfının da ayaklanmak için beklediği kritik siyasi tablonun benzerlerinden güya kendisini korumak veya kurtarmak üzere aldığı bir yasal önlemin, onu tahrip eden bir bumerang gibi geri döndüğü o anda, burjuva demokrasisi gerçekte somut bir 48. Madde olmasa da faşizmi kendi içinden doğurmaya müsait dinamiklere sahipti. Demek ki bu maddeye gelene kadar egemen sınıf siyasetinin kutuplaşmış durumunun ve işçi sınıfının oluşturduğu tehdit karşısında mekanizması zaten çökmekte olan bir devlet aygıtının varlığı önemlidir. Geçişkenliğin şartı demokratik devlet formuyla faşist devletin aynı sınıf iktidarına ait siyasal örgütlenme biçimleri olmasıdır.1919 devrimini burjuva demokratik devlet cihazının kurumlarıyla bastıran Alman mali sermayesinin tekelci bir diktatörlüğe geçişinin ayrıca birçok nedeni vardır ve 48. Madde bir soyutlama olarak finans kapital düzenininbir formundan diğerine geçişin, simgesel değeri yüksek izahından ibarettir.

Faşizmin yıkılmasından sonra yeniden inşa edilen Almanya burjuva demokrasisini muhtemel bir Nazi yükselişinden korumak için anayasaya “faşist partilerin kurulması yasaktır” hükmünün yerleştirilmesi, neo-faşist hareketlerin oluşmasını engelleyemediği gibi yeni rejimin inşasının Üçüncü Reich’ın kalıntı kadrolarıyla yapıldığı gerçeğinin üstünü de örtemedi. Nazi suçlarını yargılayan Nurnberg mahkemesinden kaçabilenler ya da kaçırılanlar, bu mahkemeye yargıç gönderen ABD başta olmak üzere, Avrupa ve Latin Amerika’daki istihbarat örgütü, polis ve bürokrasiyi şekillendirmek üzere kullanıldılar. Kendi kendini koruma yetkisi verilmiş haliyle demokrasinin “militan”lık kalkanı; burjuva demokrasisinin temsilcileri ile kadrolarının, kabaran işçi sınıfı ya da halk hareketinin karşısında gönüllü bir biçimde ya da zorla geri çekildiği askeri ya da sivil darbeler, olağanüstü hal uygulamaları, kanun hükmünde kararname rejimleri, sıkıyönetimler vb. sonsuz biçimler alan diktatörlüklerle hısım olmasını, faşizm sınırında oyalanan aşırı sağ iktidarlar ile neo-Nazi hareketlerle düşüp kalkmalarını, faşizmin biçim değiştirerek gelişmesini engellememiştir.

Bir yanıyla koşulları nasıl 48. Madde doğurmamışsa militan demokratik yasak da kağıt üzerinde kalan, hükümsüz bir mühür olmuştur.

Bugünkü neoNazi hareketlerindeki tırmanışın, diktatörlüklerin çoğalmasının ve genel gericileşme ivmesindeki artışın Alman faşizmini ortaya çıkaran sınıfsal mevzilenme ortamına sahip olmadığı açıktır. Ancak dünya kapitalizminin eşitsiz ve sıçramalı gelişimi doğrultusunda her biri zaten standartlaşmamış burjuva demokratik normları taşıyan ülkelerde normların eşzamanlı tasfiye sürecine yol açan kapitalist işbirliğinin kendisi “militan demokratik” hükmü fiilen zaten ortadan kaldırmış, bir 48. Maddeye gerek olmadan da geçişkenliği sağlayan koşulu oluşturmuştur.

Faşist teorisyen Carl Schmitt’in olağanüstü yönetime karar verici olarak işaret etiği hükümran, sermaye egemenliğinin ta kendisidir ve Schmitt’in unuttuğu en önemli gerçek ise toplumsal güçlerin finans kapitalden ibaret olmadığı ve onun karar verebilme kapasitesindeki büyümenin, sermaye diktatörlüğüne direnen güçlerin zayıflayıp kırılganlaştığı çok özel tarihsel koşullara bağlı olduğudur. 

Nitekim Almanya’daki karar da toplumsal sınıfların karşılıklı pozisyonlarının ürünüydü; yenilgiye uğramış bir devrimin bedeli ödetilerek güçsüzleştirilmiş işçi sınıfı, ya da Hitler’in iktidarı aldığı gün yüz bin kişiyi yığan komünist partisinin potansiyel tehdidi; egemen sınıflar arasında düzen gemisinin nasıl yürütüleceğine ilişkin çelişkilerin derinleşmesi; bunların işçi sınıfına karşı birliğinin bozulması ve birbirlerine diş biler hale gelmeleri; maddi kayıpları artan ve statükoları hızla geriye düşerken toplumdaki pozisyonlarını kaybetmenin sorumlusu olarak gördükleri proletaryaya karşı nefret besleyen ve düzen arayışlarının karşılığını verebileceğini düşündükleri Nazilere yakınlaşan orta tabakaların hırsı; siyasi krizi derinleştiren ekonomik ve diğer özel tarihsel koşullar burjuva demokrasisini sürdürülemez hale getirmiştir. O zaman kapitalizm kendi demokrasisi tarafından gizlenen, sınıf diktatörlüğü özünü açığa çıkaracaktır.

1933 yılında yapılan Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun 13. Oturumunda Almanya Komünist partisi yöneticisi Wilhelm Pieck “faşizmin burjuva demokrasisi içinden çıktığını[6] söylemiştir. Bu vurgu sadece faşizmi, diktatörlükleri ve demokrasileri sınıfsal temellerinden ve içeriklerinden soyutlayarak tarihin beklenmeyen bir olumsallığı olarak gören ve böylece aslında, son tahlilde, faşizmi liderinin sapkınlığıyla açıklarken hiçbir şey açıklayamaz duruma düşen tanımları boşa çıkarmak için değildir. Yoksa Komünist Enternasyonal, faşizmin aynı zamanda burjuva demokrasisinin kendisine karşı ve karşıt bir tehdit olduğunu da tespit etmiştir. Esas olarak faşizme karşı mücadelenin içeriğini ve taleplerini düzenlemek için önemlidir bu saptama. 

Pieck şöyle devam eder: “…bu teorilerin tümü aralarında küçük farklar bulunmakla beraber faşizmin sınıfsal niteliğini gözden uzak tutmakta ve anti faşist savaşımı, faşizmin gerçek taşıyıcılarına karşı yönlendirmemekteydi.” “Küçük burjuva karşı devrimciliği” gibi teoriler işçi sınıfının savaşımı için son derece tehlikeliydi.[7] 

Faşizm bu bağlamda tekelci burjuvazinin bir devlet formu olan burjuva demokrasisini iptal ederek yerine bir başkasını, açık terörcü bir diktatörlük inşa etmesidir. Ancak bu, Dimitrov’un dediği gibi, bir burjuva hükümetin yenisiyle basitçe yer değiştirmesi değildir. Burjuva demokrasisinin bütün kurumlarını ve aralarındaki hukuki işleyişi değiştiren; iktidarı belirli bir zümrenin üzerinde ve giderek ordunun ve bürokrasinin de son tahlilde kendisine bağlanmasıyla tek kişide cisimleştiren; yasama işini parlamentodan lider ve etrafındaki zümreye aktaran; diğer yandan yasaları siyasi fayda ve ekonomik çıkarlara göre eğip büken, artık işine yaramayan devlet bürokrasisi ile kurumlarını ortadan kaldıran faşizm, Dimitrov’un Alman ve İtalyan faşizmlerini tartışırken söylediği gibi, finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist kesiminin çıkarlarının merkezinde bulunduğu bir çekirdek mekanizmanın etrafına diğer sermaye gruplarını, ancak kendi etrafındaki dizilime dahil oldukları sürece yağmadan pay alabileceklerini hissettirerek gönüllü, ya da bölüşüm sürecinden dışlama ve hatta mülke el koyma seçeneğini hayata geçirerek, şantajla dizer. Bu gerici sınıfın temsilcisi olan siyasi odak dışında burjuvazinin her biri farklı bir siyasi parti tarafından temsil edilebilen fraksiyonları dahil, siyasi temsiliyetine izin verilmez. İşçi sınıfı partileri ve örgütleri, muhalif dini ve mezhep yapıları vb. hepsi yasaklanmıştır. Ancak faşizm kitleleri kendi kurduğu faşist örgütlerde toplayarak bunların hem ideolojik olarak şekillendirilmesini gündeme alır hem de bu örgütleri dayanak olarak kullanır.

Faşist devlet işçi ve emekçi sınıflar üzerinde kesintisiz tedhiş sürdürerek var olur. Onun muhaliflere uyguladığından ibaret olmayan terörü ırkçı ve milliyetçi şablona uymayan her tekil bireyi; Nazi Almanyası’nda olduğu şekliyle Yahudileri, akıl hastalarını, göçebe çingeneleri, eşcinselleri, kronik hastaları ve özürlüleri de ortadan kaldırmayı buyurmuştur. Yoğunlaşmış şiddet faşizmin temel belirtisidir. Bu yüzden de faşizm denildiğinde, bu dizginlerinden boşalmış şiddetin akla gelmesi kaçınılmazdır. Ne var ki faşizmi, terörün sonuç olduğu bir sınıf egemenliği türü olduğu vurgusunun takip etmediği bir tanımlama çabası her şiddet yoğunlaşmasını faşizm olarak açıklamaya yol açar. Bu da demokrasi ve faşizm gibi farklı devlet biçimlerini araçsallaştıran mali sermayenin sorumluluğunu ve sınıfsal niteliğini örtbas etmeye yol açacak ve ikisi arasındaki “devlet biçimi” farkını da görünmezleştirecektir. Faşizmin sonuçlarına eşitlenmesi onun basitçe bir hükümet değişimine ya da aynı hükümetin farklı görünümlerine indirgenerek küçümsenmesine zemin hazırlar.

Naziler 20 Ocak 1934’te, başlığı, doğrudan doğruya “Devletin Yeniden Kurulması” olan bir yasayı çıkararak Cumhurbaşkanlığı ile başbakanlık makamlarını birleştirdiler. Eyaletlerin egemenlik hakları merkezi otoriteye devredildi. Gizli devlet polisi Gestapo kuruldu, 14 Temmuz 1933’te çıkarılan yasayla Nazi partisi Almanya’da faaliyetine izin verilen tek parti olarak tanındı.

Faşizmin kapitalizmden ayrı bir ekonomisi yoktur. Sermaye sisteminin uzun vadeli çıkarlarının rotasını farklı sermaye gruplarının kısa vadeli çıkarlarının, bunları temsil eden siyasi temsiliyetlerinin çalkantılarına, çelişki ve gelgitlerine karşı koruyan devlet, sanayi ve banka sermayesi birliğinin en genel ve güncel çıkarlarının doğrudan ve açık temsilcisi olmak üzere biçim değiştirir. Kurumları baştan aşağı elden geçirilir. Örneğin; 1934 Şubatında kartelleşme doğrultusunda, “Alman Ekonomisi Organik Yapısının Düzenlenmesi Yasası” çıkarılarak tekellerin devlet gücüyle daha çabuk kaynaşmaları için uygun koşullar tarif edildi. Aynı yılın kasımında yayınlanan bir kararname ile Alman ekonomisi altı grupta toplandı. Bu grupların başında en güçlü konzernlerin (tekellerin) ve bankaların temsilcileri bulunuyordu. Önde gelen tekel temsilcileri tüm Alman ekonomisi üzerindeki egemenliklerini bu yolla sürdürdüler. Ekonominin kendilerine ait dallarında üretim, fiyat, ihracat ve yatırımları denetleme olanağına sahip oldular. Böylece devlet yapısının Führer ilkesine göre örgütlenmesi mali sermayenin, kendi çıkarlarını hem siyaseten hem de fiziken kollayacağı biçimde düzenlenmesi anlamına gelmekteydi.[8]

Hitler 1932 yılında kendi faşist programına sanayicilerin desteğini almak için yaptığı bir konuşmada “insanların verimliliği farklıysa sonuçları da farklı olacaktır” diyordu, “Ve insan verimliliğinin sonuçları farklıysa bu sonuçların yönetimini aşağı yukarı aynı oranlarda insanlara bırakmak gerekir. Belirli bir kişinin veriminin sonucunun yönetimini kendisinden daha yeteneksiz bir kişiye ya da bu işi gerçekleştiremediği ya da sonuçları yönetmede yetersiz olduğunu göstermiş bir kolektiviteye bırakmak mantıksızlıktır. Mülkiyet ancak bu verimlilik farklılığını fark etmekle meşru olur. Bunu iktisadi alanda söyledikten sonra siyasal alanda kabul etmemek çılgınlık olacaktır.[9]

Bu sözler, mali sermayenin beklentilerine uygundur. Yönetme işini teknik, yasal ya da mevzuat bağlamında ele alan bürokrasi, siyasi kadrolaşmaların tıkadığı karar alma süreçleri, seçmen taleplerini yatıştırmakta zorlanan partiler, istikrarsız ve hareket edemez hale gelmiş hükümet organındaki zafiyet, sistemin kendisini yeniden üretme mekanizmalarının aksadığının göstergesidir. Aksamaları telafi etmek üzere ara mekanizmaların devre dışı bırakılmasını takiben merkeze doğru konsantre olmuş, müdahale hızı artmış bir siyasi cihazın dolaysız yöneteceği bir düzenleme, mali sermayenin talebi haline gelmiştir. Faşizmin siyaseti ve ideolojisi, mali sermayenin devletle doğrudan kurduğu bu düzenleyici ilişkiyi bütün sınıfların çıkarınaymış, herkesin ortaklığında ortaya çıkmış gibi göstermeye yarayan, böylece etrafında dizilmelerini kolaylaştıran bir perdeydi. Irk ve millet üstünlüğü kendisini diğer sermaye gruplarıyla halktan hiyerarşik bir biçimde ayıran finans kapitalin kendi çıkar üstünlüğünü ideolojik olarak formüle etme biçimiydi. Bu ideoloji ülkenin iç ve dış düşmanlar tarafından kuşatılıp kemirildiği iddiasını körüklemeye, diğer sınıfları bu üstünlüğü korumak ve kurtarmak adına harekete geçirmeye imkan sağlıyordu. Böylece demokrasisinin farklı siyasi yapıların devir teslim yaparak nöbetleşe işgal ettiği iktidar alanının yerini faşist devletin, bütün sınıfları artık tekleşmiş bir siyaset etrafında toplanmaya zorlayan ve bu toplanmayı ancak böyle gerçekleştirebilen bir aygıtı alır.

Bu merkezileşme tekellerin yeni yağma alanlarına doğru genişlemesini, yağmacı ve fetihçi bir karakter kazanan devlet sayesinde savaş, ilhak ve işgaller yoluyla hareket alanını ülke sınırları dışında geliştirebilmesini, yeni pazarlar ele geçirmesini ve ucuz emeğe ulaşımını kolaylaştırır. En alt sınıflara doğru giderek daralan bir yeniden bölüşüm sistemini zor yoluyla hayata geçirirken herhangi bir direnişin olmaması için emekçileri kontrol altında tutar.

Bütün bunların tekelci sermaye düzenine içkin olduğu açıktır. Onun faşizmi ya da faşizan bir devlet tertibini tercih etmesinin itici gücü tarihsel özel koşullardan dolayı bunu burjuva demokrasisi ile yürütemeyecek olmasıdır. Veya artık çoğu zaman örgütlü işçi sınıfı ve emekçilerin yaptırımları ve kazanılmış haklarıyla mecbur kalınan bir demokratik rejimi şart koşan güçler ilişkisi kalmamıştır. O zaman bir başka seçenek, faşist devlet biçimi doğar.[10]

Faşizmle ilgili yoğun devlet vurgusu ekonomik düzenlemelerin bütün faşist ülkelerde aynı biçimde gerçekleştiği anlamına gelmez. Millileştirmelerden özelleştirmelere kadar finans kapitalin o sıradaki ihtiyacına kadar bir dizi yöntem uygulanır. “Devlet posta işiyle uğraşmaz” dediği halde Mussolini’nin pay senetlerini satın alması ile, Nazilerin, tekelleri krizden kurtarmanın bir yolu olarak vaktiyle devletin, doğrudan doğruya şirket ortağı ve ekonomik bir faktör olmasına yol açacak biçimde satın aldığı pay senetlerini geri vermesi, kısmi millileştirmeler ve zorunlu kartelleşme yasalarıyla oluşturulan sermaye birlikleri gibi formlar ve yöntemler birliktedir. Tekellerin hem ortağı hem başlıca müşterisi hatta hem de satış komisyoncusu haline gelen devlet sayesinde kapitalist şirketler ihya olur. Büyük tekellerin devletle özdeşleştiği, devletin sermaye gruplarına görünür mesafesini terk ettiği bu biçimin altında piyasa işçi ve emekçi sınıfların ekonomik ve siyasi talepleri bastırılarak kurulmuştur.  

HAYEK, FRIDMAN VE DARBELER

20. yüzyıl liberalizminin teorik kurucuları arasında sayılan Friedrich Hayek daha savaş bitmeden, 1944 yılında İngiltere’de yayınlanan Kölelik Yolu kitabında “totaliterliğe götüren tekamülü”, “Almanya’da son yetmiş yıl zarfında muayyen bir fikir kategorisinin gitgide genişlemesini ve nihayet zafer kazanmasını sağlayan şartların neler olduğunu ve niçin fikirlerin muzafferiyeti neticesinde iktidarın milletin en fena fertlerinin eline geçtiği”[11] sorusunun yanıtını aramaktadır. Ona göre bu sorunun doğru yanıtı verilmediği sürece bu fenalığın asıl müesseseleri gözden kaybolacaktır. Hayek totaliterleşmenin sebebinin ekonominin liberalleştirilmenin engellendiği ülkelerdeki, ister kapitalizm ister sosyalizm olsun planlı ekonomiler olduğunu iddia etmektedir. 

Kitap yayınlandıktan bir yıl sonra Nazizm, Sovyet Kızıl Ordu güçleri ve yerel direniş güçleri tarafından yenilip Almanya ve Avrupa faşizm belasından kurtarıldığında savaş enkazı üzerinde hızlıca bir restorasyona girişen egemen sınıflar, şimdi muzaffer çıkmış bir sosyalizmin ve kendi ülkelerinde bu zaferin bir parçası olarak hisseden örgütlü işçi sınıfının, güçlü komünist partilerin karşısında taviz politikaları izlemek zorunda kaldılar. Savaşın tahrip ettiği üretici güçleri hızla onaran kapitalist sistemin yeni devlet biçimi, yani; işçi sınıfı ve emekçilerden elde edilen artı değerden eskisine göre daha geniş pay ayırarak kamusal hizmet bedellerini ucuzlatan, sosyal politikalar uygulayan ve ister istemez burjuva demokratik kurumlaşmaya başvuran “sosyal devlet”, savaş sonrası Avrupası’nda farklı bir düzenlemeden yana olan “radikal” liberalleri, başta Hayek olmak üzere pek hoşnut bırakmayacaktı.

Hem Nazileri hem sosyalizmi hem de Avrupa’daki Keynesyen refah politikalarını sürdüren devleti özgürlükler hilafına bürokratik ve despotik bulan Hayek’in görüşleri, hem o zamanın sınıf ilişkilerini ve güç mevzilenmesini dikkate almadan adına konuştuğu sınıf tarafından hem de iktisatçılar tarafından pek dikkate alınmadı. Hayek 19. yüzyıldaki liberal felsefenin babaları tarafından yapılan ihtarların ciddiye alınmamasına üzülmekteydi. Çünkü iktisadi hürriyet olmadan siyasi hürriyet de olamayacaktı.[12] Ona göre sosyalizm ile Prusya devletinin yukarıdan aşağı örgütlenmiş hiyerarşik yapısı totalitarizmin yerleşeceği alanı oluşturmuştu. Bu durum yalnız Adam Smith, Locke, Mill ve Milton’un temsil ettiği 18. ve 19. yüzyılların liberalizmini değil aynı zamanda Erasmus’tan Montaigne’ye, Çiçero’dan Tacitus’a kadar miras edinilen bütün ferdiyetçilik temelinin de yitirilmesi anlamına gelmekteydi. Sovyetlerle hayata dahil olan planlı ekonomi kapitalist ülkeleri de sarmış, böylece ferdiyetçi girişim gemlenmiştir.

Friedman faşizme ve totaliterleşmeye şiddetle karşıdır ama önerdiği liberalizm Laissez Faire liberalliği de değildir. İktidarı etkili bir biçimde kullanmak ve rekabetin mümkün olduğu kadar geniş bir rol oynayacağı bir sistem yaratmak gerekmekteydi.[13] Eski liberalizmin gerilemesinin sebebini onun başarılı olmasına bağlayan Hayek, “ferdi gayretleri şevki idare etmek için en iyi vasıtanın rekabet olduğuna, rekabetin hayırlı bir rol oynayabilmesi için de itina ile kurulmuş bir hukuki düzenin lüzumunda” ısrar eder.[14] “Rekabet bilinen metotların en verimlisi olduğu için değil otoriterin keyfi  ve zorlayıcı müdahalesi  olmaksızın faaliyetleri  yek diğerine intibak ettirmenin yegane yolu olduğu için  diğer metotlardan üstündür. Devlet rekabet koşullarını ve hukuki serbestliği sağlamalıdır.” Hayek demokrasiye en uygun olanın kapitalizm olduğunu yazar ve “ama fetiş haline getirmemek gerekir demokrasiler müstebit, diktatörlükler hürriyetli olabilirler…”[15] diye sürdürür. Onun faşizmi ve totalitarizmi eleştirirken koyduğu ihtiyat payı aslında çok önemsediği “piyasa liberalizmi”nin burjuva demokrasisiyle taçlanmak zorunda olmadığını da gösterir. Devletin sağladığı hukuki güvence altında, özgür rekabet ortamında hareket eden tekelci sermayenin belirli koşullarda can simidi olan “totalitarizm” demek ki pek de uzak bir açılım değildir. Demokrasiler müstebit olabilir, bu doğru, ama diktatörlükler sadece tekelci sermaye sınıfı için “hürriyetli”dir. Emperyalizmle birlikte artık tekelci burjuvaziye dönüşen ve artık dünyanın her köşesine sermaye ihraç eden, pazar ve piyasa kuran, ucuz emek gücü ve hammadde satın alan girişimci ferde (artık tüzel bir kimlik kazanarak tekele dönüşen fert)  dar gelen, 19. yüzyılın “bırakınız yapsınlar”cı liberalizminin ertesinde, o sadece kendi ülkesindeki devletin hukuki korumasıyla değil, yayılmak istediği ülkelerdeki sınırlayıcı hukuki düzen ve devlet yapılarından da sorumlu hissetmektedir.

Nitekim Hayek’in ve Mises’in kurduğu Viyana Okulu’nun temel ilkelerini derinleştiren Chicago Okulu iktisatçıları, başta Friedman, bu kadri bilinmemiş öncüleri ihya edecek biçimde politik süreçlerin düzenlenmesinde rol oynadılar. Neoliberalizmin teorik çerçevesi daha 1930’lardan itibaren Mises ve Hayek tarafından oluşturuluyordu ama bu tezlerin tozlandıkları raflardan indirilmesi Sovyetler Birliği’ndeki çözülmeyi müteakip, komünist partilerin ve sendikal örgütlerin zayıflamasına bağlı olmuştur. Burjuvazinin, “refah toplumu” kapsamında “feda ettiği” kimi ilkelerini yeniden kurabilmek, sistemin işlemesi için düzenlediği bölüşüm sistemini tersinmez bir biçimde tasfiye edebilmek ve kaybettiği zamanı geri kazanabilmek için elinin serbestleşmesi ancak öyle mümkün olmuştur.

1970’lerde petrol fiyatlarındaki artışa bağlanan ve aslında bunun da bir sonuç olarak ortaya çıktığı, kapitalizmin derin yapısal krizi tekelci sermaye için sarsıcı sonuçlar çıkardı. Bu aynı zamanda tekelci sermayenin tüm araçlarını harekete geçirerek dünya işçi sınıfının sahip olduğu mevzileri dağıtmak, direnişleri ezmek ve egemenliğini sağlamlaştırmak için olanak bulduğu bir zemindi. Libaral iktisatçıların yaratıcı yıkım olarak niteledikleri bir fırsat alanıydı bu.

Burjuva ideologlar bu durumdan yeniden mevzilenmenin teorik ve ideolojik olanaklarını artıran birçok türev kriz çıkardılar; sosyal devletin krizi, parlamenter demokrasinin krizi, fordizmin krizi, modernitenin krizi vb. Böylece işçileri ve emekçileri daha da yoksullaştıran iktisadi krizin faturası kapitalizme değil ikinci savaş sonrasındaki emekçilere verilen tavizlerden oluşan refah politikalarına kesildi.[16] Böylece krizle birlikte ve kriz sonrası dönem için verimini en fazla 90’lı yıllarda almaya başlayacağı yeni bir küreselleşme sürecinin başladığını ilan ettiler.

Esasen uluslararası tekellerin ve finans gruplarının dünya ölçeğinde tüm ülkeleri ve halkları dizginsizce sömürmelerini ve yayılmalarını, yerüstü ve yer altı kaynaklarını yağmalamaya odaklanmış bir saldırının başladığını gizleyen süslü bir ifadeydi bu.

“Ekonomik liberalizasyon” için düğmeye basılmıştı. Düğmeye basma önce dünyanın belli bölgelerinde işçi sınıfının kazanılmış haklarına, örgütlerine yoğun bir saldırı içeren, burjuva demokratik kurumları askıya alan, toplumsal ilişkileri yoğun bir şiddet eşliğinde yeniden düzenleyen siyasal hamlenin eşzamanlılığına, ikinci olarak; operasyonların ABD istihbarat merkezinden komuta edilmesine işaret etmesi bakımından mecaz değil gerçektir. Friedmancı “liberalizasyon” hiç de öyle “hürriyetli”, demokrasili, şevkli, liberal bir hamleyle olmadı. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde. Bir gecede iktidara el koyan CIA yönlendirmeli ordular işçi sınıfını, emekçilerin örgütlerini dağıtıp parlamentoları kapattıktan, Şili’de toplumsal bölüşüm sisteminde halkın durumuyla ilgili iyileştirmeler ve sanayi tesislerinde millileştirmeler gerçekleştirdiği için işbirlikçilerle ABD tekellerinin diş bilediği Allende’yi öldürdükten, binlerce insanı işkence altında katledip ‘kaybettikten’ sonra şafağı sökmekte olan neoliberalizme selam durdular. Kimi ülkelerde yıllarca süren askeri faşist diktatörlükler altında IMF ve Dünya Bankası eliyle uygulanan Friedman Reçetesi, kamu varlıklarının emperyalist tekellere özelleştirilmesiyle başlayan “serbestleştirmeyi” emekçilerin bütün haklarını gasp edip bunları bir kâr kaynağı haline getirmeye genişletti.[17] Bolivya (1971), Honduras (1972), Uruguay (1972), Şili (1973), Peru (1975), Arjantin (“Her on yılda bir”den daha sık darbelere maruz kalmış ülkenin en keskin virajı olarak 1976 darbesi) hepsi bu zorla liberalizasyon sürecinden geçirildi. Türkiye’deki 1971 ve 24 Ocak Kararlarını uygulamak için gerçekleştirilen 1980 darbesi de bu zincirin birer halkasıdır.

Burada bir parantez açmakta yarar var; neoliberal saldırıların yoğunlaştığı 1970’ler bir doğum tarihi değildir. Çünkü İkinci Savaş’ın hemen sonrasında yine Latin Amerika başta olmak üzere, Afrika ve Asya’da sınıfsal güç ilişkilerinin müsait olmasına da bağlı olarak yapılan bir dizi müdahaleler 70’li yılların finans kapital terörünü öncelemiştir. Diktatörlükler hürriyetli olabilirler diyen Hayek’in rüyası halka karşı zırhlanmış tanklanmış generallerin faşizmiyle, “totaliter” bir tarz içinde gerçekleştirilmiş; uluslararası tekellerin bu ülkelerdeki sermaye dolaşımı gayet açık biçimde hürriyetlendirilmişti.

Ne var ki askeri darbelerin arkaik, geri kalmış bir tarz olarak kabul edilmeye başlandığı 90’lar uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin demokratlaştığı anlamına gelmez. Tersine tekelci kapitalizmin bu evresinde sistem askeri darbelerden daha acısız ama son tahlilde daha işlevli dayatmalar, bloklaşmalar, dışlamalar, ambargolar, teşvikler diyalektiğiyle işleyen çok taraflı anlaşmalar aracılığıyla şekillendi. Görünürde sermayeyi temsilen katılan devletlerin çeşitliliği bakımından çok taraflı olan ama esasen, uluslararası tekellerin yönlendirdiği ve dünya ölçeğinde sermaye hareketlerini genişletmek için siyasi oluşumları kontrol edebileceği bir düzen inşasıydı bu. Devlet kurumlarından hukuka, emek süreçlerinden bürokrasiye kadar baştan aşağı bir deregülasyon operasyonu başlamış oldu. Hedefi dünya ekonomisi içinde piyasa mantığını engelleyen bütün yapıların yok edilmesi ve böylece meta ve sermaye akışının engelsiz biçimde dolaşımını mümkün kılan ortamın yaratılmasıdır.[18]

Dünya siyasetine ve ekonomisine yön veren tekellerin ihtiyacı, kendi ülkelerinde olduğu gibi yayılım alanındaki devletlerin çöküşünden itibaren “serbestleştirme”, Rusya hinterlandının Balkan bölgeleri ve Kafkasya başta olmak üzere savaşlar ve NATO kontrolüyle gerçekleşirken 1995 yılında kurulan DTÖ ve kapsamında çıkarılan GATS (Hizmet Ticareti Genel anlaşması), G-7 ve 8 zirveleri, DB ve IMF, “devletin küçültülmesi” gibi hegemonik bir söylem başlığı altındaki siyasi ekonomik ve sosyolojik kuralsızlaştırmanın haritasını çizmekteydiler.

20. yüzyılda siyasal bağımsızlık mücadelelerinin alevi içinde korumacı kalkanlar edinen ve bunların ancak IMF kredileriyle delindiği devletler sisteminin yerini, sermayenin bütün kalkanların yere bırakıldığı geniş bir coğrafyada, el değmemiş alanlara da uzanarak; bankacılık, sigortacılık, ulaşım, haberleşme, su, elektrik gibi yerel hizmet konularının da uluslararası yatırımlara açıldığı hukuk sistemlerinin alması için verdiği uğraş sonucunda “sermayenin dünya coğrafyası üzerinde üretimden pazarlamaya, mülkiyet edinmeden yatırıma kadar hiçbir denetimle karşılaşmadan dolaşabilmesi için” anlaşmalar imzalandı.[19]

Bu ilk çok taraflı anlaşmalardan itibaren ulus-devletlerin mevcut bürokratik, hukuki ve kurumsal mimarisinin, sermayenin ve emeğin dolaşımına sınırlar koyduğu, geri birer biçim olduğunun propagandası çok yapıldı. Böylece gelişmiş kapitalist ülkeler liderliğinde daha az gelişmiş ülkeler, hizmetlerin metalaştırılma sürecinin hızlandırılması, dünya tekellerinin ülke sınırlarını yasal mevzuata takılmadan ve hızla aşabilmesi için bürokratik düzenlemeler ve hukuki düzensizleştirmeler yapmaya zorlandılar. Ülkelerin tüm kaynaklarının tekellere açılması gerekiyordu. İkinci olarak; ücret ve sosyal kısıtlama ve devletin sosyal harcamalarında kesintiye gidilmesi bekleniyordu. Bu anlaşmaların altına imza atmaya zorlanan ülkelerin taahhütlerini yerine getirmemesi durumunda iç mahkemelerin baypas edildiği ve uyuşmazlığın, uluslararası tekellerin çıkarlarını, önlerine engel çıkaranları “haksız rekabet” ithamıyla suçlamasına cevaz vererek koruyan tahkim mahkemelerinde görülmesi gerekiyordu. Sosyal yüklerini üzerinden atarak küçülmüş devlet artık sermayenin, istediği zaman kuralları ihlal etmesine engel çıkarmayacak biçimde organize olmuş kurulu işlevi görecekti.

1990’lı ve 2000li yıllar boyunca bu “çok taraflılık” döneminin sonuçlarına Türkiye’deki gelişmeler de ışık tutmaktadır. 1990’lı yıllarda 1980 Anayasasını aşan düzenlemelerin çoğu mevcut hukuk sistemi baypas edilerek gerçekleştirilmek zorunda kalındı. Sermaye hareketleri ve yatırımları için yasal esnekleşmeyi sağlayan, karar alma süreçlerini kısaltan ve aynı zamanda yasal mevzuatı etraftan dolanan düzenleyici “üst kurullar”, devletin resmi organlarının dışında özerk yapılar olarak kuruldu.[20] Kamu Reformu adı altında hizmetlerin özelleştirilmesi ve yeniden dağılımıyla ilgili prosedür değiştirildi, yerel yönetimler yasası ile, yerellerin bankası olarak çalışan, devlet sübvansiyonlarının aktarım kayışları olan kurumlar yetkisizleştirildi. Böylece belediyelerin yabancı ve yerli sermayenin sübvansiyonu peşinde koşan yapılara dönüşmesinin yolu açıldı. 2002 yılında iktidara gelen AKP’nin, devlet düzenini bürokrasi içindeki direnci uzun tutuklamalar ve şiddet uygulayarak yeniden yapılandırması bu sürece içkindir.

Mali sermaye devletlerin artık bir şirket gibi yönetilmesini istiyordu ve devlet yöneticileri de bunu papağan gibi tekrarladılar. Bu elbette devletin sermaye fraksiyonları arasındaki siyasi farklılıkların sarsamayacağı ve sınıf mücadelelerinin zarar veremeyeceği teknokratik bir yönetim kurulu gibi işleyen, böylece uluslararası mali sermayenin, yerel tekellerin kolaylıkla nüfuz edebileceği bir siyasi yapıya dönüşmesi talebidir. Bu aynı zamanda bir baskı ve egemenlik aygıtı olarak toplumsal ilişkileri ve sınıfların mevzilenme biçimini baskı ve zorla düzenleyen bir cihaz olma işlevini de sürdürecektir.

Devletlerin bir şirket gibi yönetilmeye başlanması için, bunların baştan aşağı tekellerin hizmetindeki “uzmanlaşmış bir iktisadi aygıta” dönüşmesi amacıyla başlatılan hukuk sisteminin ve kurumların düzensizleştirilmesi operasyonunun sonucu, devletlerin giderek kendilerinin üst-kurullaşma (üst kurullar daha sonra kaldırıldı) mantığını içselleştirmesidir. Yine Türkiye’deki tek adam rejiminin güçlendirilmiş yürütmenin, üç kuvvetin idaresini ve medya kontrolünü üzerine almış başkanın etrafında, bir şirket yönetim kurulu gibi dizildiği şema neoliberalizm sürecinin devletle ilgili en başarılı ürünlerinden biri sayılır. Nazi Almanyası’na benzer bir şekilde Türkiye tekellerinin, bu mimariden en çok yararlanan kesiminin merkezinde bulunduğu, diğer sermaye gruplarını devlet imkanları ile ihale ve bölüşüm sisteminden pay alabilme oranları ve güçleri oranında etrafındaki ağda topladığı mimari, gelişmiş kapitalist ülkelerin de desteğiyle oluşup güçlendi. Yandaşlığın, ayrıcalıklardan ve nimetlerden yararlanmayı kolaylaştıran bir giriş bileti sayılması sayesinde sistem ağlarına dahil olma bir şantaja ve rüşvete bağlanmış, tersi dışlanma konusu olmuştur.

Ekonomik faaliyetlerini sahayı tekellere bırakarak terk etmek suretiyle devletin yüklerinden arınıp küçüleceği iddiasındaki kapitalist aklın sonucu, düzenleyici bir biçimlenmeyle (büyük harfle) Üst Kurullaştığı mertebeye konumlanan devletin aslında daha da güçlenmesidir. Bu durum ulus devletlerin uluslararası sermayenin küresel hareketinin aparatı haline gelmesiyle çelişmez. Tersine bu kadar kuralsızlaşmanın bu kadar katı ulusal araçlarla yapılması tam da bunun içindir.

Ne var ki işçi sınıfı emekçilerin acımasızca sömürülmesi için üzerlerindeki, varsa eski yasal korumaları kaldırıp tamamen savunmasızlaştıran, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri ucuz emek cennetine çeviren kapitalizm 2000’li yılların başından itibaren bir domino etkisiyle yayılan küresel ve bölgesel halk hareketleriyle karşı karşıya kaldı. 2000’li yılların başında Latin Amerika’da başlayan hareketlerin anti emperyalist taleplerinin karşılığında oluşan “sol popülist iktidarlar”dan bazıları başta enerji şirketlerinin millileştirmesine yönelerek, ücret ve sosyal politikalardaki düzenlemelerle refah seviyesini artırma yolunu izleyerek yaptırımlara direnirken (Venezuela’da Chavez döneminde olduğu gibi) bir kısmının (Arjantin, Şili, Ekvador, Brezilya vb.) solculuğundan geriye zaman içinde söylem bile kalamadı.[21] Halk hareketlerinin ikinci dalgası 2010-2013 arasında Kuzey Afrika’dan Brezilya’ya, ABD ve İngiltere’ye kadar uzanan eylemlerdir. Üçüncüsü ise pandemi başlamadan az önce patlayan daha geniş bir yayılım alanı bulan halk eylemleri olmuştur. Son olarak ABD’de George Floyd’un polis tarafından öldürülmesi ile ırkçılık karşıtlığı ile başlayan eşitlik ve sistem değişimi talebine genişleyen hareketler de son derece önemli olmuştur.

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KAYYUM HÜKÜMETLERİ

Kapitalizmin neoliberalizm dönemindeki ilk krizi 2008 krizi değildir ama etkileri en uzun sürmüş, ortaya çıkış koşullarıyla ilgili olarak devletlerin kalıcı çözümler üretmesi mümkün olmadığı için, yol açtığı tahribatın sonuçları bir sonraki krize doğru ötelenmiştir. Bu kriz siyasi ilişki ve düzeni de etkilemiştir. Merkez bankaların kaynağını sermayenin hizmetine sokarak, devletin diğer mali kurum ve kaynaklarını da kullanarak krize müdahale eden; süreci ucuz para ve faiz karşılığı borçlanmayla geçirmeye çalışan, başta ABD olmak üzere diğer emperyalist ülkeler bir yandan krizin yüklü maliyetinden kurtulmaya ama aynı zamanda Friedman’ın deyimiyle bu “yaratıcı yıkım” halini fırsata çevirmeye çalıştılar. Ancak kriz kapitalizmin yapısal sorunlarını derinleştirdi.

İflas noktasına gelen Yunanistan’a Avrupa Birliği’nin atadığı teknokrat hükümet; çok taraflı anlaşmayı sürükleyen en gelişmiş devletlerin diğerleri üzerindeki hegemonyayı ifşa etmesi bakımından önem taşır. İtalya’nın borçlarını yapılandırmak için de aynı yönteme başvuran AB organları, birliğin ekonomik ve siyasi belgeleri olan Mastricht ve Kopenhag Kriterlerini de kendi elleriyle, fiilen deldiler. 2008’den sonra ise aynı müdahale Macaristan’a yapılmıştır.

2008 Krizi Avrupa’da genel bir gericiliğin yükselmesini de tetikledi. Krizin emekçiler üzerindeki sonuçlarını kitle desteği alabilmek için, onlara yanlış hedefler ve sorumlular göstererek, geri bilinci kışkırtarak kullanan burjuva partiler ve neo-faşist türevleri harekat alanlarını geliştirdiler.

AB’ın Doğu Avrupa’daki yeni ülkelerinden, Afrika ve Asya’dan, savaş bölgelerinden akan göçmen nüfusa karşı tepkiyi örgütleyen bu hareketler işsizliğin, yoksulluğun günah keçisi olarak göçmenleri; güvencesizliği terör korkusuna yansıtarak körükledikleri İslamofobi ile Müslümanları; kapitalizmin organize saldırılarının görünür dayatıcısı AB’yi düşman ilan ederek milliyetçi, ırkçı ve gerici değerleri kışkırtmayı önemli ölçüde başardılar.

Ama asıl önemlisi 1990’larda uluslararası sermayenin yolunu açmak, hız kazandırmak ve kar oranlarını artırabilmek için alınan iktisadi ve siyasi önlemlerin, bugün gelinen noktada mali sermayeye, ayağına dolanan yeni sorunlar çıkarması ve onu yeni krizlerle yüz yüze bırakmasıdır. Yatırıma dönüştürülmekte zorlanan sermaye birikimi ve aşırı üretimi karşılayacak biçimde genişleyemeyen pazar, tekeller arasındaki çelişkileri de derinleştirmiş; 90’lı yıllardaki rekabet düzenleme süreç ve kurulları, çok taraflı centilmenlik anlaşmaları artık bir yük olmaya başlamıştır. 2016’da iktidara gelen Trump’a oy veren kitlenin motivasyonunu sağlayan en önemli propaganda malzemesi ABD’den ucuz işgücü cennetlerine taşınan sanayi tesislerinin geri getirileceğine ilişkin teminattı. İşsizliğini ve yoksulluğunu bu sanayisizleşmeyle özdeşleştiren öte yandan göçmen ve siyah nüfusun ülke ekonomisine yük olduğunu düşünen beyaz işsiz ve işçi nüfusun bir bölümünün oylarının Trump’a yönelmesine yol açmıştı. Trump’ın ideolojik olarak temsil ettiği tekel grubunun içe dönme[22], yabancı ithal metalara gümrük ve narh uygulama, yatırımcıları vergilendirme ve korumacı önlemleri artırarak dış pazardaki daralmayı iç pazarı genişleterek çözme eğilimindeki kesim bu kitlenin taleplerini de istismar etmiştir.

Aynı şey İngiltere’de Avrupa Birliği’nden çıkmak üzere Brexit oylamasına evet oyu veren kitleler üzerindeki faşist partinin etkisi için de söylenebilir. Yakın zamana kadar istikrarlı ekonomi ve paraya sahip İngiltere’nin kayıplarının derinleştiği süreçte Avrupa’yı bir yük olarak görmeye başlaması; yeni, yoksul birlik üyelerinden gelen, sınırlandırılamaz göçü sonlandırma talebi kitlelerin AB’ye karşı geliştirdiği milliyetçi tepkiyle örtüştü. 2017 yılında Hollanda, Fransa ve Almanya’da faşist hareketin büyük bir başarı göstermesi; Avusturya’da faşist Özgürlük Partisi’nin koalisyon hükümetinde yer alması bir sürpriz değildir. Avrupa dışında Hindistan’daki Modi iktidarı, Filipinlerde Rodrigo Duterte, seçimlerdeki rakibini bir komployla hapse attırarak yüzde 53 ile iktidara gelen Bolsonaro bu gericileşme dalgasının yükselen yüzleri oldular.

Avrupa’da Macaristan ile Polonya’daki iktidarların yukarıdan aşağıya yeniden inşa ettikleri siyasi rejim gericileşmenin mevcut en üst biçimi durumundadır. Bunlar bağımlılaştırma pratiklerinin, halk demokrasilerinin yıkılmasıyla birlikte bürokratik ve hukuki yapıları dejenere olmuş ülkelerde yol açacağı derin tahribatın birer örneğidirler ve faşist teamül için bir fidelik teşkil etmeleri sürpriz olmamıştır. Ardına kadar açık kapılardan giren uluslararası tekellerin yağma ve talanından en büyük kırıntıyı toplama derdindeki ulusal tekellerin de katkısıyla sonuna kadar sömürülen ama giderek ülkenin bir yabancı sermaye cenneti haline gelmesinin sonuçlarını kendisi de ağır yaşayan Macaristan burjuvazisi Orban ile yeni bir kalkınma palanı başlattı. “Avusturya, Alman ve İtalyan bankaları, telekomünikasyon şirketleri, Audi, General Electric, Mercedes Benz ve Bosch gibi şirketler Macaristan’ı bir koloniye dönüştürmüştü.[23] Başlangıçta yabancı tekellere satılarak özelleştirilen başta enerji, maden ve metal alanındakiler olmak üzere temel işletmeler geri satın alındı. Ulusal ekonominin canlandırılması adına devlet eliyle yeniden yapılan kontrollü özelleştirmeler ve satışlar Macar sermayesinin canlandırılmasını amaçlıyordu.

 2010’da iktidara halkın yüzde 50’sinin oyuyla gelen Orban’ın partisi Fidesz Anayasayı ve seçim yasasını değiştirmekle kalmadı ülkeyi kanun hükmünde kararnamelerle yöneteceği bir tek adam rejimi oluşturdu. Neredeyse her yatırım anlaşması için Orban ayrı ve özel yasa uygulamaktaydı; kurumların işleyişi deregüle edilmişti. Medya muhalefetini bastırdı, kitle örgütleri üzerinde baskı mekanizmalarını kurdu. Spor kulüplerinden stadyumlara kadar her şeyi kendisine bağladı [24] “1990’daki şok liberalizasyonun sonuçlarını tamir etmek için” uygulanan devlet kontrollü, sermayenin Macaristan’da tutulmasını sağlamak amaçlı model, halka yurtsever ekonomi olarak lanse ediliyordu.

Orban kurduğu faşizan sistemi illiberal demokrasi olarak adlandırıyor. Bunun anlamı liberal olmayan demokrasidir. 2019 Temmuzundaki bir konuşmasında “Sadece Macaristan’ı geliştirecek değil Batıdaki liberal demokrasiye karşı meydan okuyacak bir yönetim ideolojisi geliştirdiğini söyledi.”[25] Ondan önceki çağrısı ise Avrupa Birliği parlamentosuna milliyetçi vekillerin seçilmesine yönelikti. AB gibi bir devletler topluluğunu içinden çökertmeye yönelik hamleler de yaptı.

Eski bürokrasinin elit bir azınlık teşkil ettiğini söyleyen Orban kendi oluşturduğu bürokrasiyle milliyetçi bir elit yapılandırdı. İktidardaki üçüncü dönemini yaşayan Orban ve partisi, özelleştirme ve kuralsızlaştırma dalgasının ezdiği kendi ülkesinin yoksul emekçilerini milliyetçi bir söylem eşliğinde Macar yerli tekellerinin kalkınma ve kar davası etrafında birleştirdi ve kendi modelini Avrupa’da artık güven telkin etmeyen, AB tarafından ihlal edilen ve çoktan milliyetçi ve proto-faşist delegelerle dolu AB kurumlarının krizdeki liberal demokrasisinin yerine “illiberal demokrasi”sini telkin edecek bir mazerete kavuşmuş oldu.

Burjuva partilerin nöbetleşe iktidara geldiği seçimlere ve sağ ya da sol hangi parti olursa olsun aynı ajandayı yürüten iktidarlara karşı giderek yayılan güvensizliğin karşılığında yeni bir siyasi sığınak arayan kitlelerin beklentilerini radikalize eden faşist hareketler, kayda değer yükseliş elde ettiler. Neo-faşist hareketlerin kadroları aşağıdan gelen homurdanmayı, “parlamentoya karşı halk iradesi” diye adlandırarak kendi hareketlerine bağlamaya çalıştılar. Bu parlamentonun tam anlamıyla gözden düşmesi anlamına gelmedi, tersine seçimler her zamankinden daha önemli hale geldi. Orban, Trump ve Erdoğan’ın da izlediği aynı yönteme göre, seçildikleri için kendilerini ulusun iradesinin cisimleşmiş ifadesi olarak gören liderler ile kitle arasındaki ilişki ideolojik bir bağa dönüşürken seçimler kitlelere tek siyasi katılım anı olarak rezerve edildi.

Kitlelerin kapitalizme öfkesi “bürokratik elitlere”, işsizliğin sorumlusu göçmenlere ve siyahlara (bizde Suriyeliler ve Kürtler), istikrarsızlığın, belirsizliğin ve kayıpların yol açtığı güvensizliğin kaynağı rakip partilere yansıtılarak istismar edildi. Daha önemlisi bu dönemde kitlelerin anti emperyalist duygularının milliyetçi, şoven bir kanalda ajite edilmesidir.[26] Gelişmiş kapitalist ülkeleri ve yabancı yatırımcıları kendi ülkelerindeki krizin sorumlusu, sosyal hayatın dejenerasyonunun kaynağı olarak görmeye hazır kitlelerin kışkırtılan duyguları yabancı olan her nesneye düşmanca yönelecek hale gelmiş; öze dönüş, arkaik öz değerlerin yüceltilmesi çağrısı bir karşılık bulabilmiştir.

Bu sürecin dikkat çeken bir özelliği faşizan liderlerin yönettiği ülkelerde seçim hileleri, yasakları ve seçim sürecinde uygulanan şiddet sayılmazsa bunların yüzde 50 civarında oy alarak iktidara gelmesidir. Ortaya çıkan tablo ABD seçim sistemine zaten içkin olan zorunlu bloklaşmanın genelleşmesidir. Bu bağlamda gerici liderin peşine takılarak mobilize edilen kitleler de, bunun karşısında bir diğer bloğa yerleşen kesimler de tekelci sermayenin farklı kanatlarını temsil eden partiler tarafından mobilize edilmekte; bir şekilde sisteme yedeklenmektedir.

Ancak tablo bundan ibaret değildir; faşist, aşırı sağ veya gerici harekelerin yükselişi düz, kesintisiz, engelsiz ve daha önemlisi matematik bir düzenle gelişen bir süreç izlemiyor. Dünyanın her yerinde işçi sınıfı ve emekçiler için giderek daralan hareket alanı ve karşılanmayan talepler baskının en yoğunlaştığı yerlerde bile mücadeleyi engelleyemiyor.

Macaristan’da Nisan 2018’de seçim yasalarının düzenlenmesiyle ilgili, Aralık 2018’de de çalışma koşullarının düzeltilmesi talepli kitlesel eylemler, Polonya’da kürtaj yasağını geri çektiren kadın eylemleri, Trump iktidara geldiğinde ülkesinde ve ziyaret ettiği yerlerdeki “karşılama” eylemleri, Hindistan’da Modi diktatörlüğüne karşı yüz milyonların katıldığı köylü eylemleri bu rejimlerin daha ileri gitmesini engellemeye yönelik bir dinamiğin açıkta ve ayakta olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Öte yandan pandemi salgınının başlamasıyla sönümlenen halk eylemleri, ondan kısa bir süre önce Fransa’daki Sarı Yeleklilerin vb. bıraktığı iz, bu hareketlerin daha da gelişerek süreceğinin, beklenmedik boyutlara ulaşabileceğini söylüyor.

SONUÇ

Alman faşizmi ve işgal ettiği ülkelerdeki işbirlikçi rejimlerin çökmesinden sonraki süreçte başta ABD ve İngiltere olmak üzere liberal değerlerin temsilcisi olduklarını iddia eden ve bu furyanın dışında kalan ülkeler, kendilerini özgürlüklerin ve demokrasinin taşıyıcısı ilan etmişlerdi. Burjuva demokrasisinin denge denetleme mekanizması desteklenmiş; yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız göründüğü belirli bir hukuki bağlam içinde çalışan parlamenter sistem, seçim yasalarındaki oynamalar ve mali güçle çok kolay kontrol edilebilen adaylık ve seçim yöntemlerine rağmen savaş sonrası dünyada ideal bir demokrasi olarak tanıtıldı. Bu burjuva demokrasisi övgüsü Sovyet sisteminin diktatörlük olarak yaftalanması eşliğinde sürdürüldü.

Sonraki kuşak egemen sınıflar ise dünyayı “küresel bir köy”e dönüştürmek için oluşturdukları, devletlerin devleti mertebesindeki organlar aracılığıyla dünya ekonomisinin ve siyasetinin tek merkezden yönetildiği bir ütopyanın taşıyıcısı oldular. Eşitsiz gelişen bir dünya bağlamında bu, ülkelerde ağır deregülasyon sürecini başlatmak anlamına geliyordu.

Aralarındaki zorlu rekabete rağmen sermaye birikiminin genişletilmiş yeniden üretiminin, zincirlerinden boşalarak ferahladığı 90’lı yıllardan sonraki 10-15 yıl içinde Doha toplantılarında yönetilen “mali sermayeler enternasyonali” giderek bu birikimin kaynağını zayıflatacak gelişmelerle yüz yüze geldi. Bütün sermaye grupları bu baharda aynı biçimde ısınmasalar da oluşturdukları dünya yönetsel yapı, -ki bunu karşılıklı yönetmek anlamında yönetişim[27] diye isimlendirmişlerdi- kapitalizmin krizini kayda değer katkılarla daha tahripkar kılmıştır. Belirli ölçü farklılıklarıyla bütün ülkelerin ulusal kaynaklarını mali sermayenin çıkarları doğrultusunda aynı trafik seyrinin bir parçası olarak birbirine bağlayan, sermayenin üretim ve dolaşım düzlemini küreye yayarak birbiriyle bağıntılı süreçleri çoğaltan dünya kapitalizminin devlet düzenlerinde de belirli değişimlerle yol alması tesadüf değildir. Bir kez daha yinelemek gerekirse bu durum neoliberalizmin sözde serbestleştirmesinin, sözde küresel demokrasinin bağrında (kurduğu kurumlar ve organlar eliyle) büyüdü.

Bu saatten sonra hareket kısıtlayıcı hale gelen çok taraflı yatırım anlaşmalarını terk etmeye başlayarak kendi ulusal pazarlarını güçlendirmeye çalışan tekeller şimdi kitlelere öze veya eve dönüşten söz ediyor, “ülkemizi yeniden büyük” yapalım sloganı atıyorlar. Bunların dünya yönetişimini ve demokrasisini kurmak üzere yapıp ettiklerinin sonuçları ayaklarına dolandıkça şoven, milliyetçi ve terör dozu artmış diktatörlüklerden medet bulmaya hazır hale gelmeleri bir çelişki değildir. Bu yönüyle Alman Nazizminin destekçisi Thyssen ile aynı sınıftan geldikleri için soydaştırlar. Tarihin her döneminde finans kapital, ihtiyacına  ve imkanlarına binaen, demokratik formlardan kolay vaz geçmiş, en demokratik zamanlarda bile onu temsil eden devlet bir sınıf diktatörlüğü olarak vücut bulmuş; demokratikleşme şiddetli sınıf mücadelelerinin kazanımıyla ancak mümkünken gerici dönüşümler kolay gerçekleştirmiştir.[28]

Bu bakımdan tekellerin temsilcilerinin seçimlerde, kapitalizme karşı öfkeli emekçi kitlelerini de yedekleyerek iktidara gelmiş olanları Trump’ın denediği; Orban, Modi ve Erdoğan’ın yaptığı gibi mevcut devlet cihazını düzenleyici bir kurula çevirirken aynı zamanda daha ağır bir baskı aparatı haline getirdiler. Deregülasyon ve hukuki görecelikte kat edilen mesafeyi çoğalttılar. İktidara gelemeyip oy sayısını artırmaya çalışan bir kısmı; Almanya’da olduğu gibi açık şiddet eğilimlerini sergileyen neo-faşist hareketler ile Fransa’da Le Pen’inki gibi iktidar sınırındaki partiler sistemin kan damarlarındaki yolculuklarını sürdürüyorlar.

Dünyadaki faşist hareketlerin ve yönelimlerin bu denli gelişmesi ve artışı 20. yüzyılda en uç örneği Almanya’da yaşanan faşizmin bir istisna, marjinal bir durum olmadığını gösteriyor. Öte yandan kapitalizmin kendine içkin mekanizmalarının doğal işleyişinin beklenmedik bir ürünü değil sıradan bir sonucu olabileceğini de tanıtlıyor. Alman faşizmi olgusunda Madde 48 ulusal Anayasa bağlamında kilit bir noktaydı. Bugün dünya çapında yükselen gericileşme eğiliminin kilidi ise neoliberalizmin küresel köyünde imal edildi.

Faşizm tarihsel bir istisna değildir.

KAYNAKLAR

Adam, Z. (2019) “Explaining Orbán: A Political Transaction Cost Theory of Authoritarian Populism”, https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/10758216.2019.1643249

Beauchamps, Z. (2018) “It Happened There: How Democracy Died in Hungary”, https://www.vox.com/policy-and-politics/2018/9/13/17823488/hungary-democracy-authoritarianism-trump

Bellinger, N. Ve B. Son (2019) “Otoriter Rejimler Ekonomi İçin Kötü müdür?”, Para Analiz, https://www.paraanaliz.com/2019/teknoloji/otoriterlesen-rejimler-ekonomi-icin-kotu-mudur-venezuela-macaristan-veya-turkiyeye-sorun-30111/

Bora, T. (2005) “Avrupa’da Radikal Sağ ve Post-Faşizmin Zihniyet Dünyası” (Ek Söz), Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi içinde, H.S. Vural (yaz.), İletişim Yayınları, İstanbul.

Calderon H.; J. Ensignia; E. Rivera (1982) Friedman Modeli Kıskacında Şili (1973-1981), çev. N. Ümit, 1. Baskı, Belge Yayınları, İstanbul.

Comelli, M; V. Horvath (2018) “What Orban Knows And His Enemies Don’t”, Jacobinmag, https://www.jacobinmag.com/2018/03/viktor-orban-hungary-fidesz-authoritarian-opposition

Cooper, L. (2019) “Hungary, Europe’s Creeping Fascism”, RedPepper, https://www.redpepper.org.uk/hungary-europes-creeping-fascism/

Ernst, F. (2020) İkili Devlet-Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, çev. T. Bora, 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.

Eurotopics (2019) “ABD ile Çin Arasında Ticaret Savaşları Kızışıyor”, https://www.eurotopics.net/tr/219788/abd-ile-cin-arasindaki-ticaret-savasi-kizisiyor

Foster, J. B. (2020) “Trump, Neo-Faşizm ve COVID-19 salgını”, Bilim ve Gelecek, https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2020/05/01/john-bellamy-foster-ile-soylesi-trump-neo-fasizm-ve-covid-19-salgini/

Güzelsarı, S. (2008) Küresel Kapitalizm ve Devletin Dönüşümü: Türkiye’de Mali İdarede Yeniden Yapılanma, 1. Basım, Sosyal Araştırmalar Vakfı, İstanbul.

Hayek, F. A. (2014) Kölelik Yolu, çev. Kolektif, 5. Baskı, Liberte Yayınları, Ankara.

Lewerenz, E. (1979) Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili, çev. Y. Doğan, 2. Baskı, Sol Yayınları, Ankara.

Macciochi, M. A. (1979) Faşizmin Analizi, çev. C. Süreya, 2 Baskı, Payel Yayınevi, İstanbul.

Milza, P. (2016) “Faşizm Belgeleri, Faşizm!.. Yeniden mi?”, Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları içinde, S. Özbudun ve T. Demirer (ed.), Ütopya Yayınevi, İstanbul.

Oğuz, Ş. (2002) “Türkiye’de Kapitalizmin Küreselleşmesi ve Neoliberal Otoriter Devletin İnşası”, TTB Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı 45-46, 2-15.

Shirer, W. (1970) Nazi İmparatorluğu Doğuşu, Yükselişi ve Çöküşü, çev. R. Güran, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul.

Traverso, E. (2019) The New Faces of Fascism, çev. D. Broder, Verso, London.

Yıldızoğlu, E. (2020) Yeni Faşizm, 1. Baskı, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul.


[1] Traverso, E. (2019) The New Faces of Fascism, çev. D. Broder, Verso, London, sf. 25-26.

[2] Aktaran Foster, J. B. (2020) “Trump, Neo-Faşizm ve COVID-19 salgını”, Bilim ve Gelecek, https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2020/05/01/john-bellamy-foster-ile-soylesi-trump-neo-fasizm-ve-covid-19-salgini/

[3] Bellinger, N. Ve B. Son (2019) “Otoriter Rejimler Ekonomi İçin Kötü müdür?”, Para Analiz, https://www.paraanaliz.com/2019/teknoloji/otoriterlesen-rejimler-ekonomi-icin-kotu-mudur-venezuela-macaristan-veya-turkiyeye-sorun-30111/

[4] Shirer, W. (1970) Nazi İmparatorluğu Doğuşu, Yükselişi ve Çöküşü, çev. R. Güran, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul, sf. 24.

[5] Ernst, F. (2020) İkili Devlet-Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, çev. T. Bora, 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 38.

[6] Lewerenz, E. (1979) Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili, çev. Y. Doğan, 2. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 49.

[7] Lewerenz, age, sf. 49.

[8] Lewerenz, age, sf. 96.

[9] Milza, P. (2016) “Faşizm Belgeleri, Faşizm!.. Yeniden mi?”, Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları içinde, S. Özbudun ve T. Demirer (ed.), Ütopya Yayınevi, İstanbul, sf. 67.

[10] François Chatelet, “Faşist devlet yalnızca kendi özüne indirgenmiş liberal devlettir: İster doğrudan doğruya ister dolaylı yoldan olsun temelden otoriter olan pratiklerini, koşullara göre, artık gizleme gereğini duymayan mülk sahipleri birliği…” diye yazar (Aktaran Macciochi, M. A. (1979) Faşizmin Analizi, çev. C. Süreya, 2 Baskı, Payel Yayınevi, İstanbul). Bu tespit ve türevleri çok tartışılmıştır. Genel olarak burjuvazinin sınıf iktidarının otoriter (ve totaliter) yönelimi örgütlü sınıf hareketleri tarafından geriletilmediği sürece finans kapital iktidarları, kendi sınırsız bir egemenliğinin koşullarını gerçekleştirmek için anti demokratik uygulamaları tercih eder. Burjuva diktatörlüğünün özgün devlet formlarının hangi biçimde ortaya çıkacağını belirleyen sınıf ilişki ve mücadeleleri ihmal edildiği takdirde faşizm ile demokrasi arasındaki ilişki her zaman metafizik bir indirgemeye müsait olacaktır. Chatelet’nin de bu ifadesi de böyle bir indirgemeye açılırken burjuva demokrasisiyle faşizmin aynılaştırılmasının politik sonuçlarını görmezden gelir.

[11] Hayek, F. A. (2014) Kölelik Yolu, çev. Kolektif, 5. Baskı, Liberte Yayınları, Ankara, sf. 20.

[12] Hayek, age, sf. 25.

[13] Hayek, age, sf. 31.

[14] Hayek, age, sf. 49.

[15] Hayek, age, sf. 78-79.

[16] Le Pen milletin canlılığını, enerjisini yok ettiği için sosyal devlete karşı çıkmaktaydı. Devletin bir yardım ve esirgeme kurumu değil asıl otorite olduğunu söyleyen faşist sözcüler liberalizmin organik bir cemaati yıktığını iddia ediyorlardı.  Bora, T. (2005) “Avrupa’da Radikal Sağ ve Post-Faşizmin Zihniyet Dünyası” (Ek Söz), Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi içinde, H.S. Vural (yaz.), İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 248.

[17]Devlet müdahalesi bundan başka, gelirlerin büyük bir kısmının üretken sektörlerden, devlet sektörünün verimsiz alanlarına kaymasına yol açmış, sonuçta devlet gerçek görevini, yani serbest piyasanın sürekliliğinin sağlanmasını gerçekleştirememiştir.” Calderon H.; J. Ensignia; E. Rivera (1982) Friedman Modeli Kıskacında Şili (1973-1981), çev. N. Ümit, 1. Baskı, Belge Yayınları, İstanbul, sf. 96-97. Şili’nin neoliberalizasyonun başlıca gerekçelerinden biri ekonominin devlet himayesinde olmasının yatırımları ve sektörel gelişmeyi engellediğiydi. “Chicago Oğlanları” ekonomistlerinin devlet müdahalesi azaltılmış özgür liberal piyasalarına ilişkin teorilerini gerçekleştiren faşist askeri darbe ağır bir devlet müdahalesiyle ekonomiyi düzenleyici işlev gördü. Bu alıntıdan da anlaşıldığı gibi, finans kapital devletin müdahalesinden değil müdahale biçimlerinin yeterince işlevsel olmamasına karşıdır.

[18] Güzelsarı, S. (2008) Küresel Kapitalizm ve Devletin Dönüşümü: Türkiye’de Mali İdarede Yeniden Yapılanma, 1. Basım, Sosyal Araştırmalar Vakfı, İstanbul, sf. 33.

[19] Güzelsarı, age, sf. 117-142.

[20]2000’li yıllar boyunca özelleştirmeler büyük bir hız kazanmış ve pek çok emek karşıtı düzenleme yaşama geçirilmiştir. İkinci olarak, 1990’ların  sonundan itibaren yürütme aygıtı içinde  neoliberal politikaları  hükümetlerin  politik tercihlerinden bağımsız olarak  kesintisiz biçimde uygulayabilecek çok sayıda  bağımsız düzenleyici kurul oluşturulmuştur… 2001 yılında kurulan Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK)  ile üst düzey ekonomi bürokrasisinin… uluslar arası  rekabet gücünü yatırımlar yoluyla  artırma hedefi  etrafında  bir araya getirilmiş, böylece yerleşik bürokrasi ile  yeni bürokrasi arasındaki çatışmalar büyük ölçüde aşılmıştır.  YOİKK’in bir diğer özelliği üst düzey ekonomi bürokrasisi ile sermayenin farklı kesimlerinin (TOBB, TÜSİAD, YASED ve TİM başkanları) aynı çatı altında bir araya getirmesidir.” (Oğuz, Ş. (2002) “Türkiye’de Kapitalizmin Küreselleşmesi ve Neoliberal Otoriter Devletin İnşası”, TTB Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı 45-46, 2-15.)

[21] 1995 yılında 1 milyon Fransız işçisinin sosyal politikaları tasfiye edilmesi anlamına gelen ve Başbakanın adıyla anılan Juppe Planına karşı yaptığı grev planın geri çekilmesini sağladı. Ancak Fransa devleti planı daha sonra parça parça yasalaştırdı.  2000 yılı nisan ayında Bolivya’da Cochabamba halkı suyun özelleştirilmesine karşı mücadele ettiler ve başarılı bir sonuç da aldılar. Mart 2005’te ise suyun özelleştirilmesine karşı Güney Afrikalılar isyan etti. Bunların dışında hak kayıplarına, kuralsızlaştırmaya ve özelleştirmeye karşı sayısız işçi ve emekçi direnişi olmuştur.

[22] Trump kürselleşme döneminin bittiğini ilan etti, 2017’de ABD’nin bölgesel NAFTA Anlaşmasından çekildiğini, çok taraflı yatırım anlaşmalarının hükümlerine uymayacağını söyledi. Böylece Dünya Ticaret Örgütü’nün Doha’daki toplantılarında temeli atılan, ticari rekabetin sözde centilmence sürmesini teminat altına alırken azgelişmiş ülkeleri yeniden ve daha sert biçimde sömürgeleştirip uydulaştıran “çok taraflı yatırım” düzeninden rekabetin şiddetlenip tekeller arasındaki çelişkilerin derinleştiği 15 yıl önceki uluslararası düzenleyici kurul kararlarının emperyalist ülkeler lehine hükümsüzleştiği ama aynı zamanda bu ülkeler arasındaki (ABD, Rusya, Çin ve AB ülkeleri arasındaki) çelişkilerin de yoğunlaştığı bir eşiğe gelindi. Bu dönem “ticaret savaşları” dönemi olarak adlandırılıyor. Eurotopics (2019) “ABD ile Çin Arasında Ticaret Savaşları Kızışıyor”, https://www.eurotopics.net/tr/219788/abd-ile-cin-arasindaki-ticaret-savasi-kizisiyor

[23] Comelli, M; V. Horvath (2018) “What Orban Knows And His Enemies Don’t”, Jacobinmag, https://www.jacobinmag.com/2018/03/viktor-orban-hungary-fidesz-authoritarian-opposition

[24] Adam, Z. (2019) “Explaining Orbán: A Political Transaction Cost Theory of Authoritarian Populism”, https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/10758216.2019.1643249

[25] Beauchamps, Z. (2018) “It Happened There: How Democracy Died in Hungary”, https://www.vox.com/policy-and-politics/2018/9/13/17823488/hungary-democracy-authoritarianism-trump

[26] Erdoğan AB ve ABD’ye karşı en kışkırtıcı konuşmaları yapanlardan biridir. Orban ise global liberalizmin anti-Hıristiyan komplosundan bahsediyor ve antisemitist propaganda yapıyor. Cooper, L. (2019) “Hungary, Europe’s Creeping Fascism”, RedPepper, https://www.redpepper.org.uk/hungary-europes-creeping-fascism/

[27] AKP Hükümeti tarafından kurulan Dokuzuncu Kalkınma Planı Sanayi Politikaları Özel İhtisas Komisyonu’nun (ÖİK) raporunda “Türk sanayicilerinin  faaliyet gösterdikleri sektörün kültürel değer zincirinin  hangi kısımlarına ne şekilde entegre olmaları gerektiği  ve değer zincirinin ne kadar geniş bir halkasına yatırım yapmalarının  verimli olacağı  hakkında tek başlarına  edinemeyecekleri malumatın özel sektöre aktarılması önerilmiştir. 2008 krizinde bu öneri doğrultusunda, 2004 kuruluşlu Ekonomi Koordinasyon Kurulu’na yasal statü verilir. Başbakanın belirleyeceği bakanlardan oluşan Kurul’un görevi şudur:…para, kredi, finans, maliye, borçlanma, gelirler ve diğer ekonomi politikaları ile  plan ve programların  tespitinde, uygulanmasında ve güncelleştirilmesinde koordinasyonu sağlamak… EKK temel ekonomik kararlarla ilgili bütün yetkileri elinde toplayan bir yapıya dönüştürülmüş… üst düzey ekonomi bürokratları ile işveren örgütlerinin temsilcileri ile işveren örgütlerinin katıldığı bu toplantılara emek örgütlerinin temsilcileri nadiren çağırılmıştır.” (Oğuz, age, sf. 13). Bizde hayata geçirilen, sermaye temsilcileriyle bürokratların eşgüdümünü sağlayan yönetişim mekanizmasındaki işleyişe örnektir. Yönetişim mali sermayenin ekonomik temsilcilerinin siyasi temsilcilerle birlikte karar alma süreçlerini yönetmesi ve böylece hükümet değişimlerine dayanıklı denetim mekanizmalarının devlet eliyle ama mevcut organların paralelinde yürürlüğe konulmasıdır. Bu ilke aslında zaten bir biçimde devlete içerilidir. Bugünkü bakanlar tablosu resmindeki her bir bakanın kendi alanındaki sermaye sahipliğiyle özdeşleştiği, giderek bakanlıkların ekonomik faaliyet yapar hale geldiği durum devletin sermayenin uzun ya da kısa vadeli çıkarlarını sadece denetleyen değil aynı zamanda tekellerle açık bir iç içelikle yöneten teknik bir mekanizmaya daha çok dönüştüğünün göstergesidir.

[28]2016’da yayımladığı Küresel Riskler Raporu’nu 2019 Ekim ayında, Gerileme ya de Rönesans başlıklı bir çalışmayla güncellerken, 2016 raporunda saptadığı eğilimlerin daha da güçlendiğini vurguluyor ve ekliyordu: ‘Soğuk Savaş sonrası düzen bir yeni normal yaratamadan çözülmeye devam ediyor. 1990’ların tek kutuplu dünyası … artık kesinlikle geride kaldı… ABD’nin gerilemesinin kesinleşmesi kaçınılmaz değil ama bu gerileme Çin ile açık çatışma risklerini artırır. Çin’de sert bir ekonomik kriz patlarsa bu, dünya çapında bir ekonomik yıkıma, korumacılığa, siyasi istikrarsızlığa yol açar… Batı önderliğinde kurulan liberal düzene yol açan tarihsel ritm sona ermiştir.’” Aktaran Yıldızoğlu, E. (2020) Yeni Faşizm, 1. Baskı, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, sf. 67.