Ali Yaşar

ABD seçimleri ve oyların sayımı süreci, yeni başkanın seçilmesi ve onun görevi devralması döneminde yaşanan olaylar dünya genelinde biraz şaşkınlıkla, bazen korkuyla, çoğu zamanda endişeyle izlenen bir süreç oldu. ABD’de neler oluyordu? Tüm dünyada soğuk savaş döneminde “demokrasinin ve hür dünyanın bekçisi”, duvarlar yıkıldıktan sonra “liberal demokrasi”nin bu “sarsılmaz kalesi”, bir dönemde “yeni dünya düzenini” kurma iddiasındaki bu ülke faşizme mi teslim oluyordu? 6 Ocak’ta olup bitenler faşist bir kalkışma mı, ayaklanma mı, yoksa bir darbe girişimi miydi? Her neyse olan olmuş, ama bu süreçte ABD’nin sarsılmaz dostlarının değerlendirmesiyle “ABD demokrasisi galip gelmiş”, “güçler ayrımı ve hukukun üstünlüğü zafer kazanmış”, ABD “demokrasisi” kendisine umut bağlayanların “derin bir nefes almasını” sağlamıştı.

ABD’de olup bitenlerin yakından ve heyecanla takip edildiği ülkelerin başında Türkiye’nin geldiğini tespit edersek yanlış bir şey söylemiş olmayız. ABD’de yaşanan süreçle, ülkede Erdoğan iktidarı, onun tek adam yönetimi, bu yönetimin seçimleri yapıp yapmayacağı, seçimler yapılırsa bunun hangi koşullarda gerçekleşeceği, seçimleri muhalefetin kazanması durumunda Erdoğan’ın iktidarı bırakıp bırakmayacağı, faşist bir yönetim kurma süreci ABD’deki gelişmelerle paralellikler kurularak bolca tartışıldı. Şimdi bu tartışmalar yön değiştirerek farklı içeriklerle devam edip gidiyor.

Kuşkusuz ABD’de olup bitenler birkaç günde gerçekleşse de, bu olayların gelişim süreci ve arka planı, ABD’de ırkçı ve faşist hareketlerin uzun geçmişi bir yana, Trump’ın 2016’da başkan seçilmesine kadar uzanıyor. Trump “ABD’yi yeniden büyük yapmayı” hedeflediğini ilan ederek, göçmenleri ve “Amerikalıların işsiz kalmasına yol açan Çin’i” hedef alarak, “ABD’ye ve halkına öncelik” tanıyacağını ilan ederek yürüttüğü gerici seçim kampanyası ile başkanlığı kazanmış, her türlü gerici akım ve çevrenin adeta önderi konumuna gelmişti.

Trump ve Trumpçıların iddiasına göre, son seçimler “medya sermayesi, büyük finans, Soros gibi spekülatörler ve komünistlerin düzenlediği komplolarla” “kendisinden çalınmıştı”. Trump 19 Aralık’ta bir mesaj atmış, taraftarlarını 6 Ocak’ta, yani Biden’ın resmen kazandığının ve başkanlığının Kongre’de ilan edileceği günde Washington’a, büyük bir gösteri yapmaya çağırmıştı. Bu Trump’ın son çırpınışıydı ve destekçilerini diri tutma çabası olduğu kadar, kendisini desteklemesini umduğu tekellere de “bakın kitleler hala arkamda” mesajını güçlü bir biçimde verme hamlesiydi.

İçlerinde –geçmişte köleciliği savunan eyaletlerin– Konfederasyon bayraklarını taşıyanlardan, Qanon’a, onlardan Proud Boys’a (gururlu çocuklar), Nazilere özenen ırkçı ve faşistlerden oluşan gerici kitle bir gösteri yapmakla yetinmemiş, Trump’ın kışkırtması ve yönlendirmesi ile Kongre binasını –Capitol– basmış, Biden’ın onaylanacağı toplantıyı engellemeye çalışmış, bu arada orada yaralananların da sonradan ölmesiyle 7 kişi yaşamını yitirmişti. Olayların kendisinin denetleyemeyeceği bir noktaya doğru gittiğini gören Trump kıvrak bir manevrayla taraftarlarını satmış, “yasadışı işlere, şiddete karışanların cezalandırılacağını” açıklamak zorunda kalmıştı. Ama seçimleri gerçekte kendisinin kazandığını ise devamlı olarak savundu.

Trump dönemi, Aralık ve Ocak ayında olup bitenler kuşkusuz hem ABD’de, hem tüm dünyada, tabii bu arada Türkiye’de de yukarıda vurgulandığı gibi geniş tartışmaların konusu oldu. Cumhuriyet yazarlarından Ergin Yıldızoğlu bu süreci yakından takip eden yazarlardan birisiydi. O Trump dönemini, ABD’deki bu süreci uzunca bir süredir “süreç olarak faşizm” nitelemesi ile tanımlıyor. Diğer bazı ülkelerde gerici faşist akımların güçlenmesi ve gerici hükümetlerin varlığı bazı çevreler tarafından yeni-faşizm olarak  tanımlanıyor. Yıldızoğlu’ndan ABD’deki son seçimler ve sonrasında gelişen olaylarla ilgili bazı aktarımlarda bulunacağız. Ama ne Yıldızoğlu’nun, ne de yeni-faşizm anlayışlarının genel eleştirisini yapmak gibi bir hedefimiz yok. Bu kuşkusuz ayrıca yapılabilir.

Bu yazıda ABD’deki gelişmeler, sınırlı bir tarih sürecinde -yaklaşık üç ay-  hem faşist hareket bağlamında, hem de ABD söz konusu olduğunda onun emperyalist stratejisi ve politikaları ile faşizm ilişkisi dünya politikası çerçevesinde irdelenmeye çalışılacaktır. Değişik ülkelerdeki faşist hareketler ve faşizm üzerine yazılar derginin bu sayısında farklı yazılarda ele alınacak. Okur diğer yazılarla birlikte okuduğunda faşizm ve onun tarihsel gelişimi, güncel eğilimler hakkında daha bütünlüklü bir kavrayışa sahip olacak. Yazının genel amacının neredeyse üç aya sığan bütün bu yaşananları irdeleme, açıklama ve bir temele oturtma çabası olduğunu vurgulamamız gerekiyor.

ABD’DE FAŞİST HAREKET VE SÜREÇ OLARAK FAŞİZM TESPİTLERİ

Ergin Yıldızoğlu ABD seçimleri sürecinde peş peşe yazdığı birçok yazıda ABD’de olup bitenler için “süreç olarak faşizm” tanımını kullandı. Ona göre, bu tanım ABD’deki faşist hareketin niteliğini belirtiyor ve Trump iktidardan düşse bile, varlığını olduğu gibi, belki de güçlenerek koruyacak, bir sonraki seçimlere hazırlanacak. Cumhuriyetçi Parti’nin Trumpçı kanadı ve tabanı, onlara katılan ırkçı faşist hareketler –Proud Boys, Qanon, Ku Klux Klan, göçmen düşmanları vb.– bu tür bir faşist hareketin kitlesini oluşturuyor. Neo-faşizm olarak da adlandırılan bu süreçte bu faşizmin ırkçı, cinsiyetçi, muhafazakar, homofobik, özellikle Avrupa örneğinde görüldüğü gibi dinci terörün etkisiyle İslamofobik vb. özelliğe sahip olduğu ileri sürülüyor.

Kuşkusuz politika yazarları ve siyasi analizciler gelişmekte olan, var olan olguları kendi bakış açılarıyla yorumlayabilir ve onlara farklı adlandırmalar verebilirler. Ama bu tespit ve tahliller ortaya atıldığında, bu tanım ve nitelemelerin gerçek durumu ifade edip etmediği, gelişmeleri daha önce ortaya çıkmış, genel kabul görmüş özellikler ve nitelikler üzerinden ele alıp almadığı, objektif durumu tam olarak yansıtıp yansıtmadığı, yeni olarak tanımlanan olguların gerçekten yeni gelişmeleri ifade edip etmediği tartışma konusu olacaktır ve olmaktadır. Tarihsel olayların kendilerini tekrar etmeyeceğini, benzer gelişmelerin farklı biçimlerde tezahür edebileceğini de dikkate aldığımızda, burada da adlandırmalardan ziyade, onların dayandığı söylenen temellerin niteliği irdelenecek. Süreç olarak faşizm, neo-faşizm vb. gibi tespitlerde öne çıkan değerlendirmelerde şu noktaların altı önemle çiziliyor: faşist harekette ve onun kitle tabanında süreklilik, kalıcılık, sınıfsal karakteri konusunda muğlaklık, geçmişteki faşist deneyimlerden farklılık, lider, parti, hareket birliği vb. Şimdilik diğerleri bir tarafa, “lider, parti, hareket birliği” üzerinden bir yenilik iddiası boş ve anlamsız. Geçmişteki klasik faşizm tiplerinde de benzer bir durum vardı.

Tıpkı geçmişte de “yeni” oldukları ileri sürülen “yeni dünya düzeni”, küreselleşme, globalizm, neo-liberalizm vb.’ni onlara verilen içerikleri açısından tartıştığımız gibi, “süreç olarak faşizm” tespitini de yukarıda çizilen sınırlar içinde tartışmak, doğru bir kavrayışa ulaşmak için bir zorunluluktur. Örneğin “süreç olarak faşizm” de farklı bir çevreden gelmekle birlikte böyle bir tespittir ve bunun, kullandığı malzemeler güncellenmiş olsa da, klasik biçimiyle faşist hareket olarak tanımlanan hareketten farklılığının olup olmadığı, bu farklılıkların tekelci sermayenin sınıf egemenliğinde gerçekten bir nitel değişikliğe tekabül edip etmediği, bu harekete destek verenlerin niteliği, bu niteliğin “I. perde kapandıktan” sonra, yani Trump’ın yenilgisinden sonra ileride aynı biçimde ve kaldığı yerden devam etmek üzere yeniden ortaya çıkıp çıkmayacağı, adeta bir dondurucuya konulmuş gibi donmuş ve kalıplaşmış olarak kalıp kalmayacağı, sonra “çözülerek” aynen kullanıma sunulacağı gibi anlamlar taşıyan yaklaşımlar elbette tartışılmaya muhtaçtır.

Şimdi konuya bir başlangıç yapalım: Yıldızoğlu “süreç olarak faşizm” dediği bu hareketin ABD için tarihsel kökenlerini şöyle ifade ediyor:

Yaklaşık 200 yıl sonra, bu geçmiş, Webster’in, ABD başkanlarının görevi devralırken yaptıkları konuşmalarda yankılanan ‘Plymouth Kayalığı’ söyleminde, ‘ırk’ kavramına ‘Tanrı’nın lütfuna’ da başvurarak onaylanır, yüceltilir. Bu ırkçı ve soykırımcı anlayış, 1845’te kullanılmaya başlanan ‘Manifest destiny’ (Amerika’nın Tanrı tarafından belirlendiği aşikâr olan egemen ülke olma kaderi) kavramıyla pekişir. Böylece Kuzey Amerika kıtasının Tanrı adına mülk edinilmesi, yerlilerin topraklarından sürülmesi, yok edilmesi kutsal bir iradeye dönüşür. Bunlar, ABD’nin emperyalist yayılmacılığının da başladığı yıllardır. …

…Geçen hafta yaşanan ‘beyaz kalkışması’ (‘Turner Diaries’ -1978- adlı kitaptakilerle çarpıcı benzerlikleri bir yana) şaşırtıcı değildir. Bu kalkışmanın, ABD’nin genlerindeki ırkçılığı, soykırımı, ‘silah kültünü’, son genel seçimlerde adeta patlama yapan ‘büyük yalanı’ (Pedofil demokratlarla komünistler, açık farkla kazandığımız seçimleri çaldılar) düşününce, ‘süreç olarak faşizmin’ ABD için adeta yeni ‘Manifest Destiny’ olduğu bile söylenebilir.[1]

Yıldızoğlu faşist hareketin sürekliliğine ise şöyle vurgu yapıyor:

….Proudboys tek örnek değil. Çok parçalı faşist hareketin, açıkça Nazi Partisi ve SS grubu kurmayı, ırk temelli soykırımı amaçlayan kesimleri, Tanrı-din için savaştığına inananlar da dahil Trump etrafından toplanıyor. GOP de artık, Trump’ın etkisi altına girmiş görünüyor; taraftarlarının yüzde 70’i hâlâ Demokratların seçimleri çaldığını iddia ediyor. Kısacası ABD’de ‘süreç olarak faşizm’ içinde, tipik biçimde parti-hareket-lider birleşiyor, ‘seçimleri çaldılar’, ‘sırtımızdan bıçakladılar’ inancıyla 2022 ara seçimlerine ve 2024 başkanlık seçimlerine hazırlanmaya başlıyor….[2]

Yıldızoğlu’nun öngörülerinin nesnelliği ve gerçekçiliği konusunda bir fikir edinebilmek için onun son ABD seçimleri öncesinde yazdıklarını kısaca hatırlatmakta yarar var. Mayıs 2020’de şöyle yazıyordu:

Sonuç olarak denebilir ki Trump’ın başkanlığı döneminde ‘süreç ola­rak’ faşizmin, hem toplumsal hareket, hem ideoloji, hem de devlet yapı­lanması düzeyinde hızla ilerlemekte olduğu söylenebilir. Trump’ın 2020 seçimlerini kazanması halinde, II. Başkanlık döneminde bu sürecin daha da hızlanacağı ve daha ileri biçimler sergilemeye başlayacağı, daha bu­ günden kolaylıkla söylenebilir.[3]

Olaylar Yıldızoğlu’nun yukarıda tahmin ettiği gibi gelişmedi ve Trump kaybetti. Trump’ın önümüzdeki dönemde faşist hareketlerin liderliğini sürdürüp sürdürmeyeceğini ilerleyen süreçte göreceğiz. Ama burada bahsedilen faşist hareketlerin devam edeceğini öngörebiliriz. Kuşkusuz bunların kitle tabanı ve nesnel koşuların etkisiyle demagojilerinden etkilenen kitle desteğinde değişmeler olacaktır. Ayrıca ABD tekelci sermayesinin koşulardaki değişme ile ileride faşizme yönelmesi durumunda Trump’ı tercih edip etmeyeceği de şimdilik ayrı bir belirsizliktir.

Yıldızoğlu genel olarak faşizmi ise; “Faşizmi bir ‘şey’ (ideoloji, insan/kitle tipi, kitle parti, hareket ve dev­let biçimi) bunların hepsini içeren diyalektik bir süreç olarak düşünmek gerekiyor.[4] diye tarif ediyordu. ABD özelinde bu tanımın en azından “devlet biçimi”nde aksama olduğu ortaya çıktı. Ama dikkat edilirse bu tanımda büyük sermaye, yani tekelci kapitalizm yok! İktidarda olmasalar da faşist hareketlere tekelci burjuvazinin bazı kesimlerinin destek sunduğu, “burjuva demokrasileri”nin bunlara göz yumduğu, bu destek olmadan onların varlıklarını koruyamayacakları tarihsel tecrübelerden bilinmektedir. Faşist diktatörlük ise doğrudan tekelci burjuvazinin açık terörist diktatörlüğüdür ve tekelci burjuvazi ve finans kapitali işin merkezine koymayan faşizm tahlillerinin gerçeklikle bir ilişkisi bulunmamaktadır. Yıldızoğlu söz konusu kitabında III. Enternasyonal’de yapılan faşizm tahlilini de kendince eleştirmektedir. Burada konu onun genel olarak yeni faşizm tahlillerini eleştirmek değildir. Bu konuya girmek yazının bütünlüğünü bozacaktır. Zaten bu sayıdaki ilgili diğer yazılarda konu yeterince işlenmektedir.       

Yıldızoğlu ve ona paralel tespit yapanlar “süreç olarak faşizm, ya da yeni faşizmi” “ideoloji, insan/kitle tipi, kitle parti, hareket ve dev­let biçimi bunların hepsini içeren diyalektik bir süreç olarak düşünmek gerekiyor” derken onun  kitle tabanına özel bir vurgu yapıyorlar. Bu vurgu “tabanının sürekliliğine, kalıcılığına” yapılan ısrarlı vurgudur. Yöntemin “diyalektik” olduğu iddia ediliyor, ama kitlelere yaklaşım diyalektiğe pabucunu ters giydiriyor.

Yani faşizm tahlillerinden anlaşılıyor ki, “süreç olarak faşizm”, klasik faşist yönetimlerden farklı olarak ne aşağıdan yukarıya ne de yukarıdan aşağıya doğru inşa ediliyor, süreç içinde tüm toplumu adeta sarıp sarmalayarak yerleşiyor, tekelci sermaye ile ilişkisi de en azından muğlaktır.

Öte yandan tarihsel tecrübeler ortaya koyuyor ki, faşist akımların hareket olarak kaldığı, iktidara gelmelerinin önlendiği –Fransa– tabanlarının dağıldığı ve zayıfladığı örnekler somut olarak görüldü ve yaşandı. Ayrıca kapitalizmin “stabilizasyonu” döneminde –aşağı yukarı 1924-28 arası– faşist hareket özellikle Almanya’da bir duraklamaya ve durgunluğa girmişti.

Diğer yandan faşist hareketler kitleler içinde yayılmayı, onları olabildiğince gericileştirmeyi her zaman benimsedi ve bu da “yeni” bir olgu değil. Bu hareketlerin kullandığı gerici malzemelerin çeşitliliğinde, gerek dünya da gerekse tek tek ülkelerde o ülkelerin özgül durumlarına göre yenilikler ve çeşitlilikler –göçmenler, İslamofobi, cinsiyetçilik vb.– varsa da, faşist iktidarları isteyen ve destekleyen, kurulduğunda da onun asıl yöneticileri olan tekelci, emperyalist ya da işbirlikçi sermaye gruplarının karakterlerinde, sınıfsal özelliklerinde bir değişiklik bulunmamaktadır.

Yani “süreç olarak, neo” vb. her ne nitelemeyle tarif edilirse edilsin, tarif edilen olgu faşist demagojiye malzeme olan yeni unsurlar kullansa da özü ve yöntemleri itibariyle oldukça eskidir. Alman Nazizminin ortaya çıkışı ile iktidar oluşu arasında yaklaşık on yıl vardı. İktidar olması da kader değildi. Komünistlerin çağrı ve çabalarına sosyal demokrasi olumlu yanıt verseydi bu sürecin önü kesilebilirdi. Faşist hareket büyük sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kitle tabanının geliştirerek, ekonomik krizin de yarattığı –1929 krizi– ortamda iktidara doğru tırmandı. Bunu yaparken, anti-kapitalist malzemeden Alman tarihinin mitlerine, sosyal-demokrasinin sefaletinden, Versay’ın kölelik koşullarının tasfiyesine kadar pek çok malzeme kullandı. Belirli bir süre içinde egemen oldu, diktatörlüğünü kurdu. Yani bu açıdan, “süreç” konusunda da bir “yenilik” bulunmuyor.

Özellikle bağımlı ülkelerde ise başka biçimler de mümkün olmakla birlikte genellikle askeri darbelerle yukarıdan aşağıya kurulan faşist diktatörlükler gündeme geldi.

Bu iki biçim bugüne kadar faşizmin egemen olduğu, yani iktidara gelme yöntemi olarak ortaya çıkmış iki biçimdi ve tarih üçüncü bir biçimi tanımamıştı. Şimdi buna Yıldızoğlu’nun ve ona katılanların özellikle ABD için tarif ettiği, bu iki biçime de uymayan süreç olarak faşizm tahlili eklenmiş oldu! Özellikle şu “internet ve dijitalleşme çağında” “sosyal medyanın” ambargosunu yemiş Trump’ın ve “Trumpizmin” toplumu nasıl sarmalayıp sarmalayacağı, onlardan etkilenmiş kitleyi nasıl “korunmuş olarak” bir sonraki döneme taşıyacağı da ayrı bir muammadır.

Bu sorunun bir yanı. İkinci yanı ise bu “faşizminsınıfsal dayanaklarıdır.

Burada yeniden hatırlatmak gerekiyor ki, nasıl iktidar olursa olsun faşizme özünü ve karakterini veren olgu, onun tekelci büyük sermayenin sınıfsal çıkarlarının şiddete dayanan dizginsiz savunucusu ve temsilcisi olmasıdır. Faşizm kitle tabanının bileşimine, bu bileşimin isteklerine göre iktidarını şekillendirmiyor. Faşist demagoji pek çok gerici malzemeyi kullanabiliyor ve peşinden kitleleri sürüklemeyi hedefliyor. Burada asıl sorun, bu hareketi ilk olarak hangi sermaye gruplarının desteklediği, bunların kendilerine sınırsız ve koşulsuz bir iktidarın sunulmasını sağlayacak koşulları yaratma yönünde nasıl hareketlendiğidir. Çünkü faşizm finans kapitalin sınırsız iktidarını temsil eder ve böyle bir sermeye kesiminin desteği olmadan faşizmin iktidar olması söz konusu değildir. Yani faşizmin iktidarının sınıfsal karakterini belirlemek açısından tayin edici olan kitle tabanı değil, iktidarının sınıfsal niteliğidir.

Bazı çevrelerce burjuva demokrasisinin sermaye iktidarına dayanması gibi faşizmin de sermaye iktidarına dayandığının ileri sürülmesi çok genel bir tespittir ve bu tespit faşizmde özgül ve ayrıksı olanı ortaya koymamaktadır. Faşizm tekelci burjuvazinin egemenliğidir ve onun en gerici, en emperyalist yönetim biçimini temsil eder.

O zaman burada yanıtlanması gereken en önemli soru şudur; faşizm tekelci sermayenin, finans kapitalin en gerici yönetim biçimi olduğuna göre ABD’de “süreç olarak faşizmi” hangi sermaye grupları ve neden destekliyor? Bunların açık seçik belirtilmesi ve nedenlerinin de açıklanması gerekiyor. Yani finans kapitalin bir kesimi mi, silah sanayi mi, ya da sanayinin farklı kesimleri mi, yoksa tarım tekelleri vb. mi? Eğer bu sermaye kesimleri içerisinde faşist hareketi destekleyenler varsa, bunların inandırıcı kanıtları ile birlikte ortaya konulması gerekiyor. Bu açıdan Yıldızoğlu’nun yaklaşımı nedir? Şu aşağıdaki tespitlerin Yıldızoğlu’na ait olduğu dikkate alındığında bu konuda bir netliğin olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Şimdi Biden yeni hükümetini hazırlıyor. Financial Times bir başyazısında, Biden yönetimine katılacak adaylara ilişkin olarak ‘Yetişkinlerin geri dönüşü’ diyordu. Bu ‘yetişkinlerin’ esas olarak iki kaynaktan devşirildiği anlaşılıyor: Finans kapital ve silah sanayi. Yellen, eski Fed Başkanı; Adewale Adeyemo ve Brian Deese dünyanın en büyük ‘hedge fund’ yönetim şirketi BlackRock’tan geliyor. Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Ulusal İstihbarat Direktörlüğü için adları geçen Blinken, Flournoy ve Haines, Pentagon kontratlarında uzmanlaşmış bir danışmanlık şirketi olan WestExec’ten geliyor… Bu gelişmeleri büyük sermaye olumlu karşılıyor, borsalar Trump’ın ‘Benden sonra tufan’ iddialarının aksine yükselmeye devam ediyor.[5]

Eğer finans kapital ve askeri-sınai kompleks yani ABD emperyalizminin kalbinin attığı ve politikalarına yön veren kesimler Biden’ı destekliyorsa, ki bu ve daha sonra yapacağımız alıntılarda bunun böyle olduğunu açık seçik ortaya koyuyor, o zaman bu “süreç olarak faşizmi” destekleyen tekelci sermaye kesimleri hangileridir?

ABD’de çeşitli tekellere, Trump tarafından sunulan avantajları Biden yönetimi de sağlayabilir ve Çin’le girişilen rekabette muhtemelen sağlayacaktır ve bu konuda zaten adımlar da atmaya başlamıştır. Trump’ın tarımsal ürünlerini bazı zorlamalarla Çin’e ihraç etmelerini sağladığı tarım tekelleri, özellikle Pandemi döneminde ağır darbe yemiş olan bir bölüm orta ve küçük sermayenin desteği de ancak kitle tabanını güçlendiren bir etken olmanın ötesinde bir rol oynamayacaktır. Kitle tabanının küçümsenmeyecek bir kesimini işçi, işsiz kesimler oluştursa da, bunların temel talepleri –iş, yeterli gelir, sosyal güvence vb.– faşist demagojilerin üstünü örtemeyeceği kadar belirgindir ve bunların ortaya etkin bir sol, emek muhalefetinin çıkması durumunda –ki bunun belirtileri de vardır– oraya doğru meyletmemeleri için bir neden bulunmamaktadır. Yani bazılarının Trumpizm dedikleri gerici, faşist hareketin kitle üzerinde belirli bir etkisi devam etse de, sürekli, istikrarlı ve yaygın bir kitle tabanını çevresinde tutamayacağı bellidir. Büyük sermaye açısından bir ölçü olacaksa, hatırlatmak gerekir ki, Biden’ın başkanlık yemini ettiği gün New York Borsası rekorla kapanmıştı. Ama bütün bunların nesnel koşulların değişmesi ile değişebileceğinin de altını çizmek gerekir. Yani sorunu adeta kadermiş gibi koymak sınıf mücadelelerinin gelişimine ve ruhuna terstir. Ayrıca ABD egemen sınıflarının bütün bu tespit ve yaklaşımlarını bu biçimde ortaya koymanın doğal ve zorunlu sonuçlarından birisi, faşizmin egemen sınıflar arası mücadele ile belirlenen bir yönetim biçimi olduğudur ki bu yanlıştır ve devrim, karşı-devrim, faşist güçler ve anti-faşist güçler arasındaki mücadele bu süreci belirlemektedir.

ABD’deki durum hakkında ise burada kısaca şu söylenebilir. Alıntılardan da anlaşılacağı gibi ABD tekelci sermayesi arasında faşizmi tercih eden ciddi ve etkili bir mihrak bulunmamaktadır ve tekelci sermaye klikleri arasında böyle bir mücadelenin gerçekleştiğinden söz edilemez. İşler politik arenada bazı faşist, ırkçı grupları arkasına alarak kişisel iktidarını sürdürme denemesinde bulunan Trump’la geleneksel yöntemlerde kalmayı, devam etmeyi uygun bulan –ki tekelci sermayenin ana gövdesi de bunların arkasındadır– kesimler arasında gerçekleşti ve bu nedenle de tiyatrovari bir sonla şimdilik noktalandı. ABD tekelci burjuvazisinin tutumu yazının son bölümünde açıkça ortaya konmaktadır.

Kapitalist sömürü sisteminin yarattığı yoksulluk, işsizlik, yaşam koşullarının kötüleşmesi, sömürünün ağırlaşması gibi koşullar, tekelci sermayenin eğilimleri bir yana, soruna kitleler açısından bakılınca tek yönlü olarak faşist hareketlere mi hız veriyor, kışkırtma ve demagoji ile bu yönde ortaya çıkmış belirli hareket ve eğilimler dondurulup, mutlaklaştırılabilir mi? Özellikle emekçi kitleler kendi en hayati çıkarlarını bir yana iterek gözlerini ve kulaklarını faşist propagandaya mı çevirmiş durumdalar! Kapitalist sömürünün ortaya çıkardığı sorunlar asıl olarak işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin hareketinin objektif, nesnel temelini oluşturmuyor mu? Faşist hareketlerin istikrarsızlığının kaynağı tam da bu yumuşak karın değil mi? Bu soruların yanıtları olumludur ve faşizm demagojiyle etkilediği ve peşinden sürüklediği kitle desteğinin bu niteliğinden dolayı zaten güçsüz ve kararsız bir yönetim biçimidir.

ABD’deki gelişmelerin Trump’ın yenilgisi ile sonuçlanmasından sonra Yıldızoğlu “süreç olarak faşizmin birinci perdesi kapandı” tespitleri yaptı. Ama onu örgütlemeye çalışan kesimlerin örgütsel davamlılığı ve sürekliliği ile, peşlerine taktıkları kitlenin farklılığını işaret eden, araya ayrım koyan bir yaklaşım da göstermedi. Trump yeniliyor, ama onu yenilgiye uğratan nesnel koşullar görülmüyor, adeta pusudaki sürekliliğe dikkat çekiliyor. Faşizm adeta pusudaki bir “öcüdür” ve zamanını beklemektedir. Oysa faşizme karşı mücadele, onun kullandığı argümanların teşhiri günlük politik mücadelelerin zaten konusudur ve bu konularda karşılıklı bir mücadele sürekli olarak yapılmaktadır. Faşizm somut bir tehlike haline geldiğinde de yapılacaklar bellidir ve bu mücadele verilecektir.

Bu bölümde Trump döneminde nesnel koşulların durumunu ele almak gerekiyor.

ABD’DE OBJEKTİF KOŞULLAR

Trump’a ya da bazı kesimlerce Trumpizm olarak adlandırılan akıma yol veren ve ona taban sağlayan nesnel gelişmeler var mıydı? Eğer varsa bunlar ne tür gelişmeler ve dayanaklardı? Kuşkusuz açıklığa kavuşturulması gereken temel sorunlardan birisi budur.

Kapitalist üretimin gelişmesi bazı sanayi kollarında üretim süreçlerinde değişiklikleri kaçınılmaz olarak gündeme getirdi. Sanayi, belirli ölçüde emeğin ucuz, sendikal örgütlenmelerin zayıf, ham madde temininin daha kolay olduğu ülkelere doğru kaydı. Üretim süreçlerinin parçalanması, bilgisayar teknolojisinin gelişmesi bazı iş kollarında işin örgütlenmesinde değişiklikleri de gündeme getirdi. Uluslararası politik koşullarda meydana gelen bazı gelişmelerin de –müdahaleler, işgaller vb.– bir takım ülkelerin yıkılmasını, işgal edilmesini gündeme getirirken, bu ülkelerden kapitalizmin merkezlerine doğru bir göçü de gündeme getirdi. Kısacası bazı bağımlı ülkelerde ekonomiler emperyalist ekonomilerin daha güçlü uzantılarına dönüşürken, bazı bağımlı ülkelerde de ekonomiler çöktü.

Bütün bu gelişmeler emperyalist ülkelerin merkezlerinde gerici, ırkçı, İslamcı dinci hareketlerin, terör eylemlerinin sonucu olarak gelişen İslamofobik, kadın haklarına düşman vb. hareketlerin güçlenmesine yol açtı. Ama bu yolun faşist, gerici parti ve akımların, gericiliğin sistematik propagandası ile değil de, sanki bu gelişmelerin doğal sonuçları olan tepkisel hareketlerce açıldığını varsayan yaklaşımlar da ortaya çıktı. Aşağıda sorunu böyle koymayan, nesnel koşulların gelişimini, emperyalist ülkelerde sermaye hareketlerinin sonuçlarını daha objektif koyma çabasında olan bir yazıdan aktarmalar yapacağız. Bu, en azından sorunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Aslında neoliberalizm büyük sermayeyi sınırlayan kuralları kaldırmış, uluslararası planda sermaye akışını hızlandırmıştı. Böylece yatırım fonları emeğin ucuz, çalışma koşullarının elverişli olduğu ülkelere doğru akmaya başladılar ve bundan da en çok -başta Çin- Uzak Doğu ülkeleri yararlandılar. Üstelik sadece fonlar akmıyor, bir takım fabrikalar da sökülerek bu ülkelere taşınıyordu. Batı’da ‘sanayisizleşme’ yaratan bu süreç, kalkınmakta olan ülkeler arasında da ‘yükselen pazarlar’ ayrışmasına yol açtı.

Oysa aynı yıllarda ABD’de kapitalizm de kabuk değiştiriyor, J. Haskel ve S. Westlake’nin ‘Kapitalsiz Kapitalizm’ (Princeton Uni. Press; 2017) adını verdikleri bir yapılanmaya yol açıyordu. Bu kapitalizmde maddi yatırımların yerini hızla yazılım, marka, tasarım, Ar-Ge vb gibi alanlara yapılan ‘gayri-maddi’ (intangible) yatırımlar alıyordu. Örneğin Microsft’ta maddi sermaye, şirketin piyasa değerinin ancak yüzde 1’i kadardı. Üretimde fizikî emeğin yeri giderek azalıyordu; örneğin toplam borsa değeri 5 trilyon doları aşan beş dev şirketin (GAFAM: Google, Apple, Facebook, Amazon, Microsoft) çalıştırdıkları işçi sayısı ancak 1,2 milyon kadardı. Bu gelişme gelir dağılımındaki eşitsizliği de hızla artırıyor, sınıf çelişkilerini keskinleştiriyordu.

Aynı süreç uluslararası planda da giderek yeni bir kutuplaşmaya yol açtı: Çin Halk Cumhuriyeti, imalatta ‘dünya atölyesi’ haline gelirken, ‘soyut sermaye’ de ABD’de yeni bir işsizler ordusu yaratıyordu. Üstelik Çin, büyük ölçüde ‘montajcı’ bir imalatla yetinmiyor, ileri teknolojide de öne geçme hesapları yapıyordu. 2015’te ilan ettiği ‘Made in China 2025’ planına göre, dijital teknolojide on yıl içinde iç pazarın yüzde 80’ini, dünya pazarının da yüzde 40’ını ele geçirmeyi hedeflemişti. (Le Monde, 7 Ocak 2020). 2021 yılına gelindiğinde, artık küresel elektronik ürün ihracatının yarısına yakını Çin tarafından yapılıyordu.[6]

Bu tespitler bazı nesnel gelişmelere işaret etmekte, bazı doğrular ve tabii bazı eksik ve yanlış çıkarsamalar içermektedir. Ama bu sürecin neden özellikle faşist akımları güçlendirdiğine bir açıklama getirmemektedir ve yazarın zaten böyle bir iddiası da yoktur, amaç nesnel gelişmelere dikkat çekmektir. Ama özetlenen bu koşullar, aynı zamanda işçi ve emekçi sınıfların tüm dünyada mücadelesini güçlendirebilecek maddi bir temele işaret etmektedir ve pandemi öncesinde bu yönde güçlü bazı işaretler de bulunuyordu. Ancak bu süreç pandemi nedeniyle kesildi ve uluslararası sermaye hemen hemen her ülkede pandemi tedbirlerini işçi ve emekçi hareketlerini etkisizleştirmek için kullandı ve halen de kullanıyor.

Diğer yandan, bu yazının doğrudan konusu olmamakla birlikte bir parantez açıp şunu hatırlatmak gerekir; burada sözü edilen program ve yazılım Ar-Ge şirketleri doğaları gereği daha az ama nitelikli emek istihdam etmektedirler. Ancak bunların ürünlerini kullanacak bilgisayarlara, tabletlere, el telefonlarına vb. ihtiyaç vardır ve bunların üretiminde devasa bir işgücü çalıştırılmaktadır, tabii bu üretimin ham maddesini, yarı mamul maddelerini üreten kesimleri de dikkate almak gerekir. “Kapitalsiz kapitalizm”, “üretimde fiziki emeğin yeri azalıyor” gibi tespitleri yapanlar, bu gerçekleri görmemekte, hesaba katmamaktadırlar. Şimdi bu parantezi kapatalım.

Burada ABD’ye ilişkin nesnel koşulları yansıtan en “taze veriler” olması açısından şu sonuçlara da yakından bakalım: Ama önce bir hatırlatma. ABD yaklaşık olarak dünya nüfusunun sadece yüzde 4’ünü oluşturmaktadır. Buna rağmen, bu yazının kaleme alındığı tarihte Kovid-19 salgını sırasında yerkürede vefat eden insanların yüzde 20’si –400 bin– ABD’dedir. Ve aşağıdaki veriler sadece Kovid-19’un sonuçları değildir, ABD bundan bağımsız olarak zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun devasa boyuta ulaştığı bir ekonomik tabloya sahiptir.

Buraya aktaracağımız veriler, ABD’deki güncel durumun kısa ama genellikle doğru bir özetidir.

Kovid 19 salgını sırasında ABD’de yaklaşık 10 milyon kişi işini kaybetti. Mayıs aylarında yüzde 13’lere çıkan işsizlik yıl sonunda yüzde 6.7’e kadar indi. Ancak bu rakam bile 2020 başındaki ortalama işsizlik oranının neredeyse 2 katı… Geliri 27 bin dolardan daha az olan, düşük gelirli Amerikalılarda istihdam oranı, salgın sırasında yüzde 21 azalmış. Bir başka ifadeyle en alt gelir grubunda olanların salgın sırasındaki iş kayıpları, ABD ortalamasının 3 katından daha fazla olmuş. ABD İstatistik Enstitüsüne göre, ABD’de 30 milyon kişi, son 1 hafta içinde 1 ya da 1 den fazla gün yiyecek yemek bulamamış. Bu ABD’de 18 yaş üstü nüfusun yaklaşık yüzde 13’üne tekabül ediyor. Salgın sırasında, yani son 1 sene içinde, ABD’de açlık sınırında yaşayanların sayısı yüzde 28 artmış. Aynı enstitünün bir başka istatistiğine göre ise ABD’de kira ya da mortgage ödemesi bulunan hane halkının üçte biri (yanlış okumadınız, yüzde 35’i) ödemelerini geciktirdiğini ve 2 ay içinde evinden tahliye edilebileceğini bildirmiş. …

ABD’de salgın sırasında işsizlik bir önceki yıla göre 2 katı artarken, geliri 60 bin dolardan daha fazla olan yüksek gelir grubundaki Amerikalılarda, aynı dönemde istihdam yüzde 2.1 artmış. Evet azalmamış, artmış. Fed’in piyasalara boca ettiği likidite sayesinde, ABD hisse senedi borsalarında geçen sene ortalama yüzde 20 artış yaşandı. Hisse senetlerinde yaşanan bu ralli, Amerikalı yatırımcıları da memnun etti. Ancak bu refah artışı Amerikalılar arasında eşit dağılmadı. ABD’de hane halkı olarak hisse senetlerine yapılan yatırımın büyüklüğü 14 trilyon dolar. Yüzde 20’lik artış kabaca 2.8 trilyon dolar yapar. Ancak sorun şu ki; hane halkının yaptığı 14 trilyon dolarlık hisse senedi yatırımın yüzde 90’ı, en yüksek yüzde 20’lik gelir grubuna ait. Yani yüzde 20’lik artış en zengin yüzde 20’ye gitmiş… zengin daha zengin, fakirse daha fakir olmuş. …

Şimdi gelelim felaket tellalı Roubini’ye… Maalesef önümüzdeki 4 sene de ya da daha sonrasında, ABD için ya da dünyanın birçok sıkıntılı ülkesi için toplumsal patlama, isyan, ayaklanma, siber atak, kaos gibi tahminler yapmak için Roubini olmaya gerek yok.[7]

Bu güncel ABD tablosunu kuşkusuz ayrıntılandırmak olanaklı, ama sorunun anlaşılması için bu kadarı yeterlidir. İşçi ve emekçi yığınların yoksulluğu ve sefaleti artmış, sınıf çelişkileri sertleşmiştir.

Bu tablo ve yukarıda aktarılanlar sadece ırkçılık eğilimlerini, kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığını, “süreç olarak faşizm” vb. eğilimlerini kışkırtan kesimlerin “güç kazanacağını” ortaya çıkarmıyor. Ortaya çıkardığı bir sınıfsal ve sosyal mücadele var. George Floyd’un cadde ortasında polis tarafından öldürülmesi çok yaygın ve güçlü protesto gösterilerine neden oldu. “Siyah yaşamlar değerlidir” hareketine sadece siyahlar değil, beyazlar da yaygın olarak katıldı ve hareketin ırkçılık karşıtlığından çok daha geniş bir çerçeveyi içerdiği, halkın ekonomik, politik ve sosyal gelişmelere karşı biriken öfkesini de yansıttığını tespit etmek için elimizde yukarıya aktarılanlar gibi yeterli veriler bulunuyor. Son yılların “Wall Street’i işgal et”, “Me Too” vb. hareketlerini de hatırlamak gerekiyor.

Çeşitli haber kaynaklarından derlenen aşağıdaki veriler, ABD’deki toplumsal hareketlilik hakkında ikna edici bilgileri yansıtmaktadır. ABD’de yapılan 4 farklı ankette, Minneapolis’te polis şiddeti sonucu hayatını kaybeden siyahi Amerikalı George Floyd için başlayan gösterilere şimdiye kadar 15 ila 26 milyon arasında kişinin katıldığı belirtildi. Protestolarla ilgili anket düzenleyen Kaiser Family Foundation’a göre, 8-14 Haziran arasında ülke genelinde 26 milyon kişi gösterilere katıldı. Diğer anket şirketi Civis Analytics’e göre ise, 12-22 Haziran arasında 23 milyon kişi gösterilere katılırken, N.O.R.C. anketine göre 11-15 Haziran arasında 18 milyon kişi protestolarda yer aldı. Pew’in düzenlediği ankette ise 4-10 Haziran arasında 15 milyon kişinin protestolara iştirak ettiği kaydedildi.[8]

Anket sonuçlarını değerlendiren New York Times gazetesi, George Floyd‘un ölümü sonrası başlayan protestoların ABD tarihindeki en geniş katılımlı eylemler olduğunu savundu. ABD‘nin Minneapolis kentinde 26 Mayıs’ta başlayan ilk protestolardan bugüne, günlük ortalama 140 gösteri ile ülke genelinde toplam 4 bin 700’den fazla protesto gösterisi düzenlendi. Anketlerde, protestolara katılanların yarısının, ilk defa bir gösteriye iştirak ettiklerini belirttikleri de ifade edildi. Polis şiddetinin yanı sıra, ABD Başkanı Donald Trump‘ın silah, iklim değişikliği ve göçmenler konusundaki politikalarının da protestolara katılımı etkilediğine dikkat çekildi.[9]

ABD’de ekonomik sorunlarla ilgili olarak işçi hareketinin canlandığına da tanık olundu. DİSK’in resmi sitesinde yer alan şu haber işçi eylemlerini kısmen yansıtmaktadır. “Bu kadar kötü şartlarla karşı karşıya olan işçiler, tam da bu anda hem kendi koşullarını hem de diğer herkesin koşulunu iyileştirmeyi amaçlayan eylemler yapıyorlar. Son birkaç hafta içinde gig ekonomisinde, Amazon depolarında, Whole Foods, General Electric ve daha birçok işyerlerinde grevlere, iş bırakma eylemlerine, protestolara ve ‘vizite’ eylemlerine şahit olduk. İşçiler, diğer şeylerin yanı sıra daha iyi ücret ve koruyucu donanım istiyorlar. Protestocu General Electric işçileri, fabrikalarının uçak motorları yerine Kovid-19 hastaları için hayat kurtaran tıbbi solunum cihazları üretmeye başlamasını talep ettiler.

Koronavirüs Amerika’da bir grev dalgası yaratıyor, hatta belki de çoktan yarattı. Çığa dönüşen bir kartopu gibi büyük ve ABD’nin 75 yıldır görmediği bir şeye; sadece bir şirket veya sektördeki işçileri değil herkesi kapsayan bir genel greve, dönüştüğü hissi var. Instacart grevini örgütleyenlerden Vanessa Bain’in bize söylediği gibi: ‘Farklı sektör ve endüstrilerdeki patronlar ve CEO’lar üzerlerine düşeni yapmadılar, bu yüzden işçiler dizginleri ellerine alıyorlar. Genel grevin zamanı geldi.’[10] Ama sendikaların üst yönetimleri bu işçi eylemleri karşısında yine “yatıştırıcı” pozisyonundadırlar ve eylemler kısmi direnişler ve grevler şeklinde devam etti. Görüldüğü gibi toplumsal koşullar oldukça dinamik ve bu koşullarda “süreç olarak faşizmin” kile tabanını koruması ve geliştirmesi üzerine yapılan değerlendirmeler bu gerçekleri, yani mücadele ve buna karşı-tepkileri dikkate almamakla karakterize oluyorlar. Yaşanılan süreç karşılıklı mücadeleler içinde, sınıf mücadelesinin diyalektiği içerisinde değerlendirilmiyor.

Faşist kitle hareketlerin en yumuşak karnı, onların yalan ve demagoji ile peşlerine taktıkları, küçümsenmeyecek bölümü emekçi sınıflardan gelen tabanlarıdır. Onların, –faşist-militer örgütlerin azınlık militanları dışındakilerin– temel ekonomik ve sosyal talepler öne sürerek ilerleyecek olan bir işçi ve emekçi hareketlerinden etkilenmeyecekleri ve faşist demagojinin etkisinde kalmaya devam edecekleri ileri sürülebilir mi? Kimse bunu ileri süremez. Dahası faşist demagojinin ve örgütlerin etkisi altında kalan işçi ve emekçi kitlelerin aydınlatılması ve kazanılması emekçi hareketinin ve sosyalist, komünist parti ve hareketlerin vazgeçemeyecekleri, görmezden gelemeyecekleri bir görevdir. Tarih bu yönde atılmış adımların başarısızlığa uğraması ile ortaya çıkan tahribat konusunda yeterince ikna edici tecrübelerle doludur. Komünistlerin ve anti-faşist hareketler görevlerini hakkıyla yerine getiremese de kitlelerin kendiliğinden hareketi zaman zaman patlar ve ciddi sonuçlara yol açabilir. Ama bu tür hareketlerin belirli bir önderlikten yoksun olması onların bir süre sonra geri çekilmesi ve sönmesi ile son bulur.  

ABD’DE TEKELLERİN FAŞİZME İHTİYACI VAR MI?

Biden’ın yemin töreni, bu törenin düzenleniş biçimi ve alınan önlemlerin çapı adeta dünyaya bu vesileyle ABD tarafından verilen etkili bir mesaj niteliğindeydi. Bu mesajın amacı da ABD’nin “işleyen demokrasisinin” gücünü ve etkinliğini “dosta ve düşmana” göstermekti. Açıkça verilen mesaj özünde şuydu; ‘biz ABD olarak dünyanın en gelişmiş demokrasisine sahibiz ve bu demokrasiye el uzatanlara ne olduğunu, kurumlarımızın çalışmasını, zorlukların üstesinden nasıl geldiğimizi naklen yayında gördünüz. Biz dünyada tüm demokrasilerin ve düzenlerin sarsılmaz savunucusuyuz, bir süredir geri plana düştüğümüz bu alana yeniden ve tüm gücümüzle dönüyoruz.’ Verilen mesaj buydu, ama dünya artık ne ABD’nin tartışmaz egemen olduğu dünya, ne de mücadele ettiği güçler eski konumlarında.

ABD ya da farklı hatırı sayılır emperyalist bir ülke için şu tespitin yapılması yanlış olmayacaktır: bu ülkeler dışta, bağımlı ülkelerde faşist darbeler tezgahlayabilirler, bu ülkelerde “kukla ve sözde bir demokrasi” kurabilirler. Onlar için tayin edici olan emperyalist çıkarlarının, kârlarının, stratejilerin güvenceye alınmasıdır. Bu tür ülkelerde darbeciler ve faşistler tartışmasız “onların çocuklarıdır”. Bu gerici faşist adımlar ve gelişmeler “emperyalist demokrasiler”le çelişmez.

Açıkçası diğer ülkelerde faşist yönetimler ve darbeler tezgahlamakta bir sınır tanımayan, yönetimleri nasıl olursa olsun sömürüyü ve stratejik çıkarlarını sürdürmekte son derece pragmatist davranan bir ABD tekelci sermayesi vardır. Bu tekelci sermaye –finans kapital– bu gerici, emperyalist emellerini gerçekleştirmek için mevcut nesnel koşullarda henüz faşist bir yönetime ihtiyaç duymamaktadır ve bu nedenle Trump’a da ihtiyaç duymamıştır. Bu açıdan bizzat Yıldızoğlu tarafından aktarılan aşağıdaki tutumlar dikkat çekicidir:

Kongre yeniden çalışmaya başladığında, Trump’ın ‘Büyük yalanına’ başından beri destek veren, Başkan Yardımcısı Pence, Senatör Lindsey Graham, Senato Çoğunluk Başkanı Mitch MacConnel, Ted Cruz gibi Cumhuriyetçi senatörlerin seçim sonuçlarına itirazlarını geri çektikleri görülüyordu. Bu ‘U’ dönüşünde, bir ‘darbe’ denemesiyle yüz yüze gelmenin şoku kadar, Cumhuriyetçi Parti’nin kalesi Amerikan Ticaret Odaları Birliği’nin, İş Çevreleri Yuvarlak Masası’nın, Amerikan İmalatçılar Birliği’nin, 100 büyük şirketin genel müdürlerinin, ‘artık onaylayın diyen ortak açıklamalarının, Twitter ve Facebook’un Trump’ın hesaplarını askıya almasının etkisi vardı.[11]

Bu alıntının üzerinden ABD tekelci burjuvazisinin bugün neden faşizme ihtiyaç duymadığı meselesini de biraz dış koşullar açısından da irdelemek gerekiyor. Yukarıda nesnel iç koşullara dikkat çekerek ABD’de tekelci burjuvazinin bugün için faşizme ihtiyaç duymadığını açıklamaya çalıştık. Ancak ABD bir dünya gücü ve gerilemekle birlikte en büyük ekonomi ve herkesin açıkça görebildiği bir uluslararası etkinliğe sahip.

ABD bugünün kapitalist dünyasında “demokrasinin, özgürlüklerin beşiği” lider ülke olarak öne çıkmış, bu niteliği ve ekonomik ve askeri gücüyle batılı ve doğulu müttefiklerine –NATO içerisinde olmasalar da Japonya, Güney Kore, Avusturalya, yeni Zelanda vb. ülkeler– liderlik yapmış, bugünün emperyalist-kapitalist dünyasında içindeki çelişkiler güç ilişkilerinin değişmesi nedeniyle yoğunlaşmakla birlikte; sınırları, hukuku ve kuralları belirlenmiş tek askeri ittifakına –NATO– liderlik yapan bir ülkedir.

Bu, bugünün dünyasında çok önemli bir niteliktir ve ABD hem ittifakın lideri pozisyonu ile, hem de kendisinin elinde bulundurduğu askeri, ekonomik ve diplomatik güç ile “yumuşak ve sert gücünü” kullanma olanağına sahip tek ülkedir. Bu olanak elbette iç çelişkileri artık su yüzüne çıkmış olan NATO’da ABD’nin müttefiklerine her istediğini dikte edebileceği anlamına gelmemektedir. Ama bu örgüt halen varlığını sürdürmektedir ve ABD bu alandaki egemenliği tartışmasız olarak sürdürme iradesini göstermekte ısrarcı olacaktır ve bu yöndeki girişimlerine de vakit geçirmeden başlamıştır. Yukarıda ABD’deki iç mücadelelerle birlikte bütün bu gerçekleri dikkate aldığımızda, ABD’nin emperyalist burjuvazisinin bugün içeride faşist bir yönetim kurmayı istemek için bir nedeni bulunmadığı sonucuna ulaşabiliriz

Ama buna birkaç kayıt düşmek zorundayız; ilk olarak, bu tespit bugünkü koşullarda yapılan bir tespittir ve ileride derinleşen ekonomik krizler, sınıf mücadelesinin keskinleşme derecesi, emperyalist güçler arasında kamplaşmanın şekillenmesi, savaşa doğru gidişin hızlanması vb. nedenlerle olabilecek gelişmeler için bir bağlayıcılık taşımaz. İkinci olarak, aynı emperyalist burjuvazinin ülke içinde gerici, faşist hareketlere belirli bir yaşam alanı sunacağı ve bunları olası halk hareketlerine karşı yedekte tutacağı gerçeğini dikkate almak gerekir. Yani bu iki tespit aynı yaklaşımın farklı iki yüzüdür ve finans kapitalin bunlara verdiği ağırlık ihtiyaca göre şekillenmektedir. Üçüncü olarak, ABD’nin içeride şimdilik bir faşist yönetime ihtiyaç duymaması onun dışarıda “demokrasi inşa etme”, “yumuşama”, “özgürlükleri savunma” “gerilimleri azaltma” vb. politikalara yöneleceği gibi yorumlanamaz ve bu son derece yanlış olur. ABD bu alanda, bilinen ve tanınan kötü ünlü ABD olarak emperyalist, gerici, müdahaleci, yıkıcı politikaların uygulamaya devam edecektir. Bu emperyalist, gerici politikaların ABD’nin içerde nasıl yönetildiği ile doğrudan bir bağlantısı bulunmamaktadır.

Burada kısaca –bu sayıdaki farklı yazılarda işlenecek olan– şu hatırlatmaları yapmak gerekir: Faşizm emperyalizm ve proleter devrimler çağında öncelikle emperyalist ülkelerde siyasi ve ekonomik kriz koşullarında ve devrim tehlikesine karşı ortaya çıkmış bir yönetim biçimidir. Daha sonra bağımlı ülkelerde de gündeme gelmiştir. Faşist diktatörlüklerin kurulması süreci her ülkede farklı olduğu gibi, bu diktatörlükler kurulduktan sonra o ülkelerdeki politik koşullarda birbirlerinden biçimsel farklılıklar gösterebilmektedir. Bir ülkede parlamentolar dağıtılırken, diğer bir ülkede güç ilişkilerine bağlı olarak göstermelik varlığına tahammül edilebilir, ama faşizmin genel eğilimi parlamentoları tümüyle kaldırmak, ya da bütünüyle kukla bir kuruma dönüştürmektir. Faşizm genel olarak bütün demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldıramaya yönelirken, bazı ülkelerde muhalif güçlerin durumuna bağlı olarak bunları tümüyle ortadan kaldıramayabilir, buna gücü yetmeyebilir. vb.

Ama bütün bunlar devrim ile karşı-devrim arasındaki karşılıklı mücadelenin seyrine bağlıdır ve bu açıdan sınıf mücadelesinin gelişim koşulları tayin edici öneme sahiptir. Altının önemle çizilmesi gereken diğer gerçek de şudur; faşist diktatörlüklerde zaten devlete sınıfsal olarak egemen olan tekelci sermayenin, ya da işbirlikçi tekelci sermayenin sınıfsal egemenliğinde bir değişim olmaz.

ABD özelinde bu söylediklerimizi toparlayacak olursak; ABD güdük de olsa bir burjuva demokrasisine sahiptir. Bu güdüklük sadece ABD’ye özgü de değildir. Emperyalist ülkelerin merkezleri genel olarak böyledir. Çünkü kapitalizmin burjuvazinin genel hakimiyetini ifade eden serbest rekabetçi dönemi ve onun üst yapısı olan burjuva demokrasisi emperyalizm döneminde yerini tekelci kapitalizme ve siyasi gericiliğe bırakmıştır. Devletin sınıfsal karakteri de burjuva sınıfın genel egemenliğinden, tekelci grupların oligarşik egemenliğine doğru daralmıştır. Tekeller genelde siyasi gericiliği güçlendirme yönünde ilerler ve giderek her adımda burjuva demokrasisi kırpılır ve güdükleştirilir.

Ama burada işçi sınıfının ve halk kitlelerinin tarihsel kazanımları koruma eğilimleri ve mücadelesi devreye girer ve devrimle karşı devrim güçlerinin bu çatışmasının tekellerin siyasi gericiliğini geriletebildiği koşullar egemen olursa bugünkü siyasi yapılar, yani güdükleştirilmiş, budanmış burjuva demokrasileri ortaya çıkarlar. ABD de tüm dünyada bu demokrasinin koruyucusu ve kollayıcısı olma –özünde emperyalizmi ve tekelleri koruma– pozisyonu ile hareket eder. ABD egemen sınıfları da başkanların –hareket alanları kısıtlıdır– kişiliklerinden bağımsız olarak emperyalist egemenliği koruyup geliştirmeyi hedefleyen genel politikalara sahiptir. Bugün içeride ve dışarıda demokrasi görüntüsü bu çıkarlarla sadece uyuşma halinde değildir, aynı zamanda onların gerekçesi ve güvencesi durumundadır. Dünya çapında emperyalist kamplaşmanın ilerlemesi ve işlerin açık çatışmalara dönüşmesi durumunda neler olacağı ise, daha önce de vurgulandığı gibi bu gelişmenin koşullarına bağlıdır.

Yazıyı bitirirken şunları yeniden hatırlatmak gerekir: gerek emperyalist ülkelerde gerekse de bağımlı ülkelerde faşist hareketler hep var olmuştur. Bunların gücü, etkiledikleri kitlenin genişliği ekonomik ve politik koşullara göre değişmiş, ancak yönetici sınıfların sınıf mücadelenin boyutuna bağlı olarak faşizm yönünde ciddi adımlar atmasıyla bunlar hızla daha fazla etkinliğe kavuşmuşlardır. Bunların örgütsel yapılarında zaman zaman genişlemeler ve daralmalar içinde bir “süreklilik ve kalıcılık” olsa da, kitle tabanlarında bu özellikler yoktur. Nedeni ise açıktır; bunlar genelde alt sınıflardan, işçi, emekçi, küçük-burjuva kesimlerden gelmektedirler ve politik ve ekonomik gelişmeleri faşizme karşı demokrasi ve sermayeye karşı mücadele etrafında toparlamayı başarabilen anti-faşist, sosyalist, komünist hareketlerin etki gücüyle tutum değiştirmeye açıktırlar. Kısacası faşizm bunların temel ve hayati çıkarlarına karşıttır ve işçi ve emekçi sınıflar bu karşıtlığı kendilerine yeterli yardım verilmesi durumunda çabuk öğrenebilirler.

Yıldızoğlu elverişsiz koşulları, kitlelerin gerici, faşist eğilimlere bazı dönemlerde verdiği sınırlı desteği mutlaklaştırıp kalıcılaştırırken, sınıf çelişkilerine, nesnel koşulların kitleler üzerinde yaratığı, yaratacağı harekete geçirici etkenlere dikkat etmemekte, adeta ruh haline bağlı olarak karamsarlıklar, inişler ve çıkışlar, çelişkiler sergilemektedir. Bu tutum, onun gerek ülke içi gelişmeleri tahlil ederken, gerekse de ABD vb. ülkeleri tahlil ederken sergilediği yaklaşımda görülmektedir. Bu nedenle “I. dönemin kapanmasını” egemen sınıflar arasındaki mücadelenin sonucu olarak kabullenmekte, nesnel koşulların ortaya çıkardığı karşılıklı mücadele eğilimlerine hak ettikleri ağırlığı vermemektedir.

Bütün bunları dikkate aldığımızda “süreç olarak faşizm, neo-faşizm” tespitlerinin oturduğu zemin ve oradan ürettiği nitelemeler ve gerekçelerin, yani “yenilik, süreklilik, kalıcılık, sınıf karakterinin niteliği” konusunda oldukça sorunlu olduğunu tespit edebiliriz. Bu tespitlerin kitleleri faşist tehlikeye karşı uyarma görevi yapmalarından dolayı olumlu bir işlev gördükleri ileri sürülebilse de, bu tür değerlendirmelerin kafa karışıklığına ve tehlikenin gerçek niteliğine ilişkin bilinç bulandırıcı özelliklere –örneğin Biden taraftarlığına varabilen, kitle tabanını içinde çalışmayı zaafa düşürebilecek özelliklere vb.– sahiptir ve bu tespitlere bu değerlendirmelerin ışığında yaklaşılmalıdır.        


[1] Yıldızoğlu, E. (2020) “Genlerinde var”, Cumhuriyet, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/genlerinde-var-1805864

[2] Yıldızoğlu, E. (2020) “ABD’de faşizm sokağa indi”, Cumhuriyet, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/abdde-fasizm-sokaga-indi-1799223, abç

[3] Yıldızoğlu, E. (2020) Yeni Faşizm, (Ergin Yıldızoğlu, 1. Baskı, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, sf. 95.

[4] Yıldızoğlu, Yeni Faşizm, sf. 107.

[5] Yıldızoğlu, E. (2020) “Weimar Amerika”, Cumhuriyet, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/weimar-amerika-1795733

[6] Taner, T. (2020) “Neoliberalizm, çılgın Trump ve faşist komplo”, Birgün, https://www.birgun.net/haber/neoliberalizm-cilgin-trump-ve-fasist-komplo-330699#.YChAWZVHbEU.mailto

[7] Başaran, C. (2021) “Roubini’nin ABD için kabus senaryosu”, Habertürk, https://www.haberturk.com/yazarlar/cuneyt-basaran/2941022-roubini-nin-abd-icin-kabus-senaryosu

[8] Kılıç, E. (2020) “Protestolar 7. Haftasında: ABD tarihinin en büyük hareketi olabilir”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/408730/protestolar-7-haftasinda-abd-tarihinin-en-buyuk-hareketi-olabilir

[9] CNNTurk (2020) “ABD’de ‘George Floyd’ gösterileri tarihe geçti”, https://www.cnnturk.com/dunya/abdde-george-floyd-gosterileri-tarihe-gecti

[10] DİSK (2020) “ABD: Koronavirüs, emek krizi ve grevler”, http://disk.org.tr/2020/04/abd-koronavirus-emek-krizi-ve-grevler/

[11] Yıldızoğlu, E. (2020) “Trump dersleri – II”, Cumhuriyet, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/trump-dersleri-ii-1793870