Aydın Çubukçu

FAŞİZMİN FELSEFEYE İHTİYAÇ DUYMASI

Gündelik hayat içinde karşılaştığımız herhangi bireysel bir tutumun, laf olsun diye söylenmiş bir cümlenin, alışkanlıkların, geleneklerin, atasözlerinin içinde “faşizm belirtisi” olarak damgalayabileceğimiz pek çok özellik görebiliriz. Bunları eyleyenlerin faşizmle siyasal, ideolojik herhangi bir ilişkisi olmayabilir. Faşizm yaşanmadan, teorik, politik, estetik düzeyde sistem haline gelmeden önce, bu tür düşünce ve davranışlar, toplumun özellikleri içinde kimi zaman “kabalık”, “kötülük”, “maçoluk” ya da yine yerleşik değer yargıları açısından olumlu bulunabilecek “sert erkeklik”, “halk adamlığı”, inançlarına tavizsiz bağlılık”, “vatanına milletine âşık, dinine bağlı” olarak kabul edilebilmiştir. Ne var ki, faşizm otopsi masasına yatırıldığında, gündelik yaşamın içinde asırlardır var olan bu türden söz ve davranışlar “faşizmin kültürel kökenleri” içinde kataloglara sokulmuştur. Bu faşizmi “zaten hep yaşadığımız bir şey” olarak gösteren analizler, “içimizdeki faşizm” gibi laflar, faşizmi sıradanlaştırmak, bir sistem olarak niteliklerinin çarpıtılmış biçimde anlaşılmasına yol açmaktan öte bir şey ifade etmez.

Bununla birlikte, hiç kuşkusuz geniş halk kitlelerinin geleneksel inançları, algı biçimleri, gündelik ilişkilerine sinmiş geri ve zalimce düşünce ve davranışlar, faşizm tarafından kendi dayanakları halinde örgütlenebilir ve kullanılır. Çok eski kökleri toplumların oluşum sürecinde ortaya çıkmış “yabancı düşmanlığı”, “kavmiyetçilik”, “şef tapıncı” gibi özellikler, ezikliğin hıncını bir başkasını ezerek çıkarmak gibi eğilimler, aile içi şiddet eğilimleri ve bunların meşru görülmesi, toplumsal ve kültürel bir zemin olarak kullanılır. Faşizm, toplumdaki her geri eğilimi, körlemesine bağlanışları, kendi taban örgütlenmesinin imkânları olarak kullanır. Onları dağınık ya da bireysel özellikler olmaktan çıkarıp sistemli bir ideoloji ve siyaset haline getirdiğinde, geniş yığınlar orada kendilerinin ifade edildiği gibi bir yanılsamaya kolayca kapılabilir. O zaman dönüp halkın büyük kesimine, “siz zaten faşisttiniz” diyebilmek için inceltilmiş bir felsefeye ihtiyaç vardır.

İtalyan faşizminin yola çıkarken dayandığı sistemli bir felsefesi yoktu. İlk kez Mussolini, bir ansiklopediye yazdığı Faşizm maddesinde, 13 özellik saymıştı. Ancak bunlar, “toplumun yeniden düzenlenmesi” için faşizmin hayal ettiği ilkelerin bir özetinden öte bir anlam taşımıyordu ve asla felsefi bir metin değildi.

Mussolini, ilkellik, kabalık, şiddet ve nefret üzerine kurulu politikasının felsefeyle inceltilmesi gerektiğini gördü. O, “faşizmin dünya görüşünü somutlaştırmak için bir devlet teorisi ve İtalyanlara ‘faşizm ruhunu’ ayrıntılı olarak anlatacak ögeleri içeren bir felsefesi olmalıdır” diyordu. Gerçekten bir devlet ve birey felsefesi olmadan, faşizme bütün parçalarında tutarlı bir açıklama bütünlüğü vermek olanağı yoktu. Felsefe, temel ilkeler koyar ve hayatın farklı yönleri arasında birlik sağlayacak sistemli bir kavram dizisi yaratır. Platon’dan bu yana, insanı ve evreni bir bütün olarak aynı ilkeler doğrultusunda anlamak ve anlatmak için felsefeye yüklenen işlev buydu. Faşizm, insan hayatının, doğanın ve düşüncenin yeniden biçimlendirilmesi hedefine yürürken, bu alanların tümünü kapsayan bir felsefeden yoksun kalamazdı.

Ve ısmarlama bir felsefi metin yazdırdı. Yazan, Giovanni Gentile adlı bir profesördü. Kendisini “faşizmin filozofu” olarak tanımlıyordu.

Felsefi bir temele oturtulması istenen pratik faşizmin özellikleri kabaca şöyle özetlenebilirdi: En geri geleneklerin tapınma derecesinde yüceltilmesi, modernizm ve Aydınlanma hareketlerinin ahlaksızlık olarak nitelendirilmesi, genel olarak düşünmenin, özel olarak özgür düşünce fikrinin reddedilmesi, her türden karşıt düşüncenin düşman ilan edilmesi, bireyin silinmesi, devletin yüceltilmesi, tekçilik, son ucuna kadar zorlanmış milliyetçilik… Bunlara ek olarak, güçsüzlerin, engellilerin, akıl hastalarının topluma yük olarak görülmesi ve cinsiyetçilik gibi insanlık dışı tutumlar… 

Gentile, bu her yönüyle aşağılık politikayı felsefi temellere oturtmakla görevlendirildiğinde, “Salt Eylem Olarak Ruh Teorisi”, “Hukuk Felsefesinin Temelleri” ve “Mantık” gibi kitaplar yazmış bir profesördü. Mussolini iktidarında Ulusal Faşist Kültür Enstitüsü başkanlığı yaptı.

Biyografisi, iyi eğitim gördüğünü gösteriyor. Özellikle Hegel, Kant ve Marx’tan etkilendiği, Nietzsche’ye hayran olduğu yazılıyor. Her birinden özünden kopararak aldığı kimi unsurları faşizme malzeme yaptı. Hegel’den mükemmel devlet fikrini, Marx’tan sınıf mücadelesi teorisini “milletler mücadelesi” haline getirerek ve Nietzsche’den “üstün insan” kavramını çarpıtarak aldı. Bunlardan Mussoli’nin beklediği gibi “zayıf olanın güçlü olan tarafından tasfiye edilmesi” sonuçlarını çıkardı. Habeşistan’ın (bugünkü Etiyopya) işgalini bu “felsefeye uygun” bularak heyecanla destekledi.

İtalya’da faşizm, Almanya’da ve diğer ülkelerde olduğu gibi, toplumsal koşulların son derece kötüleştiği ve burjuva hükümetlerin çaresiz kaldığı bir süreçte yükseldi. Yığınlar, işçi sınıfı başta olmak üzere, ekonomik krizin yıkıcı etkisi altındaydı. Orta sınıflar, küçük burjuvazi, aynı ekonomik kriz koşullarında hızla eriyor ve buna ek olarak ulusal gururun kırılmış olmasından da öfke duyuyordu. Mussolini’nin başlıca hedeflerinden birisi Versailles Barış Antlaşması idi. İtalya’nın hakları yenmiş, küçük düşürülmüştü! Ve İtalyan ulusu kendini, bundan dolayı aşağılanmış, yenilmiş ve sıkıştırılmış hissediyordu. Bu yüzden, tarihten seçilmiş ve masallaştırılmış ögelere başvurularak güncel hayatın “gurur duyulacak bir tarihle” açıklanması, ideolojik baskılamanın ana unsurlarından birisi olarak kabul edildi. Ve bu, devlet vatandaş ilişkisini eksilmeyen dış tehditler, savaş psikolojisi gibi kitleleri devlete bağlayan unsurlarla desteklendi. Eziklik, hayal kırıklığı, yoksulluk ve işsizlik içinde bunalan kitleler, ülkeyi kurtaracak “demir yumruklu güçlü lider” masalına kolayca inandırıldı.  Gizli planlara sahip “düşmanlarla kuşatılmış” ülke, ancak tarihin derinliklerinde yatan büyük Roma İmparatorluğu’nun ideallerinin canlandırılmasıyla bu saldırıyı göğüsleyebilirdi. Bu ruhu ise, faşizmin sembolü olan, ucunda balta bulunan bir çubuk demeti (ki faşizm kelimesi de bu simgenin adı olan Latince fasces’den türetilmişti) ve Mussolini’nin “kara gömlekli kadroları” temsil ediyordu.

FAŞİZM VE BİREY

Böylece faşizm, farklı talep ve politikaları silen, “tek ses, tek vücut” olmuş bir ulus yaratmak gerektiğini ileri sürerek sahneye çıktı. “Her kafadan bir ses” çıkan ve sorunlara hiçbir çözüm öneremeyen politik ortamın yarattığı bıkkınlık bu sese kulak verilmesini kolaylaştırdı.

Salt Eylem Olarak Ruh Teorisi’ni yazmış olan Gentile, ilk adım olarak birey-toplum, birey-devlet ilişkilerini liderin önceden yazdığı metne uygun olarak yeniden ele aldı. Birey ve devlet arasındaki ilişkileri, “güçlü devlet, üstün birey” kavramları ekseninde çözümleyen felsefi bir “doktrin manifestosu” yazdı. Faşizmde birey, basit zevklere kendini kaptırmış, hayat içgüdüsüyle hareket eden, materyalist biri olamazdı. O, zaman ve mekânın sınırlarından bağımsız, daha yüce bir hayat kurmak amacıyla içgüdülerini bastıran, geleneklere ve davaya bağlı, ahlaklı ve vatan sevgisiyle dolu olmalıydı. Birey, bunlar uğruna kendini yok saymalı, kişisel çıkarlarını feda etmeli, tam anlamıyla manevi varoluşun farkına varmalıydı! Bu çerçevede Gentile, ölümü kutsuyor, bunlar uğruna ölümün yüceliğini derinlemesine anlatıyordu.

Hayatın merkezi, özgür iradesiyle kendi dünyasını yaratabilecek ve de yaratmak zorunda olan insan olamaz. Bütün enerjisiyle faaliyette olan birey, kendi hayatını inşa etmek için gerekli (fiziksel, ahlaki, entelektüel) araçları kendi içinde yaratır. Bu, tek bir birey için böyledir, ulus için böyledir, insanlık için böyledir. Böylece, insanın onun vasıtasıyla doğayı fethetmek ve insanlık dünyasını (ekonomik, siyasal, ahlaki, entelektüel) yaratmak için, kendi iradesini büyük davaya bağlamalıdır… (Faşizm) Devletle uyum içinde olduğu takdirde… insandan yanadır.[1]

Gentile’nin birey üzerine görüşleri, aynı zamanda katı bir ahlak anlayışına bağlanıyordu. “Pozitif hayat” olarak tanımladığı bireysel hayat, “sadece hayatı kontrol eden insan faaliyetlerini değil, tüm gerçekliği içine” alan etik bir kavram olarak anlaşılmalıydı. “Hiçbir eylem, ahlaki bir yargıdan ayrılamaz. Dünyada hiçbir şey yoktur ki onun ahlaki amaçlarla olan ilişkisinde her şeyde bulunan değerden mahrum bırakılsın. Bu nedenle, hayat, faşistlerce algılandığı üzere, ciddi, çetin ve dinseldir: bu hayatın tamamı, ruhun ahlakı ve sorumlu güçleri tarafından desteklenen dünyada dengede durmaktadır. Faşistler, ‘rahat’ bir hayata tenezzül etmez.

Ancak bu “üstün faşist birey” sonunda bir şahıstır! Örnek üstün insan, “tek devlet, tek bayrak ve tek lider” idealini şahsında birleştirmiş olan “önder Faşisttir”!

Gentile, şöyle diyor: “Faşizm, dini bir kavramdır ve insan, bu dini kavram içinde, daha yüce bir kanunla ve nesnel bir iradeyle içkin bir ilişkide görülür; bu ilişki, tek bir bireyi aşkın hale gelerek, kişiyi manevi bir toplumun bilinçli üyeliğine yükseltir. Faşist rejimin dini politikalarında, saf çıkarcılıktan başka bir şey görmemiş olanlar, faşizmin bir hükümet sistemi olmasının yanı sıra, bundan da önemli olarak, bir düşünce sistemi olduğunu anlamamışlardır.

Dinin faşist yorumu, bizzat faşizmin (yüce davanın) bir din olarak tanımlanmasına ulaşmıştır. Dine inananlar bu politikaya uymalıdır, bu politikaya uyanlar onu bir din gibi benimsemelidir!

FAŞİZM, TARİH VE DEVLET

Gentile’nin Mussolini’yi destekleyen tarih tezleri, aslında bütün diğer faşist rejimlerin ideolojisinde kendisini gösteren bir ululama ve farklı bir tarih anlayışı geliştirmek üzerinedir. Buna göre faşizm, tarihin cisimlenmiş halidir, ta kendisidir. Tarih ise, insanın “içinde kendisini bulduğu, ailedeki ya da sosyal gruptaki, ulustaki ve bütün ulusların işbirliği yaptığı manevi süreçle ilgilendiği sürece kendisidir.” Yani faşizme kitlesel desteği sağlayan ve “hatıralarda, dilde, göreneklerde, sosyal hayat standartlarında” kendi gösteren kabullenmişliklerdir ve bunlara inanan insanlardır. “Gelenek değeri” adını verdiği bu toplam, tarihtir ve tarihsiz insan hiçbir şeydir. “Geleneksel değer” devlete, dine ve manevi değerlere, millete, vatana bağlılığı sağlayan bütün resmi faşist argümanlardır ve bunlar esasen halk hayatının içinde bulunmaktadır. Öyleyse birey, bütün bu kavramları bilinçsiz de olsa içinde taşıyan ve uyandırılmayı bekleyen bir genellemedir. “Sonuçta, faşizm” diyor Gentile, “On sekizinci yüzyıla ait olanlar gibi, materyalist doğanın bireysel soyutlamalarının tamamının karşısında yer alır; bütün Jakoben ütopyalara ve yeniliklere de karşıdır.

Bunları söyledikten sonra, yine dinsel, ahlaki önermelerinden birini ileri sürer. “İlerleme ve dünyada mutluluk”üzerine kurulmuş bütün teorileri reddeden şu sonuca ulaşır: “(Faşizm), dünyada mutluluğun mümkün olduğunu düşünmez ve böylelikle, insanlığın tarihin belli bir evresinde belirli bir sabit duruma geleceğine yönelik bütün amaçsal teorileri reddeder.” Burada mutluluk, insanı sürekli eylem içinde olmaktan alıkoyan bir ruh durumu olarak kabul edilmiştir ve aslında, geleceğin komünist toplumunu hedefleyen teoriler hedefe konulmuştur. Komünizmden anladığı, bütün yarım aydınlar gibi, “ilerlemenin, hareketin durduğu sabit bir durum”, “tarihin bittiği evre” gibi çarpıtmalardır.

Gentile, tarih, devlet ve bireysel hayatı tekleştirerek elde ettiği birey kavramına yüklenen felsefi ve siyasal işlevi şöyle açıklar: “Bireyselciliğin aksine, faşist bakış açısı devletten yanadır. Devletle uyum içinde olduğu takdirde de, insandan yanadır.

Sonra devletin tanımına geçer: “Devlet, insanın tarihsel varoluşunda, insanın evrensel iradesinin ve vicdanının kendisidir.

Devletin toplumsal ve siyasal bir kurum olmanın ötesinde irade ve vicdanın ta kendisi olarak tanımlanması, onun dokunulamaz, vazgeçilemez kutsal bir varlık haline getirilmesi demektir. Kuşkusuz burada rejim ve devlet aynılaştırılmakta, dolayısıyla faşizm de insanın iradesi ve vicdanı olarak kutsanmaktadır.

Buradan liberalizmin eleştirisine geçilir: “Liberalizm, bireyin kişisel çıkarları uğruna devleti reddetmiştir. Faşizm ise devleti bireyin esas gerçekliği olarak kabul eder.” Buna bağlı olarak özgürlük kavramı da faşizme özgü olarak yeniden tanımlanır: “Eğer özgürlük, bireyselci liberalizm tarafından tasarlanmış soyut bir kukla değil de gerçek insanın bir sıfatı ise, faşizm özgürlükten yanadır. Ve gerçek olan tek özgürlük ise devletin ve devlet bünyesinde bireyin özgürlüğüdür. Bu nedenle, faşistlere göre her şey, devlettedir; devletin dışında, insani veya manevi hiçbir şey var olmaz ve hiçbir şeyin az da olsa değeri yoktur. Bu bağlamda, faşizm totaliterdir. Tüm değerlerin birliği ve sentezi olan Faşist Devlet, insanların hayatının tamamını yorumlar, geliştirir ve güçlendirir.”Özetle bireyi devlet yaratır ve özgürlük, devlete bağlılıktır!

Devlet aynı zamanda bireyin nasıl bir birey olacağını da karar verir:

Kişiliğin en yüce ve en kuvvetli biçimi olan Faşist Devlet bir güçtür, fakat manevi bir güçtür. Bu güç, insanın ahlaki ve entelektüel hayatının her halini kontrolü altına alır; bu yüzden liberalizmin arzuladığı gibi, kendisini basitçe, düzen ve kontrol görevleriyle sınırlandıramaz. Bireyin sözde özgürlükler alanını kısıtlayan basit bir mekanizma değildir. Bir bütün olarak insanın biçimi, iç standardı ve disiplinidir; zekânın yanı sıra iradeyi de doygunluğa ulaştırır. Onun, sivil toplumda yaşayan insanın kişiliğindeki esas ilham olan prensibi, bilim adamlarının, sanatçıların, düşünürlerin yanı sıra, eylem adamlarının da derinliklerine işler ve onların kalbinde taht kurar. Faşizm, ruhun ruhudur.

Ancak her bireyin bu ruhu tanıması için sıkı bir disiplinden geçmesi gerekmektedir. Gentile, “Faşist bir nesil” yaratmak gerektiğini söylüyor ve bunun yollarını da gösteriyor:

Faşizm, sadece kanun koyucu ve kurumların kurucusu değil, aynı zamanda manevi hayatın eğitimcisi ve yükseltenidir. İnsan hayatının biçimlerini değil, onun içeriğini, insanı, karakteri, inancı yeniden oluşturmayı amaçlar ve bu amaçla, disiplini ve insan ruhuna işleyebilen otoriteyi ve de bunların orada karşı konulmadan hüküm sürmesini gerektirir. Bu nedenle onun işareti, Liktorların (Roma imparatorlarını koruyan muhafızlar) taşıdıkları sopalarıdır, birlik, güç ve adaletin sembolüdür.

Tabii anlaşılması gereken şey, önünde sonunda bir sopadır!

Böyle tanımlanan, yani ahlakın, iradenin ve özgürlüğün cisimlenmesi olan devletin dışında “ne bireyler ne de gruplar (siyasi partiler, dernekler, sendikalar ve sınıflar) var olabilir. Bu nedenle, faşizm sosyalizmin karşısında yer alır; çünkü sosyalizm tarihin hareketini sınıf çatışmalarıyla sınırlandırır ve devletin tek ekonomik ve ahlaki gerçekliğiyle kurulan sınıflar birliğini görmezden gelir.

Bu noktada sosyalist devlet teorisine vurması kaçınılmazdır. Devletin sınıflara bölünmüş toplumun tarihsel olarak geçici bir sonucu olduğunu söyleyen Marksizme karşı, devletin, “ahlaki ve ekonomik” bakımdan sınıfların birliğini temsil ettiğini, sınıfsal çelişmeleri yok ettiğini ileri sürer. Çünkü ona göre sınıfsal ayrılık denilen şey, yalnızca bireylerin ilgi alanlarının farklılığından doğmuştur. Bu ilgi alanları arasında farklılık gibi görünen şey, bir bütünün parçaları olmaları gerçeğini ortadan kaldırmaz. Çatışmazlar, birbirlerinin tamamlarlar. Ne de olsa Hegel okumuş ve mantık kitabı yazmış olan Gentili, “karşıtların birliği” görüşünü bu biçime sokarak, devleti çelişkilerin çözüldüğü bir sentez olarak yorumlamıştır.

FAŞİZM VE DEMOKRASİ

Gentile, demokrasiye elbette karşıdır, fakat bunu “son derece derin” felsefi açıklamalara dayandırmaktadır. Diyor ki, “Devlet, sayısal olarak, bir ulusun çoğunluğunu oluşturan bireylerin genel toplamı şeklinde düşünülmemelidir. Ve sonuç olarak, faşizm, ulusu çoğunluğa eşit tutan ve o çoğunluğun seviyesine indirgeyen demokrasiye karşıdır. Yine de Faşizm, millet niceliksel değil, olması gerektiği gibi niteliksel olarak düşünülüyorsa, demokrasinin en saf halidir. Bu niteliksel düşünme, en güçlü düşüncedir (en ahlaki, en mantıklı ve en gerçek olduğu için en güçlü olan) bu düşünce, ulus bünyesinde birkaç kişinin ve hatta sadece bir kişinin iradesi ve vicdanıyla eyleme geçer.

Araya soktuğu başka “mantıklı” açıklamalar sonucunda, en saf ve gerçek demokrasinin, “tek vicdan ve tek irade olarak” kendisini gösteren şahsın devletine tabi olmak olduğu sonucuna ulaşır.

Çünkü bu “yüce kişilik”, devletle birleştiği için “ulusun kendisidir”, dolayısıyla onun düşünce ve davranışları da ulusun tamamının düşüncesini ve davranışını temsil eder.

Bu görüşünü tarih ve felsefe ile temellendirmeye çalıştığı ulus tanımıyla geliştiriyor: “Ulus, kendi ahlak birliğinin farkında olarak, insanlara bir irade ve böylelikle etkin bir varoluş sağlayan devlet tarafından yaratılmıştır. Bir ulusun bağımsızlık hakkı, de facto bir durumun az ya da çok durağan ve bilinçsizce kabulünden, kendi varlığının fikri ve ideal özelliklerinin farkında olmasından kaynaklanmaz. Bir ulusun bağımsızlık hakkı, aktif bir farkındalıktan, kendi haklarını dile getirmeye hazır ve eylem halindeki siyasi bir iradeden kaynaklanır. Yani zaten var olan bir devletten kaynağını alır. Devlet, aslında evrensel etik irade olarak doğrunun yaratıcısıdır.

Devlet yoksa ulus da olamaz! Bu görüş, Türk faşistlerince de ifade edilmiştir: “Devlet kurmuş topluluğa millet denir.” Devleti yoksa, bir halk ulus da değildir!

Varlığını devlete borçlu olan halk için demokrasi de “çoğunluk” gibi niceliksel bir tanımla değil “nitelikli vicdan ve ahlak” olduğu haliyle “yüce şahsın” hareketiyle tanımlanmalıdır. Kalabalığın “niteliksiz, bayağı” düşünce ve arzularını sırf çoğunluk oldukları için kabul etmek yerine, “nitelikli ve yüce” düşünceyi temsil eden iradenin arzularına uymak, “özünde” tam ve saf demokrasidir!

ŞİDDETİN KUTSANMASI

Mussolini’nin çevresinde toplanan genellikle yüksek eğitimli aydınlar topluluğu, genel olarak şiddetin toplumsal bölünmeleri ve çatışmaları çözmek için ahlaki bir yol olduğunu ileri süren doktrine inanıyorlardı. Devlet, “düşmanlarıyla” mücadele etme hakkına sahipti ve bu yüzden “homojen” olması gerekiyordu. Böylece her türden muhalifler, hatta faşist parti içinde az çok farklı düşünenler, şiddetle susturuldular. Şiddet, itaat kavramına felsefi anlamlar yüklenerek kutsandı.

Buna göre şiddet, bireyselliğin itaat ile bağdaşmadığı ve ulusun birliğini tehdit ettiği durumlarda başvurulacak ahlaki bir yoldur. İtaatsizlik, “büyük önderin başarılarının” aşırı derecede övülmemesi biçiminde de kendisini gösterebilirdi! Yalnızca devlete mutlak boyun eğmek değil, onu sürekli övmek, her eylemini mutlak surette benimsemek ve savunmak gerekirdi!

Faşizme göre, ekonomik, soysal, siyasal alandaki faaliyetlerinin “başarısı” da otoritenin tekçi karakterine bağlıydı!

Tekçilik ya da daha geniş bir ifadeyle totalitarizm, siyasal ve ideolojik olarak seçeneksiz olduğuna inandırmak için, zaman zaman gerçek bir birlik yarattığını, sol-sağ ayrımına son verdiğini, her akımı, aralarındaki çatışmalara son vererek yalnızca kendisinin temsil ettiğini ileri sürmüştür. “Bütün çelişmelerin kendisinde çözüldüğü ideal birlik” fikri, Gentile’nin Hegel’den devşirip yozlaştırdığı bir başka “felsefi” dayanak olmuştur.

Şiddetin bir “ikna aracı” haline getirilmesi, aynı zamanda paramiliter örgütlerin yaratılmasını zorunlu kılmıştır. Faşist paramiliter gruplar, “tarihin derinliklerinden gelen” otoriter devlet masalına yürekten inanmış, bunu gerçekleştirmek için şiddet uygulamak üzere yetiştirilmiş kadrolardan oluşturulmuştur. Simgelerini, bayraklarını, sloganlarını “şanlı Roma İmparatorluğunun” mirasından derlemişlerdir. Bu gruplar, şiddetin kullanılmasının sadece zorunlu değil, aynı zamanda yüksek ahlaki bir değer olduğuna inandırılmıştır. Sürekli propaganda ve “şef” etrafında yaratılan efsanevi söylentilerle devletin yüceliğine, önderin yanılmazlığına iman etmişlerdir.

SONUÇ

Faşizmin felsefesi üzerine bu özet, güncel politikaları değerlendirmek bakımından ilginç ipuçları veriyor. Benzerliklerin tesadüf olduğunu söylemek imkânı yoktur. Mussolini, felsefesi, teorisi ve pratiğiyle gelişmiş bir model yaratmıştır. Halkın en geri, en köklü geleneklerini sistemli bir politika halinde örgütlemiştir. Ülkeden ülkeye küçük farklılıklar göstermekle beraber, bu model totaliter bir rejim kurma peşinde olan bütün partiler tarafından benimsenmiştir, bundan sonra da aynı yolu seçen her grup tarafından değerlendirilecektir.

Kuşkusuz faşizm, yalnızca bir doktrinden ibaret değildir. Sosyal ve ekonomik politikalarıyla “halkçılık” gibi demagojik sloganlara süslenmiş bir “kalkınma” modeli de yaratmıştır. Bunun ne derecede gerçek bir “kalkınma” olduğu savaş sırasında ve sonrasında yaşanan yıkımla görülmüş, İtalya ‘70’li yıllara kadar ekonomik bakımdan belini doğrultamamıştır. Aşırı askeri harcamalar sonucunda yaratılan ordunun gücü ancak “Habeşistan”ı işgale yetmiş, Hitler’in “onbaşılar takımı” olmaktan öte savaşın tümünde herhangi bir askeri başarısı olmamıştır.

Bütün tantanalı palavralarına rağmen, kendileri için utanç verici bir yenilgiyle tarih sahnesinden çekilirken, sonraki yarım akıllı takipçilerine bir başka ders daha bırakmıştır. Ama onlar, dersin bu kısmını okumayı sevmezler ve kendileri için geçerli olmadığına inanırlar. Hatırlatmanın yararı yok, ama yine de o ünlü sözü bir kenara yazalım: “Anlatılan senin hikâyendir!

 


[1] La Dottrina del Fascismo (Faşizm Doktrini), https://tr.wikipedia.org/wiki/La_dottrina_del_fascismo. Gentile’den yapılan diğer alıntılar da bu kaynaktan yapılmıştır.