Hakkı Özdal

AKP’nin, 18 yılı geride bırakan ve –uzunca bir süredir, onca başlıkta çerçevelenmiş bir krizler yumağından geçiyor olmasına rağmen– halen ‘hatırı sayılır’ bir kitle desteğine sahip olduğu varsayılan iktidarı; birbirinden çok farklı nedenlerle bu iktidarın karşısında olan kesimlerde, fazla iyimser bir acelecilikten fazla karamsar bir atalete uzanan değerlendirmelere yol açıyor. Siyasal alanda AKP-MHP ortaklığının temsil ettiği ve bir ‘rejim’ halinde katılaşma eğilimindeki bu iktidarın, önüne çıkan krizler ve zorluklar karşısında yaptığı/yap(a)madığı hamleler; ‘beklenen kurtuluş’un açık işaretleri yahut felakete doğru gidişin kanıtları olarak yorumlanıyor. “Bunlar ilk seçimde gidici” ile “bunlar hayatta gitmez” şeklinde özetlenebilecek bu iki bakış, aynı görme kusuruyla malul iki benzer-benzemez kardeş olarak görülebilir.

Bu iki astigmat bakışta ortak olan yan, iktidar mekanizmasını ve dolayısıyla siyaseti, seçimler ve seçmen eğilimleriyle, bunların ifade olunduğu yüzeydeki siyasi parti ve ittifakların abartılmış belirleyiciliğinde görmeleridir. Oysa, seçmen anketleri ve başka ‘alamet’lerden yola çıkarak yapılan kestirimler de; iktidarın, seçim sistemini kendi lehine değiştirmekten sonuçları tanımamaya uzanan bir aralıkta müdahalelerde bulunabilecek sübjektif güce eriştiği ve bu yolla koltuğa tutunacağı kehaneti de tabloyu eksik bırakıyor. Söz konusu ittifaklar, onları oluşturan siyasi parti ve klikler, bunların savunduğu çıkarlar, tabii bir bütün olarak seçim mefhumunun kendisi ve nihayet ortaya çıkan iktidar ilişkileri; hem egemen sınıflarla yönetilen sınıflar arasında, hem de bu egemen sınıfların bizzat kendi aralarında yaşadıkları çatışma ve gerilimlerin, bu iki yönlü sınıf savaşlarının etkisi altında biçimleniyor. Siyasal gelişmeleri, ‘Saray’ ve kabinesinde, devlet koridorlarında, kısmen Meclis’te, ittifaklar ve partiler zemininde olup biten, toplumun oldukça geniş bir kesimininse sadece genel oy hakkı üzerinden müdahil olabildiği bir çerçevede değerlendirmek, solun bazı kesimlerinde de rastlanan bir zamane tembelliğine dönüşmüş durumda. Başka çevrelere sirayet etmesi bir yana, bu sınırlı kapsamdaki analiz metodu, esasen liberal bir kökten neşet ediyor ve dokunduğu her yeri, en “radikal” beklentilere sahip olanları bile liberalleştiriyor. Bugünkü iktidar güçlerinin, öncesi de olmakla birlikte, 2013 ve 2015’ten sonra özellikle artan “olağanüstülük” yaratma ihtiyacı, (içte ve dışta savaş, büyük operasyonlar, tutuklamalar, kabine içi gerilimler, istifalar, suç örgütü liderlerinin muhalefete muhtırası gibi) çarpıcı etkideki siyasal olaylara yol açtıkça; günlük siyasete sıkışmış bu liberal tezlere de yakıt sağlıyor.

Engels’in sözleriyle söylersek, “[…] siyasal olayları, son çözümlemede iktisadi olan nedenlerin sonuçları olarak açıklamak”[1] yerine; sınırlı ve yanıltıcı ‘kulis’ bilgilerini ve/ya yüzeyde, görünür, her biri birer ‘sonuç’, üstelik kimi zaman ‘nedeni’ ile arasındaki ilişkiyi doğrudan temsil etmeyen birer ‘sonuç’ olarak ortaya çıkan günlük olgu ve olayları bir ‘işaret taraması’ndan geçirip, bunun üzerine olasılıklardan, tahminlerden, hatta giderek kehanetlerden ibaret bir yapı inşa eden idealist çözümlemeler, toplumun ufkunu kararttığı ölçüde, mevcut iktidara da, müstakbel burjuva iktidar odaklarına da avantaj sağlıyor. İkisine de bakalım: ‘Tek adam rejimi’, daha katmanlı bir gerçeklikten, onun özellikle de iktisadi yanı ihmal edilerek indirgenmiş olan bu analizlerden, çift yönlü olarak yarar sağlıyor. Birincisi, kendi iktidarının dolaysız sınıfsal örüntüsü gözlerden gizlenmiş oluyor. İkinci olarak, siyasal görüngülere hapsolmuş bir çatışma alanını hem yönetmesi, yani çarpıtması, baş aşağı çevirmesi daha kolay oluyor. Örneğin, milli eğitim, sağlık, kültür ve turizm gibi bakanlıklar üzerindeki tartışmaların, ilgili bakanların, alanlarındaki sermaye sınıfının, etiyle kanıyla doğrudan temsilcisi olduğu gerçeği, icraatlarının, dinsel, kültürel, gündelik yaşama ilişkin vb. sonuçlarının gölgesinde kalıyor. Erdoğan’ın, kimi zaman sermaye örgütü temsilcileriyle şakalaşacak noktaya varan bir performansla politikalarını ilan ettiği konuşmalarda, kendi burjuva muhalefetinin ideolojik-kültürel şeytanlaştırılmasına bu açıklamalardan daha çok ve tutkulu şekilde zaman ayırması bundan. Erdoğan’ın açık bir sermaye diktatörlüğü yürüttüğünü gösteren açıklamaları yerine, sözgelimi Cehape hakkındaki ithamlarının arkasından nasıl bir hamle gelebileceğine dair ‘fal’ bakılması, bizzat Erdoğan yönetimi için avantaj sağlıyor. Burjuva muhalefet ise kendi müstakbel iktidarının sınıfsal muhtevasını aynı sisin arkasında gizleyip, ‘tüm toplum adına’ konuşma ehliyetini bu belirsizlikten çıkarıyor. Erdoğan’ın, hadi biraz daha genişletip söyleyelim, Saray rejiminin yandaşları ve karşıtları ekseninde kurulmuş bir sahnede, yandaşlık ya da karşıtlık şeklinde ifade edilen bu pozisyonların –karşılıklı olarak ve sayısız kez sınanmış– dayanıksızlığına rağmen ısrar etmek, aslında çok da tuhaf olmayan bir şekilde, “iki muharip için de avantaj” üretiyor. Bu ‘üretkenlik’, söz konusu analizlerin bizzat burjuva ideolojik hafriyattan çıkmış olması nedeniyledir. 90’lardan itibaren, siyasal ve felsefi düşünceye, akademiye, basına, hatta kültür ve sanata nüfuz eden bir karşı-devrim dalgasının ürünüdür. Türkiye özelinde –yine öncesini bir yana bırakırsak– 2002’den beri yaşananları sayısız kez yanlış çözümleyip, utanç verici pozisyonlara düşmesine rağmen; bugün kâh kalbi kırık bir ‘demokrat’, kâh iyimser ya da kötümser –ama ateşli bir ‘seküler’ muhalif, kâh tüm sağduyusunu yitirmiş bir ‘yandaş’ aracılığıyla yeniden vücut bulan bu idealizm içinkısa bir parantez açmalıyız.

TARİHSEL MATERYALİZME KARŞI ‘KÜRESEL YENİ İDEALİZM’

90’lı yılların başından itibaren, sınıf mücadelelerinin toplumun iktisadi ve sosyal yapısını belirleyen güç olduğuna dair çözümlemenin tarihe karıştığı, kapitalist üretim biçiminin nihai zafer ilan ettiği vb. yöndeki uluslararası emperyalist propaganda, dönemsel bazı olaylardan da faydalanarak güç kazandı. Küresel düzeydeki bu doktrinasyon, zaten sermaye sistemine entegre olan burjuva akademide ve kültür alanında etkinlik sağladı. Yüzyıl dönüşünün burjuva kitaplığı, ideolojik ve kültürel gericiliği sağdan ve ‘sol’dan, teorize ve estetize eden bir yığınla doldu. Bu gericilik, 90’lı yıllardan itibaren kaynayıp köpüren ve bizzat en güçlü kapitalist ülkelerce kışkırtılmış bulunan iç savaşlar, din ve mezhep çatışmaları, işgaller ve kırımlarda, kendi bilgeliğinin kanıtını görüyordu ‘gururla’. İnsanlar artık, proletaryayla burjuvazi arasında süregelen ve diğer sınıfların da ittifaklarla dahil olduğu tarihsel sınıf savaşının değil; milliyetlerinin, dinlerinin, mezheplerinin farklılığından; ulusal, hatta feodaliteden kalma, antik anlaşmazlıklardan dolayı birbirini boğazlıyor! O halde birbiriyle çatışma halinde olan, modern sınıflar değil de bin 500-2 bin yıllık ‘kültürler’, ‘uygarlıklar’dır… Bu basit akıl yürütme, güncel tarihe ve burjuva toplumun dönüşümüne dair tarihsel materyalist çözümlemelerin karşısında, kaostan ve bir zaman kamaşmasından yararlanarak mevzi kazandı. Uluslararası tekellerin, savaş ve ağır sanayinin, enerji ve teknoloji sektörlerinin, kapitalist devletlerdeki, bunların ordu ve hükümetlerindeki yırtıcı bürokrat sınıflarının yol açtığı iç savaşlar, bölgesel savaşlar, kimine topyekûn katıldıkları işgal ve istilalar kadar, zincirdeki tek tek tüm ülkelerin iç siyasi meseleleri de bu dayanıksız, idealist gericilikle açıklandı. Küresel planda binyıllara genişletilen ‘çatışma noktaları’, ulusal, yerel özellikler gözetilerek daraltıldı. Kültürel, dini farklılıkların, masalsı husumetlerin daha yakına tarihlenmiş numuneleriyle etiketlendi. Sözgelimi Türkiye’de, 90’lı yıllardan itibaren siyasal çatışma, “muhafazakâr-dindar” kalabalık ile “Kemalist-laik” elit arasında, tarihsel kökleri olan bir çekişmenin ürünü gibi görüldü. Daha doğru ifade etmek gerekirse çatışmayı böyle bir kültürel-ideolojik çerçevede görenlerin hegemonik etkisi belirleyici oldu. Hem İslamcılar ve muhafazakârlar hem laik-milliyetçiler, hem de liberaller bu indirgemeye uygun kuramsal çerçeveler üretti. Aynı ‘öz’den kaynaklanan, birbirinin zıddı iddialarda bulunur, sonuçlar üretirken bile bu ‘öz’ün çarpıklığıyla benzeşen çerçeveler…

Türkiye’de son yıllarda güçlenen ve sonuçları daha etkili hale gelen ekonomik kriz, buna eklenen salgın krizi ve tüm bunların sınıf ayrımlarını ve çatışmalarını çok daha görünür hale getiren toplumsal, sosyal sonuçları karşısında; 18 yıllık AKP iktidarını ve onun başkalaşım halindeki sürekliliğini ‘izah etmek’, söz konusu burjuva-liberal çerçeve için giderek güçleşiyor elbette. Siyaset, hukuk, gündelik yaşam gibi ‘üst’ sonuçlara sıkışmış çözümlemeler, tarihsel materyal ile karşı karşıya kaldığında yaşadığı krizi, otantik bir silahı yardıma çağırarak, “sınıf analizinin köhneliğine” dair o eski mühimmatı savurarak geçiştirmeye çalışıyor. ‘Liberal’ olarak anılan bazı eşhasın, tarihsel materyalist analizi bir kaba ‘sınıf söylemi’ne indirgeyerek ona karşı göstermeye çalıştığı mukavemet, özü itibariyle dayanıksızdır. Somut hakikatin karşısında delik deşiktir. Ancak, bu dayanıksızlığa işaret etmekle kalmayıp, onu, işçi sınıfı başta olmak üzere ezilen toplumsal kesimler nezdinde yıkıma uğratmadıkça; bir korkuluk gibi iş görmeye devam edecektir. Bu yüzden, kendi donukluğunu, devrimci teori üzerine eski tekerlemeleri söyleyerek, kımıltısızlığını başkasının üstüne yapıştırarak telafi etmeye çalışan liberal dogmaya karşı mücadele güncel bir meseledir.

‘LİBERAL’ DOGMALAR

Belki öncelikle şu söylenmeli ki, toplumsal ilişkilerin ve bütün bir güncel tarihin “sınıf perspektifi ile açıklanamayacağı”nı öne sürmek, düzenin köklü ve radikal bir dönüşümü ihtimaline de sırt çevirmek, sırt çevirmekle kalmayıp bu ataleti vaaz etmektir. Bu yönüyle liberal itiraz, sınıflar çatışması analizini ‘yoksulluk edebiyatı’ olarak küçümserken, ikincil ve kendisi açısından daha asli bir hasat ummaktadır: Yoksulluk (emekçiler) tartışma konusu haline getirilerek zenginlik (sermaye) üzerine konuşmaya bir fikri ambargo konur. Kapitalizmin ve burjuva toplumun yol açtığı sefaletin gündelik görünümleri, sorunun –dolayısıyla da çözümün–kaynağını işaret etmeyen bir ‘kötü yönetim’, ‘yolsuzluk’ vs. koridorunda indirgenir. Liberal analiz eleştirel değildir. Kapitalizmle bir sorunu yoktur. Bir orman yangınıyla karşı karşıyayken, tutuşmuş dallardaki kıvılcımların ışığını tüm yangını ifade etmek için yeterli görür ve herkesin de öyle sanmasını ister. Liberal sol ve sağın, yapısal bir kusur olarak haiz olduğu, devlet ve toplumsal sınıfların birbirine dışsal şekilde konumlandırılması, Türkiye’de burjuva sosyal bilimlere uzun süredir referansı olmuştur. Buradan türeyen ve sermaye-devlet ilişkisini de ‘karşıtlığa’ bile varan bir dışsallık üzerinden ve kimi zaman tekil sermayedarların öznel tercihlerinden hareketle analiz eden yaklaşımlar, kavramsallaştırılmasını ‘köhne’ buldukları sınıf çatışmasının ürünüdürler. Böylelikle tek bir burjuva ya da sermaye sınıfının bir kesimi, toplumun başına bela patronlar olmaktan çıkıp, devletin baskısı ve belirsizlikleri ile yaşamak zorunda kalan ‘mazlumlar’ olarak tanımlanabilir.

Kapitalizmin bütünsel işleyişinden kopartılarak analiz edilen toplum, bu sayede bir sınıf çatışması içinde değil, kültürel bir kabuğun içinde görünür; yozlaşma vb. etik kavramlar toplumsal değişimin anahtar sözcükleri haline gelir. Bu perspektifte, her iki büyük sınıf ve onları temsil eden örgütler “sivil toplum örgütleri” olarak görülür. Böylelikle hem onlar devletin dışında bir yerde konumlanırlar hem de devlet bu çatışmaların ve güç ilişkilerinin bir zemini olmaktan çıkarak kendinde bir ‘erk’e, işte popülerleşen İslamcıların dilinden liberallere dek uzanan ‘vesayet’ gibi kavramlarla izah edilen bir soyut mefhuma dönüşür.

Tüm bunlar yapılırken, neredeyse birer fetiş haline getirilen istatistikler, anketler, eğilim araştırmaları vs. toplumun tarihsel analizinin yerine geçen donuk ve bağlamsız bir avadanlık oluşturur. Tarihsel analizle desteklenmediğinde, görüntüyü bulanıklaştıran, durgun su birikintileri… Bu birikintilerle oyalanan bir çözümleme, emek ve sermaye arasındaki temel çelişki ve bu aksta yürüyen siyasal hat konusunda paralize olmakla kalmayıp, örneğin sermaye fraksiyonları arasındaki ya da toplumu oluşturan sosyal sınıfların her birinin birbirleriyle ve kendi iç klikleriyle ilişkilerinde mevcut bulunan dinamikleri de ihmal ederek sakatlanır.

Buradan hareketle söylersek, ‘sağ’dan ya da ‘sol’dan gelen, felsefi anlamda idealist, en ileri haliyle liberal-demokrasiden öteye geçemeyen analizlerle işçi sınıfının tarihsel birikimi arasındaki asıl fark, sadece mevcut olanın değil, değişimin izlenmesinde ortaya çıkmaktadır. Hâkim üretim biçiminin yol açtığı ilişkiler, bu ilişkilere taraf olan sınıflar, sermayenin, işçi sınıfının, toplumdaki diğer katmanların o andaki varoluş koşullarını hazırlayan sermaye birikim mekanizması ihmal edilerek varılan sonuçlar, bugün üzerine odaklanılan konuyu, en iyi niyetli ifadeyle söylenirse, ‘yanlış anlamak’ durumundadır. Pek çok durumda bunun ‘yanlışlık’ değil ‘kasıt’ ile yapıldığını ihmal etsek bile…

Modern toplumu, şu ya da bu düzeydeki kapitalist ilişkiler ve bu ilişkilerin hareketiyle biçimlenmiş dinamik, aktif mekanizmalar üzerinden açıklamaktan kaçınan yüzyıl sonu yeni burjuva idealizmi, uğraştığı sonuçların sürekli değişim halindeki ‘tarihi’nden başlayarak genel bir yanılgı içindedir. Yanılgı, sadece geçmişe bakışından değil, bizzat kendisi de o geçmişin içindeyken ortaya attığı ve halen dışına çıkamadığı çerçevenin sınırlılığından kaynaklanır.

Bir örnekle devam edelim. Özellikle ilk döneminde AKP, liberallerden solun bazı kesimlerine dek pek çok yerde, “İslamcı muhalefetin ve bunun yarattığı mobilizasyonun düzenle –ve onun merkeziyle– bütünleşmesi; daha doğrusu bu merkez tarafından içerilmek suretiyle ehlileşmesi” olarak değerlendirildi. İslamcı muhafazakârlığın; bir sermaye kesiminin öbeklenmesini, kendi ilişki ağlarını geliştirmesini sağlayan bir kabuk olarak değil, salt ideolojik bir çekirdek, siyasi figürlerin ‘çıkarmasıyla’ hükmünü kaybeden bir ‘gömlek’ olarak görülmesi başlangıçtaki yanılgıydı. Daha o noktada, birbiriyle çıt gibi görünen iki yeni yanılgı üretti: Öncelikle, AKP tabanındaki muhafazakârlığın, çeşitli sınıfsal ve kültürel saiklerin de etkisiyle bir tohum gibi bünyede saklanmaya devam ettiği ve uygun fırsatı bulduğunda yeniden ve çeşitli biçimlerde ortaya çıkacağı, sermayenin ak partisini yönetenlerin de aynı ideolojik hasletlere sarılabileceği görülemedi. Bunun yerine, kendinden menkul bir ‘Türk devleti’ ile ‘merkezden dışlanmış’ kesimlerin arasındaki bir çatışma, çevre unsurların merkez vesayete karşı mücadelesi olarak görüldü.

Bu konuda ‘takiyye’ ekseniyle yapılan ters yöndeki (genellikle ulusalcı) uyarı ve itirazlar da, konuyu salt ideolojik bir çerçeveden ele almaktaydı ve bu yönüyle zayıf kaldı. Söz konusu sorunu ‘takiyye’ gibi dinsel bir kavram üzerinden ifade etmesi bile bu salt-ideolojik bakışın yol açtığı bir aksamadır. Politik düzlemden ibaret bir bakışla ve ‘söylem’/‘eylem’ deşifrasyonuna, niyet analizine hapsolmuş bu bakış açısı, tabandaki sınıfsal beklenti ve tutumları, hem o beklentilerin hem de tutumların dönüşümünü görmekten uzak kaldı. Dolayısıyla, AKP’nin niyeti ortaya çıktıkça onun İslamcı ajandasını fark edecek ‘yurttaşların’ bu partiye desteğini çekeceğini ummak suretiyle, cumhuriyet mitingleri vs. ile geçirilmiş bir 10 yıl ve kaybedilmiş bir hegemonya kaldı geriye. İşçi sınıfı kendi örgüt ve araçlarıyla, devrimci teorisiyle etkin şekilde sürece dâhil olamayınca Türkiye, böylesi tarihsel bir an için ‘beyana kananlar’ ile ‘niyet okuyanlar’ arasındaki gürültüde sıkıştı.

Bugün sistem muhalefetini oluşturan burjuva merkezin bundan hemen sonraki yanılgısı ise vaktiyle varlığını inkâr ettiği taban pozisyonunu bu kez kadir-i mutlak olarak algılaması ve kendini muhafazakârlık, ülkücülük vs. ile tahkim ederek, yine ‘seçim’ yoluyla kazanılacak bir mücadele girizgahına hapsolması oldu. Sosyal demokrat ve/ya liberal sol, neoliberal kapitalist süreçlerle faşist eğilimlere sahip bir siyasal terkibin çelişki içinde olmadığını, kapitalist gelişimin özgün bir tarihsel anında, siyasal İslam’ın bunun için muazzam verimli bir ‘kaynak’ olduğunu göremeyecek durumdaydı. Dolayısıyla, hem tıpkı 2000’ler başındaki ‘reformcu’ burjuva siyasetin, hem de 2010’lardan sonraki otokratik eğilimin, işçi sınıfının yenik ya da güçsüz olduğu koşullarda ortaya çıkabildiğini de tespit etmediler. Üstelik o ‘reformcular’ ilebu ‘otoriterlik yanlıları’ aynı kişiler değillermiş gibi, bunu salt bir siyaset, kadro ve eğilim sorunu olarak görüp, geçmişin saçaklarından dökülen aktörleri, “üçüncü faz” bir tür AKP iktidarı için ehven göstermeye çalışmaktalar.

***

Türkiye’de bugünkü tek adam rejimi, 18 yıllık, çok katmanlı ve başkalaşımlar geçirmiş, ama son noktada sermaye sınıfı hükümeti olma niteliğini hiç kaybetmemiş bir rejimdir. “Yerli ve millilik”, “milli ekonomi”, “milli güvenlik” gibi kavramlarla, savunma ve inşaat sanayileri başta olmak üzere bir dizi iktisadi araç kullanılarak ve devleti yöneten siyasal kadronun kamu olanakları aracılığıyla bizzat müdahil olduğu bir süreç; Türkiye’de sermaye sınıfının haritasında da, sınıf içi ilişkiler ve çelişkileri değiştirmesi/derinleştirmesi açısından da önemli değişikliklere yol açıyor. Bunu, farklı sermaye kesimlerine ait temsilcilerin açıklamalarından takip etmek de mümkün. Türkiye sermaye sınıfının çeşitli kesimlerinde, yapısal durum (sermaye büyüklüğü), işlev (üretim ya da finans), yerel ve uluslararası ilişkiler (pazarlara erişim) gibi konularda çıkarları birbirinden farklılaşan sermaye fraksiyonları arasındaki gerilim, ayrıntılı bir analizi, ancak işçi sınıfının tarihsel metoduyla yapılabilir. Burjuvaziyi hem ortak çıkarlara sahip birleşik bir sınıf, hem de önemli çelişki ve çatışmalar üreten bölünmelere sahip parçalı bir sınıf olarak çözümlemek; işçi sınıfının siyasal bir güç olarak sahnede olmadığı koşullarda siyasetin bu çelişkilerin izinde şekilleneceğini öngörmek; tüm bunların oluşturduğu tabloda bir yandan kendisini siyasal bir güç olarak örgütleyip, bir yandan o çelişkilerin yarattığı kırıkları büyütmek de işçi sınıfının yeteneğindedir. Demokrasi ve hukuk sorunlarını, tüm iktisadi ilişkilerden kopararak, bir tür ‘bayağı demokrasi’ minderine, sözde sınıflar-üstü burjuva restorasyonlara saplanıp kalan “hele bir şundan kurtulalımliberalizmi karşısında, Marx’ın Alman sosyal demokrasisisin reformist Gotha Programı’nı eleştirirken sorduğu basit ve temel soru, yanıtının üreteceği tüm sonuçlarla birlikte bakidir: “İktisadi ilişkiler hukuki kavramlar tarafından mı düzenlenir, yoksa tersine, hukuki ilişkiler iktisadi ilişkilerden mi kaynaklanır?[2]


[1] Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 kitabının 45 yıl sonraki yeniden basımına Engels’in yazdığı Giriş bölümünden… [Marx, Karl (2016) Fransız Üçlemesi, Birinci Basım, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 17]

[2] Marx, Karl ve Friedrich Engels (2017) Gotha ve Erfurt Programları Üzerine, Birinci Basım, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 24.