Çetin Akdeniz

Yıllar hızlanmış gibi devrilirken art arda, çok yoldaş düştü toprağa

bizde ve ülkelerde

görüp tanıdıklarımız, görmeksizin bildiklerimiz

en yakını 80’lik genç militan Raul

Franko’nun kan deryasına çevirdiği toprakların yiğit evladı

ülkemiz devrimcilerinin Marksistlerinin büyük kardeşi

aylar sıralı bizimkiler dizi dizi

gökhan edge’den kaptan namık’a

erdal, imran, ekrem, kenan

bayrağı elinde atılmış da geliyor metin metin

eylül, ekim, kasım ve aralık’ta

şafakta, seherde, tan’da

dar’da, tezgâh’ta, pusuda

bakışları ufka yönelmiş, yürekleri kavgada

şiar şiar haykırıp

ak-al alınlarıyla gidenlere

yolda olanın saygısıyla

bu satırlar onlara adanmıştır.

 

Marksist-Leninist devrim teorisinde, devrim ve kitle kavramları arasında kurulan bağı işaret eden iki belgi, tayin edici önemdedir. Bunlardan birincisinde devrimin “kitlelerin eseri” olacağı/olduğu belirtilir ve ikincisi, devrimci teori ile kitle hareketi ve mücadelesi arasındaki diyalektik ilişkiyi işaretle teorinin kitleleri sarmasının değiştirici devrimci işlevine dikkat çeker.

Devrimin “kitlelerin eseri” olması, her şeyden önce, nesnel toplumsal koşullar ve ilişkilerin kaçınılmaz kıldığı bir sonuçtur. Üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan egemen sınıf(lar) tarafından sömürülen ve baskı altına alınan yığınlar, devrimin kitle gücünü oluştururlar. Kapitalist üretim koşullarında, bu yığın içinde, bütün diğerlerinden farklı olarak yaşamını emek gücünü kapitalistlere belirli bir ücret karşılığı satarak (bu ücret hiçbir zaman emek gücünün ürettiği değerin gerçek karşılığını oluşturmaz ya da ona denk gelmez) sürdürebilen ve emek gücünden başka üretim aracı olmayan işçiler, bu nesnel durum ve ilişkilerle bağlı olarak gerçek devrimci sınıfı oluştururlar.

Sınıf mücadelesi teorisi, bu nesnel durum ve ilişkilerden hareketle devrimin “öncü gücü” sorununa da açıklık getirir: Kapitalist toplumun üretim araçlarının mülkiyeti dolayımıyla başlıca burjuvazi ve proletarya şeklinde iki temel sınıfa bölünmesi, proletaryanın, toplumun ezilen ve sömürülen kesimlerine “öncülük etmesi”nin nesnel dayanaklarını oluşturur. Bu sınıf mücadelesi ve kitleler-devrim bağlamı, devrimci mücadelenin iktisadi toplumsal zemini ve sosyal dayanaklarıyla birlikte biçim ve araçlarının öznel seçişlerle koşullanmayan etken ve olanakları açısından da belirleyicidir. Lenin, sınıf mücadelesi ve proletaryanın devrimde öncü rolü yerine gözüpek birey ve grupların eylemlerini geçiren küçük burjuva “öncücülük” anlayışını eleştirdi ve devrimci maceracılığın, katlanılan can bedeli fedakârlığa rağmen, açmaz olduğunu gösterdi. Kitlelerin rolünü “öncü grup”ları izlemeye indirgeyen sol-anarşizan anlayış(lar), işçi sınıfı ve emekçilerin kendi talepleri etrafında birleşerek sermaye ve hükümeti-devletine karşı mücadeleye atılmasının büyük önemini gözardı ederler.[1] Kitle mücadelesinin sağ opartünist reformcu yorumunda ise, kitlelerin rolü, “bir gün mutlak uyanış”la bağlı belirsiz bir geleceğe ertelenerek siyasal mücadelenin partiler boyutu ve iktidar mücadelesi olarak gelişmesi gerçekliği karartılır.

Aynı nedenle sağ ve sol sapmaya karşı ideolojik politik mücadele ile burjuvazinin çok yönlü ve boyutlu fiili ve ideolojik kuşatmasına karşı mücadele birbirleriyle bağlanmıştır. Bu ilişkisellik görülmeden, günümüz emekçi hareketinin karşı karşıya bulunduğu ve aşılması kesin gereklilik oluşturan eksiklik, zayıflık ve gerilikler doğru şekilde tespit edilemez ve bütün bunlara karşı, ülkelerin ve toplumların ulusal-kültürel ve çeşitli diğer özgün özelliklerini de hesaba katan devrimci Marksist mücadele anlayışı geliştirilemez. İşçi emekçi hareketinin son on yıllık süreçteki gelişme seyri ve karşı karşıya olduğu ve kaldığı sorunlar ile bunların nesnel ve öznel etkenleri bu bakımdan hem çeşitli unsurlarıyla sorunlu yönlerin daha net olarak açığa çıkması hem de potansiyel mücadele güç ve olanaklarına işaret etmesi önemli ve olgusal veriler sundu. Bunları da görmek üzere bu gelişmelere ve bazı sonuçlarına daha yakından bakalım.

İŞÇİ-EMEKÇİ HAREKETİNİN SON ON YILLIK SÜREÇTEKİ GELİŞME SEYRİ

Kitle hareketinin son on yılık süreçteki seyri, sadece sınıf hareketi ve mücadelesine dair olgusal veriler sunmadı; işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme düzeyi ve durumu ile kitle hareketi arasındaki ilişki açısından da yeni veriler oluşturdu: 2011 yılı son aylarında Tunus ve Mısır başta olmak üzere Arap ülkeleriyle Mağrip bölgesinde, kimileri 30 yıllık uzun sürelerle diktatörlüklerin başında bulunan ve kral, sultan, emir vb. otokratik idari ünvanlarla anılan devlet yönetimlerinde ciddi boyutlu sarsıntılar yaratan büyük kitle ayaklanmaları patlak vermiş, Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda ve Tunus sokaklarında yüzbinlerin silahlı çatışmalara dek varan başkaldırıları kısa bir süre içinde BAE, Bahreyn, Ürdün, Yemen, Irak gibi ülkelerde, devlet-hükümet politikalarına karşı tepkilerin daha dolaysız dışa vurulmasına ve kiminde silahlı çatışmalara varan irili-ufaklı çok sayıdaki kitlesel başkaldırılarla geniş bir alana yayıldı.

Zeynelabidin Ben Ali’nin kitlesel başkaldırı sonucu Tunus’tan kaçması ve Mısır diktatörü Mübarek’in alaşağı edilmesi, dünyanın neresinde olursa olsun burjuva diktatörlüklerine karşı mücadeleye uyanmış kesimler açısından öğretici unsurlar içeren gelişmelerdi. Tunus’ta yönetimin değişmesi ve Anayasal reformların yapılmasıyla bazı liberalleşmeler görüldüyse de, Mısırda “İhvancı” ve “ılımlı İslam” etiketiyle pazarlanan siyasal İslamcı parti ve hareketin kitle eylemi ve taleplerine musallat olmasını da fırsat bilen Amerikancı generallerin, ayaklanan yığınların hareketini kendi yönetimleri için basamak edinmesi, devlet aygıtının yeniden tahkim edilmesi ve askeri diktatörlüğün işbaşına gelmesiyle sonuçlandı. Yığınların başkaldırısı, emekçiler yararına önemli sayılabilir sonuçlar doğurmaksızın geriye çekildi. Mısır’daki büyük kitlesel başkaldırıya geniş kitlesel bağları-örgütlülüğü ve etkisiyle damgasını vuran siyasal İslamcı hareket olarak İhvan -ya da “Müslüman Kardeşler”- bu başkaldırıyı “İslam iktidarı”nın payandasına çevirmek için çalıştılar ve Mursi’nin yönetiminde bu doğrultuda attıkları adımlara rağmen iktidar ipinin kimin elinde olacağı üzerine burjuva karargâhın yürüttüğü kavgada general Sisi, Amerikan emperyalizminin de onayı ve desteğiyle yönetimi ele geçirdi. Askeri yönetimin bu “başarısı”nda, siyasal İslamcı gericiliğin vahşetine karşı duyulan tepki ve korku rol oynadı ve “laikler” ile çeşitli liberal grupların etkisi altındaki kesimler de darbecilere destek verdiler.

Bu kitlesel başkaldırıları sadece yakın ülkelerde değil, bütün dünyayı etkileyecek yeni bir devrimci dalganın göstergesi sayanlar olduğu gibi, halk yığınlarının uzun on yıllar boyunca, ancak özellikle de 1980 sonrası neoliberal ekonomi politikalar dolayımında uğradığı baskı ve saldırılara duyduğu tepki birikiminin ürünü değil ama tümüyle emperyalist dış kışkırtma ve yönlendirmenin sonucu olarak gösterenler de olmuştu. Kitle hareketinin gelişme dinamikleri, dayanakları ve niteliklerini aşırı abartan[2] veya inkârdan gelen bu türden yaklaşımlar bir yana bırakılırsa, bu kitlesel büyük başkaldırıların yarattığı “depremsel sarsıntılar”ın, çevre ülkeleri aşan etkilerinin olduğu bir gerçekti.

Kitle hareketi açısından son on yılın bir diğer önemli gelişmesi, Türkiye’de 2013 yılı Mayıs sonundan başlayarak Haziran boyunca devam eden ve resmi açıklamalara göre 2,5, hükümet-devlet dışı çevrelere göre 4,5 milyon kişinin katıldığı ve ülkenin 79 kentine yayılan kitle direnişiydi. İstanbul merkezli başlayan ve kentlerin kenar semtlerine genişledikçe işçi-emekçi karakteri güç kazanan bu direniş, “birleşirsek ve direnirsek kazanırız” anlayışının yaygınlaşması ve güçlenmesini sağladı ve yönetici sınıf ve politik temsilcilerinin saflarında sarsıntılara yol açtı. Ancak Erdoğan’ın başını çektiği oligarşik devlet kastı tarafından karşı kampanya örgütlenerek ve şiddetin dozu artırılarak direnişi nedenleyen sorunların çözümü olmaksızın, giderek güçten düşürülüp sona erdirilmesi sağlandı.

Takip eden birkaç yılda ise, lokal düzeyde ve bazı ülkelerde ortaya çıkan çeşitli protestolara karşın, kitle mücadelesi geriye düştü ve bu durum, ekonomik-sosyal koşulların ağırlaşmasıyla bağlı olarak 2018 itibarıyle yeniden değişti.

2018-2019 yıllarında ise, dünya, çok sayıdaki ülkesinde işçi-emekçi, gençlik ve kadın kitlelerinin katılımıyla gerçekleşen grev, protesto ve direnişlere sahne oldu. Bu protestoların gücüyle bağlı olarak burjuva devlet yönetimleri ve hükümetleri bazı ülkelerde geri adım atarak çeşitli tavizler verdiler, bazılarında ise, kitleleri oyalama politikası yeni vaadler eşliğinde sürdürülerek protestoların bir süre içinde güçten düşmesi beklendi. Bu kitle eylemlerinin çoğu devlet güçleriyle çatışmaları da içerecek şekilde gelişti. Irak’ta devlet güçlerinin saldırıları sonucu 420’nin üzerinde kişinin ölmesine rağmen protestoların devam etmesi, başbakanı istifa etmek zounda bıraktı.

İran’da Amerikan emperyalizminin uyguladığı ambargonun da etkisi altında ağırlaşan yaşam koşullarının nedenlediği 2018 grevlerine 2019’da yenileri eklendi. Protestolar kitlesel boyut kazanarak çok sayıdaki kentte sokaklara yansıdı. Bankalara, çeşitli idari birimlere ve polis karakollarına yönelik tahrip etme ve yakma olayları yaşandı.  Bu tür durumlarda burjuva yönetimlerinin başvurdukları söylemle protestocular Cumhurbaşkanı Hamaney tarafından, “yabancılarla işbirliği yapmak”la suçlanırken, devam eden çatışmalı gösterilerde yüzün üzerinde kişinin öldüğü açıklandı.

Lübnan’da, giderek kötüleşen ekonomik sosyal koşulları protesto eylemleri aylarca devam etti. Başbakan Hariri istifa etmek zorunda kaldı. Bu ülkedeki kitle protestoları 2019’dakilerle sınırlı kalmayıp 2020’de de farklı biçimleriyle devam etti. Ekonomik kriz nedenli hoşnutsuzluk ve tepkilere Beyrut Limanındaki patlamanın yol açtığı çok büyük yıkıma duyulan öfke eklendi. Günlerce süren protestolar üzerine hükümet mensupları istifa etmek zorunda kaldılar.

Hindistan’da 200 milyon civarında olduğu belirtilen çok büyük bir işçi kitlesi iki gün süren grevlerle fiyat artışlarını protesto ederek asgari ücretlerin arttırılmasını ve işsizliğin giderilmesini istedi. Faşizan ve ırkçı politikalara sahip Modi yönetimini protesto eylemleri farklı biçimleriyle gündemde olmaya devam etti.  

Sudan’da otuz yıldan fazla zamandır işbaşında olan diktatör Ömer El Beşir yönetimine karşı patlak verden halk isyanı, yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan silahlı saldırılarla bastırılmaya çalışılmasına rağmen, Beşir’in alaşağı edilmesiyle yeni bir evreye girdi. Yönetime el koyan “Askeri Konsey”, sivillerle uzlaşarak yönetimi sürdüreceğini ilan etti. “Devlet Başkanlığı Konseyi”nde halk temsilcilerinin yer alması kabul edilmesine rağmen protestolar devam etti ve halkın ileri kesimleri generallerin işbaşından gitmesi yönündeki istemlerini sürdürdüler.  2020 ortalarında generaller geri adım atmak zorunda kaldılar.

Halk başkaldırılarının Latin Amerika’daki adresleri arasında yer alan Şili’de çatışmaların boyutu ülke düzeyinde yükselince hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Bolivya’da ise Evo Morales’in bir kez daha devlet başkanı seçilmesini engelleme gerekçeli bir darbe yaşandı ve Morales ülkeyi terketti. Amerikancı faşist darbecilerin Morales’in de mensubu bulunduğu “yerli halk”a, kazandığı mevzilere ve sembollerine; Morales’in partisi “Sosyalizm Hareketi Partisi”ne (MAS) yönelik saldırıları yoğunlaştırmalarına karşı, “yerli” emekçilerin ve halkın diğer kesimlerinin direnişi devam etti.

Venezüella’da halk Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçilerinin saldırıları ve darbe girişimleri karşısındaki direnişi sürdürdüler. Maduro yönetiminin politikalarına duyulan tepkiye ve ekonomik-sosyal koşulların giderek kötüleşmesine rağmen, ülkenin ve halkın bütün kazanımlarının büyük bir tehdit altında olduğunu gören işçi-emekçi kesimleri öncelikli olarak işbirlikçi burjuvazi ve ABD emperyalizminin saldırılarının püskürtülmesinin önem taşıdığını görerek buna göre hareket ettiler.

İşçi-emekçi kitle mücadelesinin Avrupa’daki en önemli merkezi ise Fransa’ydı. “Sarı Yelekliler”in başlattıkları ve bir yılı aşkın devam eden -ve fakat pandemi nedeniyle durağan bir sürece giren, ancak 2020’nin Eylül ayında yeniden ivme kazanan- protestolara gençlik kesimlerinin de katılmasıyla başkent Paris başta olmak üzere Fransa’nın çeşitli kentlerinde sokaklar aylarca süren çatışmalara sahne oldu. Devamlılık gösteren polis saldırıları sonucu sakatlananlar, gözaltına alınanlar olmasına rağmen gösteriler devam etti.

2020’nin çatışmalı kitle eylemlerinden biri de Endonezya’da yaşandı. Bir haftayı aşkın süre boyunca alanlara çıkan işsiz-yoksul ve düşük gelirli emekçiler hayat pahalılığını protesto ettiler.

‘Kitle eylemleri’ kapsamında sözü edilebilecek gelişmelerin son dönemdeki örnekleri içinde İsrail, ABD, Brezilya, Almanya ve Lübnan gibi ülkelerde görülenler dikkat çeken başlıcaları oldular. Nedenleri ve talepleri bakımından farklılık gösteren gösterilere daha yakından baktığımızda görülen şudur: ABD’de, özellikle George Floyd’un canice katledilmesinden sonra baş gösteren kitlesel protestolar çok sayıdaki kent merkezinde polisle çatışmaya dönüştü. Bundan önce ve sonra, Kovid-19 salgını nedeniyle alınan önlemleri protesto eden gösteriler yapıldı. Kovid-19 nedenli gelişmeler üzerinden düzenlenen eylemlerde, Trump yanlısı ırkçı gruplar silahlı boy gösterilerine giriştiler. “Beyaz ırkçılık”ın sürüklediği bu grupların silahlanması, siyah kalabalık gruplar arasında da silahlanma eğilimine güç verdi. “Siyah hareket”in tarihinde daha önce görülmedik ölçüde silahlanma ortaya çıktı. Trump’un saldırgan ve ırkçı karakter taşıyan politikası, buna rağmen “Amerikalılara daha rahat ve refah içinde yaşayacakları bir hayat” söyleminde ifadesini bulan sahte vaadlerle toplumun en alt katmanlarındaki insanlardan da destek görebilmektedir.

Bir diğer örnek İsrail’dir. Bölgede emperyalist yağma ve yayılma politikasının başlıca taşeron güçlerinden biri olan ve eylemleri Batılı emperyalist devletlerin korumasına alınmış bulunan Siyonist yönetimin ekonomi politikalarını ve bu yönetimin başındaki Netenyahu’nun “yolsuzluklarını protesto etme” eylemlerine, ajanslara göre, 10 bin kişi katıldı. Bu eylemler polis saldırısına rağmen bir hafta-on gün kadar devam etti. 

Brezilya’da faşist Bolsonaro yanlısı ve karşıtı protestolar aralıklı olarak devam etti.

Almanya’da ise, ülkenin birçok kentinde, kiminde onbinlerce kişinin katıldığı gösterilerde ırkçı-faşist söylem ve flamalar taşındı ve korona salgını için alınan önlemlerin kaldırılması istendi. Alman cumhurbaşkanı, Brandenburg kapısına dayanan bu sağ gerici göstericileri neo-Naziler olarak niteleyip karşı mücadelenin önemine dikkat çekti. Merkel ve diğer devlet yetkilileri de aynı doğrultuda açıklamalarda bulundular. Diğer yandan çeşitli kentlerde neo-Nazi saldırgan grupları ve gelişmeyi protesto gösterileriyle işçilerin ekonomik-sosyal hak talepli eylemleri gerçekleşti.

Beyaz Rusya’da ise, daha farklı bir durum ortaya çıktı. Lukaşenko yönetiminin politikalarına duyulan tepkileri kullanan ve Polonya-Almanya gibi ülkelerin yönetimleri tarafından desteklendikleri görülen kalabalıklar seçimlerde hile yapıldığını ileri sürerek 2020 Eylül-Ekimi’nde sokağa çıktılar. İktidara bağlı polis gücü bir yanda, Batılı devletlerin desteğinde iktidarı alma hedefiyle hareket eden kesimler diğer yanda, gergin ve çatışmalı durum, nasıl ve hangi yönde sonuçlanacağı henüz belirsiz olmak üzere devam ediyor.

2020’de Türkiye’de de bazı küçük işletmelerde işçiler, Kovid-19 salgını nedenli ve kendilerinin hayatları önemsiz görülerek kötü koşullarda çalıştırılmalarını protesto eden bazı eylemlere giriştiler. Ancak bu eylemler lokal düzeyde ve işyerleri bazında kaldı. Eylül ortaları, Ekim başı bu doğrultuda giderek artan tepkilerin dışa vurulması yönünde bazı girişimler olduysa da henüz hareketin mevcut durağanlığı ve düşüş eğilimini tersine yönde sarsıcı olabilecek gelişmeler sözkonusu değil.

HAREKETİN VE MÜCADELENİN ORTAYA ÇIKARDIĞI BAZI SONUÇLAR

Belirli zaman aralığıyla gelişmiş olmalarına karşın bu protesto ve başkaldırılar ve Sudan gibi toplumsal gelişme düzeyi bakımından “geri” sayılan bir ülkedeki gelişmeler, mücadelenin potansiyel sınıf dayanakları ve muhtemel gelişme doğrultusu açısından önemli veriler sundu:

Tunus ve Mısır’ın mevcut diktatörleri alaşağı edildi. Şili, Ekvator, Lübnan ve Irak’ta burjuva yönetimlerin ilk elden sorumluları istifa etmek zorunda kaldılar. Sudan’da on yıllar boyu yoğun baskı altında tutulan halk kitleleri, bölünmüşlüğün getirdiği ayak bağlarına rağmen başlayan direniş içinde giderek artan şekilde birleşmeyi başararak Ömer El Beşir’i düşürdüler ve onun tutuklanmasıyla yetinmeyip ekonomik-sosyal talepleri için direnişi sürdürdüler. Ordu üst yöneticilerinin, halk başkaldırısının daha ileriye gitmesini önlemek üzere ve “demokrasiye geçiş” vaadiyle “Askeri Geçiş Konseyi”, “Devlet Başkanlığı Konseyi” gibi “konsey”ler oluşturup muhalefet temsilcilerinin katılmasını da kabullenmeleri, halkın birleşik mücadelesinin gücünü ortaya koydu. Bu başkaldırı sonuçta bazı reformcu uygulamalarla “yatıştırılmış” olmasına; İslamcı “Milli Ümmet” Partisi ile revizyonist Komünist Partisi’nin de rol oynadığı bir “uzlaşı”yla, emekçilerin taleplerinin bir kısmının karşılanması sınırlarında kalmasına rağmen, ayaklanan kitlelerin mücadelesinin işçi sınıfı öncülüğünde bir iktidar mücadelesi olarak sürdürülmesi durumunda kazanılabileceğine dair tarihsel tecrübeye yeni unsurlar ekledi. Lübnan, Şili, Irak, Bolivya gibi birbirlerinden uzak ve farklı kıtalardaki ülkelerde halk hareketi, burjuva yönetimlere geri adım attırdı, yönetimlerde istifalar oldu ve bazı talepler kabul edildi. Emperyalist ve işbirlikçi burjuva yönetimlerinin politikalarına karşı atılan ileri adımlar ve elde edilen kısmi başarılardı bunlar.

Söz konusu ülkelerde başvurdukları eylemler içinde şu ya da bu türden örgütlü işler yapmaya girişen emekçiler, kendi eylemlerinden hareketle, işbirlikçi diktatörlüklere karşı birleşmelerinin önemi ve gücüne dair bazı yeni sonuçlar çıkarma olanağı buldular.

Mücadeleci sendikalarda bir araya gelen ve devrimci parti örgütlerine sahip olan proleter ve emekçi kitleleri, başvurdukları direnişleri daha başarılı bir şekilde sürdürülebildiler ve sermaye güçlerini püskürtme açısından daha avantajlı oldular. Bu, denebilir ki son iki yüz yılın işçi-emekçi kitle mücadelesinin deneyimi ve derslerinin bir kez daha yinelenmesiydi. Halk kitlelerinin emperyalist dayatmalara, işbirlikçi tekelci sermaye ve burjuvaziye karşı her önemli direnişi, ileri sürülen taleplerin elde edilmesi yönünde sağlanan kazanımlar başta olmak üzere -ve kuşkusuz yenilgi durumları da dahil- dost ve düşmanlarını daha iyi tanımalarının yanısıra, güçlerinin ve olanaklarının farkına varmaları açısından da öğretici işlev gördü. Girişilen mücadelelerde güçler ilişkisi, hareketin birleşikliği ve kitleselliği tayin edici öneme sahipti. Örgütlü ve bilinçle ileri atılan proletaryanın burjuva saldırıları karşısında geriye atılması ve hareketinin püskürtülmesi de elbette mümkündü; ne ki sorun, yenilgiye uğrayıp uğramamaya daraltılamazdı. Mücadele edilmeden ilerlenemezdi ve başlıca sorun bu bakımdan ekonomik-sosyal ve politik acil talepler mücadelesinin ileriye taşınmasıydı.  

HAREKETİN KARŞI KARŞIYA OLDUĞU BAZI SORUNLAR

Ülkelerin gelişmişlik düzeyi, toplumsal koşulları, kültürel özellikler, işçi ve emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyi ve mücadele deneyimi gibi çok yönlü etkenleri, kitle eylemleri ve sonuçları açısından belirleyici işleve sahiptir. Kapitalistlerin ve burjuva hükümetlerinin işçileri, işsizlik ve ucuz işgücü kaynağının büyüklüğünü kullanarak ve sendika merkezlerinin işbirlikçi politikalarından yararlanarak teslim alma politikaları, işbölümü ve diğer bölünmüşlük etkenleriyle birlikte hareketin istikrarı ve birleşik örgütlü yükselişi önüne, çok çeşitli engeller çıkarmakta; bu da tekelci burjuvazi ve devlet iktidarlarına kitlelere yönelik politikalarında istismar ve bastırma olanağı sağlamaktadır.

İşçi-emekçi hareketinin mevcut koşullardaki belirgin hakim özelliği, bilinç ve örgütlenme düzeyinin geri oluşudur. Bu durum, ülkeden ülkeye farklılık göstermekle birlikte, işçi sınıfı, muazzam nicel büyüklüğüne ve mali sermaye ve tekellerin gücü karşısında iflasa sürüklenen kesimlerden saflarına yenilerinin katılmasıyla büyümeye devam etmesine rağmen, sendikal ve politik bölünmüşlüğü; örgütlenme ve bilinç düzeyinin geriliği nedeniyle sermaye ve burjuvazi karşısında “güçsüz” bir duruma düşmektedir. Proleter ve emekçi kitleleri kimi zaman binler, on ya da yüz binler halinde çeşitli eylemlere baş vurmalarına rağmen, çeşitli ülkelerde ortaya çıkan grev, gösteri ve protestolar sonucu burjuvaziye kimi zaman ve ülkelerde önemli darbeler vurulmasına rağmen bu durum, hareketin baskın özelliğidir. Bunun “ayrıntıda gizli” denecek türden birçok farklı etkeninden sözedilebilir. İşçi-işsiz, sendikalı-sendikasız, ulusal, dini-kültürel farklılıklar, ücret farklılığı, “iyi halli aristokrat tabakanın varlığı”, işçilerin saflarına yeni katılmakta olanların proleterleşme sancıları vb. gibi birçok ‘içsel’ etken bunlardan bazılarıdır.

Sınıf güçlerinin bölünmüşlüğü başlıca sorundur. Burjuva devlet ve hükümetlerinin “neoliberal” saldırılarına rağmen, bu saldırılara hedef olan emekçilerin önemli bir çoğunluğu, hâla, tümü de kapitalist sömürü düzenine bağlı ve sermaye partisi olan partilerin politik etkisi altındadır. Hükümetlerin uygulamaları ve sermaye partilerinin ikiyüzlü politikaları işçi ve emekçi kitleleri içinde tepki ve güvensizlik etkeni olmasına; bu güvensizlik farklı biçimlerde ve belirli sınırlar dahilinde dışa vurulmasına rağmen, burjuva parti fraksiyonlarından kopuş henüz geri bir düzeyde olup burjuva ideolojik-politik etki ile de bağlı olarak şekillenen bölünmüşlük, temel önemde bir sorun olmaya devam ediyor.

İşçi hareketi ve mücadelesinin ürünü ve örgütlenmesinin kitlesel biçimi olarak tarih sahnesine gelen, belirli tarihsel süreçlerde ve bazı ülkelerde izledikleri mücadeleci çizgiyle işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi kavgasında önemli bir rol oynayan ve kimi durumlarda ayaklanmalara da katılmış olan sendikaların bugünkü durumu, karşı karşıya bulunulan bir diğer önemli sorundur. Mücadeleci bazı sendika ve sendikacılar dışta tutulursa, sendikalı işçilerle kamu emekçilerinin üyesi bulundukları sendika ve konfederasyon merkezleri, sendikasız emekçileri örgütlemek için özel çaba göstermezken, hükümetlerle işbirliği için birbirleriyle rekabet halindedirler ve hükümet devlet politikalarıyla uzlaşan bir çizgiye sahiptirler. İşçilerin asıl büyük kitlesi, mesleki-ekonomik örgütlerden dahi yoksundur ve henüz ancak küçük bir azınlığı burjuva parti fraksiyonlarının siyasal-ideolojik etki alanından çıkarak sınıfsal kurtuluşu ile sömürü ilişkilerinin tasfiyesi arasındaki bağı kavrayabilmiştir.

Kapitalizm ile birlikte bir akım olarak güç kazanan burjuva milliyetçiliği, ulus devletlerin kuruluşuyla birlikte egemen sınıf ideolojisinin etkili bir unsuruna dönüştü ve sermayenin uluslararası hareketiyle bağlı olarak ülkeler ve devletler arası ilişkilerin gelişmesi sonucu, eskisi gibi kapalı ulusal sınırlar aşınmasına ve milliyetçilik kırılganlık göstermesine karşın, burjuvazinin “ulusal çıkarlar” söylemiyle kullanımda olmaya devam etti. Ulusal ayrımcı politikalar sadece ezen-ezilen ulus ilişkilerinin sürdüğü ülkelerde değil, pazar ve etki alanları üzerine emperyalist politikaların ürünü müdahale ve savaşlar nedeniyle devam eden nüfus göçü ve mültecilik daha da yaygınlaşmış ve işçi sınıfı ile kent-kır emekçilerinin sermayeye karşı mücadelesini zaafa uğratan etkenlerden biri haline gelmiştir. Sadece öznel-iradi unsurlara bağlanamayacak olan bu durum hemen tüm kapitalist ülkelerde, kendilerini ülkenin “asıl sahibi gören” toplum kesimlerinde milliyetçi-şovenist eğilim ve anlayışları körüklemekte; bu toplum kesimleri, “dışarıdan gelenleri” işsizlik, yoksulluk, açlık, iç kargaşa ve çelişkilerin nedeni olarak görmekte; kapitalist üretim tarzı ve toplumsal ilişkilerin bu sonuçlarını “göçmen işçiler” ve “mülteciler”in varlığıyla açıklayan milliyetçi-şoven ve faşizan parti ve akımların tuzağına düşebilmektedirler.

Bu olgusal etken ve veriler, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi somut talepleri üzerinden yürütecekleri mücadele ile kitleler içinde sürdürülecek devrimci Marksist çalışma arasındaki ilişki açısından, kapsam ve nitelik belirleyici özelliktedir.

DEVRİMCİ ÖRGÜTLENME İÇİN DAHA FAZLA ÇABAYA İHTİYAÇ VARDIR

Bu durumun aşılması sadece devrimci sınıf partisinin ve mücadeleci işçi ve sendikacıların iradi çabalarına bağlı olmamakla birlikte, kitle içindeki parti çalışması, emekçi mücadelesinin burjuva iktidarını alaşağı ederek zafere ulaşması için gerekli şartlardan biridir. Bu çalışma hazırlayıcı ve yönlendirici işleve sahiptir.

İşçiler, patronlarıyla ilişkilerindeki çarpıklık, çelişki ve kaba eşitsizlikleri görür ve bunun kendi yararlarına olacak şekilde değişimini isterler. Ancak sömürü ilişkilerinin nedeni ve kaynağıyla birlikte ortadan kaldırılması, bu çelişkileri var eden ilişki biçimleriyle üretim tarzının değişimini; üretim araçlarının kolektif toplumsal mükiyet haline getirilmesini gerektirir ve böylesi bir değişim bilincinin oluşumu ve bu bilinçle birleşme gerekliliği, kendiliğinden hareketin gündelik gelişiminin bir “çıktı”sı olarak şekillenmez. İşçi sınıfı ve kent-kır emekçilerinin mücadelesi ve onun çeşitli biçimler alan örgütlü gelişimi, burjuvazi ve sermayenin fiili engellemeleriyle birlikte önceki kuşaklardan devralınan önyargı ve alışkanlıkların oluşturduğu düşünsel barikatlarla da karşı karşıyadır. İşçi ve emekçilerin yüz yılların şekillendirdiği egemen düşüncelerin etkisinden kurtulması ve işçilerin siyasal sınıf bilinciyle hareket etmeleri kendi mücadelelerinden öğrenmelerinin yanısıra, kendileriyle birlikte tüm toplumsal sınıf ve kesimlerin durumu, ilişkileri ve sonuçlarını; dolayısıyla da sınıfsal kurtuluşlarının imkân ve gerekliliklerinin bilincini gerektirir. İşçiler üretimdeki konum ve rolleriyle kapitalist üretim tarzı ve kapitalist toplumsal ilişkilerin tarihsel, ancak geçici bir evre olması gerçekliği arasındaki ilişkiyi kavrayıp kurduklarında, kazanma güç ve kararlılığıyla sınıf düşmanlarının karşısına dikileceklerdir. Bu değişim kendiliğinden hareketin kendiliğinden evrimiyle gerçekleşmez. Sınıfın mücadelesinin sonuçlarını deneyim birikimi olarak teorik kazanıma dönüştürecek, kurtuluşuna uyanmış ileri unsurlarının öncülüğünde örgütlenen ve sınıfın kitlesini, sömürünün ortadan kaldırılması hedefiyle seferber olmaya kazanmaya yönelen parti ihtiyacı, buradan doğar.

Sınıf hareketi sosyalizm ile buluşmadan, teori kitleleri sarıp maddi güç haline gelmeden, proletarya, kapitalizme ve burjuvaziye karşı sınıf savaşımını zaferle sonuçlandıramaz.  Bilimsel sosyalist dünya görüşü işçi kitleleri içinde yaygınlaştırılmalı, işçi ve emekçilerin ileri kitlesi parti olarak örgütlenmeli, parti programı işçi ve emekçilerin ileri kesimleri tarafından benimsenmeli; işçiler en bilinçli ve ileri unsurlarının öncülüğünde birleşmeli, kendi partilerinde örgütlenmelidirler. Lenin, partili kimliği, işçi hareketinin tüm yönlerini yönetme becerisiyle tanımlamakta sakınca görmemişti. Bilimsel sosyalizmin işçiler içinde yayılması ve en ileri ögelerinin parti saflarında örgütlenmesi için yürütülen çalışma, hareketin ilerlemesine güç katmakla kalmaz, onun iktidar hedefli bir hareket olmasını da sağlar.

Bu çalışmayı yürütecek olan devrimci sınıf partisi bundandır ki tarihsel bir sorumlulukla yükümlüdür ve bu da onun ve her düzeydeki militanlarının bilimsel sosyalist teoriyle donanımını gerekli kılar.

Bilimsel sosyalizmin teorisiyle donanmak, Marksizm-Leninizme, işçi sınıfının devrimci partisine ve onun mücadeleyle edinilmiş devrimci kazanımlarına yönelen saldırılara ve reformist-revizyonist ideolojik sapmalara karşı devrimci direncin de güvencesidir. Proletaryanın toplumsal hareketin tarihsel seyriyle bağlı olarak eninde sonunda muzaffer olacağına duyulan güven bu bilinçli donanımla pekişir ve devrimci tutkuya güç verir. Hareketin dağınık, mücadelenin nispeten düşük düzeyde seyrettiği koşullarda devrimci teoriye sarılmaya daha fazla ihtiyaç vardır. Böylesi koşullarda, parti saflarının sağlamlaştırılması, ileri işçi ve emekçiler ile uyanış içindeki genç devrimcilerin sosyalist eğitimi için çabanın yoğunlaştırılması, denebilir ki bütün öteki zamanlardan daha fazla önem kazanır. Teoriye ilgi azalması, çalışmanın ve örgütlenmenin niteliğini ve düzeyini olumsuz yönde etkiler ve zayıflatıcı rol oynar. Oysa devrimci teorinin devrimci hareket için tayin edici önemi herhangi nedenle hafifsenemez. İşçi hareketi ve pratik eyleminin durağanlık ve düşüş durumunu henüz aşamadığı ve düzen içi anlayışların güç kazandığı koşullarda -bugün böylesi bir dönemden geçiliyor- işçi sınıfı hareketinin evrensel deneyimlerinden çıkarılan devrimci sonuçlardan da yararlanarak “en ileri teorinin klavuzluk ettiği[3] bir yaklaşımda ısrar etmek, proletaryanın devrimci partisinin “öncü savaşçı rolü”nün başlıca gereklerinden biridir.

Uluslararası Marksist hareketin deneyimi, çalışan halkın proleter ve diğer kesimlerinin hareketi açısından “kendiliğindenlik” unsuru ya da karakterinin teorik tartışılması ihtiyacını geride bırakmıştır. Kitlelerin kendiliğinden hareketi olmaksızın sınıf mücadelesinin gelişmesinden söz edilemez. Herhangi istemleri için biraraya gelen işçi kesimlerinin bu istem doğrultusundaki eylemi -farkında olma ve isteme anlamında- belirli bir bilinci (kendiliğinden ekonomist veya ekonomik taleplerle sınırlı politik bilinci), gelecek baskıyı göze alma bilincini gereksinir ve kendiliğindenlik “salt bilinçsizlik” durumunu işaret etmez veya imlemez. Kendiliğinden hareket, siyasal sınıf bilinci için zemin ve olanak demektir. İşçi sınıfı partisi, programını ve “militan taktiksel çizgisi”ni ancak bu hareket zemininde ve mücadele içinde kitlelere ‘mal edebilir.’ Bu diğer yandan, “proletaryanın kurtuluş mücadelesinin tümünü yönetecek bir devrimciler örgütü”nün[4] sağlamlığı ve güçlü-yaygın şekilde örgütlenmesinin de koşuludur.

Kendiliğinden hareketin varlığı ve sömüren-sömürülen sınıflar arası çelişkilere işaretle onun yol açacağı çatışma ve sonuçlardan söz etmekle yetinen bir söylem Marksist olmayı hak etmez. Kapitalist toplumsal ilişkilerin, içerdiği çelişkiler nedeniyle çalışan halk kitllerinin saflarında yaratacağı kuşku ve güvensizlikleri ve bunun birikimini veri alan, ancak bunun sınıf mücadelesiyle bağını doğru şekilde kurmayarak bilinçli ve örgütlü siyasal etkinliğin rolünü bilerek ya da bilmeyerek azımsayan bu türden anlayışlar, kitle hareketinin nispeten durgun ve düşük düzeyde seyrettiği dönemlerde daha rahat filizlenir ve daha fazla etkide bulunur.

Burjuvazinin büyük ve çok yönlü kuşatmasını ve yol açtığı yanılgıları/kitlelerin bu yanılgılar üzerinden yedeklenmesini göz ardı eden bu söylem, devrimci örgüt çalışmasının büyük ve özel önemini yadsır. Burjuvazinin, daha çocukluktan başlayarak bireylerin mevcut sömürü ilişkilerini benimsemesi yönünde yaptığı ‘eğitici’lik oysa, bilimsel sosyalist dünya görüşünün kitleler arasında yaygınlaştırılması için yürütülecek devrimci çalışmayı, asla ihmal edilemez gereklilik haline getirir. Kitleler öncelikle kendi deneylerinden öğreneceklerdir. Ancak devrimci sınıf partisinin kesintisizce sürdürdüğü devrimci sosyalist çalışma olmaksızın bu kazanımların sosyalizm hedefiyle bağlanması başarılamaz. Engels ve Lenin, işçilerin her türden burjuva dünya görüşü ve düşüncesinin toplumsal hakimiyetinden çıkarak sınıfsal kurtuluş mücadelesinin öncü gücü konumuna “yükselmeleri” için hayati önemine dikkat çekmişlerdi. Burjuva ve pre-kapitalist toplum koşullarının artığı görüşlerin etkisini kırmak için bilimsel sosyalist görüşlerin işçi yığınları arasında yayılmasını sağlamak, işçi hareketinin burjuvaziden bağımsız sınıf örgütlenmesi açısından hayati öneme sahiptir.

Tüm toplumsal sınıf güçlerinin durumunu gözönünde tutan, gelişmelerin yönünü dikkatle izleyen, işçi kitleleri başta olmak üzere yığınların kazanılması hedefiyle çalışmasını düzenleyen sınıf partisi, kitlelerin kendi “öz deneyimleri“nden öğrenmeleri için baskı ve eşitsizliğin her biçimine karşı siyasal teşhiri kesintisiz şekilde sürdürmeyi bir an olsun ihmal etmeden, bu çalışma içinde sınıfın en ileri unsurlarını parti örgütlerinde bir araya getirerek örgütlenmesini güçlendirip yaygın bir ağ şeklinde örmelidir. M-L parti ve örgütlerin ve proletaryanın öz deneyimleri, fabrika, işyeri ve semt birimlerine oturan örgütlenmenin, sınıf düşmanına karşı mücadelenin sürekliliği ve başarıyla sürdürülmesi için hayati önemini tanıtlamıştır. Örgütlenme biçimleriyle hareketin ihtiyaçları arasındaki ilişki, farklı ve çeşitli biçimleri mümkün kılmakla birlikte komite, hücre, çalışma ve görev grupları, çevre ağ ve destek örgütleri türünden örgütlenmeler aracıyla devamlılık sağlama, daimi ihtiyaçtır.

Bu gereklidir çünkü, hareketin ve örgütlenmesinin ciddi sorunlarla yüzyüze olduğu dönemler bir yana, devrimci bir durumun olgunlaştığı koşullarda dahi, “proletaryanın saflarında burjuvaziye karşı en kesin eylemden yana, en yürekli devrimci çıkıştan yana güçlü bir bilinç ortaya çıkma”dan[5], başarıya ulaşılamaz.  Yalnızca öncüyle zafere ulaşmak imkansız olduğundan, onun, “hergünkü yaşamlarına dalmış” ve fakat kapitalist parti fraksiyonlarının aldatıcı propagandalarının da etkisi altında bulunan yığınların uyanışı ve desteği ile kuşanmasına ve tersinden emekçi kitlelerin böylesine sağlam bir ileri mücadele birliğine ihtiyacı vardır.

İşçiler “kendi çıkarlarının, modern siyasal ve toplumsal sistemin tümüyle uzlaşmaz bir biçimde çatıştığının[6] bilincini kazanmadıkça, burjuvazinin pratik ve düşünsel çemberinden kurtulamazlar. Bu bilincin işçi hareketine, bu hareketin içinde, gelişmesinin tüm safhalarında yer alarak yürütülen çalışmayla ‘taşınması’na dair tartışma götürmez ve kavranılmış belgi, kendiliğinden hareketin düzeyinden ve içerebileceği, sahip olabileceği “tohum halindeki bilinç” kırıntılarından bağımsız olarak (bu durum, bu bilincin verilmesi-götürülmesi-taşınması açısından kolaylaştırıcı unsurdur) devrimci örgüt çalışmasının başlıca önceliğidir.

Devrimci sınıf partisinin bu çalışmadaki başarısı, devrimci bir durumda, mücadelenin iktidarın alınması mücadelesine yükselmesi için başlıca gerekliliklerden denebilir ki en önemlisinin yerine getirilmiş olmasına hizmet edecektir. İşçi sınıfının bağımsız politik örgütlenmesi, sınıf ve emekçi kitle hareketinin tüm yönlerini yönetecek sağlamlık ve yetenekte olmalıdır. Parti, devrimci sınıf mevzilerinin tahkimi, geliştirilmesi ve yıkılamayacak sağlamlıkta oluşturulmasının “kurmayı” olmak zorundadır. O, bunu, burjuva parti fraksiyonlarının birbirleriyle rekabet halinde, ya da işbirliğiyle yürüttükleri politikaların aldatıcılığına karşı kitleleri uyarma ve aydınlatma çalışmasındaki ısrarıyla, sınıfın en ileri, en bilinçli unsurlarını saflarına katarak ve işçi kitleleriyle organik bağını sağlamca kurarak kitle hareketinin aranan, şiar ve sloganları ilgi uyandıran ve izlenen kurmayı haline geldiği oranda başaracaktır.


[1] Türkiye’de “sol devrimci” grupların hemen tümü “Marksist-Leninist” olduklarını ileri sürerek ortaya çıktılar. Büyük çoğunluğunun bu iddiaya rağmen materyalist diyalektiği ve Marksizmin toplum ve tarih görüşünü çarpıtılmış ve devrimci ruhundan soyundurulmuş haliyle üçünçü taraf yorumculardan alarak ve üzerinde yükseldiği maddi toplumsal koşulları gözardı ederek kendi “çıkışları” ve “eyleyiş”lerini Marksist sosyalizm yerine ikame etmeye çalıştıkları bir vakıadır. Bunlardan bir kısmı, daha önce sahip oldukları güçlerini de yitirerek varlığı-yokluğu belirsiz hale geldiler. Diğer bazıları ise, kitle hareketi ve mücadelesini ilerletmeyi gözetmeyen bir mücadele anlayışıyla kimi mensuplarını “yiğitçe eylemler”e sürükleyerek güç kazanmaya çalıştılar. Eninde sonunda siyasal iflasa götürecek bu anlayışta ısrar ettikçe hem güç kaybettiler hem de emekçilerin devrimci demokrat ve sosyalist parti ve örgütlere duydukları güvenin sarsılmasına neden oldular.

[2] Bu süreçte uç veren bir diğer eğilim, burjuva kapitalist saldırganlığa ve kapitalist sömürünün kimi sonuçlarına karşı gelişen tepkilerin her bir görünümünü abartan kolaycı devrim ve mücadele anlayışı oldu. Kapitalizmin her krizinden ve her önemli grev ya da sokak hareketinden “devrim” çıkaran ya da hatta herhangi bir mahalle direnişini “büyük ayaklanma” gösteren bu görüş açısında, sınıf güç ilişkileri, işçi sınıfının ve çalışan halkın diğer kesimlerinin bilinç ve örgütlenme düzeyi gibi temel önemdeki sorunlar görmezden gelindi ya da önemsiz ayrıntı derekesine düşürüldü.

[3] Lenin, V. İ., Ne Yapmalı, çev. M. Erdost, Birinci Baskı, Ankara: Sol Yayınları, sf. 36.

[4] Lenin, age, sf. 145.

[5] Lenin, V.İ. (1999) Sol Komünzm Bir Çocukluk Hastalığı, çev. M. Erdost, Altıncı Baskı, Ankara: Sol Yayınları, sf. 95.

[6] Lenin, age, sf. 42.