Yusuf Akdağ

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın görevinden istifa etmesi ve ardı sıra saray kabinesi ve üst bürokrasisinde yapılan bazı yeni görevlendirmeler, istifanın ilan biçimi, aracı, dili-üslubu üzerine dikkat dağıtıcı spekülatif söylem ve tartışmaları da geride bırakacak şekilde “yeni bir dönem” tartışmasıyla daha geniş bir platforma taşındı. ‘Tek adam rejimi’nin en üst sorumlusunun ekonomide ve hukukta reform yapılacağına dair açıklamaları, yandaş ve çıkardaş propagandacılar tarafından Türkiye’nin “bölgenin ve dünyanın düzen oluşturucu güçlerinden biri haline geldiği” söylemine güç verecek bir “yeni dönem işareti” olarak gösterilirken, muhalif burjuva partilerinin sözcüleri tarafından, Erdoğan’ın yanlış politikalarda ısrardan nihayetinde vazgeçmesinin göstergesi sayıldı. ‘Sol cenah’taki bazı yazarlar ise, istifa ve sonrasındaki atamalarla Erdoğan’ın açıklamalarını saray rejiminin yönetemez duruma gelmesi ve çöküşünün, siyasal krizin büyümesinin işareti olarak değerlendirdi. İstifa ve sonrası gelişmelere böylece bu üç farklı yaklaşımda, gerçekte olduğundan farklı ve daha boyutlu bir anlam verildi. Oysa ne Merkez Bankası başkanı ilk kez değiştiriliyor ne AKP’li bir bakan ya da başbakana “Reis’in takdirleriyle” görevden el çektiriliyor ne de reform açıklamaları yeni ve ilk! Buna rağmen ama bu kez yaşananların daha fazla ilgi çekici olduğu ve denebilirse daha kapsayıcı tartışmaları gündeme getirdiği söylenebilir. Peki neden?

Albayrak, Instagramhesabından yayınladığı istifasını “sağlık sorunları”yla ilişkilendirmesine karşın “at izinin it izine karıştığı” bir dönemden söz ediyor ve istifa metnini “Allah sonumuzu hayreylesin” diye bitiriyordu. Yüzeysel bir görüş açısından dahi yönetim içi sorun varlığına işaret eden bu istifa, iktidar payandası kesimler tarafından ilk elde duymazdan gelinirken, kimi burjuva liberal yazar-yorumcu tarafından da üslubu, dili, biçimi ve kullanılan araç (Instagram) öne çıkarılarak spekülasyon malzemesine dönüştürüldü. Erdoğan’ın önce Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın sonra Hazine ve Maliye’nin başına getirip uygulamalarının asıl sorumlusunun da kendisi olduğunu beyanla arkasında durduğu damat bakanın, partisi ve Külliye kabinesi içindeki restleşme ve gerilimlerin sonucu gelen bu istifa ve akabindeki görevlendirmeler oysa, uygulanan  ekonomi politikaların yol açtığı sonuçlarla bağlı olarak toplumun geniş kesimlerinde görülen tepki birikimiyle birlikte sermaye cephesinde yol açtığı kaygıları artırmış olmasını ve yönetimin buna karşı baş vurmak ihtiyacı duyduğu manevrayı işaret ediyordu. Uygulanmakta olan ekonomi politikaların asıl sorumlusunun kendisi olduğunu daha kısa bir süre önce ilan etmesine karşın, Erdoğan, ekonomideki “kötü gidişin nedenlediği tepkilerin büyümekte olduğunu; bunun da partisinde yeni sorunların ortaya çıkmasına ivme kazandıracağını görmüş; burjuva düzen muhalefetinin “ekonomiyi idare edecek liyakata sahip olmayan beceriksiz bakan olarak hedef aldığı, partisi içinde de eleştirilere hedef olan damadını deyiş yerinde ise harcamayı göze alarak “vartayı ötelemiş”tir!

Albayrak’ın hem sermayedar bir aileden gelmesi hem de devletin tepesinde ve tüm yönetim yetkilerini elinde toplamış Erdoğan ailesine damat olmasının, Instagram üzerinden duyurduğu istifasının “ardı” ve saray içi ve dışı “iktidar oyunları” üzerine magazinci spekülasyona ilgiyi artırması doğaldı. Ancak spekülasyonun, ortaya çıkan ya da meydana gelen durum ve gelişmelerin bağlandığı ya da ürünü oldukları asıl sorunları örtme gibi bir işlevi de vardır. Gelgelelim, söz konusu istifa ve ardısıra yaşanan gelişmelerin ekonomik, sosyal ve politik bağlamı, demagojik saptırmaları kaldırmayacak denli belirgindi ve “devletin tepesi”nden yapılan “yeni dönem” (!) açıklaması, devam etmekte olan bir sürecin ortaya çıkardığı zorluklar/açmazlar gerçeğini olduğu denli bu zorluklar ve açmazların “aşılması” ihtiyacıyla bağlı yönelişlerin (ekonomik-politik uygulamalar) niteliğini de işaret ediyordu. Damat Bakan Albayrak’ın da bir unsuru olduğu saray rejimi-yönetiminin ekonomi politikalarının yol açtığı sonuçlar, uygulanacağı ilan edilen “yeni reformlar”ın kapsam ve niteliği yönünden de açıklayıcıdır.

Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumun dünya ekonomisinin durumundan; Türkiye’yi yönetenlerin poliitkalarının uluslararası gelişmelerden bağımsız olmadığı; aksine bağımlı kapitalist ekonominin işleyişinde uluslararası gelişmelerin (ekonomik olanları başta olmak üzere askeri-politik vb.) önemli bir rol oynadığı; döviz hareketlerinin, mali piyasalardaki işleyişin, cari açık ve borç döngüsünün iç ve dış gelişmeler dolayımında değişim gösterdiği olgusal bir gerçektir.

Beceriksiz damadı görevden al!” çağrısı ve “işi ehline vermek gerekir, görevlendirmelerde liyakat gözetilmeli” söylemiyle burjuva düzen muhalefeti, yürütülen politikaların sınıfsal niteliğini ve örnek olsun damat bakanın ya da o değil de “ekonomi yönetiminde uzman ve işin ehli olan” bakan ve bürokratların neyi, hangi sınıfsal çıkarları temsil ettiği sorununun üstünü örterken, bir işin yürütülmesi açısından önemsiz olmayan ancak işin bağlı olduğu mekanizma tarafından belirlenen falsolarını bireylerin yetenek-yeteneksizlikleri derekesine indirgemektedir. Oysa, devlet veya şirketlerin yönetimi düzeyinde etkin bireylerin uygulanan ekonomi politikalar açısından belirli bir rolünden söz edilse dahi, ekonominin bir bakan ya da cumhurbaşkanı kimliğiyle daha üst düzeydeki yöneticinin iradesiyle bağlı olmayan işleyiş yasaları, Bakan Albayrak’ın beceri-yetenekleri (liyakat vb.) ile açıklanmaya çalışılan başarısız ekonomi politikalar söylemini geçersiz kılacak şekilde etkili olmayı sürdürür ve siyasal yönetimleri de kârın maksimize edilmesi yönünde yeni önlemler geliştirmeye zorlar. Burjuva partizanlığının gaddarca uygulandığı ve henüz okul bitirmemiş yandaş militan gençlerin devletin çeşitli kademelerinde yetkilendirilerek muhaliflere karşı savaşçı göreviyle yükümlü kılındığı, bunun da keyfiliği ve çıkarlarca belirlenen açgöz saldırganlığın yoğunlaşmasında rol oynadığı gerçeğine (yani liyakatsızlığa) rağmen, sorun liyakatsızlık olmayıp denebilirse asıl olarak sistemin liyakatla uygulanışındadır ve Erdoğan yönetimini, biriken tepkilere karşı konumunu güçlendirme ihtiyacıyla karşı karşıya getiren de bu sistemsel-sistem ürünü ekonomi politik ve sosyal karakterli uygulamalardır. Bu ihtiyaçla bağlı olarak “liberal demokratik bir yöneliş” beklentisi oluşturulmaya-yaratılmaya çalışılmaktadır. “Dünya ile uyumlu politikaların izleneceği” ve “acı reçete uygulanacağı” açıklaması, “yeni dönem”in neler getireceği ve götüreceği; ya da kim ve hangi sınıf(lar) yararına sonuçlar doğurup hangi sınıf ve sınıfların aleyhine daha kapsamlı çöküntüye yol açacağını gösterir özelliktedir. İktidar payandası sermaye basın-yayın organlarının ve tekelci burjuva propagandasının üst bürokrasideki bu istifa ve atamalarla birlikte, ama asıl olarak da Erdoğan’ın açıklamalarından hareketle işaret ettiği  “yeni reformlar dönemi”, tekelci burjuvazinin baskı ve saldırı politikalarıyla yönetmede ısrarlı en saldırgan fraksiyonu başta olmak üzere büyük sermayenin çıkarlarını önceleyen, küçük ve orta sermaye kesimlerini konsolide etmeyi ihmal etmeksizin işçi sınıfı ve emekçilerin  birikmiş tepkilerinin giderek tehdit edici boyutlardaki bir muhalefeti gündeme getirmesini önleme hedefli politikalarda yoğunlaşma dönemi olacaktır.

İstifa ve yeni atamaların ardından gelen reform açıklamasıyla tepkiler törpülenmeye, iyileşme beklentisi yaratılarak tekelci sermayenin çıkarlarıyla uyumlu ekonomi politikalar ve bunu yasal güvenceye alan hukuksal düzenlemeler yenilik olarak pazarlanacaktır. Gerek içeride gerekse uluslararası alanda-özellikle ABD ve Trump yönetimi ile sürdürülen “kişisel ve ailesel ilişkilerle karışık yönetim politikasında damat bakanın, kurumsal kibri ve gelecek kurgusu da böylece -ve belki de şimdilik kaydıyla diyet hesabına yazılırken, uluslararası tekellere, mali sermaye kuruluşlarına ve ‘yerli’ tekelci burjuvaziye, “öngörülebilir ve şeffaf bir ekonomi politika yönünde adımlar atılacağı teminatıyla destekli bir manevradır bu.

SORUN BİRİKİMİ VE “ÖNLEM” İHTİYACI

Erdoğan yönetimindeki AKP, küçük ve orta boy kapitalistler dahil sermayenin çeşitli kesimlerinin yanı sıra işçi ve emekçilerin genişçe bir kesiminin de desteğini almayı başararak iktidar aygıtına yerleşti ve bunu 20 yıla yakın süre boyunca denebilir ki hâla en güçlü-en fazla destek gören parti konumunda olarak sürdürebildi. AKP hükümetleri ve Erdogan yönetimi Ortadoğu, Kafkasya ve Uzak Asya ülkelerinde piyasaya giren ve içeride devlet-hükümet ihaleleriyle palazlanarak tekelci şirketler düzeyine yükselen ayrıcalıklı yandaş kapitalistlerle ilişkilerine dayanarak ve sahip olduğu siyasal tekelin önceki dönemlerde görülmeyen ölçüde sermaye tekeliyle -onun bir bölümüyle- organik “bütünlüğü”nü kullanarak son elli-altmış yıllık sürede işbaşına gelmiş/getirilmiş yönetimlerin sahip olamadıkları olanak ve avantajlara sahip oldu. Bu ekonomik politik güç ve olanakları ve özel kuvvetler, milis muhafız birlikleri bağlamıyla denebilirse gerçekleştirdiği askeri tekeli, içeride kuvvet zoruyla sindirme ve din istismarı aracıyla yığınsal biat üretme; dışarıda saldırgan askeri eylemlerle alan genişletme hedefiyle kullandı. Ancak izlenen ekonomi politika kapitalist karakteriyle bağlı olarak sorun yaratıcıydı ve çeşitli açmazlar kaçınılmazdı. Uluslararası ve iç gelişmelerle de bağlı olarak büyük sermaye şirketleri arası rekabet kızışırken büyük sermaye karşısında ayakta kalmaları son derece zor olmakla birlikte, bir kısmı iflas ederek kapanırken diğer kesimi bankalara borçlanarak ve büyük tekel işletmelerine taşeronluk yaparak ayakta kalabilen (bu süreçte yeni çalışmaya başlayan işletmeler de oldu) küçük ve orta boy işletmeler, ekonomik kriz koşulları ve korona salgınının etkisiyle alarm vermeye başladı. Düşük faiz oranlı krediler döndürülemez hale gelirken kredi borçlusu milyonlarca işçi, emekçi ve gencin durumu daha da kötüleşti. Saray kabinesinin işleri özellikle ekonomik açmazlar dolayısıyla aksamaya, iç hesaplaşma boyutları büyümeye; “it izinin at izine karıştığı” bir durum oluşmaya başladı.

Ekonomi krizdedir ve bu durum Kovid-19 salgını nedeniyle daha da ağır sonuçlar doğurmuştur. TÜİK’in, Erdoğan yönetimini başarılı ekonomi politika izleme durumunda gösteren açıklamalarına rağmen 2018 ortalarından itibaren baş gösteren kriz koşullarında otomotiv, beyaz eşya, mobilya, enerji ve inşaat sektörleri başta gelmek üzere üretim-imalat alanındaki daralma, kapitalistlere yapılan devlet desteğine karşın 2019’da da devam etmiş; iç pazarda yüzde 8 ila yüzde 23’ler civarında, dışarıya ihracatta ise yüzde 5’lere varan düşüşler görülmüştür. Merkez Bankası verilerine göre 1984-2019 döneminde biriken 85,2 milyar dolarlık rezervin 42,6 milyar doları 2020’in ilk 9 ayında erimiştir. Buna Katar’dan sağlanan 10 milyar dolar tutarındaki borç da eklenmiş; yılın ilk 9 ayı itibarıyla cari açık ise 27,9 milyar dolar olmuştur.

Ekonomik kriz ve Kovid-19 salgının yol açtığı ek sorunların giderek ağırlaşması, artan şekilde kötüleşen yaşam koşulları ve standartları, düşen ücretler, artan işsizlik ve yoksullaşma, fiyat artışları ve enflasyon artışı işçi ve emekçilerin saflarında, pratik örnekleriyle de görülür olan tepki birikimini artırdı. Çalışabilir durumdaki genç nüfusta işsizlik yüzde 30’lara dayanmış durumda. Gençlik kitlesi içinde yapılan anketler, yurdışına gitme isteğinin yüzde 64-72 gibi çok yüksek oranlarda olduğunu gösteriyor. TÜİK aracılığıyla düşük gösterilmesine rağmen resmi işsizlik oranı yüzde 14’leri aşmış durumdadır. Dış borç 450 milyar dolara yükselmiştir. Toplam milli gelirdeki düşüş devam ediyor. 2018’de 887 milyar dolar olan toplam milli gelir, 2020’nin ortalarında 743 milyar dolara geriledi. Dolar milyonerleriyle asgari ücret alan işçinin, hiç bir geliri olmayan, işsizlik ve açlıkla boğuşan ya da yoksulluk sınırı altında gelir sahibi on milyonlarca emekçiyi on ya da 9 bin dolarlık gelir ortalamasında “birleştiren” ekonomi kurnazlığı bir yana bırakıldığında, bir yanda yoksulluk ve işsizlik artmaya devam ederken diğer yanda tekelci sermaye ve büyük kapitalistler servet ve sermaye yığımını sürdürmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2019 yılında en yoksul yüzde 20’lik nüfus bölümü ülke toplam milli gelirinden yüzde 6,2, ikinci yüzde 20’lik kesim yüzde 10,9 pay alırken, en üst ve zengin yüzde 20’lik kesim yüzde 46.3’ünü almaktadır.

Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi verilerine göre, Türkiye’de bir önceki yılın aynı ayında bireysel kredi borçlusu kişi sayısı 31 milyon 375 bin ve borç miktarı 572 milyar 1 milyon TL iken, bu miktar Eylül 2020 sonu itibarıyla 33 milyon 643 bin kişi ve 836 milyar 800 milyon TL’ne yükselmiştir ve batık kredi miktarı 22 milyar 7 milyon TL olmuştur. Konut kredisi borcu olanlar 2 milyon 637 bin, ihtiyaç kredisi borçluları 27 milyon 795 bin kişi iken, taşıt kredisi borcu olanlar 425 bin kişidir.[1]

Bu uçurum pandemi nedeniyle daha da büyümüştür. İşçi ve emekçilerin durumu daha da yaşanmaz hale gelirken kapitalistlere, şirketlerinin büyüklüğüyle de bağlı olarak 400 milyon TL civarında bir para dağıtıldı. İşçilerden alınan ve “dar günde baş vuracakları kaynak” olarak gösterilip İşsizlik Sigorta Fonu’nda biriktirilen 32 milyar liraya da el kondu.  

Erdoğan kabinesinin temsilcileri -Varank ve diğerleri- “ekonominin istikrarlı bir büyüme sürecine girdiğini” ileri sürmelerine rağmen, bu propagandayı Amerikan sinema sektörü reklamcılarının yöntemleriyle ikide bir yineleyen damat bakanın istifayı ilanla Hazine ve Maliye’yi bırakması, gerçek durum ile maiyet propagandacılarının reklamları arasında ciddi farklar olduğu yönündeki kuşkuların daha geniş kesimler tarafından paylaşılmasına yol açtı. Yeni ekonomi bakanı, 2020’nin büyüme oranının yüzde 0.3 olarak beklendiğini açıkladı.

Ekonomik sorunlar giderek ağırlaşmaktadır. Bütçe açığının, cari açığın, dış borçların artması, borçlanarak önceki borçları ve faizlerini ödeme politikasının açmaza düşmesi, ödenemeyen-batık kredi miktarındaki artış bu sorunlar arasındadır. Para pompalayarak, faiz oranlarıyla oynayarak TL’nin değerini koruma ve yükseltme politikası ise uluslararası ve iç ilişkiler dolayımıyla istikrarsızlıkla malul olup geçici bazı sonuçlar doğurmaktan öteye geçememektedir. TL’nin aşırı değer kaybını önlemek için piyasaya milyarlarca dolar sürülmesine rağmen dolar 9, euro 10 lirayı aşan oranda yükseldikten sonra yeni bir müdahale ile bu oran bir miktar düşürülmüş ise de bu durum değişmeye mahkumdur ve dolar yeniden yükseliş eğilimine girmiştir.[2] Bir dünya parası olan doların ve AB parası olarak Euro’nun yeniden yükselişini önleyecek sihirli değnek saray yönetiminin ya da diyelim sermaye muhalefetinin de desteğini gören liyakatli ekonomistlerin elinde yoktur. “Ekonominin esas patronu” olduğunu söyleyen Erdoğan, “Dünya ile uyumlu bir politika”nın uygulanacağını ilan etmiştir ve bu politikanın gerekleri arasında, dış sermaye akışını artıran yeni tavizlerin verilmesi önemli bir yer tutmaktadır. “Piyasanın güven duymasını sağlayacak ekonomi politikaya ihtiyaç olduğu” söylemi, sermaye guruplarının sözcüleriyle onların basın-yayın organlarındaki unsurlarının ortak vaazına dönüşmüştür. Burjuva muhalefeti ve liberaller üretimi artıracak yatırıma ağırlık verilmesi, istihdamın artırılması, enflasyonun düşürülmesi çağrısını sürdürüyorlar.

Tekelci sermaye kârlarını artırmaya devam etmesine karşın ekonomik krizin Kovid-19 salgının da etkisiyle daha ağır sonuçlar doğurması bir yandan kâr-rant paylaşımı kavgasının sertleşmesine ve bunun politik yönetim düzeyinde de etkide bulunmasına, diğer yandan uygulanan ekonomi politikanın yol açtığı yıkıcı sonuçlardan etkilenen işçi ve emekçilerin yanısıra küçük üreticilerin ve esnaf kesimlerinin (Malatya’da esnafın gösterdiği tepki bir örnekti) tepkilerini de artırmış ve bu tepkiler çeşitli biçimlerde özellikle işçiler ve kamu emekçileri tarafından sokağa taşınmaya başlanmıştır.

Bir ülkenin siyasal koşulları, sınıflar mücadelesinin düzeyi, hükümetlerin ve devlet politikalarının kitleler üzerindeki etkisinin pozitif ya da negatif sonuçlar doğurması vb. gibi etkenler dış sermaye girişi açısından olduğu gibi içerideki sermaye hareketleri açısından da belirli bir işleve sahiptir. İç ve dış koşullardaki değişim, sermayenin belirli bir ülkenin pazarına giriş-çıkışı ve doğrudan dış sermaye yatırımları üzerinde etkili olabilmektedir. Siyasal yönetimlerin para politikalarının (faiz artırımı ya da düşürülmesi vb. gibi) doviz hareketini belirli oranda etkilemesi de pekâlâ mümkündür.[3] Ancak bunlar amiyane deyişle palyatif önlemlerden öteye geçmezler. Kapitalist ekonomik yasalar işlerliğini sürdürür ve daha fazla kâr hedefi, sermaye hareketlerinin güdüleyici etkeni olmaya devam eder. Ucuz emek gücü alanlarına, emek verimliliğinin yüksek olduğu işletmelere sermaye akışı sürer. Türkiye pazarında iç ve dış sermayenin yatırıma yönelmesinde ya da kaçışında bu genel etkenler rol oynamıştır.

İzlenen ve uluslararası alanda sorun oluşturucu ve güvenilmez görülen politikalar dönemsel olarak dış sermaye girişini aksatmış, sermaye kaçışına neden olmuş, dış borç ve kredi sorununu ağırlaştırmıştır. Mali sermaye kuruluşları ve tekelci şirketler bu durumun değişmesini istemektedir. Türkiye’nin Suriye, Irak, Libya, Doğu Akdeniz ve Azerbaycan/Kafkasya politikaları; Rusya ile ilişkileri, S-400 füze sistemi ve F-35 uçakları gibi askeri diğer konulardaki istemleri ve güç kullanarak pazarlıktaki yerini güçlendirme çabaları gerek Rusya gerekse ABD ve Almanya-Fransa başta olmak üzere AB’nin büyük güçleri açısından sorun oluşturucudur. Bu emperyalist güçler Türkiye’yi yanlarında-yedeklerinde tutma; ucuz emek pazarından yararlanma, askeri gücünü ve bölgeyle ilişkilerini kullanma ve fakat sınırlarını bilmesini de sağlama ya da öğretme politikasıyla “tatlı-sert” (havuç-sopa) stratejisi izlemekte; Erdoğan iktidarı ise bundan yararlanma taktiğine baş vurmakta; ancak oluşturduğu baskıyı da an be an hissetmektedir. ABD’nin Çin ve Rusya ile ilişkilerinde daha etkin konumda olmak hedefiyle de bağlı olarak Asya ve Afrika’daki etkisini güçlendirme politikası, başkanlık seçimleri ve yönetimdeki değişime rağmen devam etmektedir. Amerikan emperyalizmi, AB’nin başlıca emperyalist devletleriyle ilişkilerini “yenileme”; NATO ittifakı kapsamındaki etkin konumunu sürdürme, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, örnek olsun Libya, Suriye, Irak, Mısır, İran, Suudi Arabistan ve İsrail ile ilişkilerinin seyri açısından Türkiye yönetimiyle ilişkilerindeki yıpranmışlığı giderme politikaları kapsamında Türk saray rejimini baskılamaktadır. Erdoğan yönetiminin, iktidardaki konumunu sürdürmek için toplumda biriken beklentilerin istismarı üzerinden “güç tazeleme”-güçlerini yeniden derleme, uzaklaşanları yeniden kazanma ve muhalif kesimlerin etkisini sınırlayıp zayıflatmaya ihtiyacı vardır.

 “DEMOKRATİK REFORMLAR SÜRECİ”NE Mİ GİRİLİYOR?

Tekellerin çıkarları doğrultusunda uygulanan ekonomi politikaların bütün kapitalist ülkelerde daha ağır sonuçlar doğurduğu; işsizliğin arttığı, hak gasplarının kapsamının genişlediği, çalışma ve yaşam koşullarının daha da ağırlaştığı, pazar ve etki alanları için emperyalistler arası rekabet ve paylaşım kavgalarının buna eşlik ettiği; içeride anti-demokratik, baskıcı ve kimi ülkelerde faşizan politikaların dışarıda saldırgan-savaşçı pratiklerin öne çıktığı; gerilim, kaos ve kriz dönemi olarak nitelenebilecek bir dönemde, Türkiye’nin ‘Tek adam yönetimi’nde karşı karşıya kaldığı açmazları “liberalleşme” yoluyla aşmaya yönelmesi, beklenebilir bir durum değildir. Bu yöndeki beklentiler için dayanak gösterilmek istenen iki veriden biri ABD seçimleriyle başkanlığa gelen Biden’ın Erdoğan yönetimiyle ilişkileri düzeltmeye yönelerek “demokratik normlara dönülmesi” doğrultusunda etkide bulunacağı; diğeri ise, AKP’deki kopuşlar ve damat bakanın saray içinden dışına doğru hareketi ve istifasıyla birlikte daha da görünür olan partisel ve yönetimsel sorunları ve kitlelerle olan bağın zayıflayıp desteğin azalmakta olduğunu gören Erdoğan’ın, 2023’teki seçimlerde bir kez daha başarılı olmak için içeride bir konsolidasyonu gerekli görerek ekonomik siyasal alanda daha “liberal” bir yaklaşıma zorunlu kaldığıdır. Erdoğan ve bakanlarının yaptığı reform açıklamaları buna kanıt gösteriliyor.

Liberalleşme ve demokratikleşme”nin bu her iki dayanağı ya da başka bir deyişle “harekete geçirici etkeni” de emperyalist gericilik ve sermaye gücü ile ilişki üzerinden belirlenmiş ve kurgulanmıştır.  

Joe Biden’ın ABD başkanı olarak seçilmesi ve Trump tarafından uluslararası alanda sürdürülen bazı politikalarda değişime gideceğini söylemesi, liberalleşmeye yöneliş işareti olarak görülüyor ve Amerikan emperyalizminin konumu, gücü ve etkisi dolayımıyla bunun sadece Türkiye’de değil dünya ölçekli bir liberalleşmenin de etkenlerinden biri olarak işlev göreceği ve bunun da demokratik hakların tanınması yönünde düzenlemeleri mümkün kılacağı ileri sürülüyor. Erdoğan yönetiminin ABD ile ilişkilerini “yenileme istem ve eğilimi”ni açığa vurması ve Biden’e mektupta, ilişkilerde “yeni bir dönem başlatma” istemine yer vermesi buna işaret sayılıyor. Bu öngörü, yaklaşım ve beklenti kapitalist emperyalist dünyadaki gelişmeleri ya görmezden gelen ya da yeterince gözetmeyen bir mantığı işaret etmektedir ve günümüz dünyasının gerçeklikleriyle bağdaşmazdır. ABD başta olmak üzere emperyalist kapitalist ülkelerde tekelci burjuva iktidarlarının burjuva demokratik özgürlükleri budadıkları, birçok ülkede siyasal gericilik ve faşist dayatmaların öne çıktığı bir süreçte -ki buraya bir dönemler adına yeni dünya düzeni, sonraki süreçte “küreselleşme” denen ve 1980 sonrasında genellik kazanan neoliberal ekonomi politika zemin alınarak gelinmiştir- sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimlerin koparıp alan bir mücadelesi olmaksızın sermayenin hizmetindeki yönetimlerin demokratik reformlara gereksinim duyması beklenemez. 

Burjuva demokrasisinin seçimlerin yapılabiliyor olmasıyla özdeş gösterilip çoğunluk sağlamanın manipülatif malzemesinin “iç ve dış düşmanların oluşturduğu büyük tehditler”, terör saldırısı, kalkınma hedefi ve birlik ihtiyacı üzerinden çeşitlendirildiği kitlelerle ilişkilerde sağlanan belirli bir başarı üzerinden kurulan iktidar hegemonyasının sürdürülmesi için baş vurulmadık yol bırakmayan burjuva (tekelci) yönetimler, kitlelerin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal taleplerini; ulusal aidiyet ve dini-mezhebi “bağlılık”larıyla geleneksel kültürel vb. alışkanlıklarını istismar etmeyi başlıca taktik politika haline getirdiler. Bir yandan sermaye çıkarlarınca belirlenen uygulamaları amansızca sürdürürken diğer yandan, sorumluluk kendilerinde değilmiş gibi, kitlelere, onları içinde bulundukları kötü koşullardan kurtaracak güç olduklarını söylediler. Bu durum bugün de değişmiş değildir. Aynı nedenle de herbir ülkenin özgül durumuyla bağlı belirli farklılıklar olmakla birlikte, ister emperyalist isterse Türkiye gibi bağımlı kapitalist ülkelerde olsun tekelci sermayenin siyasal-askeri temsilcilerinin, onları zorunlu bırakan gelişmeler ve güçler olmaksızın burjuva demokratik haklarda iyileşme ve genişlemeye yönelmeleri söz konusu olmayacaktır. Açmaza girdikleri durumlarda da mümkün en kısıtlı ve biçimsel haklar sınırında tutarak emekçilerin demokratik siyasal ve diğer taleplerini “tanıma” süreci ve süresini kısaltmaya çalışacaklardır.

Neoliberal saldırganlık siyasal alandaki hak gasplarını ekonomi-politika ilişkilerinin diyalektiğiyle uygun şekilde gündeme getirdi. Anti-demokratizmi ve hak yoksunluğunu Sovyetler Birliği’nin varlığıyla açıklayan burjuva emperyalist propaganda, onun dağılışı ve “Doğu Bloku”nun çözülüşünü demokratikleşmenin göstergesi olarak reklam ederken emperyalist kapitalist dünya neredeyse toptan şekilde tekellerin çıkarına işleyen baskı yoğunlaşmasına sahne oldu. Emperyalistler arası etki alanları kavgası ve bunun bölgemiz başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde yol açtığı fiili-bölgesel çatışmaların da etkisi altında birçok ülkede “ulusal çıkarlar” gerekçeli “güvenlik politikaları” ve Türkiye’de şimdi popülaritesi yüksek düzeyde seyreden “düzen sağlayıcı güç olma” iddialı militarist yayılmacı politika öne çıkarıldı. Dış ve iç düşman kuşatmasında bir ülke ve “millet” tablosu çizen şoven milliyetçi söylemle sürdürülen provokatif yayılmacı ve savaşçı politikada ısrar devam ediyor. İçeride ekonomik-sosyal ve siyasal baskı ve saldırı yoğunlaştırılırken dışarıda bölgesel güç iddiasıyla başvurulan askeri eylemlerin alanı genişletildi. Suriye, Irak, Libya, Doğu Akdeniz ve Azerbaycan’da girişilen askeri harekâtlar ve bölgesel çatışmaları kışkırtıcı meydan okumalar bu politikanın ürünüdür. Erdoğan yönetimi, “Sahada varız masada da olacağızsöylemiyle Suriye ve Libya’da girişilen harekâtların devamı olarak Azerbaycan’ın yanında, Ermenistan’a karşı savaşın tarafı oldu. Bir dönemlerin “Adriyatikten Çin Seddine Büyük Türk dünyası” söylemi eşliğinde hayal edilen şoven yayılmacılık, “Ecdat yadiğarı Ata toprakları” tarifiyle Türkçü-İslamist yeni Osmanlıcılık “harekâtı”na dönüşmüş şekilde devam ediyor.[4]

Sadece cumhurbaşkanına hakaret gerekçeli 63 bin kişi hakkında dava açılmış olması dahi önemli bir veridir. Kanal İstanbul’un bir ihtiyaç olmadığını ve yapılması durumunda İstanbul’un zarar göreceğini söyleyen İstanbul Büyük İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu hakkında soruşturma açılması bir başka örnektir. Osman Kavala ve Enis Berberoğlu davalarında olduğu türden hukuksuzluğu ve yasal dayanağı kalmamış kimi ceza davalarının tahliye edişle sonuçlandırılmasını kabullenme türü bazı göstermelik adımlar mümkün olmakla birlikte işçi sınıfı, emekçiler, kadın kitleleri, Kürtler, gençlik kesimleri ve ilerici aydınların serbestçe örgütlenme, söz söyleme, yayın yapma, toplantı ve gösteri düzenleme, hükümet-devlet politikalarını reddetme özgürlüğü yönünde bir değişimin olması beklenemez. Erdoğan yönetiminin yeni “reformları” işçi sınıfı ve emekçi kitleler yararına hak iyileştirmeleri beklentisini karşılamayı değil sermaye çıkarlarını öncelemektedir. Haklarının gaspına karşı tepki gösteren işçileri jandarma ve polis zoruyla susturmaya çalışan (Soma ve Ermenek madencileri ve diğer bazı küçük işletmelerin işçileri), Kürt ulusal istemlerini ve bu yönlü politik girişim ve irade beyanlarını İçişleri ve Mili Savunma güçleriyle etkisizleştirme politikasını sürdüren; muhalif avukat, mimar-mühendis, sağlıkçı örgütlerini dağıtıp etkisiz kılmaya yönelen bir yönetim bundan geriye doğru bir dönüşe kendiliğinden ve salt bu sorunlar karşısındaki sıkışmışlığı nedeniyle geçmeyecektir. Burjuva parlamenter sistemin dahi askıya alındığı, bütün yönetim yetkileri ve buna yönelik kararların dar bir azınlığın saray kabinesinin iradesine teslim edildiği, burjuva anlamıyla temel demokratik hakların gasp edildiği bir uygulama pratiğini “demokratik” gösteren bir anlayışın ürünü olan “reformlar” kitleleri beklentiye sürükleme hedefli ve saldırıları örten bir makyajdan öteye geçmeyecektir.

Teminat verilmek istenenin dış sermaye çevreleri başta olmak üzere tekelci burjuvazi olduğu açık olmasına ve yargı reformunun sözü her edildiğinde yurttaş haklarında daha fazla kısıntı ve yasak zincirinin güçlendirilmesi sonuç olarak ortaya çıkmasına karşın, “demokratikleşme” beklentisi yeniden canlandırılmak isteniyor. Kitle desteğinde belirli bir düşüşün ortaya çıkması (hala yüzde 35-38 civarında destek görmeye devam ediyor), sermaye güçlerinin yeni bir konsolidasyonunu ve emekçi desteğini artırma ihtiyacı doğurmuştur. Ancak işçi ve emekçilere verilecek taviz mümkün olsa bile bugünkü güç ilişkileri ve mücadele düzeyi nedeniyle de son derece sınırlı olacaktır. Torba yasadaki 25 altı-50 yaş üstü emekçilerin emeklilik ve kıdem tazminatı hakkının güvencesiz çalıştırmanın yasallaştırılması girişimi, işçi eylemleri ve sendikaların tepkisi sonucu, fırsatı bulunduğunda yeniden gündeme getirilmek üzere şimdilik geri çekildi ancak gündemden kalkmadı. 11’inci Beş Yıllık Kalkınma Planı’ndan “toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi” çıkarıldı. 2021 yılı planına alınan “Kadın Üniversitesi” açılması hedefi, kadın-erkek toplumsal hak eşitliğinin reddi politikasının ürünü ve göstergesi.

Tek adam yönetimiyle burjuva demokratik temel hakların uygunluğu iddiası, son derece dayanaksız ve çürüktür. Burjuva parlamenter sistemin dahi askıya alındığı, bütün yönetim yetkileri ve buna yönelik kararların dar bir azınlığın saray kabinesine teslim edildiği, burjuva anlamıyla temel demokratik hakların gaspedildiği bir uygulama pratiğini “demokratik” gösteren bir yönetimin gerçekleştireceğini ilan ettiği “yapısal reformlar”dan halk kitleleri yararına sonuçlar beklenemez.

TEKELLERE TEMİNAT, EMEKÇİLERE BEKLENTİ TUZAĞI

Son 1 yıldır yeni reformu hayata geçiriyoruz. Yaptığımız her reform yerli ve uluslararası yatırımcılara da hitap ediyor. Önümüzdeki aylarda öngörülebilir, kolay erişilebilen yargı sistemi için yeni adımlar atacağız. Yapısal reformların içindeyiz. Ülkemiz yatırım hukuku standartlarına sahiptir. Hukuk sistemimizin taraflarıyla, ekonominin tüm temsilcilerinin istişareleri ile ortaya çıkacak ihtiyaçları süratle hayata geçirerek ülkemizi yeni döneme hazırlayacağız. Yatırım iklimini olumlu yönde geliştireceğiz” diyerek yapacakları reformların içeriğini ortaya koyan Erdoğan’ın açıklamalarında yer alan “öngörülebilirlik, şeffaflık ve erişilebilirlik” sözcükleriyle ilgi çekici kılınmaya çalışılmış hukuksal-yargısal düzenlemelerin büyük sermaye başta olmak üzere sermayeye güvence verme içerikli ve hedefli olduğu, görülemeyecek denli esrar perdesine bürülü değildir.

Askeri harekâtlardan esinli ve “Kalkan” takılı “Ekonomik İstikrar” ve “İstihdam Paketi” adı verilen paket programların sermayeye teşvik ve kaynak aktarma paketleri olmasına; yargı reformu adına yasakların sınırlarını genişleten, baro, tabibler birliği, mimar-mühendis odaları gibi muhalif kitle örgütlerini susturma ve güçten düşürme hedefli değişiklikleri getiren “reformlar”a benzer biçimde yapılacağı açıklanan yeni “reformlar”dan da işçi ve emekçiler yararına sözü edilmeye değer sonuçlar çıkmayacaktır. Önceki paketlerle tekellere kaynak aktarılmış, küçük ve orta ölçekli işletmelere belirli ve asgari düzeyde destek sağlanarak iflas ve batıkların kitlesel protestoları körükleyecek düzeyde genişlemesi önlenmeye çalışılmıştı. Yeni ekonomik reform paketi ya da paketleriyle yabancı sermayeye bürokratik-hukuksal engellere fazlaca takılmadan ve devlet garantilerinden de yararlanarak yerli piyasada at oynatma olanağı tanınacaktır. 

Buna, salgın hastalık gerekçesiyle uygulanması daha da kolaylaşan esnek çalışma biçimlerinin genişletilmesi eşlik edecektir. Tek adam yönetiminin ihale, teşvik ve pazar olanaklarını genişletmesi için devlet gücü ve desteği sağlamasıyla palazlanan MÜSİAD’ın “İzole Üretim Merkezleri” projesinin uygulanması yönünde yeni adımlar atılması, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarını ağırlaştırıcı yeni yaptırımlar gündeme getirilmesi, güçlü bir olasılıktır. Küçük üreticilerin önemli bir kesimini iflasa sürükleyen; girdi maddelerindeki fiyat artışı nedeniyle üretim yapamaz duruma düşüren ekonomi politika devam edecek; banka kredi borçları giderek artan (bugün yaklaşık 120 milyar TL civarında) üretici köylülerin üretimi sürdürmesi giderek zorlaşacaktır. Kalkınma politikasının işçi ve emekçilere ek olarak getireceği ise, sermaye çıkarları doğrultusunda daha sıkı bir disiplin ve denetim altında ve salgın hastalıklara karşın çalışmanın ara verilmeksizin sürdürülmesidir.

Bugüne dek yapılan düzenlemelerde öncelik en büyük firmalara verildi ve bu durum değişmeyecektir. Örnek olsun, “Finansal Yeniden Yapılandırma Çerçeve Anlaşması” uyarınca Eylül 2009-Eylül 2020 arasında 100 büyük firmanın 17,4 milyar liralık kredisi yapılandırılırken, çoğunluğu ticari faaliyet yürüten 26 küçük firmanın 281 milyon liralık borcu yapılandırılmıştır.Daha üzerinden bir ay bile geçmeyen bir süre önce (17 Ekim 2020) TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, ekonomide öngörülebilirlik, şeffaflık ve kurumsal işleyiş ihtiyacına vurgu yaparak Erdoğan yönetiminden bu yönlü önlemler almasını istemişti.[5] Merkez Bankası’nın eski başkanının görevden alınması ve yerine Naci Ağbal’ın atanması, Albayrak’ın istifası ve Hazine ve Maliye Bakanı olarak Lütfi Elvan’ın işbaşına gelmesiyle birlikte uluslararası piyasalarla uyumlu öngörülebilir, hesaplanabilir, şeffaf ve kurumsal işleyişi önemseyen bir ekonomi ve para politikası izleneceğine dair açıklamalar bu istemin yönlendirici güç ve etkisini teyit ediyor. Sadece Merkez Bankası yeni başkanı ve ekonomiden sorumlu bakanın değil Erdoğan’ın açıklamaları da yapılacağı açıklanan reformların içeriğinin büyük sermayenin çıkarlarınca yönlendirildiğini ve belirlendiğini teyid ediyor. “Serbest piyasa ekonomisi kurallarından taviz vermeden, büyümeyi özel sektör eliyle sürdürme kararlılığından vazgeçmeden, paranın milliyeti ve sınırı olmadığı gerçeğini unutmadan tüm gücümüzle çalışıyoruzdiyen Erdoğan, büyük patronlara, sıkıntıların üstesinden gelineceği ve istedikleri yönde uygulamalardan geri durulmayacağı yönünde güvence vererek desteklerini sağlama çabasındadır.

Bu teminatın uygulamada eksiksiz karşılık görmesini isteyen ve atamaları bu yönlü bir adım sayarak Ağbal ve Elvan’ı yeni görevleri nedeniyle kutlayan TÜSİAD patronları, “Serbest piyasa ilkelerinin gözetilmesi, ekonomi politikalarında öngörülebilirliğin artırılması ve kurumların bağımsızlıklarının ve liyakatin güçlendirilmesi gerekmektediruyarısını yineleyerek takipte olacaklarını da açıklamış oldular.[6]

Erdoğan, partisinin Tekirdağ, Kars ve Karaman İl Kongreleri dolayısıyla yaptığı konuşmalarında da uluslararası ve “yerli büyük sermaye tekellerine güvence açıklamalarını sürdürdü. “İlgili tüm kesimlerle yakın diyalog ve işbirliği halinde ekonomide ve hukukta yeni reform dönemi başlatıyoruz. Yeni bir seferberlik başlatıyoruz diyen Erdoğan, “yerli ve uluslararası yatırımcılara, ülkemize güvenmeleri ve yeni yatırım çağrısını yineleyerek “Ülkemizi yerli ve uluslararası yatırımcılar nezdinde cazibe merkezi haline getirmekte kararlıyız. Yatırım süreçlerinin iyileştirilmesi yoluyla iş ve yatırım alanlarını daha da cazip hale getirmek istiyoruz diyor ve dış ve iç tekellere güvence veriyordu![7]

Yapılacağını belirttiği “Yargı Reformunun içeriği hakında da ön bilgilendirmede bulan Erdoğan, “insan hakları eylem planına önem verileceğini söylüyor, ancak yapılacak düzenlemelerin bir kısmının zaten “paketler halinde TBMM tarafından çıkarılmış olduğunu belirtirken, yapılacakların ne türden “iyileştirmeler olduğunu da açıklamış oluyordu.[8]  

Bu doğrultudaki açıklamalar “Başkan’ın kabinesi” mensuplarınca da yinelendi. Yeni Maliye Bakanı Elvan da, “Hem yerli hem de uluslararası girişimciler açısından yatırım ortamının iyileştirilmesi kamu gider ve gelirlerinin kalitesinin yükseltilmesi konusunda yapısal reformları da hayata geçireceğiz. (…) Öngörülebilir ve şeffaf politikalarımız ile maliye, para ve gelirler politikası arasındaki uyumu azami seviyeye çıkararak makroekonomik istikrarı güçlendireceğiz. Şeffaf, öngörülebilir ve istikrarlı bir biçimde uygulayacağımız ekonomi politikalarıyla ülke risk priminin azaltılmasını sağlayacağız. Yurt dışı borçlanmada maliyeti düşürüp daha uzun vadeli tahvil ihraçlarıyla toplam vade yapısını güçlendireceğiz ve ülkemizin düşük borç stokunun yanına vade uzamasını da ekleyerek daha kaliteli ve güçlü borç profiline ulaşacağız”açıklamasında bulundu.

Bu açıklama ve teminatların halk kitlelerinin refahını değil sermaye kârını güvencelemeyi ve artırmayı öngördüğü ekonomiyle azcok ilişkili herkesçe anlaşılabilir açıklıktadır. Düzenlemeler bu yönde olacaktır. “29,4 milyar lira vergi ödemesiyle 40 milyar liralık sosyal güvenlik prim ödemesini erteledik” diyen Elvan sermaye yararına kaynak aktarımı ve ödeme ertelemelerini yapılacak reformun göstergelerinden biri olarak sunuyor. “Piyasa dostu bir dönüşüm programına odaklanacağız. Önemli olan kurumların güçlendirilmesi, kuralların etkili bir biçimde işletilmesidir diyor bakan Elvan.

Her fırsattta kendileriyle birlikte “yol yürüyen” sermaye gruplarıyla uluslararası “yatırımcılar”a daha çok kazanma güvencesi veren bir yönetimin sözünü ettiği her “reform”la birlikte işçi ve emekçilere, muhalif yazar, gazeteci ve aydınlara, devrimci-demokrat kesimlere yönelik saldırıları daha da yoğunlaştıracak yasal-anayasal değişikliklere imza atmış olması, yapılacağı söylenen “hukuk reformu”nun mayasını da açık etmektedir. Erdoğan, bunun zaten bir kısmının gerçekleştirildiğini söyledi. Bu “reform”dan barolar, TTB, TMMOB gibi mesleki kitle örgülerine yönelik baskı yasaları yönünde sonuçlar çıkması güçlü bir olasılıktır.

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün“Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun! çağrısı trajik ve komik! Bırakmayanlar kim ve kime bağlı? Bürokrasinin en üst komutasındaki “başkan” kıyamet koparacak adaletten yana oldu da, ona rağmen “kendini bilmez bürokratlar işe un mu serdiler”? Bu açıklama mı, yoksa İçişleri Bakanı’nın belediye başkanlarına afetlere dair açıklama yasağı mı daha somut ve gerçekçi? Ya İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’nun Kanal İstanbul Projesi’ne karşı çıkışının soruşturma konusu edilmesine; Soma-Ermenek madencilerinin soğuk sonbahar günlerindeki yol çilesi ve jandarma gücüyle korkutulmaya çalışılmasına ne demeli?

Erdoğan açısından sorun insan hakları savunusu değil Türkiye’yi, “yerli ve uluslararası yatırımcılar nezdinde riski az, güveni yüksek, kazancı tatminkar bir cazibe merkezi haline getirme” politikasına hizmet edecek, sermayeyi güvenceleyecek düzenlemelerdir. “Yerli ve uluslararası yatırımcıların kazancını kendi kazancımız olarak görerek, yatırımcılara her türlü kolaylığı gösterecek, desteği vereceğiz” derken o, iktidarı döneminde özelilkle rakip görülen ve yandaş yedeklikte birleşmeye direnç gösteren grupların mülkiyetine yönelik ceza kesmeler ve el koymaların yarattığı tedirginliği gözetmektedir. “Önümüzdeki aylarda hukuk devleti ilkesini güçlendirme, öngörülebilir, kolay erişilebilen, hızlı ve etkin işleyen yargı sistemi konusunda yeni adımlar atacağız” açıklamasıyla, yapılacak düzenlemelerin tek karar vericinin emri doğrultusunda hızlı sonuçlanmayı mümkün kılma istemini ifade etmesi kuvvetle muhtemeldir. Erdoğan, “Yatırımları yeşerten ve bereketlendiren iklimi tesis etmenin, ekonomik büyümeyi, kalkınmayı, refahı ve istikrarı sağlamanın en önemli yollarından birinin hukuk devleti ilkesi olduğunu biliyoruz” derken, farkında ve bilgisine sahip olduklarını söylediği siyaset-ekonomi ilişkisinin “yeni düzenlenmesi” iddiasında önceliğin yerli ve uluslararası “yatırımcılar”a güvence vermek olduğunu da söylemiş oluyor.

ANCAK MÜCADELE İLE…

Sermaye için sınıf çatışmalarının en düşük düzeyde seyretmesi, ekonomik istikrar ve politik uzlaşı zorluklarla karşılaşmaksızın büyümek için ‘tercih edilir bir durum’dur. Gelgelelim kapitalist emperyalist dünya sisteminde, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası ve bağlı olarak pazar ve etki alanları üzerine bitmez-tükenmez rekabet (kapitalizm var olduğu sürece bu devam edecektir) uluslararası alanda ve tekil kapitalist ülkelerde pazar payı ve daha fazla kâr için çatışmayı, sömürülen ve baskı altında tutulan sınıf ve kesimlerin zapturapt altında tutulması politikalarını üretir ve güncelleştirir. İçinde bulunduğumuz dünya ve ülke koşullarında ise bu politikalar çok daha belirgin biçimde yoğunlaşmış bulunuyor. Gerek dünya ölçekli gerekse ülkedeki gelişmeler liberalleşmeyi ve burjuva demokratik haklarda genişlemeyi değil, aksine tekelci gericilikte ve siyasal-askeri saldırı politikalarında yoğunlaşmayı dayatmaktadır. “Acı reçetenin uygulanacağı” ilan edilmiştir. İşsizlik ve yoksulluk daha da artacaktır. Fedakârlık zorunlu gösterilecek ve “devlet ve millet olarak” bölgede ve uluslararası alanda “etkin bir düzeye yükseltmek” için “ekonomik seferberlik” ilanıyla işçi sınıfı ve emekçilerden buna uymaları istenecektir. Bu işleri “daha ehil bakan ve bürokratlar” eliyle yürütmeye itirazı olmayacağı başından belli burjuva muhalefetin oyuncağı da böylece elinden alınmış olacaktır. “Öngörülebilir, hesap verilebilir ve şeffaf bir ekonomi yönetimi” açıklamasının muhatabı işçi sınıfı ve emekçiler değil büyük sermaye başta olmak üzere burjuva kesimlerdir.

Yapılacağı ilan edilen hukuksal ekonomik reformların sermaye kesimlerinin bürokratik kırtasiyecilik ve sınırlayıcı hukuksal metinlerle uğraşmamasını sağlayıcı yönde olacağı, açıklamaların içeriğinde yer almaktadır. Burjuva kurumları arası ilişkiler yönünde bazı düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır. Yargı reformu adına bugüne dek yapılan değişikliklerle her seferinde burjuva hukuk kuralları işçi sınıfı, emekçiler ve devrimci demokratik ve sosyalist parti ve örgütlenmeler aleyhine daha da sertleştirildi ve yasalar çerçevesinde kabul edilmiş haklar daha fazla budandı. “Yargı bağımsızlığı” ve “kuvvetler ayrılığı”nın kabul edilmesi için, tek adam yönetiminin, yönetim yetkilerinin en azından bu düzeydeki bir bölümünden vazgeçmesi gerekir ki, birbiri ardına yürürlüğe konan “torba yasalar”, buna “izin verilmeyeceği”ni gösteriyor.

Erdoğan yönetimi, önceki dönemlerde de “reform paketleri” ve “açılım politikaları” açıklamalarıyla konsolidasyona başvurarak ülke kaynaklarını yandaş sermaye şirketleri başta olmak üzere tekellerin hizmetine sunmuş; bu “reformlar”dan işçi ve emekçilerin payına düşen ise daha fazla yoksullaşma, işsizliğe itilme, çalışma koşullarının kötüleşmesi, borçlanma ve manevi ruh bozukluğu olmuştu. “Reform paketleri”nden hemen her seferinde emekçi haklarının din istismarcılığı ve şoven milliyetçi söylem eşliğinde daha fazla budanması, kazanılmış sosyal hakların gaspı çıkmış; baskı ve yasak zinciri daha da gerilerek basın-yayın, örgütlenme ve söz söyleme hakkını kullanma çabaları zor güçleri ve yürütmenin emrine alınan yargı kurumları aracıyla engellenmiş, hak savunusu ihanetle eş gösterilmişti.

Sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimlerin yaşam koşulları daha da kötüleşmiş, küçük ve orta sermaye kesimleri cephesinde geleceğe dair kaygılar artmış ve çeşitli tepkiler ortaya çıkmıştır. Piyasaya dolar sürülmesine, büyük şirketlere yapılanları esası oluşturmak üzere sermaye kesimlerine kaynak aktarımı ve teşvikler sürdürülmesine rağmen, “bir muhasebe yapılması ihtiyacı”ndan söz edenlerin giderek artması; saray ekibini ve “Cumhur cephesi”ni büyük sermayenin çıkarları yönünde önlemleri genişletmeye yöneltmiştir ve bu yapılırken halk kitlelerinden gelecek tepkileri etkisiz kılacak manevralara; beklenti yaratacak söyleme ihtiyaç duyulmuştur. Yapılacağı açıklanan ekonomik ve hukuksal reformlar tekelci ve tekel dışı sermaye çevrelerinin “ekonomiyi rahatlatma” ihtiyacına yanıt verme, kriz nedenli kâr kaybını önleme veya düşük düzeye indirme, krizden çıkışla birlikte yeni ve daha atak hamlelerle aşırı kâr elde etme koşullarını sağlama, işçi-emekçi cephesinden gelebilecek tehditleri sınırlayıp etkisizleştirme hedefiyle bağlıdır. Türkiye’nin kendilerinin yönetiminde “oyun kurucu ve düzen sağlayıcı güç haline geldiğini ileri sürerek askeri yayılmacılık hattında ilerlemeye çalışan ve aynı nedenle de komşularının hemen tümüyle gergin ve çatışmacı ilişkiler içinde olan saray yönetiminin “reform” açıklaması hem bu genel durum nedeniyle hem de MHP’nin militan şoven milliyetçiliğiyle AKP’nin siyasal İslamist ve Türkçü ideolojik “kimliğinin bileşmiş “milli güvenlikçi militarizmi dolayısıyla, gerici karakteri baskın ve genişlemiş uygulamalardan öteye geçmeyecektir.

İşçi sınıfı ve emekçiler, korona salgını etkisiyle daha da kötüleşen çalışma ve yaşam koşullarında en basit iyileştirmeler için dahi ellerindeki her olanak ve aracı kullanarak mücadele etmek gibi bir zorunlulukla karşı karşıyadırlar. Saray yönetiminin beklenti yaratma hedefli açıklamalarına kanarak siyasal baskı ve saldırıların bırakalım sona ermesini azalacağını beklemek, iç ve dış büyük sermaye başta olmak üzere kapitalistler yararına yapılacak düzenlemelerin işsizlik, yoksulluk ve açlık koşullarını ortadan kaldıracağını sanmak, bir kez daha aldanmak olacaktır.


[1] http://www.anayurtgazetesi.com/haber/Kredi-borcu-yuzde-39-artti/716026

[2] Dolar 8.60’dan 7.60’lara; euro 10.20’den 9.10’na geriledi

[3] Toplam mevduatının yüzde 57’si dövizden ibaret olan Türkiye’de dış paranın ‘itibarı’nın hayli yüksek olmasının da kanıtıdır.

[4]  Erdoğan’ın övündüğü ve TÜİK tarafından büyüme rakamlarını yükseltmek için kullanılan ürünlerin başında silah sanayii ve savaş malzemesi gelmektedir. SİHA, İHA, TİHA, füze ve mühimmat yapımına milyarlar ayrılırken, dışarıdan alınan teknolojik imha malzemesi, S-400 füzeleri, tanklar ve savaş uçakları için milyarlarca lira ödendi. “Yeni satışlara ilaveten rekor seviyede 327 milyon dolar döviz tahsilatı sağlamış olup, yıl sonuna kadar 90 milyon dolar ilave döviz tahsilatı” beklediklerini söyleyen ASELSAN Yönetim Kurulu Başkanı Haluk Görgün, pandemiye rağmen bir önceki yılın satış rekorunu kırdıklarını ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gösterdiği hedeflere ulaşmak için çalışmalarına davam ettiklerini; Erdoğan’ın “büyüyen bir güçle savunma sektörüne her tür desteği vermeye devam edeceğini” söylediğini, kendilerinin de “bu desteğe layık olabilmek için” Savunma Sanayii Başkanlığının sevk ve idaresinde savunma sanayisi şirketlerinin “teknoloji, Ar-Ge, tedarik, sanayileşme, yerlileştirme ve millileştirme, iş geliştirme, yetenek yönetimi gibi konularda yeni iş yapış tarzları” ihtiyacını karşılamak üzere gece gündüz çalışmaya devam edeceklerini selirtti. Bkz. https://www.dunya.com/sektorler/aselsandan-yeni-ihracat-rekoru-haberi-600187

[5] https://www.tusiad.org/tr/basin-bültenleri/item/10645-anayasa-ustunlugu-ilkesinden-taviz-vermeyelim

[6] Bkz. Hakkı Özdal, 11 Kasım 2020, Gazete Duvar  

[7] https://www.haberturk.com/son-dakika-cumhurbaskani-erdogan-yepyeni-bir-seferberlik-baslattik-2870174

[8] https://www.birgun.net/haber/erdogan-ekonomide-ve-hukukta-yeni-bir-reform-sureci-baslatiyoruz-322791