Can Deniz Eraldemir

Evrensel Gazetesi yazarı ve Almanya Temsilcisi Yücel Özdemir’in hazırladığı “Almanya’da Neonazi-İstihbarat-Emniyet üçgeninde NSU Cinayetleri” kitabı Ekim ayı içinde yayınlandı. Özdemir, 2000-2007 yılları içinde Almanya’da biri Yunan, sekizi Türkiyeli göçmen esnaf ile bir polisin öldürüldüğü ırkçı seri cinayetleri, göçmen mahallelerinde patlatılan bombaların gürültüsünü, uzun bir mücadelenin karşılığında “Yüzyılın Davası“na dönüşen NSU yargılamalarını, Alman devleti ve ajanlarının bu faşist örgütle ilişkilerini kurbanların yanı başından, tanıkların ifadelerinden, katillerin izinden bir gazeteci gözüyle okurlara sunuyor.

Üstelik bu dava ne yazık ki sadece Almanya’nın değil, bütün bir kapitalist emperyalist boyunduruğun yüzyılını, tanıdık yüzleri, tanıdık sözleri, tanıdık ilişkileri içeriyor. İlk cinayetin üstünden sadece yirmi yıl geçmiş. Bu acının sahipleriyle daha bugün ayaküstü denk gelip selamlaşmadığımızı nasıl düşünebiliriz?

GÖÇMEN OLMAK

Kitabın girişi gizli bir hatırlatmayı içeriyor. İkinci Paylaşım Savaşı’nda Hitler faşizminin yenilmesiyle yıkılan ve ikiye bölünen Almanya’nın, ‘batı kesimini’ kapitalizm ekseninde yeniden ayağa dikmek için, ucuz iş gücü olarak göçmen emeği önemli bir yer tutuyordu. Göçmen emeğine karşı bu açlık, çevre ülkelerden gelen göçmen emeğiyle dinmedi. Sonunda Türkiye için de Almanya’nın kapıları açıldı. Hem Türkiye hem de Almanya hükümetinin ifadesiyle “geçici” ve “kısa süreli” planlanan işçi göçü Alman ekonomisinin yeniden yükselişi ve tekellerin yükselen kâr grafikleri eşliğinde kalıcılaştı. Nazi artıkları ise bu “misafir işçilere” “Önce Almanlara iş” sloganlarıyla ilk günden itibaren saldırmaktaydılar. Gül ile karşılama rüzgarı bir süre sonra dinmişti.

1973 yılında işçi alımının durması ile birlikte önceden gelmiş işçilerin, ailelerini yanlarına alabilmesini sağlayan karar kalıcılığın kabul edildiğinin göstergesiydi. Kaldı ki 1980 darbesi döneminde yükselen siyasi sığınmacı dalgasıyla artık Türkiyeliler hem en büyük göçmen grubu olmuş, hem de kültürel farklılıkların da etkisiyle ırkçı saldırıların merkezine taşınmaya başlamıştı.

Tagesspiegel” ve “Diye Zeit” gazetelerinin iki Almanya’nın birleşmesinden sonra ırkçılar tarafından katledilenleri tespit etmek üzere hazırladığı listede toplam 178 kişi yer alıyordu. Çoğunluğunu Alman yoksullarının oluşturduğu bu listede 22 Türkiyelinin adı da yer alıyordu.

SAĞ GÖZ HEP KAPALI, SAĞ EL HEP İŞLEK

Irkçı saldırılar çoğu kez Alman devletinin “sağ gözünü yummasıyla” sonuçlanıyor, saldırıları gerçekleştiren ırkçılar, ırkçılık kapsamında yargılanmadan daha hafif cezalarla karşılanıp, onlarla istihbarat üzerinden sıkı ilişkiler kurulurken topluma da bu durum ortada ırkçılığa dair bir tanı bırakmadan münferitleştiriliyordu. Kimi zaman devlet yetkilileri içkiyi fazla kaçırmış gençlerin kavgasından bahsediyor, kimi zaman saldırılar göçmenler arası mafyatik hesaplaşma olarak gösteriliyordu.

2000 yılının Eylülü’nde minibüsüyle kurduğu tezgâhında çiçek satarken öldürülen Enver Şimşek, Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü’nün (NSU) göçmen esnaflara karşı düzenlediği seri cinayetlerinin ilkiydi. Tam yedi yıl boyunca sürecek ve esnaf göçmenleri hedef alacak bu seri cinayetlerde bir imza gibi aynı Ceska 7,67 model tabancayı kullanmışlar, görgü tanıkları şüpheli olan sarışın Almanlardan bahsetmiş olsa da bunların göçmenler arasındaki mafyatik hesaplaşmalar olduğuna dair ısrar devam etmişti. Uwe’ler neredeyse gizlendikleri mahalledeki banka da dahil olmak üzere çevre mahallerdeki bankaları soymuşlar, göçmenlerin yoğun olduğu mahallelerde bombalı saldırılar düzenlemişler ve son olarak bir polisi öldürmüşlerdi.  Örgütün kurucuları ve tetikçileri Uwe Mundlos ile Uwe Böhnhardt’ın şüpheli intiharlarıyla son bulana kadar NSU adı hiç duyulmamıştı! “Almanya turu” adıyla çektikleri “Pembe Panterli” propaganda filminde kurbanlarının son nefes alırkenki fotoğrafları olmasa neredeyse katillerle kurbanlar arasında bir ilişki de kurulamayacaktı.

Oysaki iki Uwe de istihbarat tarafından çok iyi tanınıyordu. NSU davasının bir numaralı sanığı Beate Zschäpe ile birlikte Uwe’ler, Thüringen eyaletindeki aktif ırkçı örgütlenmelerle bilinir düzeyde ilişki halindeydi. Birçok istihbarat elemanı ya da ajanla ilişkileri bulunuyordu. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra Doğu Almanya’da devlet eliyle ve istihbarat elemanlarının gayretiyle kurulan Thüringen Heimatschutz (Thüringen Anavatanı Koruma-THS) adlı örgütte yer almışlardı. “Sol görüşlü gençlere birlikte terör estiriyorlardı.THS’nin başında da istihbarat örgütünün paralı elemanı, Tino Brandt bulunuyordu.

Anlaşılacağı üzere bu bir devlet politikasıydı. “Sosyalizmin her açıdan dibe vurduğu 1990’lı ve 2000’li yıllarda, geçmişi DDR’de iktidarda olan Sosyalist Birlik Partisi’ne (SED) kadar uzanan, daha doğrusu DDR döneminde iktidarda olanların kurduğu Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS), Doğu Almanya’daki eyaletlerde önemli bir güç olmaya devam ediyordu. Yani DDR teslim alınmış, yıkılmıştı ancak geçmişin değerlerine sahip çıkan bir akım halen varlığını sürdürüyordu. Dahası bu parti Doğu’daki birçok eyalette aldığı yüzde 25’ten fazla oyla ikinci parti haline gelmişti. Onlar, PDS’i ırkçı örgütlerin desteğiyle terörize ederek güçten düşürmeye çalışırken, parti artan sosyal çelişkiler, işsizlik, yoksulluk nedeniyle güç kazanıyordu. Bu nedenle, Batı Almanya’daki egemen zihniyet, geçmişten kalan bütün değerleri  -bunların başında antifaşizm geliyor- yok etmenin derdindeydi. Bu temelde halk arasında ırkçı ve milliyetçi görüşlerin güçlenmesine özel olarak önem verildi. Friedrich Ebert Vakfı tarafından yapılan bir araştırmaya göre Doğu Almanya’da ırkçı görüşleri savunan insanların sayısı yıldan yıla artış gösterdi. Örneğin 2006’da %6,6 olan ırkçı görüşleri savunanların sayısı 2012’de %15,8’e çıktı. Buna karşın aynı süre içerisinde Batı Almanya’da ırkçı görüşleri savunanların sayısı %9,1’den %7,6’ya düştü.” (sf. 115).

Devlet eliyle kurulup desteklenen faşist örgütlenmelerin merkezlerinden birisi de Thüringen eyaletiydi. İşsizliğin ve yoksulluğun gençler arasında oldukça yüksek olduğu bu Doğu Almanya eyaletinde Neonazi ajanlarla doğrudan ilişkili istihbarat başkanı Helmut Roewer görevlendirilmişti. Yine istihbarat tarafından kurulan Heron Yayınevi’nin de “Stephan Seeberg” takma adıyla genel müdürlüğünü yürüten Roewer, yayınevinde bastırdığı günlüklerinde faşist saldırılar içkiyi fazla kaçırmış gençlerin çıkardığı olaylar olarak geçiştirilirken, Alman Sendikalar Birliği (DGB) Eyalet Başkanı Frank Spieth açık olarak hedef gösterilmişti. Tino Brandt’a devletten aktarılan para da bu yayınevinden çıkıyordu.

Yine Neonaziler tarafından saldırıya uğrayan sendikacı Angelo Lucifero’ya karşı kampanya da Roewer’in başkanlığını yürüttüğü Eyalet Anayasayı Koruma Örgütü kasasından karşılanmıştı.

Davanın kilit isimlerinden biri olan Tino Brandt devlet ve faşist örgütlerin ilişkisinde önemli bir örnekti. THS’nin başkanlığından Alman Milliyetçi Demokrat Parti’nin (NPD) eyalet başkan yardımcılığına kadar yükseldi. Devletten yılda 200 bin mark alan Brandt bu para ile faşist, ırkçı örgütleri finanse ederken hakkında ırkçılık, nefret söylemleri ve şiddet içeren çabalarından ötürü 35 soruşturma, 8 dava açıldı. Fakat hiç birisinden ceza almadı. Tino Brandt Neonazi propagandası kapsamında “çocuk tacizcileri idam edilsin” sloganıyla eylem düzenlenmişti. NSU yargılamaları sürerken Brandt, kadın ticareti ve çocuk tacizi suçlamasıyla tutuklandı.

NSU davasının 58. duruşmasında ifade veren THS yöneticilerinden André Kapke, Brandt’ın kendisine yeraltına çekilen üç teröriste sahte kimlik bulma görevi verdiğini (Uwe Mundlos, Uwe Böhnhardt ile Beate Zschäpe), bunun için de tanımadığı bir kişiyle görüşmesini sağlayarak üç boş pasaport almasını sağladığını söyledi. Mahkeme Başkanı Manfred Götzl’ün ısrarlı sorularına rağmen pasaportları aldığı kişiyi hatırlamadığını söylemeye devam etti. Böylece, muhtemelen polis ya da istihbarat görevlisi olan bu kişinin üstünü örttü.” (sf. 128)

Aslında 2003 yılında NSU örgütüyle ilgili bir rapor Günther Stengel tarafından bir ajan görüşmesi sonucunda yazılmış ve sunulmuş ama Baden Württemberg Anayasayı Koruma Örgütü’nün başkanı tarafından raporun imha edilmesi istenmişti. G. Stengel baskılar yüzünden çareyi emekli olmakta bulmuştu.

ALMAN ULUSUNU KORUMAK!

Federal Savcılık tarafından hazırlanan iddianameye göre Mundlos, Böhnhardt ve Zschäpe 26 Ocak 1996-18 Ocak 1998 arasında Chemnitz’de şiddete dayalı, illegal ırkçı bir örgüt kurmaya karar verirler. Örgütün amacını da ‘Alman ulusunun korunması için devlet ve toplumu şiddet yoluyla değiştirme’ ve slogan olarak da ‘Laf yerine eylem/Taten statt Worten’ olarak belirlerler” (sf. 99-100). Ve yeraltına çekilirler. İşte Roewer tam da bu zamanda üçlüyü yakalamak için hazırlık yaptığını ama Jena polisinin bu operasyonu engellediğini 2011 yılında açıklar.

Seri göçmen cinayetleri ve göçmen yoğunluklu mahallelerde patlatılan bombalar tam da bu tanımda gerçeklik bulur: Ucuz işgücü olarak devlet eliyle kabul edilen göçmenlerin esnaflaşarak yerelleşmesi hedef olarak seçilmelerine sebep olur. NSU tarafından hazırlanan “Pembe panterli” propaganda filminde vurulmuş kurbanların görselleri Alman ulusunun korunması olarak bu yüzden sunulur. Yine kurbanların kişiliklerinden öte çalışma yerlerinde öldürülmeleri, hedeflerin mekan bazlı seçilmesinin sebebi de budur. Toplu katliamlarda da bu mekan seçimi yer alıyor.

İki Uwe, örgütün aynı zamanda tetikçileridir. Bisikletle gittikleri cinayet mahallerinde kurbanlarını imzaları belirledikleri Ceska marka silahlarıyla öldürüp fotoğraflarını çektikten sonra yine bisikletleriyle bu saldırılar için kiraladıkları karavana dönerler. Değişim başlamıştır! Alman emniyet güçleri, kurban yakınlarını uyuşturucu, kadın ticareti, mafyatik işler, göçmenler arası hesaplaşmalar, aile içi hesaplaşmalar ve PKK gibi başka örgütlerle ilişkilere karışmakla suçlayarak masaya oturur. Acılarını yaşayamadan neredeyse sanık ilan edilirler. Görgü tanıklarının şüphelileri tarifleri dinlenmez, aynı silahla öldürüldükleri bilindiği halde önemsenmez, robot resimler bir türlü doğru çizilmez. Çoğu kurban yakını sahip olduklarından vazgeçerek başka yaşam alanlarına, kendi ülkelerine savrulur. Bu arada NSU’nun kuruluşundan beri istihbarat elemanlarıyla çevrili olduğu mahkemede tekrar tekrar ortaya çıkacaktır. Hessen Eyaleti Anayasayı Koruma Örgütü elemanı olarak “Radikal Yabancılar” alanında görevli, mahallede “Küçük Adolf” olarak bilinen Andreas Temme, Halit Yozgat kendi internet kafesinde öldürülürken müşteri olarak kafede bulunuyordu. Cinayetten sonra da hemen olay yerinden kaçmıştı.

Halit Yozgat’ın avukatı Thomas Bliwie, olaydan sonra aslında Temme’nin tutuklanması gerektiğinin, istihbarat örgütü ve dönemin İçişleri Bakanı Bouffier’in bunu engellediğinin altını çizdikten sonra şunları söylüyor: “Ben Temme’nin tesadüfen internet kafede olduğuna, cinayeti izlemediğine inanmıyorum. Eğer cinayeti izlediyse -ben öyle düşünüyorum- susması için bir nedenin olması gerekiyor. Bu nedenin ne olduğu en çok beni düşündürüyor.” (sf. 151)

NSU yargılamalarında Mahkeme Başkanı Manfred Götzl, bir puzzle’ı işaret ediyordu. Tetiği çekenlerin intihar ettiklerinin söylendiği, birkaç faşistin adalet adına cezalandırıldığı fakat faşist örgütlerle devletin kurduğu ilişkilerin olabildiğince karartıldığı bir yargılamadan, NSU’nun ikinci bir türevinin her an alana sürülebileceği bir uyuma haline geçiş.

Uwe’ler yaşasa idi birkaç beş yıl içinde marinada Temme’lerle, Roewer’lerle bir fotoğraf çektirirler miydi?[1] Muhtemelen evet! Bu kitap bu fotoğrafa güçlü bir ‘Hayır!’ diyebilelim diye, NSU ile ilgili bütün ayrıntıları bize sunuyor.


[1] Bodrum Yalıkavak marinada Alaattin Çakıcı, Mehmet Ağar, Engin Alan ve Korkut Eken’in çektirdikleri fotoğraf tartışmalara yol açmıştı.