Kadir Yalçın
En son geçtiğimiz ay bir devrimci daha öldü ölüm orucunda.
Birkaç arkadaşıyla birlikte son derece haklı bir talepte bulunmuştu. Rejim belliydi ve karşılamadı. Açlık grevine başladılar birlikte. Oldukça fazla gün geçtikten sonra diğer arkadaşları devam etmezken, bir arkadaşıyla birlikte, o açlık grevini ölüm orucuna çevirerek sürdürdü. Ne mahkeme ne de Bakanlık ya da bir başka siyasi yetkili ya da kurumdan tek bir olumlu denebilecek ses çıkmadı. Uzlaşma bile aramadılar. Ve 42 yaşındayken 238. günde öldü. Adı, Ebru Timtik’ti.
Devrimciliğinden kimse şüphe edemezdi. Bir talepte bulunmuş, dikkate alınmayınca diretmiş, kötü bir uzlaşmaya ya da talebinden vaz geçmeye yanaşmamış ve kararlı bir şekilde sonuna kadar gitmiş, başından beri göze aldığı ölümü zorlansa bile herhalde gülerek kucaklamıştı.
“Zorlanma” sözcüğü, bir yalpalamayı akla getirmek ya da kendisiyle bir tartışma ve zor bir hesaplaşma yaşamış olabileceğini ima etmek için kullanılmadı. Açlığa yatmak hiç kolay değildir. Uygulanagelmiş açlık grevlerinde –olumlulukların yanında– ne olumsuzluklar yaşanmıştır. Açlık gözünü döndürdüğünde grevi bırakıp gericiliğin her dayatmasına boyun eğerek “bağımsızlar koğuşu” adı altında –dönem dönem direnenlerin sayısını aşan– uzlaşanlar için açılan yeni mekanlara gidenler de olmuştur, yaşamının baharında delirenler de.
Açlıkta doğaldır ki gülmek de zorlaşır.
*
O da, arkadaşları da avukattılar. Gözaltına alınıp tutuklanmışlar, yargılanıyorlardı.
Ama ne yargılama!
Avukatlar tutuklanmalarının ardından yapılan ilk duruşmalarında tahliye edilmişler; mahkeme tahliye kararını, dört sayfalık gerekçesini yazarak vermişti. 10 Eylül 2018’de.
Ancak boşuna denmiyor, ne bağımsızlığı, bu ülkede yargı yürütmeye bağlı diye. Olağan bir burjuva yargısıyla yürümüyor hukuksal işler. Yolu yordamı farklı.
Mahkemenin tahliye kararı verdiği avukatlar tahliye olamıyorlar, çünkü tahliye kararı veren 37. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti dağıtılıyor. Yerine tamamen değişik yeni bir heyet atanıyor. O da tahliye kararını geri alıp yeniden tutuklama kararı veriyor. Ve hızla yargılanmayı sürdürüyor yeni heyet. Ağır cezalar veriyor. Ne delile gerek duyuyor ne ciddi tanıklara. Savunma da hiç dikkate alınmıyor. Ardından İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi ise, 15 Ekim 2019’da, duruşma yapmadan kararı onaylıyor. Timtik kardeşimizin ölüme koştuğu süreçte dosya Yargıtay’da.
Atanması ve yargılamasıyla, heyet sorun olmakla kalmıyor. Tanık da evlere şenlik. Duruşmalara katılan ve karar için “kanıt yok” diyen İstanbul Barosu Başkanı A. Durakoğlu’nun tanık ve duruşma yargıcının tanıkla arasındaki yönlendirme ilişkisine ilişkin saptamaları bu şenlikli durumun kanıtı: “Yargıç ifadesini alırken bazı olguları gizli tanığa hatırlattı. Tanığın ‘iyi ki hatırlattınız’ gibi cümleler kurduğuna tanık olduk. Ya da bir süre sonra ‘hayır öyle söylememiştim’ diyebilecek noktaya kadar geldiğine tanık olduk.”[1] Durakoğlu, aynı tanığın Gezi davası gibi başka davalarda ifade verdiğini, bunun hukuksal temelde değerlendirilebilecek hiçbir yanının olmadığını da belirtiyor.
Adam, sadece Gezi davasının değil, hemen her “polisiye olay” yerinde hazır ve nazır, yüzden fazla davanın “profesyonel” tanığı. Tabii ki bir başka hukuk garabeti olmak üzere “gizli tanık”!
İ.Ö. olarak takdim ediliyor. Yargılandığı başka bir dava dosyasının görüşüleceği Yargıtay’a avukatı aracılığıyla dilekçe gönderiyor ve “psikolojik sebeplerle tanıklığının dikkate alınmaması gerektiğini” söylüyor. Tanığımızın halüsinasyonlar gördüğünün anlatıldığı dilekçesine kanıt olarak sağlık raporları[2] da ekli.
Bunlarla kalmıyor. Timtik ve arkadaşlarının yargılandıkları davanın sadece karar mahkemesi değil, itiraz üzerine mahkeme kararının gittiği ilk kademe mahkemesi olan ve “istinaf mahkemesi” olarak bilinen İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi de bir tuhaf. Mahkeme itirazla ilgili kararını laf olsun diye ve dosyayı incelemeden alıyor.
2. Ceza Dairesi itirazın reddi kararını 8 Ekim 2019’da veriyor. İlginç olan, dilekçenin 7 günlük itiraz süresi içinde verilip verilmediğinin kontrol edildiği, usul bakımından yapılan “ilk inceleme”nin, bu işle görevli heyet üyesi tarafından karardan ancak bir gün sonra, yani 9 Ekim’de yapılmış olması. Yani: karar önceden veriliyor, karara temel olacak inceleme sonra yapılıyor! Daha ilginci, kolaylıkla yapılabilecek bu ilk inceleme ancak karar sonrasında yapılabilmişken, 50 klasörden fazla tutan binlerce sayfalık evrakın incelenip olumsuz yönde karar oluşturulmasının bundan bir gün önce başarılabilmiş olması! Pes dedirtecek bir hız. Şüphesiz ki heyet dosyanın kapağını bile kaldırmıyor, önceden belirlenmiş kararını öyle veriyor!
Timtik ve arkadaşları ne yapsın? Bunca düzmece bir yargıyı adil bulmuyor ve adil yargılama istiyorlar. Talepleri bu: “Adil yargılama”. Yerden göğe kadar haklılar. Bunda hiçbir sorun yok. Talepleri benimsenip savunulmayacak türden değil. Nitekim, İstanbul Baro başkanı başta olmak üzere, barolarla başkan ve üyesi avukatlar sahip çıkıyor ve savunuyorlar.
Adil yargılama hakkını savunmak için avukat olmaya gerek yok, verilen tepkiler farklı olsa ve kimisi içine atsa da her insan haksızlığa karşı çıkar.
Bunca haksızlık ve adaletsizliğe boyun eğilip sessiz kalmak zordur. Buraya kadar Timtik ve arkadaşlarının benimsenmeyecek, sahiplenilmeyecek hiçbir yönleri yok. Talepleri haklı, itiraz edip hak aramaları haklı, hakları için mücadele etmelerine kimse itiraz edemez. Tersine, devrimci haksızlıklarla mücadele edendir.
Sorun, madalyonun diğer yönünde.
HER HAKLI TALEP ÖLÜM-KALIM SORUNU MUDUR?
Haksızlıkla mücadele etmek sadece hak değil, üstelik bir devrimci için görevken, mücadelenin biçimi ve kaynaklanabileceği anlayış ya da teorik temel sorunludur ve üzerinde durulup tartışılıp eleştirilmeden edilemez.
İlk soru şu olmalıdır: “Değer mi?” Tamamen haklı olduğundan kuşku duyulamayacak da olsa “adil yargılanma” talebi ya da genellenerek her haklı talep için her koşulda ölünebilir mi, ölünmeli midir?
Soru önemlidir. Canını davasından, somutlarsak, işçi sınıfının kurtuluş davasından çok seven ve hiçbir koşulda ölümü göze almayacak olana ve almayana devrimci denemez. Ölümü göze almak ve bilerek isteyerek ölüme meydan okumak gereken koşullarla karşı karşıya kalınabilir. Herhangi bir devrimci karşılaşabilir ya da karşılaşmayabilir, ancak karşılaştığında ölüme meydan okumadan edemeyeceği koşullarda bulabilir kendisini. Bir devrimci için böyle an ve durumlarda yapılacak olan tartışmasızdır.
Kast edilen net biçimde anlaşılsın diye açılmak gerekirse, özellikle devrimci –ve tabii ki haklı– savaşlar tarihi bu tür örneklerle doludur. Stalingrad’da örneğin, Volga’nın kıyısını elde tutabilmek için nice yiğitler ölüme koşmuştur –bilinecektir. Şimdi bu yazıda detaylandırmak gerekmeyen Büyük Anti-Faşist Savaş koşullarında faşistlerin ilerleyişinin durdurulup püskürtülebilmesinin kritik koşulu haline gelmiş olan Stalingrad Nazi ordularına terkedilemezdi ve bunu sağlamak için en önde en iyi komünistler olmak üzere on binlerce asker ve sivil tuttukları cephe hattında öldüler, ama bırakmadılar.
Siyasal örnek verilmese olmayacak ve ölümü göğüslemenin göze alınmasının yalnızca askerliğe özgü olduğu ya da öyle düşünüldüğü sanılabilecektir. En bilinen ve kimsenin tartışmaya kalkışmayacağı örnek Denizler ve idamı onurla karşılamayı bilmeleridir.
Genç yaşlı herkes biliyordur ya da okumuş veya duymuştur ki, Denizlerden pişman olduklarını belirtmeleri istenmiş ve bu koşulla af edilecekleri çeşitli yollarla kendilerine iletilmiştir. Avukatları aracılığıyla iletilmiş çağrı resmi olandır. Ama aileler aracılığıyla ve başka yollarla da çağrı kendilerine iletilmiş, ama herkesin bildiği gibi, tümü Denizler tarafından reddedilmiştir. Ölüm ve yaşam karşı karşıya konup Denizlere seç denmiştir. Onlar onursuzca yaşamayı seçmemiş ve dayatılan ölümden kaçmamışlardır. Oysa Denizler yaşam doludur ve normal koşullarda reddedecekleri bir seçimde bulunmayı kabullenmişlerdir.
Örnekler yeter olmalıdır. Açıktır ki, devrimci olan ölümü kabullenmeyeceği ve sadece pasifçe yaşamayı değil yaşamın güzelleştirilmesi için çalışacağı gibi, ne olursa olsun yaşamayı da kabullenmez; her şey gibi o da koşulludur. Örneğin rezilce yaşamanın savunulur yanı yoktur. Ama henüz yapabileceği çok şey varken, hiç yok yere ya da başka çok sayıda seçenek bulunuyorken göz göre göre ölümü seçmek de anlaşılır değildir.
Sözü edilen, “adil yargılanma hakkı” için ölmeye gitmektir. İlk olarak, verilen örneklerde olduğu türden bir hayat-memat meselesi yoktur ortada. Adil yargılanma hakkının savunulması bakımından ölümden başka seçilebilecek yol olmadığı ileri sürülemez. Sadece kademeli olarak mahkemelere dilekçe vermek değil, hak arama ve bunun için mücadelenin sayısız yöntem ve biçimi bulunabilir. Uzun uzun hangi biçimlerin seçilebileceği üzerinde duracak değiliz; ancak mahkemeler adil yargılama yapmıyor diye tek yapılabilecek şeyin önce açlık grevi ve sonuç alınamayınca ölüm orucu olduğu az çok rasyonel bir tez olarak ileri sürülemez.
Daha önemlisi, adil yargılanma hakkı, bireysel değil, toplumsal bir sorundur. Sadece hukuksal da değildir, siyasallaşmıştır; ancak asıl yönü itibariyle tartışma götürmez ki münferit olmadığı gibi, salt bireylere özgü ve bireysel karşı tutum alışlar ve mücadelelerle çözülebilir bir sorun da değildir. Siyasal mücadeleyi zorunlu kılar; siyasal mücadele ise, bireysel ya da bireylerin mücadelesinin aritmetik toplamından ibaret değildir, ama ancak toplumsal bir mücadele olarak şekillenebilir.
Yargılamaların kişilere yönelik olarak yapılması ve cezaların bireysel oluşu, ne yargı ve yargı sürecinin bireyselliğini gösterir, ne adil olmayan yargılamalar karşısında hak aranmasının toplumsal değil ama bireysel ele alınışını, ne de adalet mücadelesinin bireysel bir mücadele olarak yürütülüşünü doğru kılar.
Yalnızca yargılamayı yapan mahkeme değil ama mahkemeler ve bütün bir yargı sisteminin adil olmadığı ve parçası olduğu burjuva egemenlik sistemi ile birlikte değiştirilmesi gerektiği tartışma götürmez. CHP bile en çok adalet vurgusu yapmakta ve adalet talep etmektedir; perspektifi burjuva egemenlik sistemi içinde az-çok daha adil bir yargı sistemi ve adalet talebiyle sınırlı olsa ve düzen içi bir değişiklik öngörse bile, iktidara karşı adalet ve adil yargı talepleriyle bir politik mücadele yürütmektedir. Formüle ettiği “hak, hukuk, adalet” talebinin propagandasını yapmakta, hatta ajitasyonuna girişmektedir. Üstelik geçtiğimiz yıllarda bu taleple Ankara-İstanbul yürüyüşü bile yapmış ve bitiminde, İstanbul Maltepe’de herhalde ülke tarihinin en kalabalık mitinglerinden birini düzenlemiştir.
CHP’nin dahi propaganda, ajitasyon ve eylem olarak bir dizi etkinlikte bulunabildiği bir talep için devrimcilerin daha gelişkin başka propaganda ve eylem biçimleri bulup geliştirebileceği açıktır. Böyle bir talep için, adil yargılanma talebi için –hele hiçbir mücadele biçimini denemeden– ölme seçeneğini bir çözüm olarak benimseyip uygulamaya koymak savunulabilir olağanlıkta değildir ve ancak inanç düzeyine yükseltilmiş çok özgün bir ideolojik yaklaşım ya da düpedüz bir inanç/iman ürünü olabilir.
“FEDA” EYLEMLERİ
Eskiden, yukarıda örneklerini verdiğimiz türden intihari eylemler bilinir ve yerinde ve zamanında bu tür eylemlere tanık olunduğu olurdu. Ancak son on yıllarda devrimciler ve daha yakın zamanlarda da siyasal İslamcılar tarafından adı “feda eylemleri” takılarak, ölümcül eylemlerin gündeme getirilip uygulanır olduğu biliniyor.
Al Kaide ve IŞİD gibi gözü dönmüş dinci örgütler, “feda eylemleri”ni hem de fazlasıyla abartılı biçimde uyguladılar. Al Kaide’nin en ünlüsü kaçırdığı uçakları 11 Eylül’de New York’taki Dünya Ticaret Merkezi binalarıyla Pentagon’a çarparak 19 cihatçı militanla birlikte patlatması olan eylemi, o güne kadarki uçak kaçırma eylemlerinden farklı olarak “feda eylemi” niteliğindeydi. Bunun gibi pek çok “eylem” gerçekleştirdiler. Alameti farikaları, vücutlarına sardıkları ya da kullandıkları arabalara yükledikleri bombaları kendileriyle birlikte patlatmaları ve amaçladıkları eylemleri gerçekleştirirken kendilerini de öldürmeleriydi. Siyasal İslamcı militanlar kelimenin gerçek anlamıyla teröristtiler ve son derece sadist ve hunharca yöntemler kullanarak, örneğin insanları yakarak ve işkenceyle öldürerek korku salmayı temel bir politik eylem biçimi olarak benimsemişlerdi. Özgünlükleri, “cihat” yaparken öldüklerinde “cennet”e gideceklerine inanmaları ve bu hevesle, gözlerini kırpmadan, hedef aldıkları genellikle sıradan insanlarla birlikte kendilerini de seve seve öldürmeleriydi.
Cihatçı İslamcıların inançları ve inançlarının amacı olan “cennet” ile ölümü seçmek arasında kurdukları kör inana dayalı bağla ölmeyi seçmelerini anlamak kolay sayılabilir.
Tarihin derinliklerinde de İslami terörizmin “feda eylemi” türünden eylemleri yok değildir. Geçmişin ve bugünün İslami “feda eylemciliğinin” ortak özelliği, tümünün, ölündüğünde “cennete gitme” inancıyla bağlantılı oluşudur.
Tarihin tozlu sayfalarındaki İslami nitelikli özdeşleştirilip süblime edilmiş “cennet-ölüm” seçimleri bir yana bırakıldığında, ilginç olan, belirli devrimci yaklaşımlardan türetilmiş feda ve ölüm/şehitlik yüceltisi ve seçimlerinin öncelikli oluşu ve kronolojik olarak güncel İslami-Cihatçı “fedacılığın” sonradan gelmeliğidir.
Devrimcilikle bağlantılı “feda eylemleri”, kitlesel bir zemine sahip olsun ya da olmasın, devrimci amaçlarla başvurulan gerilla savaşlarının küçük grup eylemlerinin bozuşmuş/bozuşturulmuş bir biçimi olarak ortaya çıkmıştır.
Tarihin derinliklerindeki belirli İslami tarikat ve örgütlerle 19. Yüzyılın anarşistleri ve daha özel bir biçimi olan Rus Narodniklerinin suikast vb. eylemleri ihmal edilir, Afrika ve Güneydoğu Asya’daki (Vietnam, Kamboçya, Laos vb.) gerilla savaşları bir yana bırakılarak, son on yıllarla sınırlı konuşulursa, “feda eylemleri”, Filistin ulusal kurtuluş hareketiyle Latin Amerika’da Küba Devriminin ardından kıta ölçeğinde yayılan “gerilla hareketleri”nin üzerinden öykünmecilik ürünü olarak belirmiş, zaman ve mekan bakımından sınırlı kalmıştır. Bu tür eylemler; bir kitlesel temele dayansa bile bireysel terör nitelikli olan gerilla savaşlarının az ya da çok sahip oldukları kitlesel dayanaklarını kaybetmekte ve gerilemekte oldukları koşullara tepki olarak gelişen devrimci solculuğun ya yeni bir atılım yapma kaygısı ya da daha çok, darbeler aldıkları yenilgiye doğru yürüyüş dönemlerinde başvurabildiği eylemler olarak ortaya çıkmıştır. Filistin örgütlerinin uçak kaçırma eylemleri bunların özel bir türüdür.
FARKLI AÇLIK GREVİ ÖRNEKLERİ
Burada bir parantez açarak, öncelikle açlık grevi eylemleri arasında ayrım yapılması ihtiyacı ve tümünün aynı kategoriden olmadığı, ardından da “bireysel terör” eylemleri arasındaki kategorik ayrım ve bu yönüyle farklılıklar üzerinde durulmalıdır.
Öncelikle açlık grevleri. Herhangi eylem biçimlerinin, salt eylem biçimleri olarak, kabul ya da reddedilmeleri Marksizme uzak bir anlayışı ifade eder ve her eylemin kendi kapsamı ve koşullarıyla anlamlanacağı, şurada doğru olanın bir başka yer ve zamanda doğru olmayacağı, çünkü belirli koşullarda sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına uygun düşeceği, ama başka koşullarda tersine gelişmesinin önünü keseceği söylenmelidir.
Somut olarak açlık grevleriyle ilgili olarak da aynı şey geçerlidir. Açlık grevlerinin de genel geçer olarak doğru ya da yanlışlığı ileri sürülemez. Üstelik sadece “feda eylemi” niteliğine bürünmüş “ölüm orucu” biçimindeki açlık grevlerinden de söz edilemez. Türkiye’de de birçok açlık grevi yapılmıştır ve kimsenin aklına tümünün yanlış olduğu ya da yapılmamaları gerektiğini söylemek gelmez. Timtik’inki ilk açlık grevi olmadığı gibi, herhalde sonuncusu da olmayacaktır.
Yüzyılın başında, İngiliz emperyalizmine karşı yöneltilmiş ulusal nitelikli İrlanda 1916 Paskalya Ayaklanmasının ardından açlık grevleri ve grevlerde ölümlere tanık olundu. 1920’de bir belediye başkanının da aralarında olduğu üç İrlandalı Londra yakınlarındaki Brixton hapishanesinde açlık grevinde öldü. Bir yıl sonra, 1921’de, bu kez, ülkenin parçalanmasıyla kurulan “Serbest” İrlanda tarafından hapsedilmelerini protesto amacıyla 8 bin IRA tutsağının başlattıkları açlık grevinde 2 kişi öldü. İkisinde de açlık grevi, “ölüm orucu” olarak başlatılmamış, üstelik ayaklanmanın devamı olarak İngiliz emperyalizmine karşı yürütülmekte olan tamamen kitlesel nitelikli politik mücadelenin amaç ve kapsamıyla bağlı bir parçası olarak ortaya çıkmışlardı.
İngiltere zindanlarında koşullar sözcüğün gerçek anlamıyla bir felaketti. 1972’de kimsenin ölmediği bir açlık greviyle İrlandalılar “siyasi tutuklu” statüsü kazandılar, ancak 1976’da bu statü geri alındı ve tutuklular insanlık dışı koşullarda 5 yıl dışkılarını bile dışarıya veremedikleri hücrelerde tek başlarına yaşamaya zorlandılar ve bu beş yıl sonunda 1980-81 açlık grevlerine gelindi. Adil yargılama zaten yoktu, işkence altında alınmış ifadeler delil sayılıyor ve yargılama kural olanın aksine jürisiz yapılıyordu, bu ancak taleplerden biriydi ve asıl yaşamanın haram edildiği koşulların değiştirilmesi talep edildi. Yine İngiliz emperyalizmini hedefleyen İrlanda ulusal hareketinin Krallıkla sert biçimde karşı karşıya geldiği koşullarda yürütülen ulusal mücadelenin bir parçası olarak, Türkiye’de Bobby Sands’in adıyla bilinen ve Sands ile 9 arkadaşının öldükleri açlık greviyle siyasi statülerini yeniden kazanmakla kalmadılar, ama cezaevinin “H koğuşu” adıyla tam bir işkencehaneye çevrilmiş bölümünde olağan koşullara dönüldü. Yine “ölmek” üzere başlanmamıştı ve greve içeride ve dışarıda yürütülen bir dizi mücadele biçimlerinden geçilerek varılmıştı. İngiliz emperyalizmi Sin Fein’in çok yönlü politik mücadelesiyle, sonunda bir barış anlaşmasını kabule zorlandı.
Türkiye’de de PKK’nin zaman zaman yaygın açlık grevlerine başvurduğu, hatta çeşitli nedenlerle taraftarlarından kendisini yakanların da olduğu biliniyor.
Sonuncusunda milletvekili seçilmiş Leyla Güven’in ölümün eşiğinden döndüğü ve genellikle Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması talebiyle çok sayıda tutuklu tarafından başvurulan açlık grevleri politik bir mücadele niteliğiyle yürütülen ve ulusal hareketin genel politik mücadelesine bağlanan eylemler olarak ortaya çıkmış ve genellikle üzerindeki tecritte bir yumuşama gerçekleşen Öcalan’ın çağrılarıyla sonuçlanmıştır. “Feda” nitelikli olduğundan kuşku duyulamayacak “kendini yakmalar”ın ise, örgütün yönlendirmesinden çok, en uç noktasında yeterince güçlü karşı tutum açıklamamasıyla teşvik edildiği düşünülebilecek taraftarlarının oluşan durumlardan etkilenmelerinin ürünü olarak belirmiştir.
FARKLI MÜCADELE TÜRLERİ
Tümü bireysel terör eylemleri olmakla birlikte genel anlamıyla devrimci terörün şu üç farklı türü birbirinden farklıdır ve net olarak ayrılmalıdırlar. Birincisi, düpedüz gerilla savaşıdır ki, sınıf mücadelesinin de, ama daha çok ulusal kurtuluş mücadelelerinin bir biçimi (silahlı bir biçimi) olarak belirir ve genellikle ya birincisi sonucuna ulaşamayan ama zamana yayılmak zorunda kalan iki ayaklanma arasında ya da hemen ayaklanma öncesinde ortaya çıkar. Çin, Vietnam, 20. yüzyılın başı ve sonunda İrlanda (İRA), özel koşullarıyla Küba gerilla savaşlarıyla, Türkiye’de de Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç dönemlerinde (Çerkes Ethem, Demirci vb. Efeler ve genel olarak Kuvayı Milliye birlikleri ve adı üstünde Kuvayı Seyyare –hareketli kuvvetler–) örnek olarak verilebilir. Yakın dönem örnekleri olarak, dinci niteliğiyle Afganistan’da Taliban’ın yürüttüğü gerilla savaşıyla, Irak’ta 20. yüzyılın ortalarında başlayıp bu yüzyıla kadar süren Barzani ve Talabani’nin başında bulundukları Peşmerge ve PKK’nin yürüttükleri verilebilir. Hiç değilse kitlesel dayanaklara sahip oldukları belirli dönemleriyle, Latin Amerika’da, Uruguay’da Tupac Amaru ve Kolombiya FARC’ın yürüttüğü silahlı mücadele de bu kapsama sokulabilir.
“Feda eylemleri” açısından yaklaşıldığında, bu kategoride bu tür bir anlayış ve eylemler görülmez. Savaşlarda ölümler olmaz değildir, gerektiğinde ölüm kabullenilmiştir de, ancak bunlar, Stalingrad örneğinde üzerinde durulduğu türdendirler.
İkincisi, sözü edilebilir bir kitlesel temele sahip olmadan devrimci iradenin zorlanması ve “bir kıvılcım bütün bir bozkırı tutuşturabilir” varsayımıyla gerilla savaşına dönüşmesi amaçlanarak başlatılan bireysel terör nitelikli küçük grup eylemleridir. Geniş ölçüde Latin Amerika’da görülen bizde de başlıca Denizler ve THKO, ardındansa Mahirler ve THKP-C ve sonradan Kaypakkaya ve TKP-ML, TİKKO hareketleri bu kapsamdadır. Görmezden gelinemeyecek bir kitle temeli üzerinde, ama kitle mücadelesinin üzerinden ve bir biçimi olarak değil, tersine ondan koparak ortaya çıktıkları, buna karşın küçümsenmez bir sempati dalgasına yol açtıkları ve artları sıra belirli bir kitle temeli oluşturduklarını Türkiye örneklerinden bilmekteyiz.
Daha çok Latinlerden dünyaya yayılmış, emperyalizmin yenilebilir olduğuna Küba ve Vietnam başta olmak üzere Asya, Afrika ve Latin Amerika’da sömürge sisteminin çözülüşünde tanıklık edilmesinin bilediği devrimci heyecanla birlikte devrimin yükseliş döneminde mayalanmışlardır. Bir yönüyle devrimci heyecanın da doruk yaptığı, –tek tek ülkelerle birlikte– devrimin dünya ölçüsünde yükseliş döneminin, diğer bir yönüyle ise gerici burjuva egemenlikler ve zorbalıkları karşısında bu zorbalığın açık ya da örtülü destekçisi olan reformizm ve revizyonizmin yasak savmasıyla yürütülüşünde etkili olduğu olağan mücadele yöntemlerin yetersizliğinin abartıldığı “dar ve zor günlerin” aşırı şevki ya da umutsuzluğunun ürünü olan kitle ve kitle mücadelesinden kopuk bireysel terör eylemleri, kısa sürede teorize edilerek, bireysel terörizm ideolojik bir çehreye bürünmüş ve neredeyse bu bozuşma çoğu durumda hareketlerin ilk ortaya çıkışlarıyla zamandaş olarak şekillenmiştir.
Latin ülkelerinin egemenlik ve devlet biçimlerinin oligarşik zorbalığı ama görece güçsüzlüğü ve atak/parlamalı Latin ruh halli yaşam biçiminin politikaya tercümesiyle kolaylıkla silaha el atılması bir arada, Küba zaferinin kolaycı yorumunun da katkısıyla, bir anda hemen bütün ülkeleri silahlı devrimci muhalif hareketlerin kaplamasına götürmüştür.[3] Latin ülkeleri tarihinde de benzer nedenlerle politik mücadelenin kolaylıkla silahlı biçimler almış olması, hatta bu eğilimin Latinlere özgü geleneksel bir biçim oluşturduğu yolunda yorumları besleyip onlarla beslenerek, dünyanın geri kalanına da ihraç edilen bir politik ideolojik akımı güçlendirdi. 20. yüzyılın ikinci yarısının başlarında, ’60’larla ’70’lerde, bir yandan devrimci dalganın yüksekliği, bir yandan da revizyonizmin neden olduğu tahribatın yol açtığı karmaşa ve kafa karışıklığı ortamında bu yönde bir gelişmeye tanık olundu.
Üçüncüsüne ise, sözü edilen dayanakları olan kitlelerden kopuklukla karakterize yapısal bozukluğun, umutsuzluğun yaygınlaştığı, çünkü bir çıkış yolu görebilmenin fazlasıyla zorlaştığı ağır baskı ve kuşatılmışlık koşullarında ikinci ve türev bir bozuşmayla perçinlendiği durumlarda tanık olundu, bu “özel” türde işin çığırından çıktığı biçimlerle karşılaşıldı ve ölümün yüceltildiği daha özel gelişmeler yaşandı. Bireysel terör eylemlerinin ikinci türünün yaşandığı “kahramanlık dönemi”nde de ölümden kaçınılmamış, hatta yüceltildiği şeklinde yorumlara açık tutumlara rastlanmıştır. En bilineni, Che’nin “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacak ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleri, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi.” şeklindeki sözleri ve belirttiği durumdur. Ancak Che de içinde olmak üzere, ondan etkilenerek arkasından yürüyenler ve genel olarak sözü edilen kategoriden eylemleriyle devrimciler, kaçınmamak ve gülerek karşılamakla birlikte ölümü değil yaşamı savunmuş, gerçekleştirme şansları bir yana, yaşanabilir koşulları var etmek için mücadele yürütmüşlerdir.
Oysa “üçüncü kategori” olarak sözü edilen eylemlerle savunucularının gerçeği, pratik hareket ve eylemlilik olarak da, kavrayış olarak da, bırakalım Vietnam ya da Çin’de tanık olunan gerilla savaşlarını, THKO ve THKP-C’nin kötü taklitlerinden ibaret oldukları kadar, onlardan, onlarla birlikte sözleri edilemeyecek kadar farklıdır. Devrimcilikle ilgisini bulma ve ilişkisini kurmanın zorluğu belirgindir. Amaç ve seçtikleri hedefler bakımından da, ilişkileri bakımından da, kolaylıkla halktan olanları hedefler arasına katmaları ve ilgili-ilgisiz insanları ve hatta kendi militanlarını kolaylıkla “infaz” etmeleri bakımından da, halktan kopukluk genel özellikleriyken, halka ve halkın mücadelesine zarar vermekten kaçınmamaları bir yana halka ve kitle mücadelesinin gelişmesine zarar verme ve dağıtıp geriletmeyle karakterize olmaları bakımından da, bırakalım adını andıkları Marx ve Lenin gibi kurucuları Denizler ve Mahirlerden de tamamıyla farklı pozisyondadırlar. Kısa süreli oluşları, parlamalı sönmeli nitelikleri ve tecrit olmakla yetinmeyip kendilerini tüketmeleriyle belirgindirler.
Bir uç örnek, en ünlüsü 1972 İsrail Lod Havaalanı baskını olan uçak kaçırmalarla adını duyuran ve eylem alanı –dünya devrimini savunduğu için– Japonya ile sınırlı olmayan, militanlarının kendilerini tükettikleri Japon Kızıl Ordusu’dur. Kamboçya’da Kızıl Kemerler ve Pol Pot (ve Khieu Samphan) bir diğer ilginç örnektir. Örgüt üstelik eski Kral Norodom Sihanuk’la yaptığı ittifakın ardından kitleseldir ve gerilla savaşıyla iktidarı da ele geçirmiş ve Vietnam’ın açık desteğiyle devrildikten sonra da uzun süre gerilla savaşı yürütmüştür. Ancak büyük bölümü iktidarı koşullarında olmak üzere ülke nüfusunun dörtte birinin ölümünden sorumludur.
Bizde de, örgütsel tüketmenin sınırlarında, iç çatışma ve “ajanlık” suçlamaları da dahil olmak üzere eylemler ve uğradıkları saldırılar dolayısıyla bu noktaya yaklaşan benzer örnekler yok değildir, ve ikisi, adları görece genişçe duyulmuş olanlardır.
Biri Maocudur, Mao’nun “bir kıvılcım bütün bir bozkırı tutuşturabilir” görüşünden hareketle her koşulda silahlı mücadelenin temel olması zorunluluğunu iddia etmiş ve birkaç kişilik gruplarla “gerilla savaşı yürütmek” üzere özellikle kırlarda faaliyet göstermeye yönelmiş, çok sayıda örgüt-içi infaz gerçekleştirmiş, ama intihari eylemler yolundan yürümemiştir.
Ancak diğeri, özellikle 12 Eylül’ün umutsuzluğu körükleyen karanlık günlerinde, tutuklanmış olan lider kadrosu ve militanlarıyla cezaevlerinde sık sık başvurduğu “ölüm oruçları”yla anılır, giderek bu eylem biçimi cezaevlerinin dışında da uygulanır ve ölüme yatanların başlarına bağlanan kırmızı bantlar ve sair ritüellerle İslami terminoloji kullanılıp “şehitlik” adı takılarak ölüm yüceltilir olmuştur.
1960’ların ikinci yarısıyla 1970’lerin hemen başında oldukça özgün biçimde geliştirilmiş bir teorik zeminde hareket eden grup, savunduğu teorik temeli bile bozuşturmuş, teorinin kurucusu ve yürütücülerinden amaç ve hedefleri kadar, anlayış ve eylemleriyle de farklılaşmış, son yıllarda hemen tamamıyla gücünü ve takatini yitirerek, örgütsel dayanaklarıyla kitlelerle ilişkilerinden neredeyse bütünüyle yoksunlaşmış bir salt ideolojik akım halini alarak, politik mücadelenin dışına sürüklenmiştir.
Yine de takipçisi olduğu iddiasını ileri sürdüğü, gerçekten de bireyselliğin ve kitlelerden kopuk mücadelenin inkarı durumundaki teorik temelin üzerinde durmak, Marksizmden uzaklığı göstereceği gibi, “feda eylemleri” türünden türev bozuşmaların da temeline işaret etmesi bakımından yararlı olacaktır.
İDEOLOJİK TEORİK TEMELLER
Teori, Mahir Çayan tarafından, sosyalizmin anavatanında ortaya çıkıp yayılan modern revizyonizm, yalnızca kafaları karıştırmakla kalmayıp SSCB’yi çöküş yoluna sokar ve savunduğu karşı devrimci görüşleriyle –Stalin’i suçlarken– sahip çıktığı ve takipçisi olduğunu ileri sürdüğü Marx, Engels, Lenin’in görüşleri hakkında da kuşkular yayarak Marksizmi tartışılabilir hale getirirken, devrimci dalganın dünya ölçüsündeki yükseliş koşullarında geliştirilmiştir. Çayan’ın bu “tartışılabilirlik”ten yola çıktığı şu yazdıklarıyla kanıtlıdır:
“Oportünizm, her yerde her zaman bilimsel sosyalizmi tahrifte iki metoda başvurur: Ya zaman ve mekân kavramlarını dikkate almadan, Marksizm ustalarının başka tarihi şartlar için ileri sürdükleri ve yaşanılan dönemde eskimiş tezlere dört elle sarılır ve bu tezleri kendi şemasına dayanak yapmaya çalışır. Veya Marksizm-Leninizm’in her şart altında geçerli tezlerini ‘zaman ve mekân değişmiştir, o yüzden geçerli değildir’ diyerek Marksizm’i revize ederler.”[4]
Marksizmin ustalarıyla birlikte onların şahsında kuşkusuz Marksizm tartışma masasına yatıran, M. Çayan, Gueveracılığın da geliştiği sözü edilen modern revizyonizmin kafa karıştırıcılığı ve samimi devrimcilerin onun kefaretini ödeme döneminde Marksizm Leninizmin neredeyse adından başka her görüş ve tezinin, hatta genel teorisinin eskidiği ve modern revizyonistlerin karakteristiğinin bu eskimiş görüşleri savunmak olduğu görüşündeydi. Örnekse, işçi sınıfı içinde parti çalışması ve sınıfın kazanılması ve ittifak çalışmaları vb. yoluyla devrimin hazırlanması ve eskiyen mücadele ve örgüt biçimlerinin yerlerini yenilerinin almasıyla sonunda ayaklanmayla iktidarın alınması mı –hayır, bu “görüş” ya da “devrim modeli” eskimişti ve en çok “II. Bunalım dönemine özgü” idi, artık revizyonistlerce savunulmaktaydı ve uzak durulmalıydı!
Teorisini karakterize eden tüm çalışma tarzı, mücadele ve örgüt anlayışını dayandırdığı emperyalizmin özel bir “dönemi”nde bulunduğumuzu ileri süren Çayan, bu dönemi, “Üçüncü Bunalım Dönemi” olarak tanımladı. Kapitalist emperyalizm birbirini takip eden bunalımlara girmekteydi ve artık bu dönemlerin “üçüncüsü” yaşanmaktaydı ve bundan böyle her şey bu döneme özgü orijinal biçimleriyle ortaya çıkmakta ve böyle ele alınıp uygulanmak durumundaydı.
Bu belirlemesini, Marksizmin bir başka hatalı yorumuyla birleştirdiğinde teorisinin başlıca iki temel dayanağı çatılmış oluyordu. Çayan, Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-50”de işlediği bu ülkedeki sınıf mücadelesinin gelişmesiyle ilgili olarak söylediği “dünya savaşına dönüşür” sözcükleriyle devrimin buradan ilerleyeceğine ilişkin sözlerini devrimlerin dünya savaşlarının sonucu gerçekleşebileceği yolunda ileri sürülmüş bir tez olarak anlar ve kanıtı açısından Marx’ın şu sözlerini aktarır:
“Fransa toplumunun içindeki sınıflar mücadelesi, bütün ulusların karşı karşıya geldiği bir dünya savaşı halinde genişler. Dünya ölçüsünde bir çözüme, dünya pazarına hâkim olan ulusun, yani İngiltere’nin başına bir dünya savaşı dolayısıyla proletaryanın geçmesi sonucunda yaklaşmak mümkündür. Orada bitiminde değil, örgütlenmesinin başlangıcında bulunan devrim, kısa soluklu değildir. Bugünkü kuşak, Musa’nın çöllere götürdüğü Yahudilere benziyor. Fethetmek zorunda olduğu sadece yeni bir dünya değildir, yeni dünya ile boy ölçüşebilecek olan insanlara yer açmak için kendisini feda etmesi gerekmektedir.”[5]
Marx’ın Fransa ile İngiltere arasındaki savaş ve bunun I. ve II. Emperyalist Savaş türünden bir dünya savaşından değil, ama Fransa’nın bağrında gelişen sınıf mücadelesinin burjuvazi ile proletarya arasında dünya ölçeğinde bir savaşa dönüşmesinden söz ettiği tartışmasızdır, ancak Çayan farklı uluslardan burjuvaziler arasındaki bir dünya savaşı olarak anlar. Üstelik zamanın proletaryasının üstlenmesi gereken devrimci göreve gönderme yapmak üzere Marx’ın kullandığı paragrafın bitimindeki “feda gerekliliği”, Çayan tarafından meşaleyi tutuşturacak kendi kuşağının (68 kuşağından devrimcilerin) kendisini “feda etmesi” olarak anlaşılmakla kalmaz, ondan takipçilerine daha da tanınmaz hale getirilerek “feda eylemleri” yüceltisi olarak geçer.
Devrimlerin, Marx’ta bulunduğu sanılan dünya savaşlarının ürünü olacağı yönündeki Çayanca aynı yerde “bilimsel kehanet”[6] olarak nitelenen bu dayanağın iki dünya savaşıyla deneyden geçip kanıtlandığı da düşünülür ve sıra Kruşçev’den alınma[7] bir tezin ileri sürülmesine gelir:
“Emperyalizmin III. Bunalım Dönemi denilen bu dönemde, emperyalist ilişki ve çelişkiler biçim olarak iki temel cephede değişikliğe uğramıştır: 1) Emperyalistler-arası rekabetin (uzlaşmaz çelişkilerin) emperyalistler-arası yeniden paylaşım savaşına yol açması imkânı ortadan kalkmıştır. 2) Emperyalist işgalin biçimi değişmiştir.”
Ve devam eder:
“Nükleer vurucu güçlerin dünya çapında erişmiş olduğu seviye ve de esas tayin edici olarak da, dev dünya sosyalist bloğunun varlığı, emperyalistler-arası had safhaya ulaşmış olan uzlaşmaz çelişkilerin ekonomik plandan askeri plana sıçramasına engel olmaktadır.”[8]
Ona göre, eskiden krizler savaşlarla aşılırdı ve artık nükleer silahlar dolayısıyla savaşlar olanaksız hale geldiğinden krizler de aşılamamakta ve bu nedenle “sürekli” hale gelmekte ve bu da devrimci durumu “sürekli” kılmaktadır!
Devrimler artık dünya savaşlarının sonucu olamayacağına göre, devrimci olana düşenin, devrimlerin önünü açmak olduğu ileri sürülür. Marksizm-Leninizm ve devrim öğretisi de içinde olmak üzere tüm tezlerinin III. Bunalım Dönemi öncesinde geçerli olduğu düşüncesiyle Mahir, devrimlerin uzun evrim dönemlerinde hazırlanmasının artık gerekli olmaktan çıktığını, “evrim ve devrim dönemlerinin iç içe geçtiğini”, eskiden olduğu gibi uzun evrim dönemlerinde “Almanca konuşma zorunluluğu”nun tarihe karışarak, bundan böyle “Fransızca konuşma” ve silahı ele almanın zorunlu olduğu sonucuna varılır. Artık bir dünya savaşı ve ürünü olacak devrimler çağı kapandığına göre, Leninist parti kadar onun işçi sınıfı içinde çalışması ve iğneyle kuyu kazar gibi devrimi hazırlaması, dolayısıyla devrim teorisi ve Leninist taktikler ve çalışma tarzı ile mücadele ve örgüt biçimleri de eskimiştir Çayan’a göre ve yenileri ihtiyaç halindedir.
Lenin’in devrimin objektif ve sübjektif şartları üzerine yazdıklarını ve örneğin “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı”nı tabii ki okumuş olan ve bilen Mahir Çayan’a göre, Leninizm, Marksizme göre zaten daha “voluntarist”tir ya da “voluntarist yan ağır basar”; emperyalizm bütün ülkeleri emperyalist zincirin halkalarına dönüştürdüğü için artık devrimler açısından üretici güçlerin gelişme düzeyi önemli olmaktan çıkmıştır ve “bütün ülkelerde devrimin objektif şartları mevcuttur” ve devrim “emperyalist sistemin en zayıf olduğu ülkede yapılacaktır.”[9] Ve “Leninist devrim teorisinde, ihtilalci inisiyatifin rolü (emperyalist dönemin özelliklerinden dolayı) Marx ve Engels’inkilerine kıyasla çok daha ağırlıklıdır. Emperyalist dönemde, devrimlerin maddi temeli hazır olduğu için, meseleyi çözmek ihtilalci inisiyatifin uygun zamandaki atılımına kalmaktadır.”[10]
Artık devrimi hazırlamak için uğraşarak beklemeye gerek yoktur, irade bağlıdır, istendiğinde “meseleyi çözmek ihtilalci inisiyatifin atılımına kalmaktadır”. Geri kalanı, teknik vb. hazırlıklar konusudur, “uygun zaman”, bu öznel hazırlıkların tamamlandığı zamandır!
Çünkü artık mücadele, Marx ve Lenin’de olduğu türden kitle mücadelesinin ilerletilmesi için kitlelerin acil taleplerinden hareket eden bir parti çalışmasına ihtiyaç duymamaktadır ve zaten devrim son tahlilde ve soyut olarak hala “kitlelerin eseri” olarak kalsa bile, “iç içe girmiş evrim ve devrim dönemleri”nin orijinalitesi olarak her koşulda kitlelerin mücadelesi ilerletilmeye çalışılarak devrim hazırlanacak değildir. Bu Marksizm-Leninizmden açık bir sapma oluşturan Çayan’ın teorisinin temel dayanağı olan fikirlerden önemli biri, artık devrime temel oluşturan çelişkilerin de farklılaşmış oluşudur. Artık çelişme, emek ve sermaye ve emperyalizm ve işbirlikçi gericilikle halk arasında değildir örneğin ya da sadece dilin ucuyla “oligarşi ile halk arasında”dır; aslında “Ülkemizdeki baş çelişki, oligarşi ile halkımız arasındadır. Bunun pratikteki görünümü, halkın devrimci öncüleriyle oligarşi arasındadır.”[11] Pratikte ne yapacaksa “devrimci öncüler” yani “kahramanlar”[12] yapacaktır!
Varılan nokta “Öncü Savaşı”dır. III. Bunalım Dönemi’ne özgüdür. Bu dönemde silahlı propaganda temel mücadele biçimidir ve izlenecek olan “politikleştirilmiş askeri savaş stratejisi”dir! Bu yönden bir dizi tez ileri sürülür.
Çelişmenin tarafı halk olmasına rağmen, hem halk bu durumu fark edememektedir hem de üzerinde baskı çok yoğun olduğundan harekete geçememektedir, zaten “sürekli” kriz ve devrim durumu dolayısıyla her şey çözümsüz kaldığından “oligarşi ile halk arasında bir suni denge” oluşmuştur ve bunun kırılması devrimci öncünün işidir.
“Öncü”, elbette işçi sınıfı falan değil, ama o da içinde olmak üzere halkı harekete geçirmek üzere silahlı propaganda eylemleri düzenleyerek gerçek durumun görünür kılınmasını, aslında devletin güçsüz ve içi kof bir güç olduğunun açığa çıkarılmasıyla umutsuzluk ortamının[13] kırılmasını ve halkın sahaya inmesini sağlayacak –ve tabii ki işçi sınıfının dışında örgütlenmiş– olan “devrimci öncü”dür, “silahlı propaganda” yürüten devrimci örgüt ve militanlarıdır. Mahir, “bilincin dışarıdan verileceğini” Lenin’in Ne Yapmalı’da açıkça söylediğini belirtir, ama sınıf bilincinin, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin dışından, yani politik mücadele alanından verilebileceğini ve hele Lenin’in aynı kitabında “heyecanlandırıcı terör eylemleriyle bilinç taşınabileceği” fikrini sert olarak eleştirdiğini ve bu işin işçi sınıfının tamamen dışından, aydınlar ya da devrimci örgüt eliyle gerçekleştirilemeyeceğini vurguladığını atlar!
“Devrimci öncüler” her zaman temel olması gereken silahlı eylemleriyle oligarşi ile halk arasındaki “suni denge”yi sarsıp bozacak (ya da kıracak) ve “bilinçlendirerek” “uyandıracağı” halk “tribünden” seyrettiği oligarşiyle öncüler arasındaki bu mücadele sonucunda sahaya inerek devrime katılacak ve noktayı koyacaktır!
Mahir Çayan, silahlı propagandanın gerekliliği görüşüne gelmekte olduğu süreçte işçi sınıfı içinde çalışma ve kitle mücadelesi yürütülmesi ihtiyacından tamamen kopmamıştı ve bu yönde görüşler savunuyor ve kadro istihdam ediyordu. Ancak o da THKO gibi, eylemleri sürecinde kitlelerden bütünüyle kopmaya ve kitle mücadelesini savunup katılma perspektifini tümden boşlamaya yöneldi. Mahir Çayan’ın Maltepe Cezaevinden kaçtıktan sonra kendisini arkadaşlarıyla birlikte Kızıldere’ye götüren süreçte kaleme aldığı Kesintisiz Devrim broşürün “Üçüncü” ve son bölümü “öncü savaşı” ve dayanaklarına ilişkindir ve karanlık dönemin görece “umutsuz” kaçma-kovalama koşullarının ürünü olduğu söylenmelidir.
Örneğin “öncü savaş”, Mahir’de “oligarşiyle öncüler arasında”dır, ama “ekmek fırınları”yla “konfeksiyon atölyeleri” ve “daktilo tamirhaneleri”nin hedef alınmasına kadar varılır:
“Mecidiyeköy ve Gülbağ’da sivil faşist birer üs konumundaki bir ekmek fırını, konfeksiyon atölyesi ve daktilo tamirhaneleri molotoflanarak tahrip edildi. Bağcılar Yenimahalle Mustafa Kemal Caddesi’ndeki market ve nalburiye, DHKC/Liseli Dev-Genç tarafından dağıtıldı. Gazi Mahallesi Dörtyol’da faşist bir odak molotoflanarak tahrip edildi. Devrimci Halk Güçleri adına gazetemizi arayan bir kişi ‘Dörtyol’da polis ve sivil faşistlerle işbirliği yaparak, halkı ihbar eden, Celal’in Yeri adlı cafeyi molotofladık, başkomutanımızın emirlerini bekliyoruz’ dedi.”[14]
Devrimi “yaparak” oligarşik devleti halkın değil ama kendilerinin yıkacağı iddiasında olan yeni “önderin” yazdıkları da şöyle:
“Silahlı mücadeleyi, gerilla savaşını, uzun süreli halk savaşını esas almayarak, bu mücadele dışında, ajitasyon-propaganda ile kitleler içinde örgütlenerek ve özellikle de işçi sınıfı içinde çalışarak, daha çok işçi grevleri ve direnişler temelinde kitle eylemlerinin örgütlenmesi ile, krizin derinleştiği bir anda, kitleleri topyekun ayaklandırarak, burjuva iktidarını alıp, devrimci iktidarı kurmak isteyenler, tamamen farklı bir çalışma tarzını esas alırlar. Bu çalışma tarzında hiçbir silahlı eyleme ve gelişime yer yoktur denemez. Bu stratejinin savunucuları da zaman zaman silaha başvurur. Son aşamada ise, kitlelerin silahlı olarak iktidarı alması hedeflenir. Ama silahlı mücadelenin temel olduğu tespitinin yapıldığı, politikleşmiş askeri savaş stratejisi çizgisinin esas alındığı bizim gibi ülkelerde, silahlı mücadele olgusu baştan beri süreci belirliyor olup, partinin tüm çalışma alanlarının temel hedefi ideolojik ve örgütsel, kültürel yapının harcı olup, her şey ile savaşa göre biçimlenmişti… Bizim gibi ülkelerde, Sovyetlerdeki örgütlenmeyi taklit etmek hiçbir zaman devrime götürmez ve devrimi engelleyen bir işlev görür. Biz silahlı savaşı daha baştan öncü gerilla biçiminde şehirde ve kırda, birleşik devrimci savaş perspektifi ile Gerilla Ordusu’ndan, Halk Ordusu’na doğru uzanan bir çizgide ele alıp, oligarşik devleti yıkmayı düşünüyoruz.”
“Bizim gibi emperyalizmin III. bunalım döneminin yeni-sömürge ülkelerinde, mevcut tarihsel koşullarda, öncü savaşı aşamasında, silahlı propagandanın temel mücadele biçimi olması, hedefleri, karakteri ve siyasi sonuçları itibariyle, II. Bunalım dönemi halk savaşlarında başvurulan silahlı propagandayla nitel bir farklılık gösterir. Yani, silahlı propagandanın temel mücadele biçimi alınarak, öncü savaşının sürdürülmesi, içinde bulunduğumuz tarihsel koşulların bir gereğidir.
“… Ülkemizde politik kitle mücadelesinin temel metodu, silahlı propagandadır. Kitleleri örgütleyip bilinçlendirmek için başvurulan diğer politik kitle mücadeleleri ve ekonomik-demokratik hareketler, –miting, yürüyüş, grev, gazete, broşür, afiş, vb.– silahlı propagandaya tabidir.”[15]
Ve “öncü savaşı” öylesine bir taktik süreç de değil, ama stratejik bir aşama olarak konur:
“(Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi), iki ana evreden geçerek tamamlanacaktır. Birinci aşama, kitleleri politize ederek savaşa dâhil etmek için, proletaryanın savaşçı partisinin silahlı propagandayı temel alarak yürüttüğü ve düzenli ordular aşamasına kadar sürecek olan öncü savaşıdır. (…) Halk savaşını, temel çelişmenin çözüleceği bir dönem olarak kabul edersek, öncü savaşı da bu dönem içinde taktik bir aşama olarak değerlendirilir. Fakat bu taktik aşama, alelade, belirli bir somut siyasi durumda başvurulacak taktiğe değil, kendi içinde hedefleri ve mücadele çizgisi olan –stratejik önemde– bir aşamaya denk düşer. Bu bakımdan, öncü savaşını, politik ve askeri hedefleri açısından, ‘stratejik bir aşama’ olarak değerlendirmek yanlış olmaz.”[16]
Az-çok ortalama koşullarla yürüyen devrimci mücadelenin yükseliş dönemlerinde fazla sorun çıkmaz, 20 milyona yaklaşan bir işçi sınıfına sahip de olsa hala önemli ölçüde bir küçük burjuvalar ülkesi olan Türkiye’de parlamalı sönmeli öfkelerini bileyecek mücadeleye teşvik edici koşullar oldukça örgüt militan derlemeyi ve eylemlerini sürdürür. Darbeler ve halka yönelik saldırganlığın tırmandığı karanlık koşullarda, mücadelenin durgunluk ve gerileme dönemlerinde örneğin, umutsuzluğun yayılmasına paralel olarak tabii ki hala devrimci görünümlü ama umutsuzluktan kaynaklanan eylemler gündeme gelme eğilimi gösterir. Giderek mücadele etme ve direnmenin ölmeyle özdeşleştirilmesi baş gösterir olur. “Feda eylemleri”ne varılır. Umutsuz silahlı eylemlerde ve “ölüm oruçları”nda “feda”, –adı “öncü savaş”, “politikleştirilmiş askeri savaş” ya da her ne takılmış olursa olsun umutsuzluğun teorizasyonu olan kitlelerden ve kitle mücadelesinden kopuk küçük grup eylemleri ya da düpedüz bireysel terörizmin iyice zorlaşan mücadele koşullarındaki ürünüdür.
Tartışmasızdır ki, böylesi “feda eylemleri” ile varılacak yer yoktur!
Ve son olarak, belirtilmelidir ki, özellikle “feda eylemleri”ni kapsayarak ve Mahirlerin mücadelesinin hem kavrayış hem de pratikte bozuşturulmasıyla yürütülen, M. Çayan’a atıfla “öncü savaş” olarak tanımlanan ve kitle mücadelesinin yerine geçirilen “öncü devrimcilerin mücadelesi”, ideolojik olarak her koşulda ihtiyaçlarıyla birlikte reddedip yok saydığı kitle mücadelesinin önünü kesicidir, pratikte ise, son derece özel koşullar bir yana, kitle mücadelesini ve halk hareketini zora sokup geriletir.
[1] Pelin Ünker, ©Deutsche Welle Türkçe, 04.06.2020
[2] Raporlardan biri, “Beyanları mahkumiyet kararına esas alınan İ.Ö. isimli tanık hakkında ‘halüsinasyonlar ve sanrılar yaşamasının olası’ olduğuna dair psikolojik değerlendirme raporu”. (Bkz. https://www.google.com/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=&ved=2ahUKEwif0uPl5uPrAhVSSxUIHTvNCSQQFjADegQIARAB&url=https%3A%2F%2Fm.bianet.org%2Fbianet%2Finsan-haklari%2F228434-ebru-timtik-ten-yargitay-a-kadrolu-tanik-itirazi&usg=AOvVaw03mHPb3a6QqqiN5VYHwLGa)
[3] Türkiye’nin koşulları farklıdır; merkezi ve güçlü devletlere sahip olunmuş bir tarihsel arka plan ve silahlı birlikleriyle devlet örgütlenmesi, sözcülerinin “biz muz cumhuriyeti değiliz”, “burası kabile (ya da çadır) devleti değil” övünmelerinde yansıdığı gibi güçlüdür ve silahlı muhalif hareketlerin kolay zafer umudu vaat etmeyişi, Türkiye’de silahlı hareketlerin teorizasyonunda, göreceğimiz gibi, “suni denge” ve “öncü savaş” türünden “özel” tezlerin geliştirilmesine götürmüştür.
[4] Mahir Çayan, Bütün Yazılar, Atılım Yayınları, sf. 230
[5] Mahir Çayan, agy, sf. 245, aynı pasaj için bkz. Marks-Engels Seçme Yapıtlar Cilt I Sol Yayınları.pdf, sf. 329
[6] Marx’ın kehanetinin önce devrimin İngiltere’de olacağı ve proleter devriminin bütün Avrupa’daki ülkelere yayılacağına ilişkin kısmının gerçekleşmediği bilinen bir gerçektir. Fakat burada önemli olan kapitalist ülkelerarası bir dünya savaşının proleter devrimine yol açacağının kâhince gözlenmesidir.” (M. Çayan, agy. sf. 244-245
[7] M. Çayan, şüphesiz Kruşçev ve revizyonizmi eleştirmekteydi, ancak döneme ilişkin Çayan’ın sol tez önerileriyle Kruşçev’inkilerin teorik temelleri ortaktı. “Nükleer silah dengesinin savaşları önlemekte olduğu” tezinin yanı sıra Kruşçev, dünyanın, kapitalist ve sosyalist bloklar arasında barış içinde bir arada yaşama ve yarışla karakterize olduğunu, Türkiye gibi ülkelerin “kapitalist olmayan yolu” izleyerek, bu yarış sürecinde barışçıl yoldan sosyalizme geçeceğini ileri sürmekteydi. Çayan ise, tezi kabul ediyor, yalnızca tezin sonuçları bakımından Kruşçev’den ayrılarak, bu durumda silahlı mücadelenin temel alınması gerektiğini ileri sürüyordu.
[8] agy, sf. 303-304
[9] agy, sf. 263. Burada önemli olan, devrimcilerin ve devrimci çalışmanın katkısıyla devrimin olacağı ya da patlak vereceği değil ama “yapılacağı”dır ve yapacak olanlar da, şüphesiz ki göreceğimiz gibi, işçi sınıfı ve halk değil ama devrimciler ya da “öncü savaşçılar”dır!
[10] agy, sf. 264
[11] agy, sf. 344
[12] Denizler ve Çayanların döneminin aslında bir “kahramanlar” dönemi olduğu söylenmelidir. Bu, “kahramanlık” ideolojisinin bir olumsuzlanması olarak da söylenmemektedir. Kavrayışın eleştirilebileceği kuşkusuzdur, ancak antik Yunanın Heraklesler dönemi gibi, durumun kendisi budur. Ancak kahramanlığın teorizasyonu tabii ki bir olumsuzluk olmuş ve takipçilerince benimsenip uygulanması ya da taklidi, ölüm oruçlarında devrimcilerin kendi yaşamlarına son vermeleri türünden abartılı ve trajik sonuçlara götürmüştür.
[13] Bu durum ya da bu tür koşulların varlığı “suni denge” olarak tanımlanmıştır.
[14] 8 Nisan 1995 tarihli Kurtuluş Dergisi
[15] Devrimci Sol Dava Dosyası, Tasfiyecilik ve Devrimci Çizgi, sf. 49
[16] agy, sf. 41