Arif Nacaroğlu

Enerjinin olduğu yerde siyaset, kirli, hatta kanlı siyaset vardır.

Prof. Dr. Tolga Yarman

GİRİŞ

Dünya tarihi boyunca enerji savaş nedeni olmuştur. İnsanın insana yaptığı eziyetin en önemli sebebidir insanın köleleştirilerek onun gücünü elitlerin çıkarları için kullanmak istemesi. Buhar makinesinin bulunmasıyla, bu vahşi ve can sıkıcı sömürünün, insanı insandan, sevdiklerinden, ülkesinden ayıran 5 bin yıllık bu çirkin düzenin sona ermesi umudu ne yazık ki çok üzün sürmedi. İlk buharlı makinelerin yüklendiği iş, tüm insanlık için refah ve mutluluk kaynağı olacağı düşünülürken, daha ilk andan kol gücü ile çalışan insanları işsizlik ve yoksullukla karşı karşıya bıraktı. Bilimin, buharla başlayan enerji dönüşümü ile ilgili yoğun çalışmalarının bugün çeşitlenerek hayal bile edilmesi güç bir seviyeye yükselmesi, belki insanların yaşamını kolaylaştırdı ancak ortaya çıkan artı-değer pastasının oldukça büyük bir parçası yine eski dünyada olduğu gibi sömürenlerin ceplerine akmaya devam ediyor. Bununla birlikte bu durum gezegenimizin yaşanabilir olma güzelliğini de tehdit etmeye başladı. Bugün gezegenimizin kütlesinin binde iki buçuğunu kullanıyor olmamız, büyük ısı deposu olan dünyanın yaklaşık 6400 kilometre derinlikteki merkezine henüz 5 kilometre yaklaşabilmiş ve geride delmemiz gereken daha 6395 kilometre olması en azından şimdilik gezegenimizin köküne kibrit suyu dökemeyeceğimiz anlamına geliyor ama insanlık insana daha yakışır bir düzen kuramazsa birkaç kuşak ötedeki torunlarımızın torunları bu işi de becerecekler gibi görünüyor. Eğer dünya yok olmadan önce insanlık yok olmazsa.    

Yazıya, “enerji bir insan hakkıdır ve tüm insanların temel ihtiyaçları için yeterli enerjiye güvenle ve ücretsiz ulaşmasını sağlamak sosyal devletlerin temel görevi olmalıdır” diye başlamak, her şeyin kutsanmış “piyasa” şartlarına göre tasarlandığı ama esasen FORBES dergisinde çirkin bir şekilde itiraf edilen dünya servetine ve emeğine çöreklenmiş birkaç ailenin ve şirketin ve onların hesabına çalışan saldırgan devletlerin esir aldığı dünyamız şartlarında fazla hayalci bir istek gibi algılanabilir. Ancak, ne yazık ki kendi celladını seçen aldatılmış halkların top yekun mücadelesi bu temel sorunu belki temelden halledecektir. Bugün süregelen savaşların, işgallerin, katliamların tam merkezinde yer alan enerji sorununu üretimden tüketime tüm aşamalarında kamunun sahipliği ile çözmek, ezilen, sömürülen halkların zaferi yolunda atacakları en önemli adım olacaktır.

Refah ve mutluluğun temel gereksinimlerinden biri olan suya, elektriğe ve top yekun enerjiye ulaşabilmek bugün dünyanın neredeyse 5’te biri için halen çok uzakta görülmektedir. Daha da üzücü olanı bu bölünmüşlük ve yoksunluğun hücrelerimize kadar dağıtılmış olmasıdır. Gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler diye sınıflandırılan birçok ülkede bile halk pahalı enerjiye ulaşmakta zorlanmaktadır. Dünya enerji kaynaklarının üzerine çöreklenmiş şirketler bir yandan devletleri yönetmekte diğer yandan doğal kaynakları iştah kabartan ülkelerin servetini talan etmekle meşguldürler ve bunu insan hayatını hiç önemsemeden, asla paylaşmaya yanaşmadan yapmaktadırlar. Böyle giderse ve halklar bu saldırgan emperyalist şirketlere dur diyebilmenin bir yolunu bulamaz ve kendi sistemlerini kuramazlarsa, korkarız yakın zamanda, şimdilik teknoloji ile elde tutmaya çabaladıkları ama asla engellenemeyeceğine inandığımız güneş ve rüzgar enerjilerini de ele geçirmek için bir yol bulacaklardır. İyilikle veya kötülükle. Doğrudan müdahale ederek veya kendini ortak sanan, enerjide dışa bağımlılığı yüzde 70’lerin üzerine çıkartan, özelleştirme yalanıyla enerjinin üretimi, iletimi ve dağıtımı aşamalarını siyasi çıkar sağladıkları yabancı ortaklı “milli”(!) şirketlere pazarlayan işbirlikçi yönetimleri koruyup, şişirip, kollayarak.

Bu yazıda dünyanın ve ülkemizin 2020 enerji görünümü ile ilgili kısa bir değerlendirme yapmayı ve halkımıza umut olarak müjdelenen doğalgaz keşfinin(!) önemini ele almaya çalışacağız.

BİRİNCİL ENERJİ KAYNAKLARI

İnsanlığın ilk farkına vardığı birincil kaynak hiç şüphesiz güneştir. Bizim
zaman kavramımız ölçüsünde sonsuz sayılabilecek nükleer enerjisini bize ısı ve ışık olarak gönderen güneşi günümüzde en çok kullanılan enerji şekli olan elektrik enerjisine dönüştürmemiz için Edison’un ilk ampulünden sonra epey bir yıl geçmesi gerekmiştir. Burada güneş, rüzgar, hidrolik (su) gibi dünya yüzeyinde ve atmosferde saklı enerji ile birlikte kömür, petrol, doğalgaz gibi dünyanın yer altı enerji kaynakları ile ilgili son durumuna da göz atmaya çalışacağız. Biyoenerji, biyokütle gibi enerji kaynaklarının dedelerimizin tezek ısıtma sistemlerinden alıntılayarak gelişen sistemlere de değinmeye çalışacağız.

Uluslararası Enerji Ajansı’nın Dünya Enerji Görünümü başlıklı raporu[1] ile 2018 yılı için yapmış olduğu değerlendirmede dünya enerji arzında ilk sırayı 4 buçuk milyon ton eşdeğeri petrol (TEP) ile petrol almaktadır. Bu miktar toplam arzın neredeyse 3’te 1’ine karşılık gelmektedir. Toplam fosil yakıt arzı da toplam arzın yüzde 81’i civarındadır. Buna ilave kaynak olarak kullanılan rüzgar, güneş, biyokütle, hidrolik, nükleer gibi kaynaklar da kalan yüzde 19’u karşılamaktadır. Yani dünya halen enerji üretimi için büyük oranda yer altı kaynaklarını kullanmaktadır. Uluslararası Enerji Ajansı’nın hazırladığı 2018 yılına ait birincil enerji kaynak arzını gösteren dağılım Şekil 1’de gösterilmiştir.

Şekil 1. 2018 Yılı Dünya Birincil Enerji Arzında Kaynakların Payı

Kaynak: Uluslararası Enerji Ajansı, “World Energy Outlook 2019”

Yeni kaynakları (rüzgar, güneş gibi) kullanabilecek teknolojilerin bulunması ve geliştirilmesi son yıllarda arz payındaki petrol kullanımının payını önemli ölçüde düşürmüş ancak bunun yanında ne yazık ki, atmosferimiz için en büyük tehditlerden biri olan kömür kullanımını önemli ölçüde arttırmıştır. İlgi çekici olan, petrol ile birlikte kullanımı azalan diğer kaynağın da nükleer enerji olmasıdır. Bunda sadece güneş ve rüzgar enerjilerinin kullanılmasının önünün açılması değil, doğal gazın da enerji kaynağı olarak dünya üretiminin neredeyse 4’te birini karşılayacak düzeye çıkmış olması etkilidir. Dünya Enerji Ajansı’nın ileriye dönük öngörülerinde de, ki geleceğe dönük projeksiyonların genellikle doğrusal yaklaşımlarla elde edildiği göz önüne alınırsa, 10 yıl sonra kömür kullanımı yüzde 66, petrol kullanımı yüzde 33, nükleer enerji yüzde 19, doğal gaz yüzde 87 artacaktır. Güneş, rüzgar, hidrolik gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının (YEK) kullanımı toplam içerisindeki payı artarak yüzde 16’ya ulaşacaktır. Bu öngörü bile bize, fosil yakıt kullanımının bugün yüzde 80 olan oranının 10 yıl sonra ancak 3 puan düşerek yüzde 77’ye düşeceğini ve ne yazık ki özellikle yer altı kaynaklarının iştah kabartan varlığının emperyalist ülkelerin himayesindeki şirketlerin yoksul topraklara saldırmasını yavaşlatmayacağını göstermektedir. Dünya Enerji Ajansı raporunda her ne kadar 10 yıl sonra yüzde 77 fosil yakıt kullanımı öngörülüyor olsa da bu oranın daha şimdiden insanlığın felaketini hazırlayan küresel ısınmayı daha da şiddetlendireceği ve belki 10 yılda değil ama en azından 15-20 yıl içerisinde en fazla yüzde 60 olmasını sağlayacak YEK’nın etkin kullanımının zorunlu olduğu da belirtilmektedir.

Dünya enerji kullanımından büyük pastayı yaklaşık yüzde 16 ile tabi ki ABD almaktadır. Yapılan hesaplamalara göre 20 yıl içerisinde bu oran yüzde 12’lere düşecektir. Bu düşüş kullanımdaki azalmadan çok diğer ülkelerin enerjiyi daha çok kullanacak olmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin gelişen Hindistan’ın enerji ihtiyacını yirmi yıl içerisinde yüzde 100 arttıracağı öngörülmektedir. Zaten geçtiğimiz 20 yıl içinde enerji kullanımını 3’e katlayan Çin’in de gelecek 20 yıl içerisinde ihtiyacını yüzde 25 daha arttıracağı hesaplanmaktadır. Yirmi yıl içerisinde Çin, Hindistan, Asya Pasifik, Afrika, Ortadoğu, Güney Amerika gibi görece geri kalmış ülkelerde enerji kullanımının artacak ama Kuzey Amerika, ABD, Avrupa, AB gibi gelişmiş ülkelerde enerji kullanımının düşecek olması ne yazık ki fosil yakıt zengini bu ülke halklarının refahının artacağı anlamına gelmekten çok Batı’nın enerji yoğun üretim maliyetli fabrikalarını bu yoksul ülkelere kaydırarak onların havalarını, suyunu, doğalarını kirletecekleri anlamına geliyor.

Dünyanın görünümü aşağı yukarı böyle iken bunun ülkemize yansımaları da farklı değildir. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığının yayınlarına bakıldığında[2], Türkiye’nin toplam enerji arzı yaklaşık 145 milyon TEP’tir. İlk sırayı yüzde 30 ile petrol almaktadır. Petrolü yüzde 29 pay ile doğal gaz ve yüzde 29 pay ile kömür izlemektedir. Yani ülkemiz enerjinin yüzde 90’a yakını halen fosil yakıtlardan kalan yüzde 10’luk kısım da hidrolik, rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanmaktadır. Son 20 yıl içerisinde kömür kullanım oranında (yaklaşık yüzde 30) bir değişiklik olmamış ancak doğal gaz kullanımının yüzde 16,5’ten yüzde 29’lara çıkmış, bu da petrol kullanımını önemli ölçüde (yaklaşık yüzde 13) azaltmıştır. Petrol, doğalgaz ve kısmen de kömürde dışa bağımlı olmamız ve bu kaynakların ithal ediliyor olması ülkemizin enerji bağımlılığı için en önemli sorunu oluşturmakla beraber daha acısı ülkemizin taşını, toprağını, ormanını, ovasını talan ederek kurduğumuz su barajları ile elde ettiğimiz enerji son yirmi yılda sadece bine 3 artmıştır. Geçen 20 yıla rağmen yenilenebilir enerji kaynaklarındaki artış sadece binde 6 olmuştur.

Türkiye’nin enerji arzının ne kadarını öz kaynaklarından karşılayabildiği ile ilgili veriler hiç de ümit verici değildir. 30 yıl önce 1990 yılında yaklaşık 53 milyon TEP olan enerji ihtiyacının yüzde 48’ini kendi öz kaynaklarından karşılayabilen ülkemiz güneş ve rüzgar gibi insanların ortak kaynağı olarak kullanılabilecek yenilenebilir kaynakların geliştirilmesine rağmen bugün ihtiyacının ancak yüzde 27,5’ini öz kaynaklarından karşılayabilmektedir. Enerji ihtiyacı 30 yıl içerisinde 3 kat artmıştır. Bu artışın refahın artıyor olması ile ilişkilendirilmesi aşırı iyimserlik olur. Son 20 yılda gelişmiş batı ülkelerinin yüksek enerji gerektiren demir, çelik, çimento, metal sanayilerini az gelişmiş ve gelişmekte olduğunu sanan ülkelere kaydırmış olması bu artışın önemli sebebidir. Her köye elektriğin gelmiş olması bu ölçüler içerisinde olsa olsa devede kulak olabilir. Türkiye’de kullanılan enerjinin 4’te biri sanayide, beşte biri de ulaştırmada kullanılmaktadır. Hane halkına düşen pay yüzde 15 civarındadır. Türkiye kendi kaynakları ile üretebildiği yüzde 27,5’lik enerjisinin yüzde 40 kadarını yerli kömür ile üretmektedir. Rüzgar, jeotermal ve güneşin payı da yerli üretimimizin yüzde 29’unu, hidrolik santraller de yüzde 13’ünü karşılamaktadır. Yerli petrol ile ürettiğimiz enerji yüzde 7,5 civarındadır.

Şekil 2. 2018 Yılı Türkiye Birincil Enerji Arzında Kaynakların Miktar ve Payları

Kaynak: TMMOB 2020 Enerji Raporu ve EPDK 2019 Aralık Ayı Doğal Gaz Sektör Raporu

Konu enerji ve enerji maliyeti olduğunda yüzde hatta binde birlerin dahi tabi ki önemi vardır, ancak enerji maliyetine sadece lira ya da dolar gözü ile bakılamaz. Ne yazık ki her enerji kaynağının elde edilmesi ve tüketilmesi yeryüzü için bir kayıp anlamına gelmektedir. Isı farkı olarak tanımlanabilecek enerji tükendiğinde ve tüm evrenin ısısı eşitlendiğinde (mutlak hareketsizlik) her şey bitecektir ama tablolardaki rakamları değiştirmek için en azından birkaç yüzyıllık yakın geleceğimizi talan ediyor olmamız düşündürücüdür. Bu nedenle enerjide karar alıcıların diğer faktörleri göz ardı ederek sadece ve ne olursa olsun daha fazla enerji üretimine odaklanmış olmaları enerjide yerli üretimin arttırılmasının yanında, kolay ve büyük parasal kazançların tanıdık ceplere akması çabası olarak da yorumlanabilir. Binlerce genç ve küçük firma kendi ölçülerinde güneş santralleri kurmaya çabalarken pastanın büyüğünün (hatta tamamının) “bizden” firmaya verilmiş olması hiç şaşırtıcı olmamıştır.

Enerji büyük oranda rüzgarda serinlemek, güneşte bronzlaşmak dışında dönüştürülerek kullanılmaktadır. Elektrik enerjisine dönüştürülecek petrol, doğal gaz, kömür gibi fosil kaynakların dönüşümü için termik sistemler kurulmalıdır ve ne yazık ki bu dönüşüm sistemlerinin atmosfere yaydığı zehirli atıklar ve gazlar nedeniyle dünya atmosferinin nefes alınamaz şekilde kirleneceği ve insanlık için felaketin kapısının açılacağı artık herkesin (Trump ve petrol şirketi sahibi arkadaşlarının dışında) ortak düşüncesidir. Bu düşünce, düşünce olmaktan öte bilimsel olarak ölçülmüş bir gerçektir. Her şeye rağmen ne yapılması gerektiğine ilişkin öneriler çeşitli bilim insanları, mühendis odaları, çevre toplulukları gibi örgütlerce yapılmaktadır. Bazen de kamuoyu baskısı ve insanlığa karşı olan utanma duygusu ile resmi kurumlar bile doğru öngörü ve tavsiyelerde bulunabilmektedirler. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti Enerji Bakanlığı 2023 hedeflerinde,

* Yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik kurulu gücünün toplam kurulu güce oranının yüzde 65’e,

* Doğal gaz ve elektrik altyapısının güçlendirilmesine,

* Petrol ve doğal gaz arama ve üretim faaliyetlerinin hızlandırılarak sürmesine,

* Elektrik sektöründe teknolojik dönüşüm uygulamaları yapılmasına,

gibi kararlar alarak en azında üretime dönük bazı olumlu adımlar atmıştır. Ancak bu kararların içerisinde “Nükleer enerji arz kaynakları arasına dahil edilecek ve enerji arzındaki payının arttırılmasına yönelik çalışmalar sürdürülecek” diyerek son 20 yılda dünyada kullanımı yüzde 25 gerileyen ve bazı gelişmiş ülkelerin kapılarına kilit vurduğu ve birincil enerji kaynağının (yakıtının) tamamının yurtdışından getirileceği (nükleer yakıt) olan nükleer santralleri 2023 hedefleri arasına koymuş olması, enerji ihtiyacımızdan çok uluslararası devlet ilişkilerinde bazı devletlere verilmek zorunda kalınmış (!) tavizler olarak algılanmalıdır.

Bakanlığın 2023 hedeflerini sayısallaştırarak somutlaştırmış olması bu hedeflere ulaşabilmenin zorluklarını ve sorunlarını da ortaya koymaktadır. Ama bu hedefler içerisinde en yıkıcı olanı nükleer santralden sonra hidrolik santrallerdir. Hidrolik santrallerin, barajların Doğu Karadeniz’in güzel ovalarını, derelerini geri dönülmez şekilde ne hale getirdiği ortadadır. 2023 için bakanlığın hedefi güneş enerjisi ile üretilen elektriğin 3 katının hidrolik santrallerle üretilme planıdır ki, bu bile tek başına doğamızın ciddi bir tehdit ve saldırı altında olduğunun göstergesidir.

Konu enerji olduğu zaman yazının girişinde de belirtildiği gibi enerji söz konusuysa mutlaka kirli, hatta kanlı siyasetten yani savaştan bahsediyoruz demektir. Bu kavga dünya kütlesinin binde 2 buçuğunu kullanan insanın bitmek tükenmek bilmeyen hırsından kaynaklanmaktadır. İnsan olmadan sistem olmaz ve ne yazık ki insanlık daha yolun ilk başında aşağı Mezopotamya’da uygarlık kurarken işe yanlış başlamış, yan gelip yatan krallar, onların yarı tanrı olduğunu savunan din adamları, onlara yalakalık yaparak daha az çalışan bürokratlar, memurlar ve en altta da tarlada üreten toplumun en aşağılık (!) kesimi sayılan köylüler. İsimleri değişmiş, araya bazı ilave sınıflar eklenmiş olsa da 5000 yıllık bu uygarlık(!) tanımı ne yazık ki halen durduğu yerde durmaktadır. Konu bir yerlerde gömülü altını bulmak olduğunda herkesin aklına, “birlikte bulalım, eşit bölüşelim” fikri yerine “önce ben gidip hepsini ele geçireyim” fikri gelmektedir. Bu tüm kapitalist ülkeler için böyledir ama silahı, parası, topu, tüfeği daha çok olan ülkeler için daha da çok böyledir. Ama bu başka bir yazının konusudur ve enerji bile tek başına bu sayfalara sığmayacak kadar önemli, kapsamlı ve kanlı bir konudur. Bu nedenle günümüzün en sıcak gelişmesi olan Akdeniz petrolleri ve çevre denizlerimizdeki doğal gaz ile ilgili gelişmeler için birkaç söz söylemek dünya enerji sorununa çözüm önermekten daha akıllıca olacaktır.

DOĞAL GAZ

Ülkemizin doğal gaz tüketimi yaklaşık 45-50 milyar metreküp civarındadır. Özellikle son iki yılda doğal gaz tüketimimiz yüzde 10 oranında azalarak 44,8 milyar metreküpe inmiştir. Bunun sebepleri arasında bakanlığın öne sürdüğü, elektrik üretiminde doğal gaz kullanım oranının azalması, kışın görece ılık(!) geçmiş olması gibi faktörlerin yanında artan doğal gaz faturalarını karşılayamayan insanların alternatif (battaniyeye sarılma, çift kazak giyme, evde tek odaya sığınma) gibi eylemleri de etkili olmuştur.

Türkiye enerji üretiminin neredeyse yüzde 30’unu doğal gazdan karşılamasına rağmen aslında doğal gaz yoksunu bir ülkedir. Geçen yıl tüketmek üzere satın aldığımız doğal gaz miktarı 45,2 milyar metre küp, yerli üretimimiz sadece yaklaşık 0,5 milyar metre küp (yüzde 1) seviyesinde olmuştur. Bu nedenle enerji ihtiyacımızın doğal gaz ile karşılanma oranının yüksek olması daha çok ithalat ve döviz ihtiyacımız olduğu anlamına gelmektedir. Geçtiğimiz 3 yılda Türkiye’nin ithal ettiği, ihraç ettiği ve kendi ürettiği doğal gaz rakamları Tablo 1’de verilmiştir.

Tablo 1: 2017, 2018 ve 2019 Yıl Sonu İtibarıyla Türkiye Doğal Gaz Piyasası Genel Görünümü

  Üretim (milyon m3) İthalat (milyon m3) Yurtiçi Satış (Tüketim) (milyon m3) İhracat (milyon m3) TOPLAM ARZ (Üretim + İthalat) (milyon m3) TOPLAM TALEP (Yurtiçi Satışlar + İhracat) (milyon   m3)
2017 381 55.249 53.857 630 55.631 54.487
2018 428 50.360 49.329 673 50.788 50.003
2019 474 45.207 44.794 763 45.674 45.557

Kaynak: EPDK 2018 Yılı Doğal Gaz Sektör Raporu ve EPDK 2019 Aralık Ayı Sektör Raporu

Doğal gaz doğal olarak yer kürenin kabuğunun hemen altında pek de adaletli olmayan bir şekilde dünya yüzeyine (6370 km derinliğe göre 5 km yüzey sayılır) dağılmıştır. Birkaç sayı vermek gerekirse 2018 yılında Katar 2980 (Türkiye’nin Karadeniz’de bulduğu miktarın 9 buçuk katı), Nijerya 479, ABD 444, toplu iğne başı kadar Trinidad 416 milyar metreküp doğal gaz çıkartıp satmışlardır. Karadeniz’de bulduğumuz doğal gaz rezervi ise yaklaşık 320 milyar metreküp yani Türkiye’nin yıllık 50 milyar metreküp olan ihtiyacını yaklaşık 6 buçuk sene karşılayacak kadardır. Parasal karşılığının da yaklaşık 66 milyar dolar olduğu söylenmektedir.

Demirel’in söylediği veya yaşasaydı büyük ihtimalle söyleyeceği gibi, “1 sıfırdan büyüktür.” Kendi olanakları ile petrol ve doğal gaz aramaya başlayan ülkemizin harcadığı milyarlarca dolar arama masrafları karşısında hiçbir şey bulanamamış olsaydı tablo bugünkünden daha farklı olacaktı ve “Tüm ülkelerin işçileri birleşin” diyen aklın iktidara gelmesine kadar ne yazık ki, ülkemizin bu emperyalist oyun içerisinde kurban olması kaçınılmazdı. Bu arada şunu da not etmek gerekirse Türkiye’nin arama faaliyetleri için satın aldığı arama gemilerinin satın alınma fiyatlarının toplamı Katar’dan alınan süper lüks uçağa verilen paradan daha fazla değildir. Katar şeyhinin geçtiğimiz günlerde Marmaris koyuna demir atan süper lüks yatı bile bu arama gemilerinden daha fazladır ve Türkiye’yi 18 yıldır yöneten siyasi aklın arama faaliyetlerine başlamasında neden bu kadar geciktiği ve tercihini bugüne kadar neden lüks uçaktan yana kullandığı sorulması gereken bir sorudur. Petrol arama gemisinin günlük çalışma maliyetinin de 1 milyon dolar kadar olduğu düşünülürse aslında Türkiye’nin bu işe çok daha önce başlaması gerektiği basitçe görülebilir. İşin siyasi ve askeri tartışmasını bir kenara koyarsak işin matematiksel yanı bile aslında bir yerlerde hatalar yapıldığını gösteriyor.

Sırtını 12 Eylül diktatörlerine dayayan Özal’ın politikaları ve takip eden hükümetlerin de neye sarıldıklarını anlamadan dört elle sarıldıkları yeni liberal politikalar dünyayı, insanlığı ve ülkemizi bu duruma getirdi. Ülkemizin doğal gaz macerası başlı başına bir felakettir. Bugün en büyük tedarikçilerimiz arasında olan Rusya ve İran için Türkiye ballı pazar durumundadır. Avrupa doğal gazın bin metreküpüne ortalama 110-120 dolar öderken biz yaptığımız yamuk anlaşmalarla 250-280 dolar ödemekteyiz. Basit bir çarpma toplama işlemi ile yılda yaklaşık 50 milyar metreküp doğal gaz tüketen ülkemiz bunu karşılığında en az 12 buçuk milyar dolar para ödemektedir. Oysa aynı miktar doğalgaza Avrupa ülkeleri en fazla 6 milyar dolar ödemektedirler. Yani bizim ödediğimizin yarısından az. Basit bir hesapla biz de Rusya ve İran’dan Avrupalıların aldığı fiyata gaz alabilsek her yıl yaklaşık 6,5-7 milyar kazancımız olacaktı ve Karadeniz’de bulmaktan onur duyduğumuz ve kasamıza 10 yıl sonra girecek diye sevindiğimiz 66 milyar dolardan daha çok kazanmış olacaktık. Bu hesaba tıpkı karayollarında, köprülerde olduğu gibi alım garantili anlaşmalar dahil değildir. Kim yaptıysa, alsak da almasak da ödüyoruz kullanmadığımız doğal gazın parasını.

Ama yine de 320 milyar metreküp doğal gaz bulmuş olmamız (eğer gerçekten bu kadar bulduysak) sevindiricidir ama sadece Katar’ın bir yıllık üretiminin 3000 milyar metre küpe yakın (bizim bulduğumuzun 9,5 katı) olduğu düşünülürse ki, bu rakam bile bizimkilerin Katar sevgisini göstermektedir, şimdilik bırakalım eksen değiştirecek buluş olduğu hikayesini, ancak aile arasında (ben, sen, bir de bizim 5 müteahhit) 1 zurna, 2 davul çalarak kutlanacak bir buluş olarak kabul edilmelidir. Belki bu doğal gaz buluşu sporda, sanatta, bilimde elde edilemeyen başarı hikayelerinin yerine monte edilen ve milli duyguları “oy”a çevirmeyi hedefleyen bir gösteri olarak kabul edilebilir.


[1] Uluslararası Enerji Ajansı, “World Energy Outlook 2019”

[2] TMMOB 2020 Enerji Raporu